DÜNYADA NEYİ YARGILIYORSAN O SENİN İÇİNDE İYİLEŞMESİ GEREKEN ŞEYDİR.

Başkalarının yaptığı dedikodular canını sıkmasın, onlar kendiliğinden sona erecektir.

Yalnızca sükût et, seyret ve keyfini sür…Çünkü dedikodularından rahatsız olduğunu hissederlerse, daha çok dedikodu yaparlar. Sakın rahatsız olma… Aksine tadını çıkar ve onlara:” Benim aleyhimde bir dedikodunuz var mı” diye sor.

Çünkü dedikodu kendilerinin iyi hissetmelerine yardımcı olur. Başkalarından daha üstün olduklarını hissetmek için başkalarını gözetlemeye başlarlar çünkü başkaları hakkında dedikoduya dalınca kendi ıstırabını unutuverirsin.

Dedikodu yaparak ne yapıyorsun? Yıkıcı bir hale geliyorsun. İnsanlar yalnızca başkalarını mahvetmek ve incitmek için dedikodu yapar.

Eğer komşun sana gelip dedikodu yapmaya başlarsa, dikkatlice dinler…

Komşun bahçene çöp attığında hemen kavgaya başlarsın ama çöpü zihnine attığında onu tamamen hoş karşılıyorsun. Birisinin zihnine çöp atmasına izin verdiğinde, zihnindeki çöplerle ne yaparsın? Onar er ya da geç ağzından çıkıp başkasının zihnine giriverir. Onları içinde tutamazsın.

İnsanlar enerjilerinin yüzde doksanını dedikoduyla, ikiyüzlülükle boşa harcıyor. Bu kadar enerjiyi boşa harcayınca haliyle kötü bir duruma düşersin. İnsanlar bilinçsizce bir sürü şey yapıp duruyor. Yaptıkları şeylerin bilincine varabilseler hepsi sona erecektir. Eğer kendini seyredip gözlemlersen dedikodu sona erecektir.

Hakikati bilişte olmak istiyorsan tüm dedikoduları, bir şeyler bilmeden görüşlerde bulunmayı bırakmalısın. Bu ahmakça bir davranıştır çünkü sen henüz kendi hakkında bir şey bilmiyorsun. Dedikoduyu bırak çünkü dedikodu gözlerini bulanıklaştırır; algını ve anlayışını yok eder.

OSHO

Dedikodu yapan insanlar kendini geliştirmek istemeyen insanlar. Dedikodu yapan insanlar aslında kendine olan özsaygısını kaybetmiş insanlar. Dedikodu derinliğe baktığınızda karma enerjisi (negatif) almaya vesile olur. İnsanın yüzüne söylemeyeceği arkasında dedikodu yapmak karşıya değil insanın kendisine zarar verir. Zaten kendi ile ilgilenen insanlar dedikodu yapacak bir saniyesi olmaz. Dedikodu yapan insanlar o insanın ruhunda zaman içinde yerleşiyor kim olursa olsun hep dedikodu yapıyor. Kısacası alışkanlığa dönüştürmüş oluyor. Dedikoduda sevgi olmaz.

Hayatımda en uzak kaldığım insan ruhu, dedikodu yapanlar. Dedikodu yapan insanlar benim ruhuma hiçbir şey vermez.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

TİLKİ VE KURTUN SIMSICAK DOSTLUĞU

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

“Bir varmış, bir yokmuş. Uzak diyarlarda, yemyeşil ormanların, berrak derelerin ve rengarenk çiçeklerle bezenmiş geniş arazilerin bulunduğu, hayvanların birbirine yardım ettiği, dostluğun ve iyiliğin hüküm sürdüğü bir diyar varmış. Bu diyarın sakinleri arasında, kurnazlığıyla meşhur, parlak turuncu kürküyle dikkat çeken bir tilki ve diğer hayvanların çoğu tarafından biraz da tehlikeli olarak bilinen bir kurt yaşarmış.

Tilki Mert, zeki ve neşeli tavırlarıyla ormanda gezen, herkese yardım eli uzatmayı seven bir hayvandı. Diğer yandan, Kurt Baran ise, başlangıçta yıpranmış geçmişi ve sert görüntüsü yüzünden çoğu hayvanın güvenini kazanamamış, yalnız başına dolaşırmış. Ancak, Baran’ın kalbinde saklı olan derin dostluk ve yardımseverlik duygusu, zamanla kendisini ortaya çıkarmaya başlayacaktı.

Bir sabah, ormanın serinliğinde Mert, sevimli patileriyle çevik adımlarla ilerlerken, aniden uzaktan gelen hüzünlü bir uluma duydu. Bu ses, Baran’ın acı dolu çığlığı gibiydi. Merakına yenik düşen Mert, sesin geldiği yöne doğru koşmaya başladı. Bir süre sonra, yüksek ağaçların arasında, yaralı ve yalnız bir kurt buldu. Baran, ağır yaralar almış, yorgun ve bitkin haldeydi. Mert, korkmadan yanına yaklaşarak, “Merhaba dostum, sana yardım etmek istiyorum. Lütfen bana güven,” dedi. Baran önce tereddüt etti, çünkü uzun yıllardır yalnız yaşamış ve diğer hayvanların onu kötü niyetle değerlendirdiğini düşünmüştü. Ancak Mert’in içten bakışları ve nazik sözleri, onun yüreğine dokundu. Baran, Mert’e küçük adımlarla yaklaştı ve yaralarını göstermek için minnetle bakmaya başladı.

Mert, ormandaki en bilge bitki örtüsü ve şifacı bitkilerden hazırladığı merhemi Baran’ın yaralarına uygulamaya başladı. Günler birbirini kovaladı Mert, Baran’ın yanından ayrılmadı. Her sabah ormanın ıssız patikalarında birlikte yürüdüler. Mert, Baran’a ormandaki güzel çiçeklerden, renkli kuşlardan, küçük böceklerden bahsederek neşeyi ve umut ışığını yansıttı. Baran ise, Mert’e geçmişte yaşadığı zorluklardan, yalnızlığından ve dış görünüşünün insanların ona bakışını anlattı. Ancak, Mert her defasında, “Dostluk kalpte başlar, görünüşler bizi aldatmasın. Senin içindeki iyilik, tüm dünyayı aydınlatır,” diyerek Baran’a destek verdi. Bu dostluk yavaş yavaş ormanda yayıldı diğer hayvanlar, tilki Mert’in Baran’a gösterdiği şefkati görünce, kalplerinde de değişiklik yaşandı.

Bir gün, ormanda ani bir fırtına koptu. Rüzgâr ağaçları salladı, yağmur şiddetle yağdı ve dereler taşarak ormanın birçok noktasını sular altında bıraktı. Baran, Mert’in yardımıyla fırtınadan korunmaya çalışırken, diğer hayvanlar da büyük tehlike ile karşı karşıya kaldı. O gün ormanda büyük bir kargaşa yaşanırken, Mert ve Baran, birbirlerine sıkı sıkıya tutunarak, fırtınanın yarattığı hasarı azaltmak için el ele verdiler. Mert, çevikliğiyle ormanda kaybolmuş küçük hayvanları güvenli yerlere yönlendirdi Baran ise, güçlü yapısıyla devrilen ağaçların altında mahsur kalanları kurtarmak için cesurca çalıştı. Fırtınanın ardından, ormandaki her canlı, Mert ve Baran’ın ortak çabasını ve birbirlerine duydukları sarsılmaz güveni konuşmaya başladı. Bu olay, dostluğun ve dayanışmanın ne kadar büyük bir güç olduğunu herkese gösterdi.

Zamanla Baran, Mert’in sayesinde yaralarını iyileştirdi ve yeniden hayata tutunmaya başladı. Diğer hayvanlar, Baran’ın artık eskisi gibi yalnız ve korkutucu olmadığını, aksine sevgi dolu ve yardımsever bir kalbe sahip olduğunu fark ettiler. Ormanda düzen yeniden sağlanırken, Mert ve Baran, birlikte birçok güzel işe imza attılar. Birlikte, ormanın çiçekli bahçelerini yeniden düzenlediler, derelerin kenarlarını korumak için küçük kanallar açtılar, hatta kaybolmuş yavru hayvanları bulup ailelerine kavuşturdular. Her başarılı işte, dostlukları daha da pekişti Mert, “Senin içindeki iyiliği keşfetmek, benim için en büyük mutluluk,” derken, Baran da “Seninle birlikte çalışmak, en zorlu fırtınaları bile aşmamızı sağladı,” diyordu.

Bir gün, ormanın en geniş meydanında büyük bir şenlik düzenlendi. Bu şenlik, sadece fırtınadan sonra yeniden doğuşu kutlamak için değil, aynı zamanda ormandaki tüm hayvanların birbirlerine duyduğu sevgi ve saygıyı pekiştirmek için yapılmıştı. Rengarenk süslemeler, neşeli müzikler ve danslarla dolu olan bu günde, Mert ve Baran’ın dostluğu bir kez daha gözler önüne serildi. Küçük kuşlar, neşeyle şarkılar söylerken, sevimli sincaplar ve meraklı geyikler, onların hikayesini dinleyip ilham aldılar. Şenlik alanında herkes, “Gerçek dostluk, en zor zamanlarda bile kalpteki ışığı söndürmez,” diyerek Mert ve Baran’ın dostluğunu alkışladı. Bu şenlik, ormanda yaşayan tüm canlıların kalplerine umut ve sevinç doldurdu.

Zaman geçtikçe, Mert ve Baran’ın hikayesi, ormanda ve çevre köylerde dilden dile dolaştı. Çocuklar, okullarında bu masalı dinleyip, dostluk, yardımlaşma, cesaret ve iyiliğin önemini öğrendiler. Her yeni nesil, Mert ve Baran’ın örnek davranışlarından ilham alarak, kendileri de küçük dostluklar kurdu, yardımlaşmanın ne kadar değerli olduğunu fark etti. Mert, sadece kurnazlığıyla değil, aynı zamanda yüreğinde taşıdığı sevgi ve şefkatle de herkesin kalbine dokunmuştu. Baran ise, geçmişte yaşadığı acıların yerine, Mert sayesinde gerçek dostluğun ne olduğunu öğrenmiş, diğer hayvanlara yardım ederek onlara güven ve umut aşılamıştı.

Ormanın her köşesinde, Mert ve Baran’ın dostluğu anlatılır, birbirlerine duydukları saygı ve sevgi örnek alınırdı. Birlikte geçirilen o zorlu günler, ormanda yaşayan her canlıya, “Birlikte çalışırsak, hiçbir engel aşılmaz,” mesajını vermişti. Böylece, hayvanlar alemi, artık sadece bireysel güçlerin değil, kalpten kalbe geçen dostluğun, yardımlaşmanın ve sevginin gücüyle hareket eden bir topluluk haline gelmişti. Güneşin doğuşuyla birlikte, ormanın her yanında yeni umutlar yeşerir, her hayvan, Mert ve Baran’ın hikayesinden ilham alarak daha da iyiliksever ve cesur olmaya çalışırdı.

Masalımızın sonunda, ormanda artık hiç korku kalmamış, tüm canlılar birbirlerine yardım ederek, sevgi dolu bir yaşam sürmüşlerdi. Mert ve Baran’ın dostluğu, ormanda yaşayan herkesin yüreğinde unutulmaz bir iz bırakmış, bu hikaye nesilden nesile aktarılmıştı. Her yeni gün, ormanda güneş doğarken, hayvanlar birbirine sarılır, dostluğun ve iyiliğin gücünü hisseder, birlikte daha güzel yarınlara umutla bakarlardı. Ve işte böylece, tilki Mert ile kurt Baran’ın dostluğu, ormanın her köşesinde sevgiyle, mutlulukla ve dayanışmayla yaşamaya devam etti gerçek dostluğun ve kalpten gelen iyiliğin, her zaman en büyük mucizelere vesile olduğunun en güzel örneği olarak sonsuza dek hatırlandı.”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KENDİNİ BİLMEK

Önemli olan kendini bilmektir. Kendini bilen Tanrı’yı bilir.

İsa seslendi: Bana inanan bana değil, beni gönderene inanmıştır. Ve beni gören beni göndereni görmüştür. Bu dünyaya bir ışık gibi geldim ben, bana inananlar karanlıkta kalmasınlar diye. Ve eğer birisi benim sesimi işittiği halde bana inanmıyorsa onu yargılamayacağım çünkü bu dünyaya yargılamaya gelmedim ben, kurtarmaya geldim. Beni reddeden ve sözlerimi kulak arkası edeni yargılayan başkasıdır: Söylediğim bu sözler var ya, bu sözlerdir onu, o son günde yargılayacak olan. Çünkü ben kendiliğimden konuşmadım. Beni gönderen Rab, söylenecekleri ve söylenmeyecekleri bana bildirdi. Biliyorum ki bu emirler hayatın sonuna kadar geçerlidir. Bu yüzden, size ne söylediysem aynen Rabb’ın bana söyledikleridir.

John 12:44-50

İnsan her zaman saflığa ulaşabilir.

Allah’ın sevgisini ve ışığını taşımaktır.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

AİLEDE RAMAZAN AYI

Sevgili okuyucularım en son 25 Şubat 2025 tarihinde yazdığım anı yazıma kaldığım yerden devam ediyorum. Anılarımı yazarken yalnızca o günlere geri dönmekle kalmıyor biriktirdiğim güzel anılardan ilham alıyor, edindiğim farkındalıkla acı bırakan anılardan dersler çıkarmayı sürdürüyorum. Şimdi sandıktan bir anı daha serbest bırakılıyor…

Ortaokul üçüncü sınıfa devam ediyordum. Ramazan ayının kışa geldiği yıllardı. O yılda her yıl olduğu gibi annem ve babam oruç tuttu. Ablam, çalıştığı için zorlanıyordu, birkaç gün tutup sonra tutamayacağını gördü. Ağabeyim, kardeşim ve ben okulda olduğumuz için tutmuyorduk; sadece hafta sonları ben tutmak istiyordum. Buna ailem izin vermiyordu çünkü ders çalışmam gerekiyordu. İki amcam ve küçük amcamın eşi, akrabaların çoğu, komşular; kısacası çevremdeki insanların hepsi oruç tutuyordu. Okulda ve sınıfta bazı arkadaşlarım tutuyor onlar da herhangi bir şikâyette bulunmuyordu.

Oruç tutmuyordum ama ailemden şunu öğrenmiştim: “Oruçlunun yanında bir şey yeme çünkü oruçlu olduğu için imrenir.” Bu bende hep kalmıştır. Ramazan ayında sokakta, açık alanda bir şey yemiyordum. Bunu aslında saygıdan dolayı yapıyordum, yapmaya devam ediyorum.

Ramazanda en çok hoşuma giden, o sımsıcak pide ve kokusuydu. Ayrıca da iftarlar… İftara misafir davet etmek konusunda babamın hiç “Ben büyüğüm, beni çağırırlar” diye bir beklentisi yoktu. Daha ramazan başlar başlamaz iftara misafir çağırmaya başlardı. Tabii ki yemek yemek için o iftar saatini bekleyip daha özenle hazırlanmış sofraya oturmak başka oluyordu. Gece sahura kalkmalar, sofra hazırlanması aynı güzellikteydi.

Benim o yaşta inanç sorgulamam farklıydı. Eğer gerçekten inançlı olup ibadeti yerine getirmek isteniyorsa önce iyi insan olmak; en çok da Allah’ın emrettiği ibadetleri yaparken yalan söylememek gerektiğini düşünüyordum.

Okulda ahlak ve din dersinde ahlaklı bir insanın nasıl olduğu anlatılırken oruç tutup yalan söyleyenleri gördüm çevremde. Buna sınıftaki arkadaşlarımda şahit oldum ve bunlar bana ters gelmeye başladı. Ayrıca ilkokul ikinci sınıfta kendi isteğimle yazın Kur’an öğrenmek için camideki kursa gitmiştim. Oradaki hoca da ibadetleri anlatırken ahlaklı insan davranışlarından söz ediyordu. Nasıl iyi bir insan olunacağını anlatırken “Yalan söylememek gerek,” demişti. Bu, benim aklımda, ruhumda yer etti. Bu yüzden hem oruç tutup hem yalan söyleyen insanlara farklı bakıyordum. Sanki onların ibadetlerini tam olarak yapmadıklarını düşünüyordum. Çünkü ibadet Allah’a olan inanç nedeniyle yapıldığına göre yalan söylememek de gerekiyordu. Bunu aileme de soruyordum. “Günahların affolması için mi oruç tutuluyor?”, “Zorunlu bir ibadet, cennete gitmek için mi? Şimdi bu ibadetler yerine getirildiği zaman cennete mi gidilecek?” diye soruyordum ve düşünüyordum.

Bana göre ibadet, iyi insan olmaktır. Tabii ki oruç tutulur; inançlara göre ibadet yapılır ama bana sorduklarında ben her zaman “İyi insan olmak isterim,” derdim. Tuttuğum oruç ile cennete gideceğimi ya da günahlarımın affolacağını düşünmem. Çünkü o Kur’an kursunda ve Ada’daki yazlıkta olduğum dönemlerde benim her inançtan arkadaşım oldu ama onların inançlarına değil iyi insan olup olmadıklarına baktım. Okulda da öyle; hep iyi arkadaşlık için karakterlerine ve kişiliklerine baktım.

Akrabalarda oruç tuttukları hâlde kalp kırmalar, yalan söylemeler, hak yemeler gördüm. Oruç tutup dedikodu yapanları gördüm. Bunlar o yaşta bana yanlış geliyordu bunu anneme söyledim. Bir de öfkeli insanların orucun arkasına sığınması beni rahatsız ediyordu. Mesela ortanca amcam öfkeli bir insandı, en ufak meselede hemen öfkelenirdi, bir de kendisine yanlış gelen şeylerde öfkesi ortaya çıkardı. Babam bunu bilincindeydi ama ramazan ayında amcam öfkelendiğinde hoşgörü ile bakar “Oruç tutuyor onun için öfkeli” diye geçiştirirdi.  Ben bunu da kabul etmiyordum. O zaman oruç tutan herkes her şey yapabilir; öfkelenebilir, bağırabilir. Babam kardeşlerine karşı hep hoşgörülüydü, oruç sadece bahaneydi.

Babam ailenin bir arada olmasını seviyor ve önemsiyordu. Ramazanda amcalarım çağırmadan önce babam onları iftara çağırırdı. Annem hemen “Ama iş konusu konuşmayın,” derdi çünkü ne zaman iş konusu konuşulmaya başlansa amcalarım tartışırdı, babam sesini çıkarmazdı. Annem o kadar haklıydı ki. Gerçekten tartışan iki insan bir de öfkelenince farklı oluyor. Onun için evde iş konusu açılmasını biz de istemezdik.

Hiçbir zaman yemek seçmediği için oruç tuttuğunda da ne yiyeceğim diye sorun etmeyen annemi ramazanda zorlayan şey babamın yemek seçmesiydi. Çünkü babam akşam yemeğinden kalanları sahurda yemeyi tercih etmezdi. Bu yüzden annem iftara ayrı sahura ayrı yiyecekler hazırlar ancak çok mecbur olursa iftardan kalanları sahura çıkarırdı. Babam sebze yemeklerini de pek tercih etmiyordu eti daha çok seviyordu. Tatlılardan ise en çok sütlaç, revani ve kadayıf yapılırdı.

Bir de ramazanda akrabalar ve tanıdıklar arasında, oruç tutmayanları yargılayan konuşmalar çok yapılırdı. Mesela ablamı sorarlardı, “Oruç tutmuyor mu?” diye. Annem, ablamın çalıştığı için tutmadığını söylediğinde “Herkes çalışıyor; bizim çocuklar da çalışıyor, okula gidiyor ama tutuyorlar,” derlerdi. Hemen bir kıyaslama yaparlardı. Onların çocukları tutuyor diye bizde tutmak zorunda mıydık? Bu ne kadar yanlış bir düşünceydi. Belki o insan açlığa dayanamıyor, sağlığı elvermiyor. Bunu dikkate almadan direkt yargılıyor, genç olduğu için dayanmak zorunda olduğunu düşünüyorlardı. Bir nevi bir baskı oluşturuyorlardı.

Aslında insanın içinden ibadet etmek gelmiyorsa zorla ibadet edilmez. Mesela ben, ilkokul ikinci sınıfta yazın Kur’an kursuna camiye gideceğim; kendi isteğimle gittim, aileden herhangi bir baskı olmadı veya “Niye gidiyorsun?” demediler.

İnsan baskı sonucu bir ibadeti yaptığında sonra kendi istediği ile yapmadığını, şeklen bir şartı yerine getirmiş olduğunu görüyor ve bir de inanmıyorsa zaten zorla inanç olmuyor. İnanç da ibadet de insanın içinden gelmeli.

Ramazan ayı bitince de insanlar arasında en çok konuşulan ne kadar kilo verildiği oluyor. Kilo verilir de alınır da ama oruç kilo vermek için tutuluyorsa bu da ibadet ve inançla ilgili olmuyor.

Ailelerin inanç ve ibadet konusunda çocuğa baskı yaparak değil farkındalık ile göstermesi ve anlatması gerekir.

Benim ailem bu konuda hiçbir zaman bize baskı yapmadı.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ŞİFA VE İYİLEŞME

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi Şifa ve İyileşme

Bu kitabın yazarı olan; Dünyanın en ünlü gelişmiş farkındalık ve aydınlanma uzmanı olan Psikiyatrist Dr. David R. Hawkins’in Şifa ve İyileşme kitabı bize huzurlu ve sağlıklı bir yaşam sürmemizi, sağlığımızı kendi kontrolümüz altına almamızı sağlayacak klinik olarak kanıtlanmış kendi iyileşme yöntemleri sunan bir kaynaktır.

Çağımız toplumları sürekli stres, kaygı, korku, acı, ıstırap, depresyon ve endişe içinde yaşıyor.

Bu konuda yaptığı uygulamalar ve çalışmaların ışığında Dr.David R.Hawkins deneyimlerini bizimle paylaşırken konuları “Şifalanmaya Destek Olmak”, “Stres”, “Sağlık”, “Ruhsal İlkyardım”, “Cinsellik”, “Yaşlanma Süreci”, “Büyük Krizlerin Üstesinden Gelmek”, “Tasa, Korku ve Kaygı”, “Ağrı ve ıstırap”, Kilo Vermek”, Depresyon”, “Alkolizm” ve “Kanser” gibi hepimizi ilgilendiren başlıklar etrafında toplamış.

Prof.Dr.David R.Hawkins; hangi hastalık olursa olsun iyileşme ve şifa yolculuğunun mümkün olduğunu söylüyor.

Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.

“…

Düşük enerji alanları güneşin önünü kapatan bulutlar gibidir. Bulutlar aradan kaldırdığımızda zaten her zaman ışıldamakta olan güneşi deneyimleriz. Bağımlılıklarla ilgili bölümde, güneşin parlamasına neden olanın bulutların ortadan kalkması olmadığı-bağımlı kişi genelde böyle düşünmeye başlar-konusunda çok kesin bir noktaya değiniyoruz.

Enerji alanları o kadar güçlüdür ki algımızı etkilerler. Onlar gerçekten de dünyaya baktığımız portallardır. İçinde bulunduğumuz aslında bir aynalar dünyası olduğunu ve deneyimlediğimiz her şeyin algı ve yaşantı olarak bize geri yansıtılan kendi enerji alanımız olduğunu sık sık duyarız. Algımızı, dünya görüşümüzü ve hayata bakışımızı bu çeşitli enerji alanlarından gelen bir şey olarak ele alıyoruz.

Krishna, Hz.İsa ve Buddha’nın enerji alanları 1000’dir ve bu alana Sonsuzluğa uzanır. Bu düzeylerdeki insanlar o kadar büyük bir güce sahiptirler ki onlara “avatar” diyebiliriz.

Aydınlanma düzeyleri (600 ve yukarısı) hayatın inanılmaz güzelliğini ve mükemmeliyetini gösterir. Yaradılış’ın mükemmeliyetini, tüm yaşamın İlahi özünün ve doğasının gerçek deneyimlenişi ve onun tüm ifadelerinin inanılmaz güzelliğini. Sadece duyulara hitap eden estetik bir güzelliği değil, yaradılışın içsel güzelliğini.

Umutsuzluk ve çaresizlik enerji alanındaki insanlar (50) dünyayı çaresizlik içinde görür. Gazeteyi açtığında insanlığın çaresizliğiyle, bitmeyen savaşlarla, yoksullukla ve suçla karşılaşır.

Bu kişilerin yaşadığı keder, pişmanlık, kayıp ve umutsuzluk yaşama isteğinin kaybından kaynaklanır. Yolda yürür ve hüzünlü bir dünya görürler.

Öfke, nefret ve intikam duyguları olan insanların enerjileri 150 seviyelerinde, sevgi dolu enerjiye sahip insanlar 500 seviyede. Huzur, mutluluk ve uyanış olan insanların enerjisi 600 seviyesinde.

Korku, kötümser, kinci olan insanların enerji seviyeleri 30 dur.

Aydınlanma ve saf bilince ulaşmak 700-1000 seviyelerinde.

Ne olduğumuzun farkındalığına yaklaştıkça, kim ve ne olduğumuz önemli olmaya başlar. Hayat yolunu yürüdükçe neye dönüştüğümüz önemlidir. Kişinin ne olduğu, neye dönüştüğü, neyi temsil ettiği ve onun varlığı diğer kültürel gruplarda geçerli olan bir durumdur.

Hastalıkla ilgili tüm olumsuz inanç sistemlerimizi bırakarak tüm bu şeyleri bırakmaya istekli olabiliriz ve yaşlandıkça giderek daha sağlıklı bir bedene sahip olabiliriz.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

GÜNÜN DUASI

Maya halkının Toprak Ana’ya duası.

Sevgili Toprak Ana, bana ışıyan günün aydınlığında hareketsiz otların sükûnetini öğret ki, kalbimin fısıltısını duyabileyim.

Sevgili Toprak Ana, bana çok yaşlı kayaların hafızalarında tuttuğu acıyı öğret ki, acının ne olduğunu anlayabileyim ve affetmeyi ve özgür olmayı seçebileyim.

Sevgili Toprak Ana, bana bitkilerin çiçeklenirken gösterdikleri tevazuu öğret ki, ben de her şeye, özellikle de kendime karşı sabırlı olmayı öğrenebileyim.

Sevgili Toprak Ana, bana Doğa’nın çocuklarına nasıl özen gösterdiğini öğret ki, ben de tüm varlıklar için şefkatli olmayı öğrenebileyim. 

Sevgili Toprak Ana, bana yalnız kalan ağacın cesaretini öğret ki, içsel gücün ne olduğunu anlayabileyim.

Sevgili Toprak Ana, bana yerdeki karıncaların yürüyüşlerinde karşılaştıkları sınırları öğret ki, ben de birlikten doğan büyük gücü keşfedebileyim.

Sevgili Toprak Ana, bana gökyüzünde uçan kartalın özgürlüğünü öğret ki, kalbimi dinlemenin ve kalbin gösterdiği yolu izlemenin nasıl bir his olduğunu anlayabileyim.

Sevgili Toprak Ana, bana ölerek yere düşen yapraklar gibi kabul etmeyi öğret ki, ben de olayların seyrinin doğal akışını kabul edebileyim, hayatımın seyrine zarafetle izin verebileyim.

Sevgili Toprak Ana, bana ilkbaharda filizlenen tohumlar gibi yenilenmeyi öğret ki, içimde yeni fikirler doğduğunda bunları gerçekleştirmeye, yeni yaratımlara cesaret edebileyim, deneyimleyebileyim.

Sevgili Toprak Ana, bana kendimi unutmayı öğret ki, eriyen karın öncesini unutabilmesi gibi, ben de geçmişe takılmadan varlığımın büyük amacını hatırlayabileyim.

Sevgili Toprak Ana, yağmurla temizlenen, canlanan kuru tarlalar gibi her güne şükretmeyi öğret ki, ben de doğanın mükemmelliğine aynı nezaketi gösterebileyim…

Kaynak: Ayşe Nilgün Arıt

Farkındalık, uyanış ve aydınlanma…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

YANLIŞI YALANLA ÖRTBAS ETMEK

Sevgili okuyucularım, 4 Ocak 2022 tarihinde “Açık ve Net Konuşmak Dürüstlüktür” başlıklı yazımda çocukluk döneminde ailelerin yaptığı bir yanlıştan, söyledikleri beyaz yalanların çocuğun hayatını nasıl etkilediğinden söz etmiş ve zamanı geldiğinde bu konuya değineceğimi belirtmiştim. İşte bugün bu konuyu ele alacağım.

Aileler genellikle “bir şey anlamaz” veya “çocuktur, ne olacak” gibi düşüncelerle çocuklarına pembe veya beyaz yalanlar söylüyor. Bazen de çocukları korku ile yalan söylemeye mecbur bırakan baskıcı tutumlar sergiliyor. Yalan zamanla bilinçaltına yerleşiyor ve çocuk, yalan söylemeyi olağan kabul ediyor.

Çocuk ileri yaşlarda öyle bir duruma geliyor ki hayatı boyunca sosyal çevresine, ailesine ve iş çevresine karşı sürekli yalana başvurmak zorunda kalıyor. Bunun iki temel nedeninden birincisi korkuları ikincisi beyaz yalanın yalan sayılmadığına dair edindiği öğretidir. Bunu yaparken bazen bilinçlidir bazen de o bilinçaltı çalışır.

Çocuk doğduğu andan itibaren aile içinde ne görürse bilincine onu yerleştiriyor. Ailenin değer kalıplarıyla büyüyor. İnsanın kendini geliştirmesi için bazı şeylerin farkında olması gerekiyor. Fakat çocukluk dönemindeki aile öğretileri ileride farkında olmadan çocukta bir alışkanlığa dönüşüyor. Bu alışkanlık yalan gibi olumsuz bir davranış ise hem kendisine hem de etrafına zarar veriyor.

Bilinçaltındaki korkular ve yalanlar yüzünden çocuk özgüvenini kaybediyor. Çünkü doğru söylediği zaman istediği şeyi alamayacağını biliyor. Bu da kendini yetersiz veya başarısız hissetmesine yol açıyor.

Sonra çocuk büyüdüğü zaman kendisini büyüten ailesine yalan söylemeye başlıyor. Bu sefer aile durumdan rahatsız olduğu için çocuğuna dönüp “Neden yalan söylüyorsun?” diyerek suçluyor. Hâlbuki çocuğa yalanı aşılayanın kendileri olduğunu görmüyor.

Aileyi bu tutumu ile yüzleştirdiğiniz zaman hemen savunmaya geçip “Ama o zaman çocuktu, yemek yemiyordu. Yemek yemesi için beyaz yalan söyledim” veya “Bahçeye çıkıp oynamak istiyordu, dışarıda onu kaçırırlar diye veya köpekler var diye yalana başvurdum” diyor.

Unutulmamalı ki çocukla açık ve net olarak konuşulmadığı sürece olan biten, bilgisayarın hard diskine yerleşen bilgiler gibi çocuğun bilinçaltına yerleşiyor ve zamanı gelince o bilinçaltına yerleşenler ortaya çıkmaya başlıyor.

Çevrenizde dikkatinizi çekmiştir; bir insan hakkında konuşulurken hemen “Annesi de böyledir”, “Babası da böyledir” veya “Halası ve dayısı da böyledir. Ona çekmiş,” diyenler olur. Hâlbuki çocuk ona çekmemiş, çocuğa kim ne öğretmişse o alışkanlığı almış ve uygulamış. Bazen de büyüdüğünde çocuğun kendisi bunu yapar. “Annem ve babam da böyle yaparlardı,” diyerek kendi davranışının bilinçaltından kaynaklandığını kabullenmek istemez. Hatta kimi zaman “Ailem beni korkak yetiştirdi,” diyerek ebeveynlerini suçlar.

Örneğin, çocuk annesinin babasına yalan söylediğine şahit oluyor. Annesine soruyor: “Neden babama yalan söyledin?” Anne, “Doğruyu söylersem baban bana çok kızacak, küsecek,” diye yanıtlıyor. Anne korkudan dolayı yalana başvuruyor. Yoksa niyetinde yalan söylemek yok. İşte, çocuğun bilinçaltına bu yerleşiyor: Korktuğun bir durum olduğunda yalan söyle. Büyüyüp hayata atılıyor. İş ya da sosyal hayatında yaptığı yanlıştan dolayı yalana başvurmak zorunda kalıyor. Oradaki bilinçaltı çalışıyor. Gerçeği söylediği zaman ya işinden olacak ya da arkadaşı küsecek, belki de terk edecek. Burada yatan korkudur. Ama nereden yerleşmiş? Aileden. Annesinin korkularını sahiplenmiş, öyle öğrenmiş, bilinçaltı öyle kodlamış. Çünkü durduk yerde bilinçaltına yerleşmez.

Bazen etrafımda insanların yalana başvurduklarını görüyorum ama o insanları asla yargılamıyorum çünkü çocukluktan, aileden öğrendikleri bu; biliyorum. O yüzden söyledikleri yalandan çok onları yalana iten bilinçaltındaki kaynağa odaklanıyorum. Asıl önemli olan o kaynağı bulmak.

Bazı çocuklar sebze sevmiyor. Aile; özellikle anne, sebzeyi yedirmek için birkaç türlü yalan söylemek zorunda kalıyor, söz veriyor ama sonra sözünde durmuyor.  Çocuğun bilinçaltı bunu kaydediyor. İleri yaşlarda ailesi herhangi bir konuda verdiği sözü yerine getiremediğinde şunu söylüyor: “Çocukken de verdiğiniz sözleri tutmuyordunuz.” Aslında çocukluğunda başlamış ailesine güvenmemeye. İşte, o çocuk hayatı boyunca etrafına güvensizlik ve şüphe ile bakıyor çünkü daha çocukken öğreniyor bunu.

Aile birisiyle görüşmek istemediği zaman o kişiye açık olarak söylemek yerine çocuğunu kullanıp “Annem veya babam evde yok dersin,” diyor. Çocuk büyüdüğünde benzer yalanlara başvuruyor, alışkanlık ediniyor. İstemediği bur durumla karşılaştığında dürüstçe gerçeği söylemek yerine yalan bahanelerin arkasına sığınıyor.

Aile için önemsiz görünen bu davranışlar çocuk ruhu için son derece önemli. Eğer çocukta farkındalık varsa ailesinin yanlış yaptığını kavrayabiliyor ve bilinçaltına yerleşeni çözebiliyor. Ama farkındalığı da yoksa ailesinin yapılan her yanlış davranışa yalanla örülü kılıflar bulması çocuğun hayatını yalanlar üzerine kurmasına yol açıyor.

Aile, çocuğuna sevgiyi aktaramadığı veya değer vermediği hâlde “Değer veriyorum,” diyorsa çocuk ileride sevgiyi hep başkalarında arıyor. O sevgi açlığını kapatmak, değer görmek için kendinde olmayan davranışlar sergiliyor, yalana başvuruyor, yalan bir hayat yaşıyor.

İşte, aile o kadar önemli ki. Çocuğun ileride nasıl bir insan olacağı, hayatta nasıl bir duruşa, hangi doğru davranış kalıplarına sahip olacağı ailesinden aldıklarına bağlı! Çocuğa her şeyi doğrusu ile göstermek, ne olursa olsun hiçbir şekilde yalan söylememek, her zaman açık ve net olarak konuşmak gerekiyor. Çünkü açık ve net konuşmak dürüstlüktür.

Yalan söyleyen insanlar günün birinde kendine ne kadar zarar verdiğini görür.

İnsan yanlış yapabilir ama yanlış yalanla örtbas edildiği zaman kendi ışığını söndürür.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com