KENDİNİ TANIDIKÇA BARIŞIRSIN

İnsanın kendisiyle barışık olması son yıllarda en sık duyduğumuz klişe cümlelerden biri hâline geldi. Oysa gündelik yaşantı bunun aksini söylüyor. Şiddetin toplumda her geçen gün artması, kimsenin kimseye tahammülünün kalmaması ve insanların, bir olay olsa da saldırıp içimdeki öfkeyi boşaltsam düşüncesiyle âdeta pusuda beklemesi, en küçük tartışmada öfke dolu sözcüklerin havada uçuşması, kırıcı konuşmalar, bireyler arasında saygının azalması… Bunlar, insanın kendisiyle barış imzalayamadığı için diğer insanlarla ilişkilerinde barışı sağlayamadığını gösteriyor.

Kime sorsanız “Kendimle barışığım.” diyor ama davranışları bu sözünü doğrulamıyor. Yakın zamanda yaşadığım bir örneği anlatayım. Bir arkadaşımla buluşmuş sohbet ediyorduk. Konu insanların son zamanlardaki tahammülsüzlüklerine geldi. “Kendisine katlanamayan başkasına hiç katlanamaz.” diyorduk ki arka masada oturan ve konuşmamıza kulak misafiri olan orta yaşlı bir hanımefendi, bize hak verdiğini söyleyerek sohbetimize katıldı. Dedi ki “Evet, ben bunu bir komşumda gördüm. Başkası ile kavga etmek için hep bir şeyleri bahane ediyor. Azıcık gürültü olsa hemen kapıya gelip hakaret dolu sözler söylüyor. Hoş görüp o anda tatlı sözle söylemek yok. Ama sorsanız hep kendisiyle barışık olduğunu söyler.” Ben de hanımefendiye, komşusunun kolay yolu seçtiğini söyledim. Şaşırdı. “Şaşırmayın.” dedim, “Bu böyledir, insanın kendisindekini görmeden başkasını eleştirmesi en kolay yoldur. Kimse kendisiyle olan kavgasını anlatmaz. Hatta çoğu zaman da kendisiyle kavgasının farkında olmaz.”

Sadi Şirazi ne güzel demiş: “Kendinle mutlu isen, kimseyle derdin olmaz.” Bir insanın mutlu olması için önce kendi ile barışık olması gerekir. Çevrenize bir bakın, başkalarıyla derdi olan pek çok insana rastlayacaksınız. Başkalarının davranışlarını, yaşamlarını eleştirirler, konuşurken sürekli negatif cümle kurarlar, bulundukları ortamın enerjisini negatife çevirirler, başkalarına ne saygıları ne de tahammülleri vardır. Bunu özellikle insanların topluca bulundukları yerlerde görmeniz mümkündür; toplu taşıma araçlarında, trafikte, havaalanlarında, iş yerinde, alışveriş yaparken market kasalarında, banka, hastane kuyruklarında vs.

Kendisiyle barışamamış insanların bir özelliği de her şeye olduğu gibi eleştiriye karşı da tahammülsüz oluşlarıdır. Eleştiriyi hakaret gibi algılayıp hemen sözlü saldırıya geçerler. Bu aslında yukarıda da yazdığım gibi kendinde olan olumsuzlukları görmemekten, farkına varmamaktan, hatalarını dönüştürememekten kaynaklanır. Kısacası insanın kendini bilmemesidir bu.

Bir de kendisiyle barışık gibi görünen insanlar var. Bir topluluğa girdiğinizde neşeli kahkahalar atan, herkese güler yüzlü davranan insanlar görürsünüz. “Ne kadar da kendisiyle barışık.” dersiniz. Hâlbuki bu bir yanılgıdır. İşte kendisiyle barışık gibi görünen bu insanları tanımanız için ya onlarla uzun bir zaman geçirmelisiniz ya da bir olay yaşamalısınız. Ancak o zaman olaylara ve durumlara verecekleri tepkiyi görüp kendileriyle barış imzalayıp imzalamadıklarını anlarsınız.

İnsanlar kendilerini tanımadan hangi ilişki olursa olsun karşı tarafı tanımaya çalışıyor, sonra da “Bu insan böyle çıktı.” diyor.  Oysa karşı tarafı tanımaya, sevmeye çalışırken kendini seviyor mu, kendi zayıflıklarını görüp değiştirmeye çalışıyor mu ona bakmak lazım.

Herkes kendisiyle barışık olduğunu düşünüyor. Yaşadığım bir örneği daha anlatayım. Şifa yaptığım bir danışanım, hayatına hep olumsuz insanların girmesinden şikâyet ediyordu. “Kendine bunun nedenini soruyor musun? Sen kendinle ne kadar barışıksın?” diye sordum. Tabii ki o da herkes gibi hemen kendisini savundu: “Ben son derece barışığım kendimle.” dedi. Başlangıçta “Peki.” dedim. O ana kadar bilinçaltında ne kadar olumsuz düşünce olduğunu henüz bilmiyordu. Yaptığımız regresyon çalışmasından sonra kendindeki olumsuzlukları fark etti ve “Ben kendimi hiç böyle bilmiyordum.” dedi. Daha doğrusu kendini tanımıyordu, kendini hep pozitif olarak görüyordu.

İşte insanlar kendilerini tanımadan hemen “Ben kendimle barışığım.” diyor. İnsanın kendini tanımak için bir kere kendisiyle yalnız kalması gerekiyor. Kendi ile yalnız zaman geçirmeyen insan kendini nasıl tanısın? Kendinizi tanıdığınızda etrafınıza sizin gibi insanları çekersiniz ve ilişikleriniz sağlam ve barışık olur.

Sürekli başkaları ile ilgilenen insanın kendini tanıdığını söyleyemeyiz. Kendini mükemmel, kusursuz gören, egosunu önde tutan zaten hiç kendi ile hiç barışmamıştır. Hâlbuki her birey kendiyle barışık olduğunda toplumsal barışa da katkı yapar. Toplumsal barış, barışçıl insanların omuzlarında yükselir. Peki, insan kendisiyle barışık olmak için ne yapmalı? Son derece dürüst olarak kendi nefsini tanımalı ve kendini koşulsuz olarak sevmeli. Kendini koşulsuz sevmeyen karşı tarafa o koşulsuz sevgiyi akıtamaz. En büyük hata kendini tanımadan önce karşı tarafı tanıdığını sanmaktır. Kendini bilmek, kendini tanımak bütün bir evrenin giriş kapısıdır. İnsan kendini tanıdıkça diğer varlıkları tanır, keşfeder.

Şimdi kendini tanıyan ve kendisiyle barış imzalamış insanların özelliklerine bakalım. Kendisi ile barışık insanların en temel özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:

Paylaşmayı sever ve başkalarına yardım eder.

İletişim kurma becerileri gelişmiştir. Sağlıklı sevgi dolu iletişim kurar, duyarlı dinler, dikkatli gözlem yapar.

Olaylara ve kişilere karşı toleranslıdır. Ön yargı ve ayrımcılığı reddeder.

Duyguların ifade etme becerileri gelişmiştir. Karşı tarafa negatif duygular ve düşünceler vermez.

Kimseyi yargılamaz.

Uzlaşma kültürüne sahiptir. Meseleleri barışçıl yoldan çözmeye çalışır.

İyimserdir. Olaylar ve kişilere karşı olumlu duygular içindedir.

Kimse ile derdi olmaz. Etrafa mutluluk ve huzur verir.

Başkalarının arkasından dedikodu yapmaz, kusurları ve hataları varsa sevgi ile yüzlerine ifade eder.

Kimsenin malı, mülkü, parasıyla, yediği, içtiği ve gezdiği ile ilgilenmez, kıskançlık göstermez.

Kendinizle barış imzalayın, sonra diğer insanlarla barış imzalarsınız.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

“BİRİLERİ”

Hayatım boyunca okumayı en çok sevdiğim kitaplar biyografiler ve otobiyografiler olmuştur. Onlardan alacağım dersleri önemserim. O kitaplardaki insanların yaşadıkları dönemler ve o dönemlerin koşulları, hangi zorlukların üstesinden geldikleri, karakterlerinin nasıl bir aile ortamında şekillendiği hep ilgimi çekmiştir. Böyle kitaplar bana hem bilgi hem bilgelik verir. Bu nedenle bu ayki kitap önerisi yazımda bir değişiklik yapıp böyle bir kitaptan söz edeceğim.

Bugün sizinle sevgili Sema Al’ın “Birileri” adlı kitabını paylaşacağım. Tilki Kitap’tan bu yıl çıkan ve otuz bölümden oluşan kitap içtenlikle, çok akıcı bir üslupla yazılmış. Elinizden bırakmak istemeyeceğiniz kitabın tanıtım bülteninde belirtildiği gibi “…eskimeyen insanları ve zamanın eskitemediği dönemlerin ruhunu her satırda hissedeceksiniz…” Bir ailenin hayatını anlatan “Birileri” otuz bölüm başlığı içermesine rağmen ince bir kitap. Yazar, her bir bölümde bir dönemi ve o dönemde ailenin yaşadığı önemli olayları anlatıyor. Bir konakta geçenlerin kaleme alındığı bu kitap için sizin de “İyi ki okudum.” diyeceğinize eminim sevgili okuyucularım.

Gerçek hayat hikâyeleri, anı kitapları ve biyografilerin insana bilgelik kattığını ve ilham verdiğini hatırlatarak “Birileri” adlı kitaptan bir bölümü paylaşıyorum.

“BEŞİNC BÖLÜM / YENİLİKLER

O çelik, derin bakışlı, masmavi gözleriyle uzakları, geleceği tahmin eden Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve vatansever çalışma arkadaşları ile bu yepyeni ülkeyi çağdaş medeniyetler seviyesinin üzerine taşıma çalışmaları hızla devam ediyordu. Halkın yarınına inançla bakmasına, kendini güvende ve kuvvetli hissetmesine sebep olacak gurur duyacağı yepyeni ilkeler, inkılaplar arka arkaya yapılmaya başlandı.

Lütfü Bey ve ailesi de tüm yurtta olduğu gibi bu kısa zamanda yapılan inkılapların memleketi yeni baştan ayağa kaldırıyor olmasını önemle takip ediyorlardı. Mustafa Kemal Atatürk ve Türkiye Büyük Millet Meclisi çok büyük bir hız ve özveriyle kısa bir zaman diliminde yeni cumhuriyetin siyasal, sosyal, tarımsal, kültürel ve sanayi alanında yepyeni düzenlemelere gitmiş ve yasalarla ebediyete kadar sürecek yepyeni bir ülkeye can vermişlerdi.

Bu özellikle Batı’yı örnek alan değişim Fıtnat’ın ilgisini fazlasıyla çekiyordu. Batılılaşmanın önemini devamlı savunan Fıtnat, Atatürk tarafından kadınlara verilen haklara çok sevinmiş ve hayatının yeniliklerle çok farklı olacağını düşünmüştü. Diğer taraftan Tevhide ise memleket için yapılan bu yeniliklere biraz şüphe ve endişe ile bakıyordu. Muhafazakâr bir ailede doğmuş ve yetiştirilmişlerdi. Bir diğer taraftan da kültüre, öğrenmeye, bilgiye açıktı.

Lütfü Amca tutucu bir aile olduklarını ve öyle yaşamanın doğru olduğuna inanıyor, çağdaş giyimin kendi ailesindeki hanımlar için doğru olmadığını biliyor ama bu konuda fikir beyan etmiyordu. Evdeki hanımlar eskiden beri süregelen giyimlerden memnundular. Aksini hiç düşünmediler. Sadece Fıtnat’ın ufak çaplı isyankâr tavırları Lütfü Amca’yı rahatsız ediyor ama bu konularda muhatap olmamaya özen gösteriyordu. Çocukların Batı kültürünü tanımalarında, yabancı dil öğrenmelerinde, özellikle Fransızca okuryazar olmalarında, resim-müzik dersleri almalarında hiçbir mahsur görmemişti.”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ÇOCUK PLAN PROGRAM BİLMEZ

Anı sandığını açıp geçmişe yolculuk yapmak ve o yolculuğa sizleri de ortak etmek, ilkokul dördüncü sınıfa devam eden çocuğa çok iyi gelmişti. Diğer anılarını da gözler önüne sermek için sabırsızlanmaya başladı ve büyük bir özgüvenle yeniden geçmişe doğru yola çıktı.

Bir önceki anı yazımda yılbaşına nasıl girildiğini ve annemi anlatmıştım. O kalabalık yılbaşını geride bırakmış yarıyıl tatilinin heyecanına kapılmıştım. Birinci dönemin karnesini alma zamanı gelmişti. Okulda öğretmenimiz on beş günlük tatil boyunca ne yapmamız gerektiğini anlattı; bir kitap okuyup bitirmemizi ve vereceği ödevleri tatil sonuna kadar tamamlamamızı istedi. Ben bunları tabii dikkate aldım. Ama arkadaşlarım bana tatilde başka neler yapacağımı sorduğunda “Bilmem? O anda ne yapmam gerekiyorsa onu yaparım.” dedim. Çünkü çocukluğumdan beri bana fazla soru sorulmasından ya da şunu yap, bunu yap gibi emir kipleriyle konuşulmasından hoşlanmam. Bunun nedenini ileri yaşlarda fark ettim, hoşlanmadığım şey aslında ruhumun kafese alınmasıydı.

Okulun ilk döneminin son günü karnelerimizi alınca kardeşimle birlikte servise binip doğruca eve gittik. İkimizin de karnesi başarılıydı ve onu bir an önce ailemize gösterme hevesindeydik. Çünkü her karnemizin iyi olması ortaca amcamın gözünde bizi daha farklı bir yere koyuyordu. Onun bizi başarılı bulduğunu ilerleyen yıllarda çok daha açık hissettim. Başarıyı karnedeki notlara göre değerlendiriyor, getirdiğimiz teşekkür ve takdir belgeleri ile ölçüyordu. Ancak bana göre başarı karnedeki nottan ibaret değildi.

Dedim ya, ruhumun kafese alınması beni rahatsız ediyordu, ruhum özgür olmalıydı, bir şeyi ancak ben istiyorsam yapmalıydım. Mesela amcam okumamız için kitaplar önerirdi ama ben o anda canımın istediği kitabı okurdum. Annem ve babam, “Yarın şuraya gezmeye gideceğiz.” dediklerinde “Yarın sizinle geleceğim.” demezdim, önceden planlar yapılmasından hoşlanmazdım. Çünkü ne yapacağıma özgürce karar vermeyi seviyordum. Ertesi gün arkadaşlarımla bahçede ya da evde oynamak veya evde yalnız kalmak istiyorsam, misafirliğe gitmek istemiyorsam gitmezdim. Bu yüzden onların plan programı bana uymazdı.

Annem ve komşuları gün yaparlardı. Ayın bir gününü belirler ve her ayın o gününde sırasıyla birinin evine giderlerdi. Bir gün anneme, “Tamam, her ay aynı gün toplanıyorsunuz. Ama o gün geldiğinde gidemezsen ya da bir şey olursa ve sen gün yapamazsan o zaman ne olacak?” diye sordum. Annem, “Mümkün olduğu kadarıyla, önemli bir şey olmadıkça toplanılır.” dedi. Annemin bu yanıtı benim için yeterli olmadı. Çocuk aklım bunu pek kabullenemedi. Gerçi bugün de aynı düşünce içindeyim. İnsanların bir araya gelmeyi bir mecburiyete dönüştürmesini bir türlü kabullenemedim.

Ağabeyim ortaokula başladığında İngilizce öğreniyordu ve yabancı dil kursuna gidiyordu. Ablam da ortaokul ve liseyi okurken İngilizceyi öğrenmişti. Pratik yapmak için sürekli İngilizce kitapları okur ve İngilizce kasetleri dinlerdi. Ortanca amcam bana ve kardeşime, “Ağabeyiniz ve ablanız boş zamanlarında size İngilizce öğretsin.” diyordu. Her gelişinde bunu hatırlatıyor, “Yarın başlayın.” ya da “Tatilde başlarsınız öğrenmeye.” diye ısrar ediyordu. Tabii ki o söylerken ben hiç cevap vermiyordum, öğrenirim, diye söz de vermiyordum. Çünkü o anda öğrenmek istemiyordum, boş zamanımı spor yapmak, arkadaşlarımla vakit geçirmek, anneme yardım etmek gibi başka şeylerle değerlendiriyordum. O yıl sömestri tatilinde ağabeyime dedim ki “Bana İngilizce öğretir misin? Ama kendim istediğim için, amcam istediği için değil. Amcama kalmış olsa geçen seneden beri söylüyor.” Ağabeyim, “Tabii ki.” dedi. Kardeşim öğrenmek istemedi.

Ağabeyimle çalışmaya başladık ve çok hoşuma gitti çünkü yeni bir şey öğreniyordum üstelik konuştuğum dilden başka bir dil. Halam ve kuzenlerim Almanya’dan gelince kendi aralarında Almanca konuşurlardı. Merak eder sorardım, “Siz ne konuşuyorsunuz? Bana da anlayacağım dilde söyler misiniz?” Bu yüzden İngilizce öğrenmeye başladığımda “Halam ve kuzenlerim konuştuğunda anlayacağım artık.” demiştim. Ağabeyim ve ablam bana, “Onların dili farklı, Almanca konuşuyorlar. Biz ise İngilizce konuşuyoruz. Onları anlaman için Almanca da öğrenmen gerekiyor. Ancak İngilizce konuşurlarsa anlarsın.” dediler. Demek Almanca farklıydı. “Tamam,” dedim, “Ben de önce İngilizceyi öğrenirim sonra da Almancayı.”

Dil öğrenmek öyle hoşuma gitmişti ki ağabeyimin öğrettikleriyle ilgili boş zamanlarımda tekrar yapıyordum. Küçük bir teybimiz vardı, İngilizce kasetlerini ona koyup dinliyordum ama hiçbir şey anlamıyordum. Sadece dinliyordum. Fakat acele de etmiyordum. Arkadaşlarımla buluştuğumda onlara “Ben artık İngilizce öğreniyorum.” diyordum. Aslında o anda kendimi farklı görüp büyüdüğümü hissediyordum.

İleride bana bu dilin gerekli olacağını ailem söylemişti. Fakat insan bir dil öğrendiğinde başkası için değil kendi içindir. Halamlar Almanca konuşurken onları anlamadığımda bende iz bırakmış, bunun önemini kavramıştım. Ortanca amcam yabancı dilin ne kadar önemli olduğunu Almanya’ya gittiklerinde yaşadıkları bir olayı örnek vererek anlatmış ve bizde farkındalık sağlamıştı. Onun için bize hep bu konuyu aşılamıştı, “Kendiniz için dil öğrenin.” demişti. O anda yaptığı baskı bana iyi gelmiyordu ama ileri yaşlarda amcama çok hak verdim, “Bir lisan bir insan” sözünün de boşuna söylenmediğini gördüm. O, geleceği düşündüğü için bize çocukken farkındalık vermişti. Aslında büyükler çocuklara farkındalık verdiği zaman bunu baskı olarak değil daha farklı yollarla yapmalı, zorlamamalıdır. Çünkü baskı yapılınca çocuğun özgür ruhuna ters geliyor. Yapmak istese bile yapmıyor. Maalesef ortanca amcam bizim iyiliğimizi isterken üzerimizde baskı kuruyordu ve biz bundan sıkılıyorduk.

İnsanın çocukken özgür bir ruha sahip olduğunu yaşım ilerledikçe ve yaşadıkça daha belirgin olarak gördüm. Büyüklerin hep plan program yaptıklarının ve anı yaşamadıklarının farkına vardım. Çünkü kafaları sürekli “Şu gün geldiğinde şunu yapacağız.” türünden meşguliyetlerle dolu. Plan program yapan bir zihnin ne kadar yorulduğunun farkına varmıyorlar. Üstelik plan ve programları bir şekilde bozulursa sinirlenip daha çok strese giriyorlar ya da sürekli plan bozulursa endişesini yaşıyorlar. Aslında çocukluklarındaki gibi hiçbir plan program yapmadan içinde bulundukları anda istedikleri şekilde davransalar zamanı gelince planladıkları şey zaten gerçekleşecek.  

İnsan çocukken yarın okulda öğretmenin ne öğreteceğini ya da kiminle oynayacağını düşünmez, ne yaşayacağını bilmez ve bunun planını yapmaz. O anda anı yaşar, akışta kalır. O yaşlarda plan ve programın ne olduğunu bilmeden ruhu özgürce yaşar. Yetişkinlik döneminde ise altı ay öncesinden, bir yıl öncesinden programlar yapılıyor. Bu sefer zihin sürekli meşgul, saatlerle, dakikalarla yarışılıyor. Hep bir yerlere bir şeylere yetişme telaşı içinde hissediyor insan kendini. Bile bile ruhunu sıkışmışlığa teslim ediyor, kendini plan ve programının esiri hâline getiriyor. Oysa akışta kalan insanın yaptığı program gene bir şekilde kendisini buluyor. Üstelik daha güzeli ve daha iyisi geliyor.

Yetişkinlikte çocukluk günlerine duyulan özlemin bir nedeni de çocuk ruhunun özgürlüğüdür. Mutlu yetişkinliğin sırlarından biridir de bu aynı zamanda: Çocukluğun özgür ruhunu koruyarak akışta kalmak ve anın keyfini çıkarmak.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BARIŞ BENİMLE BAŞLAR-6

Sevgili okuyucularım, geçen aylarda bilinçli ve bilinç dışı anıların, olumsuzlukların temizlenmesi için yapılan ve “ho’oponopono” adı verilen bir arınma çalışmasını paylaşmıştım. Bu ay da farklı konular için aynı şekilde yapmanız gereken bu arınma çalışmasını üç madde hâlinde paylaşıyorum. Düzenli olarak yaptığınızda gerçekten kendinizde inanılmaz bir olumlu değişiklik göreceksiniz. Özellikle zihniniz, ne kadar berraklaşırsa o kadar huzurlu olur. En önemlisi berrak bir zihin her zaman doğru karar almanızı sağlar. Çünkü zihin olumsuzluklarla dolu olduğu zaman doğru karar bile alamıyorsunuz. Disiplin ve azimle yapılan çalışmalardan her zaman olumlu karşılık alınır. Çalışmaya geçmeden önce bununla ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum. Geçen ay bu bilgiyi paylaşmıştım fakat belki ilk defa okuyacak olanlar vardır. Onlar için yinelemekte fayda görüyorum.

Ho’oponopono yöntemi; karşımızdaki insanın yaşadığı bir sorunu duyduğumuz, öğrendiğimiz anda bizim sorunumuz olarak algılayıp kendi içimizde bundan arınarak karşımızdakini de arındırma yolunu öğretiyor. Sadece insanları değil her şeyi arındırıp temizlemenin yoludur bu. Olumsuz durumlardan kurtulmanın bir yöntemidir.

Ho’oponopono, Hawaii halkının kullandığı bir kendini arındırma yöntemidir. Bu yöntemi Joe Vitale’in kitabı “Zero Limit” aracılığı ile Batı dünyasına tanıtan ve meşhur eden kişi Dr. Ihaleakala Hew Len oldu. Doktorasını Iowa Üniversitesi’nde yapmış olan Dr. Ihaleakala Hew Len, uzun yıllar Hawaii Devlet Hastanesi’nin suç işleyen akıl hastaları ile ilgilenen adli biriminde uzman psikolog olarak çalışmış. Hastalarıyla elde ettiği mucizevi sonuçlar çok ilgi çekmiş. Kullandığı yöntemler öyle etkiliymiş ki zamanla yatan hastaların tümü taburcu edilmiş, sonunda dört yıl içinde birim kapatılmış. Dr. Len’in kullandığı bu yöntem, 1982 Kasım’ından beri güncelleştirilmiş Ho’oponopono uygulaması yapan Hawaiili şaman Morrnah Nalamaku Simeona sayesinde ortaya çıkmış. Tüm dünyada bu yönteme ün kazandıran, öğrencisi Dr. Ihaleakala Hew Len ve Joe Vitale oldu.

Şimdi çalışmaya geçelim:

1) “Hayatımda her zaman sağlam, kalıcı ve güçlü temeller atarak başarılı ve somut sonuçlar elde etmemi engelleyen içimde bana ve atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum”

“Özür dilerim”

“Lütfen beni affet”

“Teşekkür ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

2) “Kendimle ve hayatımla ilgili farkındalığımın benim için mümkün olan en yüksek seviyeye çıkmasını engelleyen içimde bana, aileme, atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum”

“Özür dilerim”

“Lütfen beni affet”

“Teşekkür ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

3) “İhtiyacım olan destekleri ve yardımları her zaman kolaylıkla ve sevgiyle almamı engelleyen içimde bana, aileme, atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum”

“Özür dilerim”

“Lütfen beni affet”

“Teşekkür ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

Kaynak: Dr.Ihaleakala Hew Len ve Berna Özcan

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgül.ayabakan@gmail.com

İYİ NİYETLE SÖYLENEN OLUMSUZ CÜMLELER

Sevgili okuyucularım, yazılarımda insanın pozitif/negatif düşünce yapısının, pozitif/negatif duyguların, ağzımızdan çıkan sözlerin hayatımızı nasıl etkilediğini daha önce yazmıştım. Bugünkü yazımda ise kendimiz ve başkaları için iyi niyetle söylediğimiz dileklerde gizli olumsuzluklardan söz edeceğim. Bunlar aslında çocukluğumuzdan beri ailemizden ve etrafımızdan duyarak öğrendiğimiz kalıplamış cümlelerdir ve biz farkında olmadan sıkça kullanırız. 

Bazen hayallerimizi hayatımıza çekmek isteriz fakat farkındalığımız olmadığı için ağzımızdan çıkan kelimelere ve cümlelere dikkat etmeyiz. Söylediklerimizle evrene nasıl bir enerji gönderdiğimizin farkında olmayız. Aslında konuşurken kullandığımız her kelimeyle bir anlaşmaya imza atıyoruz. Ama o anda bazılarımız “Bu kelime ile mi hayatım değişecek?” ya da “Bu cümlem yüzünden mi bu olumsuzluğu yaşıyorum?” diye söylenirler. Şunu da işitmiş olabilirsiniz: “Bak bizim bir tanıdık var, hep olumsuz konuşur ama her şeyi gayet iyi.” Evet, o anda her şeyi iyidir o insanın ama sonra olumsuzluk yaşayacağını bilmez. Çünkü evren öyle bir şey ki gönderdiğimiz her mesajı kaydeder. Aslında evrenle birlikte bilinçaltımız kaydediyor. Sonra olumsuzluklar yaşayınca diyoruz ki “Büyük konuşmuşum.” İşte bu cümle, kendimize itiraf edemesek de “Kullandığım her olumsuz kelimeyle bugünü ben yaratmışım.” demekten başka bir şey değildir. En basitinden günlük yaşamımızda bir durumu anlatmak sıkça kullandığımız iki kelimeye bakalım: İyi ve kötü. Bu iki kelime de kendi enerjisini kendi içinde barındırır. İyi pozitiftir, kötü ise negatif.

Amerikalı sinirbilimci Prof. Dr. Andrew Newberg’in “Words Can Change Your Brain” (“Kelimeler Beyninizi Değiştirebilir”) adlı kitabında şu cümleler geçiyor:

“Dil, davranışlarımızı şekillendirir ve kullandığımız her bir kelime sayısız kişisel anlam barındırır. Doğru kelimeleri, doğru şekilde kullanmak ise bize sevgi, para ve saygı getirir. Yanlış kelimeler veya doğru kelimeleri yanlış şekilde kullanmak ise bizi bir çatışmaya sürükler. Eğer hedeflerimize ulaşmak ve hayallerimizi gerçekleştirmek istiyorsak konuşmalarımızı bir orkestra şefi gibi dikkatlice yönetmeliyiz.”

Bazen etrafımızdaki insanlara iyi niyetle söylediğimiz veya onlara minnettarlığımızı belirtmek için kurduğumuz cümlelerde farkından olmadan olumsuzluk vardır. Maalesef kullandığımız kelimelerin gerçek anlamları üzerine uzun uzun düşünmeden alışkanlıkla konuşuruz. Bazılarımız “Ne yapayım ağız alışkanlığı olmuş.” diyerek geçiştirmek ister. Tamam, alışkanlık olmuş ama onu değiştirmek için ne yapıyorsun? 

Değişim için temel şart farkındalıktır. Peki, farkındalık nasıl sağlanacak? Tabii ki olumlama çalışmasıyla. Sürekli yapılan olumlamalar, biraz önce sözünü ettiğim alışkanlıkları değiştirir, kullanılan olumsuz kelimelerle ilgili bir farkındalık oluşturur ve onları siler. Çünkü sürekli yapılan olumlamalar da alışkanlık yaratır. Farkındalık yüksek olunca değişmemiz daha kolay olur. Bize yüklenen olumsuz kalıplardan kurtulmamızı sağlar. O kalıplardan bir tanesi de konuşurken kullandığımız deyimlerdir. Sıkça karşımıza çıkan bu deyimlerdeki dilekler iyi niyetle söylenirler ancak hepsi de olumsuzdur. Olumsuz kelimelerin altında korku vardır ve korku, sevgi barındırmaz. O kelimeleri kullanan kişi kadar karşısındakinin de korkularını tetikler, frekansını düşürür, ruh ve beden sağlığını olumsuz ekiler. Şimdi birlikte bunlardan birkaçını örneklerle inceleyelim.

Yolculuk yapacak bir kişiye, “Kazasız ve belasız git” denir. İşte burada direkt olumsuz olan iki kelime kullanılıyor: Kaza ve bela. Oysa gayet iyi niyetli söylenmiş bir sözdür, yolcunun gideceği yere sağ salim ulaşması istenir. Farkındalıkla baktığımızda bu cümlenin trafik kazası korkusuyla sarf edildiğini kavrarız.

Ev almak isteyen bir kişiye, bulduğu ev için “İnşallah bu ev olur. Bir daha böyle ev bulman çok zor.” diyenler olur. İlk cümle olumlu, inşallah alırsın, diyor ama ikici cümle olumsuz. Daha en başından olumsuz enerjiyi gönderiyor. Olacağı varsa bile oldurmayacak bir enerji bu. Baktığınızda gerçekten iyi niyetle söylenmiş ama farkındalıktan uzak bir söz.

İş kurmuş bir arkadaşınıza, “Allah seni kimseye mahcup ettirmesin.” diyorsunuz. Burada yine iyi niyet var. Arkadaşınızın çok başarılı olmasını istiyorsunuz ama yanlış sözcüklerle.

Siz veya arkadaşınız tatil planı yaparken havanın kötü olacağı bilgisi gelir. Çoğu insanın ilk tepkisi şöyle olur: “Şansa bak. Sende de hiç şans yokmuş.” veya “Bende de hiç şans yok.” Bazen de “Dua et de yağmur yağmasın, tatilin boşa gider.” der bir arkadaşınız. Aslında o da istemiyordur yağmur yağmasını, iyi niyetlidir fakat kelimeler öyle değildir.

Bir de minnettar olduğumuz insanlara iyi niyetle söylediğimiz şu cümle var: “İyi ki varsın, Allah seni başımızdan eksik etmesin.” İşte bu da iyi niyetli olumsuzluk içeren bir deyim.

Yaşlıların sıkça kullandığı bir deyime bakalım şimdi. “Allah, elden ayaktan düşürmesin, kimseye muhtaç etmesin.” Tamamı negatif bir cümle. İçinde korkular barındırıyor; hasta olursam bana kim bakacak ya çocuklarım bana bakmazsa, ya onların bakımına ihtiyaç duyacağım bir hastalığım olursa o zaman ne yaparım ben. Sırf bu korkular bile sağlıklı yaşlanacakken ruhsal ve bedensel hastalıklara yol açacaktır.

Bu deyimlerin dışında günlük yaşamın telaşları içinde öylesine ağzımızdan çıkan ve hiç farkına varmadığımız olumsuz cümleler veya kelimeler var. Örneğin çalıştığınız iş yerinde klima açık. Arkadaşınıza, “Klimayı kapat, hasta olacaksın.” diyorsunuz. Baktığınızda kötü bir niyet yok bu cümlede ama arkadaşınızın bilinçaltına direkt hastalığı kodlamış oluyorsunuz. Aynı şekilde kendiniz için de “Klimayı kapat, hasta olacağım.” dediğinizde bu kez kendi bilinçaltınızı kodluyorsunuz.

Buna benzer birçok örnek verebilirim.

Şimdi bu olumsuz cümleleri nasıl değiştirebileceğimize bakalım. İyi niyetle söylediğimiz olumsuz cümleleri olumlu olarak ifade edelim.

1)Yolculuğa çıkan kendiniz ve başkaları için

“Kazasız belasız git.” yerine

“Yolculuğum/Yolculuğun güzelliklerle geçsin. Gideceğim/Gideceğin yere sağlıkla varmanı dilerim.”

2)İş yeri açmış kendiniz ve başka insanlar için 

“Allah seni kimseye mahcup ettirmesin.” yerine

“Allah her zaman başarılı olmam/olman için yardım etsin. Bana/Sana sağlıkla, mutlulukla bol kazançlı günler versin.”

3)” Tatilim/Tatilin boyunca yağmur yağmasın.” yerine

“Tatilim/Tatilin çok güzel geçsin.”

4) Hayatınızda olmasını istediğiniz insanlara

“İyi ki varsın. Allah başımızdan eksik etmesin.” yerine

“İyi ki varsın. Hayatımızda her zaman olmanı isterim.”

5) “Allah, elden ayaktan düşürmesin, kimseye muhtaç etmesin.” yerine,

“Allah sağlıklı, mutlu bir yaşlılık nasip etsin.”

6) “Hasta olmak istemiyorum.” ya da “Hasta olmanı istemiyorum.” yerine

“Sağlıklıyım/Sağlıklısın.” “Sağlıkla yaşamayı/yaşamanı dilerim.”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

NEYE ÖNCELİK VERİYORSUNUZ?

Sevgili okuyucularım, yine herkesin kendisi için dersler alacağı bilgelik hikâyemize geldi sıra. Bu ayki hikâyenin adı “Eflatun’a İki Soru”. Belki birçoğunuz daha önce okumuştur.

Çoğumuz hızla büyüyüp çocukluktan çıkmak istemişizdir. Bir an önce büyüyüp hayallerin peşinden gitmek ya da korumacı ailelerin sürekli “sen çocuksun” baskısından kurtulmaya çalışmak bu isteğin itici gücünü oluşturur genellikle. Büyüyünce de özümüzden uzaklaştığımızı fark eder ve o günleri özleriz.

Birçok insan para kazanmak için ego savaşı verir. Bu savaşın en büyük zararı yine kendisine vereceğini fark etmez. Hırs egonun bir ürünüdür; daha çok olsun, daha iyisi olsun diye sürekli savaşa zorlar. Bir arabası varken üst modeli için hırs yapar, bir evi varken ikincisi için, daha büyüğü için, daha lüksü için hırs yapar. Bu hırs gece gündüz çalışmayı, hayatın güzelliklerinden uzaklaşmayı gerektirir. Aslında her şeyin bir kararı var. Hırsın esiri olmadan dürüstlük ve sevgi ile yapılan işlerin kazancı her zaman bol ve bereketli olur. Unutulmamalı ki hayattaki en büyük zenginlik sağlıktır. Sağlığı bozan nedenlerden biri de hayatta hiçbir şeyden zevk almadan yaşamaktır ve parayı hayatında birinci sıraya koyanlar genellikle bu zevkten mahrum kalırlar.

Diğer yandan gelecek için endişe ve kaygıyla sürekli plan yaparak zihnini yoranlar da yaşamanın keyfine varamazlar. İçtiği çaydan bile zevk alamaz kaygılı insan, oturduğu evden, okuduğu kitaptan veya yediği yemekten. Sürekli gelecek endişesiyle yaşamak, insanı psikolojik olarak çok yorar.

Eflatun’un söylediği gibi kendinizi sevilmeye bırakın. Ama bunun için de kendiniz olmaktan çıkmayın. O sevsin, bu sevsin diye değil, sadece kendiniz olun. Başka kalıplara ve şekillere girmeye gerek yoktur. Kendinizi sever ve özünüzden uzaklaşmazsanız gerisi zaten gelir. Şimdi sizi hikâyemizle baş başa bırakıyorum.

EFLATUN’A İKİ SORU

Hiçbir zaman kahkaha ile güldüğü görülmemiş, toplumun kötülüklerinden ve nahoş hâllerinden kaçmayı kendine düstur edinmiş olan Eflatun’a iki soru sormuşlar.

Birinci soru şuymuş:

“İnsanoğlunun sizi en çok şaşırtan iki davranışı nedir?”

Eflatun tek tek sıralamış:

“Çocukluktan sıkılırlar ve büyümek için acele ederler. Ne var ki sonra çocukluklarını özlerler.

Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler. Ama sağlıklarını geri almak için de para öderler.

Yarınlarından endişe ederken bugünü unuturlar. Sonuçta, ne bugünü, ne de yarını yaşarlar.

Hiç ölmeyecek gibi yaşarlar. Ancak hiç yaşamamış gibi ölürler…”

Sıra gelmiş ikinci soruya:

“Peki, sen ne öneriyorsun!”

Bilge yine sıralamış:

“Kimseye kendinizi sevdirmeye kalkmayın! Yapılması gereken tek şey, sadece kendinizi sevilmeye bırakmaktır.

Ve önemli olan; hayatta en çok şeye sahip olmak değil, en az şeye ihtiyaç duymaktır…”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ANNE HAKKINA SAHİP ÇIKMIYOR

İnsan anılarını yazarken daha doğrusu geçmişe gittiğinde zihninde beliren anın bütün duygularını yeniden yaşıyor. Bir bakıma da yaşanan o güzel anıya tekrar özlem duymaya başlıyor. İlkokul dördüncü sınıftaki çocuk yine anı dolu sandığın başında. Anahtarı kilidin içinde döndürüp kapağı açtı ve bir anıyı daha serbest bıraktı.

Sürekli okuyucularım hatırlayacaktır, on beş gün önceki anı yazımda annemin bize kendi çocukluğunda yaşadıklarını ve yengesini anlattığından, bunların bende nasıl bir iz bıraktığından söz etmiştim. Anneme baktığımda gördüğüm, kendisinin de yengesinden farksız oluşudur: Sessiz, sakin, uyumlu, kimseyi kırmak istemeyen ve hataları olsa bile yüzüne ve arkasında söylemeyen.

Aslında çok önemli bir noktayı gözden kaçırdığımı şimdi anlıyorum. İnsanın kendi hakkını sevgi ile savunamaması, içine atması ya da kırıldığı hâlde karşı tarafa anlatmaması ileri yaşlarda yine kendisine zarar veriyor. Sessizlik tabii ki güzel ama başkalarını kırmamak için insanın kendi haklarından fedakârlık yaptığı, kendisine yönelik saygısızlıklar karşısında sustuğu anlar bilinçaltına yerleşiyor. Her ne kadar dert etmiyorum, denilse de bir gün ansızın yüzeye çıkıyor o bilinçaltına itilip unutulduğu sanılanlar. Bu defa sürekli konuşmaya başlıyorsunuz bütün birikmiş olan haksızlıkları ve bu daha yıpratıcı oluyor. Bir yandan da yapılan yanlış davranışlar karşısında susmak zamanla insanın kendisini değersiz hissetmesine yol açıyor. Üstelik o yanlış davranışı yapanlar da nasıl olsa sesi çıkmıyor, diye yanlışlarına devam ediyorlar. Ben, yengelerimin ve başka akrabaların anneme yaptıkları davranışları gözlemlediğimde bunu görmüştüm.

Annemin sesi çıkmadığı için nasıl olsa o her şeyin üstesinden gelir, diye hiç düşünmeden sürekli bizde toplanıyorlardı. Mesela her yılbaşı kutlamasında bizim evde toplanılır hiç kimse bu yıl da bize gelin, demezdi veya halam Almanya’dan geldiği zaman hep bizde kalırdı. Akrabalar geldiğinde hiç düşünmeden günlerce kalırlardı. Annem onca gelen gideni ağırlamak için sürekli mutfakta olurdu, her şeyi tek başına yapardı, gelenlerden hiçbiri yardım etmezdi. Tabii o arada bizimle ablam ilgilenir, derslerimizi yaparken yardımcı olurdu. Evet, annem sessizdi, kimseyi kırmaz ve üzülmesini istemezdi, kimsenin kusurunu yüzüne vurmazdı. İki yengemle ve halamla hiçbir zaman münakaşa etmemiştir. Ama bu sadece kimseyi üzmemek içindi, yoksa her şeyin farkındaydı.

O sene de yılbaşı günü geldi çattı. Her yılbaşında olduğu gibi babam, iki amcamın da aileleriyle geleceğini söyledi. O sene annemin akrabaları da geldi. Bir tanesi haber vermeden gelmişti, çocuklarıyla birlikte. Annem tek başına bütün hazırlıkları yaptı. Hiç unutmam o gece evde on sekiz kişiydik, saymıştım. Hatta gelenlerden dördü de o gece bizde kaldı. Tabii herkes eğlenirken annem sürekli onlara hizmet ediyordu, bulaşıklara kimse yardım etmemişti. Yılbaşı akşamlarının geleneksel oyunu tombalaya sırf hizmet etmekten annem katılamamış yengelerim ve akrabalar oynamıştı. Şimdi farkına varıyorum ki insanlar kendi bencillikleri ve vicdansızlıkları nedeniyle anneme, hakkı olan oyunu bile oynatmamışlardı, “Biz yapalım, gel sen de oyna.” veya “Hep birlikte işleri bitirip birlikte oynayalım.” dememişlerdi. Bir insana bu kadar yüklenilir mi? Nasıl olsa o yapıyor, bir şey demez, diye yardım etmiyorlar, her şey önlerine gelsin diye bekliyorlardı. Tabii bu arada annem de talep etmiyordu, “Onlar da görüyor ne kadar koşturduğumu, benim söylememe gerek var mı?” diyordu. Ama annem tabii ki şunun farkında değildi: Bencil insanlar önce kendilerini düşünürler, hep karşılarındakileri sömürmeye bakarlar. Ne zaman ki karşı taraf hayır, diyerek kendi hakkını korumaya kalkar o zaman tepki gösterir hakkını arayanı değişmekle, kötü insan olmakla suçlarlar.

Bencil insan, vicdan ve merhametini kendi menfaatine göre ortaya çıkarır. Annem bencil olmadığı için hangi misafir gelirse gelsin kim olursa olsun hepsini sevgiyle ağırlardı. Sevgiyle davranan insanda merhamet ve vicdan olur. İleri yaşlarda bunu daha çok gördüm. İçinde sevgi olan insan uyum da gösterir. Annemin, yengelerimle hiçbir tartışma yaşamamasının sebebi kendisinin uyumlu olmasıydı. Üstelik sadece büyüklere değil küçüklere karşı da hep sevgi doluydu annem. Bizi düşündüğü gibi başka çocukları da düşünürdü. Onlar yaramazlık yapsa bile evde bir şey kırsa bile kızmazdı. Sevgisini ayırt etmeden o çocuklara da veriyordu.

İşte annem kendisine yapılan yanlış davranışları gördüğü hâlde değer verdiği için kimse kırılmasın, üzülmesin diye sessiz kalarak kendinden fedarkârlık yapmıştı. Pek çok insan böyledir. Kendinden fedakârlık yapar. Oysa insan ne olursa olsun kendi hakkını da korumalı kırmadan, dökmeden. Çünkü ayıp olmasın, kırılmasınlar diye sessiz kalmak ileride değersizlik duygusunu öne çıkararak kişinin kendisine zarar verir, fiziksel ve ruhsal sağlığı etkiler. Bu bazen bedensel bazen de psikolojik sorunlara yol açar.

Çocuklukta “Hayır.” diyememek bilinçaltında yer ediyor ve sonra yetişkinlik döneminde bu kelimeyi kullanmak zorlaşıyor. İnsan ancak o kelimeyi neden kullanmadığını bulup şifalandığı zaman kendisine yanlış gelen davranışları ve istemediklerini rahatlıkla karşı tarafa söyleyebiliyor. Özellikle bencil insanlara ve menfaat sevgisi olanlara.

Sessiz olmak, uyumlu olmak iyidir ama insanın kendisine yapılan haksız davranışlar karşısında da konuşması gerekir.

Şu bir gerçek ki insana daha çocukluk zamanında bencil ve kıskanç insanlara karşı kendi haklarını sevgi ile ifade edip istemek öğretilmelidir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com