KAPIYI AÇMAK NE ZORDUR NE DE KOLAY

On sekizinci yüzyıl İngiltere’sinin ünlü ressamlarından William Holman Hunt’ ın bir tablosu Londra Kraliyet Akademisinde sergileniyordu. Bir bahçeyi tasvir eden bu tablosuna, Hunt “Kâinatın Işığı” adını vermişti. Tablo geceleyin bir bahçede duran bilge görünümlü bir adamı resmediyordu. Adam serbest kalan eliyle bir kapıya vuruyor ve içeriden bir cevap bekler halde duruyordu. Tabloyu inceleyen sanat eleştirmenlerinden biri: “Güzel bir tablo doğrusu” demişti Hunt’ a. “Ama anlamını bir türlü kavrayamadım. Adamın vurduğu kapı hiç açılmayacak mı? Kapıya tokmak takmayı unutmuşsunuz da…”

Ressam Hunt bilge bir edayla adama gülümsedi. Tam da bu soruyu bekler gibiydi:
“Adam alelâde bir kapıya vurmuyor” dedi. “Bahçedeki bu kapı, insanın kalbini temsil ediyor. Ancak içeriden açılabildiği için de kalbin dışarıdan tokmağa ihtiyacı yoktur.”

İnsan öyle eşsiz bir deryadır ki, bu deryayı çözümleyebilmek, analiz edebilmek ve tüm gerçekliğiyle anlayabilmek çok kolay bir iş değildir. Bunun için bitmek tükenmek bilmeyen bir çaba, bir emek gereklidir.  Her zaman söylediğimi yinelemek istiyorum. ‘Önce kendimiz! İlk adım kendimizi bilmek, tanımak, anlamak. Çaba gösterilecekse önce kendimiz için, emek harcanacaksa önce kendimiz için! Kendimizi bulmakta başarılı olursa yolun yarısını tamamlamış sayılırız. Ardından diğer adımlar gelir ulaşmak istediklerimize, ulaşabilir, dokunmak istediğimiz yüreklere dokunabiliriz.

Kendimize yabancı isek, içimizde açılmasın diye üzerlerine kilitler vurduğumuz çokça kapı varsa o zaman işler biraz zor demektir. Kendimize dahi açmadığımız kapılarımız varsa nasıl bir başkasının kapısına gidip, ‘hadi aç kapılarını bana diyebiliriz?’ Bir başkasına ait olan kapının sana doğru açılmasını bekliyorsun peki sen kendi kalbinin kapısının açılması için ne yapıyorsun? Burada bahsi geçen kapı sadece simgesel bir ifadeden öte değildir. Konu olan şey kişinin hissettikleri, duyguları, iç dünyasıdır. Kapı bir simgedir ama hislere dokunuşlar gerçektir. Şayet kendimizle olan, kendimizi tanıma mücadelemizi mutlu sona eriştirebildiysek işte o zaman kapılar açılmış aydınlık yüreğimize ulaşmış demektir. 

Tıpkı hikâyedeki gibi; ‘kapının önüne gelen kişinin kalp kapısı ne kadar açık ki başka bir kapının kendisine açılmasını bekleyebilir, hele bir de o kapının dışarıdan açılmayı sağlayan tokmağı yoksa?’ Aslında insan ruhunun, kalbinin kapıları hiçbir zaman dışarıdan açılmaz. Açılmaya izin veren içerideki güçtür. Yanılgı burada başlamaktadır.  Çoğu zaman karşımızda kişinin gönlüne girmek onun kalbini fethetmek, onun sevdiği kişi olmak için çabalar dururuz. Oysa o, kendini-kapılarını- size açmaya izin vermedikçe hiçbir sonuca varamazsınız. Hatta kendinizin karşınızdaki kişi nezdinde ne anlama geldiğinizi bilmenin belirsizliği içinde kalakalırsınız. Burada bahsettiğim ilişki türü sevgililik ya eş olma şeklinde değil. Karşılıklı iki kişinin var olduğu her türlü ilişki, iletişim için aynı durum söz konusudur. Aile içinde, sosyal ilişkilerde, arkadaşlıklarda, dostluklarda… Hatta iş ilişkilerinizde, patronunuzla ya da üssünüzle dahi olabilecek her çeşit ilişkilerde bu durum geçerlidir. 

Hadi biraz örneklendirelim. İş ortamınızda patronunuzla ya da üssünüzle herhangi bir sebepten ötürü karşı karşıya geldiğinizi yani aranızda itilaf çıktığını düşünelim. Siz kendinizi, içinde bulunduğunuz durumu ne kadar izah etmeye çalışsanız da karşınızdaki kişi sizden gelen düşüncelere yani size kapattıysa kendini ona ulaşmak hakikatten çok zordur. Onun kapılarının tokmağı da olsa, tokmak sadece o kapının sahibi tarafından çevrilip açılmaya izin verilebilir… Eğer siz kendinizi kendi kapılarını açık tutuyorsanız olumlu enerjinizle karşınızdakinin kendini aralamasını sağlayabilirsiniz, bunun için hemen pes etmemekte fayda vardır. O kapıda küçücük bir aralanma varsa eğer umut var demektir Kimi zamanda siz ne yaparsanız yapın olmuyorsa olmuyor.  Aynı durum arkadaşlık ilişkilerinizde karşınıza çıkabilir, çıkmıştır da. O arkadaşınız için her şeyi yaparsınız, onu mutlu etmek, her koşulda onun yanında olmak için emek harcarsınız. Ama o öyle kilitler vurmuştur ki ruhunun, kalbinin kapısına, o kapıları açmak mümkün olmaz. İsterseniz dünyaları o insanın ayakları altına serin, ona ipekten kanatlar takın, güzelliklerin en yücesini verin ama yine de o kapılar bir türlü açılmaz… Ne yaparsanız yapın onun dünyasında yer alamazsınız, hatta kanınızı emercesine sizi sömürür, emeklerinizi görmezden gelir, ama sonuç nafile… Yazıktır ki; o kişi de aslında bilmemektedir kendisindeki karanlığı. Açmamıştır ki ruhunun kapılarını aydınlıklar içeri girebilsin.

İkili ilişkilerde kapalı kapılara rastlarız. Bazen o yüreğimize almak istediğimiz bir kişi olur, yüreğimiz sever onu ve ona güzel yeri ayırır kendinde.  Fakat istenilen olmaz bir türlü, yürekler bütünleşmez. Belki bir yürekte yer edinmeye hazır değildir belki de girmek istemez gönül kapınızdan, çünkü o, sevginizi, aşkınızı görmez, sizde ki derinliği bilmez, anlamaz hissettiklerinizi. Bir yerlerde rastladığım bir söz vardı, orada kişi karşısındakine sesleniyordu ve diyordu ki: ‘İzin versen bir beton çivisi gibi yüreğinin duvarları delip oraya yerleşirim.’ Şimdi düşünüyorum da siz ne yaparsanız yapın karşınızdaki size açmazsa gönlünü onda yer bulamazsınız. Bir de şu var: Ya yanlış kapının önünde bekliyorsanız?

Kalbinizin kapılarını açık tutun. Hiç endişelenmeyin o kapının yolunu hak edenler bulabilir. Kapı açık olsa dahi onun açıklığını görebilmek her yüreğin harcı değildir. Daima aydınlıkta, aydınlıkla kalın…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

MUTLU OLMAK HİÇ DE ZOR DEĞİL

Anın kıymetini biliyor, tek başına keyifli zamanın nasıl geçirileceğini biliyordum. Varsın gitmemeyim onlarla, ne olmuş yani? Ben kendimi her zaman mutlu etmenin yolunu bulurum. Ne de olsa namı diğer ‘Erkek Fatma’ değil miyim ben?  Çocuk sandığın başına henüz ulaşmadan, oradan hangi anıyı çıkartacağını çok iyi biliyordu. Tabii ki zamanda sekme yapmayacak, sırası geleni çıkartacaktı o sandıktan ama yine de dönem aynı olduğu için bazı günlerin yeri değiştirilebilirdi. Buna rağmen çocuk öyle yapmadı, anlatacaklarının hem zamanı gelmişti hem de gerçekten günlerdir aklında olan bu anı kümesini dile getirecekti. Seremoni başlasın. Sandıkla yeniden buluştu çocuk, bu sefer hemen kapağını açmak için anahtarına uzanmadı. Sandığın her bir noktasına parmak uçlarıyla dokundu, severcesine. Bir taraftan da sandığa daha sert bir dokunuş yaparsam hem ona hem de içindekilere zarar veririm diye düşünüyordu. Çok nazik davranmalıydı emanetlerle yüklü sandığa. Elbette ya, sandığın içindekiler, çocuğun sandığa verdiği emanetler değildi de neydi? Sandık bir emanetçi, sandığın kapağı emanetleri koruyan muhafızlar, anahtarsa muhafızları harekete geçiren tılsımdı ve tabii ki çocukta sandığın içindeki emanetlerin yegâne sahibiydi. Sandığın her bir noktasına dokunduğundan yani hiçbir noktayı atlamadan sandığı parmak uçlarıyla sevdikten sonra tılsımı sandığın o küçük deliğine yerleştirdi, tılsım görevini yaptı, muhafızlık görevini yapan kapak açılıverdi. Dile gelmesini çok istediği o anıları dışarı çıkarttı. Sıra geldi kelimelere…

  • “Keyifli geçen günlerimiz bizi yazın ortasına kadar getirmişti. Babaannemi kaybedeli neredeyse bir yıla yaklaşıyordu. Tamı tamına on bir ay olmuştu. Bu süre içinde dedemle ilgili bazı gelişmeler olmuştu. Babaannemi kaybettikten sonra dedemin Malatya’ da tek başına kalmasına kimsenin gönlü razı gelmediğinden onu İstanbul’ a getirdiğimizden bahsetmiştim. Babaannemin kaybı dedemde derin yaralar açmıştı, sanki bir yanı kendisinden uzaklaşmış tıpkı babaannem gibi toprağa gömülüp kalmıştı, bir türlü toparlayamadı kendini. Ne de olsa yaşlıydı ve eşi olmadan tek başına, yapayalnız hissediyordu kendisini.  Hiç birimizin evine sığamıyordu ve Malatya’ ya dönmek istiyordu, diğer taraftan yalnızlık çektiği için evlenmek de istiyordu.  Kim bilir belki evlenmek istemesindeki asıl sebep, bir eşi olursa babamların onun Malatya’ da kalmasına izin vermelerini sağlamaktı. Bunu hiç soramadım ona, soramazdım ki… Amcamlar ve babam dedemin ne Malatya’ ya dönmesine ne de evlenmek istemesine sıcak bakıyorlardı. Ama dedemin babaannemin gidişinin ardından bir süre sonra hastalanması onların fikirlerini biraz yumuşattı ve ‘iyileştikten sonra dediklerini yapacağız’ sözünü söyleyecek noktaya getirdi. Dedem hastalığı süresince bir dönem ortanca amcam da bir dönem de halam da kaldı.  İyileşince ya da iyileşir gibi olunca babamlar dedemin ısrarlarına dayamayıp onu Malatya’ ya götürdüler.  Maalesef bir süre sonra tekrar hastalandı ve o hiç istemese de babam onu İstanbul’ a geri getirdi. Tedaviye başlandı, ancak bu sefer hastalığı evde bakılamayacak kadar kötüydü ve doktorlar hastaneye yatmasını söylemişlerdi. Dedemin hastanede kaldığı süre boyunca her Pazar babam onu ziyaret etti, bizlerde gittik ama tabii ki her Pazar değil. Babamın ailesine, büyüklerine bağlılığı her daim başka türlü olmuştur. Babaannemi yani annesini kaybetmişti, şimdi de babası çok hastaydı…  Babam, dedemi yeniden hastalanacak korkusuyla Malatya’ ya geri götürmeyi hiç istememişti, ancak dedemin ısrarlarına engel de olamamıştı. İşte şimdi, babamın dediği gibi olmuş dedem Malatya’ ya döndükten sonra çok hastalanmış ve böylesine kötü bir hastalıkla İstanbul’ a geri getirilmişti. Babamın hastaneden döndükten sonraki bir gün annemle konuşmasına kulak misafiri olmuştum. Doktorlar babama dedem için hiçbir umudun olmadığını, hastalığının çok ağır olduğunu, iyileşmesinin mümkün olmadığını söylemişler. Babam doktordan dinlediklerini büyük bir acı ve keder içinde anneme anlatıyordu. Duyduklarım karşısında öylesine üzülmüştüm ki ağlamaya başlamıştım. Babaannem gitmişti ve sıra dedeme mi gelmişti? Yine sevdiğim birini mi kaybedecektim? Babam ve annem ağladığımı duyunca anladılar ki onlara kulak misafiri olmuştum. Beni avutmayı, sakinleştirmeyi denediler. ‘Deden hasta ama iyileşecek, tamam, eskisi kadar güçlü olmayacak ama yine de iyileşecek. Sen duyduklarını yanlış anlamışsın.’ dediler. Biliyordum üzülmemi istemedikleri için böyle söylüyorlardı. Ama bildiğim diğer şeyse, dedemin de gidecek olmasıydı. Bunu artık biliyor olmak içime tarifsiz bir acıyı yerleştirmişti.

Adadan bahsediyordum. Ne garip bir şey insan olmak! İçinde hem acıları taşıyabiliyorsun hem de mutluluklara kucak açıyorsun. Tatil çok eğlenceliydi, hafta içi değişlik olsun diye annem, ağabeyimi, ablamı ve kardeşimle beni diğer adalara gezmeye götürürdü. Gezilerimizin olmazsa olmaz annemin piknik çantasını anmadan edemeyeceğim. Nasıl bir çantaydı o? Türlü yiyecekler, içecekler, meyveler… Farklı yerleri görmek, tanımak, gezmek bana her zaman yeni bir maceranın içine doğru çekiliyormuşum hissi verir. Her bir gezi yeni bir maceraydı benim için ve yeni bir keşif… (Halende öyle değil mi?) Adada sadece çocuklara özel bir parti düzenlenecekti. Partiyi bir arkadaşımızın ailesi düzenliyordu. Parti biletli olduğundan belirli bir miktar para ödeyip öyle gidilebiliyordu. Annem ağabeyim ve kardeşim için bilet almıştı, benim için alınmamıştı. Yani ben gidemeyecektim. Oysa ben de gitmeyi istemiş hatta gidemeyişime oldukça da üzülmüştüm. Adadaki hemen her çocuk orada olacaktı ve onlar partideyken benim oyunlarıma eşlik edecek bir arkadaş dahi kalmamıştı ortalıkta. Üzülmüş ama yine de sesimi çıkartmamıştım, işte her zamanki ben! Tamam, yalnız kalmıştım ama bu mutsuz olmayı, oflayıp puflamayı gerektirmezdi ki. Önce denize girmiştim sonra bahçede tek başıma oyun oynamak için bahçeye çıkmıştım. O sıra yan bahçede duran bisiklet gözüme ilişmişti. Tam benim boyuma uygundu. Ağabeyim ve ablamın bisikletleri vardı ama onlarınki çok büyük olduğundan ayaklarım pedallarına yetişmiyordu. Oysa yan bahçedeki tam benim içindi! Bisikletin sahibi olan, yan bahçenin sakini teyzeden usulünce izin aldım, dolaşmak istediğimi, sonrasında da onu geri getireceğimi söyledim. Teyze bana izin vermiş ve bende keyifle bisiklet turuma başlamıştım. Kendime yetiyordum, bisikletim ve ben harika bir ikili, mutluydum, hem de çok… Aklımda partiye gidememenin üzüntüsünden eser kalmamıştı. Ben bisikletle gezedurayım o esnada çarşıda alışverişte olan annem beni görmesin mi? Annemin ne ödünç bisiklet aldığımdan ne de dağ bayır, dere tepe geziye çıktığımdan haberi vardı.  Ben de annemin beni gördüğünden habersizdim. Macera dolu keyifli gezim bittikten sonra eve dönmüş ve emanet bisikleti yerine teslim etmiştim. Tabii ki annem eve gelir gelmez bir sürü soru sordu. ‘Nereden aldın bisikleti? Nerelere gittin? Haberde vermedin? …’ Her bir soruyu yanıtladım. Konuşmaya şahit olan yengemler: ‘Biz hep diyoruz bu kız erkek olacakmış tam Erkek Fatma’ dediler. Evet, bu yakıştırmayı çok duymuşumdur hem onlardan hem annemlerden. Annem hep anlatır. Beni erkek olarak bekliyorlarmış. Doktor anneme doğacağım tarihi vermiş ama acelecilik bu ya ben doğmam gereken tarihten on beş gün evvel dünyaya gelmişim. İşte bunun için her şeyin hemen olmasını istediğimde annem bana hep takılırdı, ‘dünyaya gelirken bile acele ettin’ derdi. (Halende der.) Canım annemin ben doğmadan iki gün evvel gördüğü bir rüya vardı. Rüyasında yeşil renkte türbeye girmiş ve orada dua ediyormuş. Türbeden sonra tertemiz, berrak bir denize girmiş, gökyüzünde de kocaman bir ay, dolunay varmış, ayın ışığı denizi aydınlatıyormuş. Kimilerine göre bu rüyanın manası erkek çocuk doğacağı şeklindedir ve annem de rüyasını anlattığında ona erkek çocuğu olacağını söylemişler.  Ama ben beklenildiği gibi erkek olmasam da aldığım lakapla erkeğe benzetiliyordum. Erkek Fatma! Rüya çok da boşa çıkmamış…

Parti bitmiş bizimkiler eve dönmüştü ve bende kendi partimi bitirmiş evdeydim. Çok eğlenmişler, yemişler, içmişler, her bir detayı mutlulukla anlatıyorlardı. Sonradan anneme beni neden partiye göndermediğini sordum. Annem; ‘partinin böyle güzel geçeceğini düşünmemiştim, sanki boşa verilecek paraymış gibi gördüm, onlar çok isteyince onları gönderdim, bunun içinde seni göndermedim.’ dedi. Bu konuda böylece kapandı.”

Bazen çocuklar büyüklerin verdiği çeşitli kararlar sonucunda küçük mutsuzluklar yaşayabilirler. Ama diğer taraftan onlara en ufak şeyden dahi mutlu olabilecekleri öğretilmişse, o çocuk mutlaka mutluluğu kendi yöntemleriyle keşfeder. Tıpkı, bu anıdaki ben gibi.

Çocuk yetiştirmek bir sanattır. Ama mutlu çocuk yetiştirmekse bir başyapıta imza atmak gibidir. Çocuklar ailelerinin davranışlarını bebeklikten itibaren hafızalarına kaydeder. Bu davranışlar onun yaşamındaki ileri gelen hal ve hareketler olacaktır. Bu nedenle önce kendimiz mutlu ve sağlıklı bir yetişkin olmalıyız. Sevgi dolu yaklaşımınız çocukta mutlu olma hissi yaratacaktır. Anne ve babasının onu sevdiğini ve ona değer verildiğini düşünmesi onu ruhen rahatlatacak ve aile ile inatlaşma evrelerini büyük ölçüde hafifletecektir. Çocukların olumlu davranışlarını destekleyin ve onlara övgü ile yaklaşın. İnsanların içinde onu aşağılamayın ve azarlamayın ona karşı sabırlı ve ilgili olun. Çocuklar öğrenmekten ve dünyayı keşfetmekten büyük keyif alır ve bunun sonucu olarak mutlu olurlar. Benim keşiflerim çocukluğumun bana en güzel armağanlarıdır. Keşfettikçe, öğrendikçe mutlu oldum ve mutlu ettim…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

SEVGİ REÇETESİ OLUMLAMASI

Bugün yeni bir olumlama ile sizlerleyim. Olumlamamızın konusu: ‘Sevgi Reçetesi’. Yazılarımın hemen hepsinde sevginin, insan hayatında nasıl bir öneme sahip olduğuna değiniyorum. Sevginin birçokları tarafından anlaşıldığı üzere, sadece diğer insanlara, hayvanlara, bitkilere ya da nesnelere yöneltilecek yüce bir duygu olmadığını, öncelikle bu duygunun kişinin kendisine yöneltmesi gerektiğini bütün benliğimle savunuyorum. Bıkmadan, usanmadan hayata tutunabilmemizin en önemli adımının, kendimizi sevmekten geçtiğini anlatıyorum.

‘Sevgi Reçetesi’ olumlaması 90 yaşında dünyaya gözlerini kapatmadan evvel ışık dolu farkındalığını bütün evrenle Louise L. Hay’ nin olumlaması birazdan sizlerle olacak. Bunun öncesinde onu daha iyi anlayabilmeniz için bu muhteşem hanımefendiyi size tanıtmayı kendime bir borç bilirim: ‘Louise L. Hay’in hayatı oldukça sıra dışı. Hayata en kötü koşullarda başlıyor. 5 yaşında tecavüze uğruyor, fakirlik içinde büyüyor, doğru düzgün eğitim alamıyor. Model oluyor, İngiliz bir iş adamı ile evleniyor, on dört yıl sonra eşi onu terk ediyor. 1970’ lerde düşünce gücü ile ilgili çalışmalara başlıyor. 1980’ lerde kansere yakalanıyor ve iyileşiyor, 50 yaşında Düşünce Gücüyle Tedavi (You Can Heal Your Life) kitabını yazıyor., kitap tüm dünyada 50 milyondan fazla satıyor, 60 yaşında yayınevi kuruyor. Çok kıymetli birçok kitabı insanlığa armağan ediyor ve 30 Ağustos 2017 sabah saatlerinde hayata veda ediyor.’

Louise L. Hay ile Düşünce Gücüyle Tedavi (You Can Heal Your Life) kitabıyla tanıştım ve diğer tüm kitaplarını içime sindirerek, ders alarak, yaşama uygulayarak keyifle okudum.  Özellikle bu kitabında; dünyaca ünlü öğretmen Louise L. Hay, zihin ve beden arasındaki ilişkiye derin bir bakış açısı sunuyor. Düşüncelerin ve fikirlerin sınırlandırılmasının bizi kontrol etme ve daraltma şeklini araştırırken, fiziksel hastalıklarımızın ve rahatsızlıklarımızın kökenlerini anlamak için güçlü bir anahtar sunuyor. Onun tüm olumlamalarını yüreğimin gücüyle itinayla yapıyorum. Bu harikulade hanımefendi, sevgisizliğin insan vücudunda her türlü hastalığa nasıl sebep olduğunu kitaplarında ve olumlamaların en güzel ve anlaşılır şekilde ifade etmiştir.

Lütfen her olumlamayı düzenli yapıp, bununla birlikte bilinçaltı olumsuzluklarınızı temizlemek ve düşünce şeklinizi değiştirmek için çabalamaktan vazgeçmeyin. Ancak o zaman olumlamaları faydasını göreceksiniz ve bir süre sonra ağzından çıkan negatif kelimelerin pozitife dönüştüğüne şahit olacaksınız.

★★★★★

“Varlığımın derinliklerinin tam merkezinde sonsuz bir Sevgi kaynağı var.

Şimdi bu sevginin yüzeye çıkmasına izin veriyorum. Kalbimi, bedenimi, zihnimi, bilincimi, bütün varlığımı bu sevgi dolduruyor, her yönden dışına taşıyor ve bana katlanarak geri geliyor.

Sevgiyi verdikçe, daha da fazla sevgi vermek için kaynağın oluşuyor, kaynağım sınırsız.

Sevgiyi ifade etmek beni iyi hissettiriyor, bu benim içsel mutluluğumun bir ifadesi.

Kendimi seviyorum, dolayısıyla, bedenime sevgiyle iyi bakıyorum.

Onu faydalı yiyecek ve içeceklerle sevgiyle besliyorum. Onu sevgiyle süslüyor, giydiriyorum ve bedenim bana canlı bir enerji ve sağlıkla karşılık veriyor.

Kendimi seviyorum, dolayısıyla, kendim için bütün ihtiyaçlarımı tamamen karşılayan ve içinde yaşamaktan zevk aldığım rahat bir ev sağlıyorum.

Odaları sevgiyle dolduruyorum ve ben de dahil giren herkes, bu sevgiyi hissediyor ve bundan besleniyor.

Kendimi seviyorum, dolayısıyla, gerçekten zevk aldığım, yaratıcı yetenek ve becerilerimi kullandığım, sevdiğim ve sevildiğim insanlarla beraber ve insanlar için çalıştığım ve iyi bir gelir elde ettiğim bir işte çalışıyorum.

Kendimi seviyorum, dolayısıyla, tüm insanlara verdiklerimin katlanarak bana geri döneceğini bilerek sevgiyle davranıyorum, tüm insanlar için sevgiyle düşünüyorum.

İnsanlar benim aynam oldukları için sevgi dolu insanları hayatıma çekiyorum.

Kendimi seviyorum, dolayısıyla, affediyorum, geçmişi ve geçmiş deneyimleri tamamen bırakıyorum ve özgürüm.

Kendimi seviyorum, dolayısıyla, tamamen şu anda seviyorum, her anı iyi şekilde deneyimliyorum.

Evren bana şimdi ve sonsuza kadar sevgiyle bakıyor, evrenin sevilen değerli bir çocuğuyum ve ben geleceğimin parlak, mutluluk dolu ve güvende olduğunu biliyorum. Ve zaten öyle” – Louise L.Hay

★★★★★

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

TUTSAKLIK VE ENDİŞE (2)

Yazıma kaldığımız yerden aynı hızla ve şevkle devam ediyorum. Bugün geçmişe takılı kalmaktan, kaygılardan, kızgınlıklardan bahsederken yaşanmışlarla da konuyu örneklendireceğim.

Şimdiki zamanı doyasıya yaşamak ve geleceği planlamak bazılarımız için zordur. Geçmişe takılıp kalmak, potansiyelimizi geliştirmemizi ve hayatta yol almamızı engeller. Geçmiş, mutlu veya mutsuz olsun, kendimizle her zaman buluştuğumuz alandır ve içindeyken güvende hissettiğimiz bir baloncuktur. Peki, geçmişte yaşamanın riski nedir? Ondan kopamamak. Bu yüzden kişiliğimizin bir bölümünü kendimizden koparıp geçmişimizdeki edinimlerimizde tutar ve potansiyelimizi geliştiremeyecek hale geliriz. Sıklıkla geçmişe takılıp kalmak, bazı şeylerin yerli yerine oturmadığının ya da güçlü bir travmanın zamanında hazmedilemediğinin göstergesidir. Bunlar bizi geçmişe çeker ve ilerlemekten alıkoyar.

Bazen kişiler, geçmişin yüklerini taşımaktan ve onları zihninde tekrar tekrar yaşamaktan yorulduğunu hissettikleri bir anda, onlardan kurtulup yeni bir başlangıç yapmak isterler. Ancak hem içsel hem de dışsal yeterli desteği alamadıkları zaman yeniden geçmişin yolunu tutarlar. Bu geriye dönüşse daha yıpratıcı ve üzücü olur. Bunun için, istediğiniz kendinizi yenilemek hatta özgürleştirmek ise öncelikle kararlı bir atmak için ayaklarınızın yere sağlam basmasını sağlamalısınız. Nasıl mı olacak tüm bunlar? Hadi görelim!

Bir danışanımla ‘regresyon seanslarımız’ vardı. Seanslarımız başlamadan önce sohbet ediyor, seansa hazırlıyordum kendisini. Bu ön sohbetlerimizin hepsinde geçmişte yaşadığı bir olayı bıkmadan usanmadan defaatle anlatıyordu. Her anlatımında gözlerindeki öfke, sesindeki nefret onu adeta yalnız bırakmıyordu. Hem anlattıklarının hem de öfke ve nefretin kapanına sıkışmış gibiydi. Ona yaşadığı bu olayın ne kadar zaman önce gerçekleştiğini sorduğumda aldığım cevap; ‘On beş yıldı’. Tam on beş yıllık bir öfkeyi, nefreti içinde taşıyordu. Dile kolay değil on beş yıl! Düşünün vücudunuzda hatta tam olarak elinizin üzerinde, her an gördüğünüz o yerde, on beş yıldır iyileşmeyen bir yara var. Siz her an o yaraya bakarak yaşıyorsunuz, her nefes alışınızda sizinle. Bu ne büyük ruhsal ve fiziksel bir travmadır! Neredeyse her şeyden herkesten çok güvendiği kuzeniyle ortak bir işe girişmişler. Başlangıçta her şey çok güzel ilerlerken, bir anda işler tersine dönmüş, alınan krediler ödenemez hale gelmiş. Kredileri danışanım çekmiş ve kuzen ortadan kaybolunca da ödenemeyen tüm kredi borcu onun üzerine kalmış. Hem işinden hem parasından hem de çok güvendiği dostundan olmuş. Bu denli güvendiği her şeyini emanet ettiği kuzeninin onu ortada bırakmasını, üzmesini bir türlü anlayamadığından ve kabullenemediğinden içindeki öfkeyi, nefreti büyüttükçe büyütmüş. Bu sorunu çözemezse hayatına sağlıklı devam edemeyeceğini bildiğim için bu konuya odaklandım ve ona şunları söyledim: “Konuşmak seni rahatlatıyor, öfkeni seninle taşıyacak birini arıyorsun. Bu yaklaşımını son derece normal buluyorum ve seni çok iyi anlıyorum. Bunu şimdilik bir tarafa bırakalım. Bu konuyla ilgili sana birkaç soru soracağım. Sorularımı dikkatlice değerlendir ve gerçek cevapları vermeye çalış. “* Bu konuyu sürekli hatırından tutma ve anlatma sebebin bu şekilde konuşmanın seni rahatlatması mı? *Her gün bu konuyu düşünmen ve bu konu hakkında konuşman geçmişte neyi değiştiriyor? * Geçmişi sürekli yanında taşıman kuzenin parayı sana getirmesini sağladı mı? * Bu olayı başkalarına anlatarak kuzeninin nasıl bir insan olduğunu onlara mı göstermek istiyorsun? *Sevdiğim, güvendiğim kuzenim bile bana bunları yaptı başkaları ne yapmaz diye kendine mi göstermek istiyorsun ya da konuyu anlattıklarına ‘size nasıl güvenirim?’ sorunu mu sormak istiyorsun? *Bir gün her şeyin özellikle de her güzel şeyin biteceğini mi sürekli kendine hatırlatıyorsun?”  Böyle daha bir sürü soru sordum ona.  Bir soruyu cevapladı, ardından yeni bir tane ve yeni bir tane olarak devam ettik…  Tüm soruları cevapladığında sorunun köküne ulaştık ve regresyon çalışmasıyla (geçmiş yaşam şifası) o kökü tamamen kuruttuk. Kök saldığı toprağı da iyice temizledik, içindeki tüm olumsuzluğu şifalandırdık. Bugünün ardından iki ay kadar zaman geçmişti, onu aradım, bana kuzeni hakkında neler anlatacak diye merak ediyordum. Onu yoklamak için, kuzeni hakkında sorular soracak ve tepkilerini ölçecektim. Ben soru sormaya yeltendiğim sırada hemen durumun farkına vardı, önce kocaman bir kahkaha attı arından da ‘artık kimse kuzenimle geçmişte yaşadığım olayı anlatmamı sağlayamaz’ dedi. Geçmişin yükünü bıraktığını, şu anda gerçekten nefes aldığını anlattı ve ekledi: “Ben her gün içimdeki kızgınlık ve kin ile nefes alıyormuşum, ama hepsi geride kaldı artık kimse beni o günlerin içinde yaşamak üzere geriye götüremez.  Yıllardır sırtımda kambur varmış ve şimdi o kamburu sırtımdan söküp attım. Beni bekleyen çok güzel bir hayatın varlığının farkına vardım. Dünya varmış!” Sesindeki her bir titreşim söylediklerini destekliyordu. İçim rahat bir şekilde telefonu kapattım.

Evet, hep söylediğimiz gibi, geçmişi konuşmak, anmak başlangıçta bizi rahatlatıyor ancak bu süreklilik haline dönüştüğünde bizi o olumsuz enerjinin içine çekiyor ve orada sıkışıp kalıyoruz. Geçmişten çıkamayınca da anımızı yani hayatımızı kaçırıyoruz. Böceklerle ve dikenlerle dolu bir bahçeye dikeceğin yeni bir çiçek nasıl büyüyüp kök salamazsa, kabullenip geride bırakamadığın geçmişin dikenleri de senin mutlu olup huzurla yaşamanı engeller.

Birkaç küçük tavsiye sıralayacağım. Ne zaman geçmişin hayaletleri kapınızı çalacak olsa bunları yapın ve kendinizi iyileştirin. * Fiziki anlamda şimdiki zamanda olun. Şimdiki zamanı yaşamak, fiziki olarak anda hissetmektir. Spor yapmak, yürümek, rahatlama egzersizleri yapmak, nefes teknikleri öğrenmek ve algılarımız açmak gibi aktiviteler bedenimizi yeniden sahiplenmeyi ve tam şu anda varlığımızın bilincine varmayı sağlar. *Üretin. Sanatsal üretim ana odaklanmayı gerektirir.  Kabiliyetim yok demeyin, üretim aynı zamanda insanın özgüvenini yeniden kazanması için de yararlı bir yöntem, çünkü bize yenilikten ne üretebileceğimizi keşfettirir. *Korkularınızı listeleyin. Korkularımızı, hatta en nafile endişelerimizi bile listelemek, geleceğe dair daha net ve daha az kaygılı bir görüş benimsememizi sağlar. Böylece hazırlıklı olunur ve sadece bu sebep nedeniyle gelecekle yüzleşmemenin üstesinden gelinir. * Kendinizi geçmişten azat edin. Zihninize geçmişin sizi andan kopardığını kabul ettirin. Kendinizi sevin ve kendinizi mutlu edin. Bunun için geçmiş olduğu yerde kalsın ve sizde olmanız gereken yerde yani anda kalın.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

TUTSAKLIK VE ENDİŞE (1)

Bugün bulunduğumuz yere ulaşmak için, geçmişten bu zamana değin yürüdüğümüz yol aklımıza kazındı. Bu ‘kazınma hali’ ne düşündüğümüz, ne söylediğimiz ve nasıl davrandığımız üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. Ayrıca, hayatın karşımıza çıkardığı farklı durumlarla başa çıkmak için, kullanacağımız stratejileri de etkiler. Yaşadığımız deneyimler, aldığımız dersler ve tanıdığımız insanlar, bugün olduğumuz kişinin bir parçası. Geçmişte yaptığımız işler, söylediğimiz sözler, o zamanlar kim olduğumuzu anlatır. Ama artık o kişi değilsiniz, bugün yaşayan bir başka siz var. İnsanoğlu olarak sürekli değişiyoruz. Her geçen gün, edindiğimiz her yeni bilgi ile birlikte, öğrendiğimiz her yeni şeyi değiştiriyoruz. Değişim, kaçınılmaz bir olgudur. Bu yüzden geçmişte yaptıklarımızdan pişmanlık duyduğumuzda, sadece kendimize zarar vermek ile kalıyoruz. Bu pişmanlıklar, sağlıklı bir şekilde kullanılırsa, yanlış giden durumları düzeltmemize yardımcı olabilir. Ama eğer, bu duyguya çok fazla bağlanır ve bunu bir takıntı haline getirirsek, hayatımıza zarar verebilecek ve geçmişimiz ile barışmamızı engelleyecek zararlı bir duygu haline gelebilir.

 Zihnimizin geçmişe doğru çıktığı her bir seyahat, aslında kendimizi yeniden günümüzde konumlandırmak için yapılmış iyi bir egzersizdir. Ancak bu geçmişte takılı kalmadığımız zaman mümkün hale gelebilir.  Diğer taraftan, zihnimiz geleceğe seyahat ettiğinde, elimize geçen tek şey, henüz yaşanmamış olana dair kaygıdır. Gerçekte var olan tek şey, burada ve şu anın içerisindedir. Geçmiş ve gelecek sadece kafalarımızda var olan kavramlardır.

Yaşanmışlıkların sadece güzel olanları hatırlansa, işte o zaman geçmişe yapılan zihin yolculuklarında hiçbir sıkıntı olmayacak. Sorun; geçmişe yapılan çoğu yolculuğun kötü anlara dair olması ve o anlara takılıp kalmaktır. Ne yazık ki hayatımız sanki geçmişte yaşanmış ve bitmiş gibi içinde bulunduğumuz anı devamlı kaçırıyoruz. Bununla birlikte de kaçırmakta olduğumuz bu an yokmuşçasına gözümü geleceğe dikip, henüz gerçekleşmemiş anlar için de endişe duyuyoruz.

Tekrarlanan olumsuz öz-derin düşünce kişinin kendi düşünce ve hislerini incelemesi olarak bilinir. Bütünlüklü bir yorumlamayı içeren bu olumsuz unsurların tekrarlayıcı döngülerle yaşandığı bir düşünce şekli meydana gelir. Tekrarlanan olumsuz öz-derin düşünce, olumsuz bireysel anıların daha sıklıkla hatırlanmasına, çaresizlik hissi oluşturarak olumsuz düşünce biçiminin devam etmesine, bireyin sorunlara etkili çözümler üretmesini engellemesine yol açan psikolojik sorunlara yatkınlık oluşturmaktadır. Olumsuzluklara yoğunlaşma mutluluğa yakınlaşmayı engeller, sağlıklı zihinlerin varlığına izin vermez.

Biri ya da birileri sizi üzdü, psikolojik olarak zarar verdi. On sene önce, beş sene önce ya da iki hafta önce. O insanın sizi nasıl üzdüğünü, size ne kadar haksızlık yaptığını her hatırladığınızda, her anlattığınızda o zamanlar hissettiğiniz tüm o kötü duyguları tekrar tekrar yaşadığınızın farkında mısınız? Dahası sizi üzen o insandan bahsettikçe, o insanın geçmişte sizde uyandırdığı olumsuz hisleri bedeninizde taşımaya devam ettiğinizin farkında mısınız? Üzüldüğümüz bir olayla karşılaştığımızda üzüntümüzü paylaşmak ilk başlarda iyi geliyor. Zaten bu paylaşım son derece doğal bir süreçtir. Üzüntünüzü paylaştığınız kişiden akıl alırsınız, size durumla ilgili fikirler, farklı bakış açıları sunar. Eğer iş bu boyutta kalır ve işe yarar bir sonuca varırsanız bunda hiçbir sorun yoktur. Ancak aynı olumsuz olayı sürekli dile getirir, tekrar tekrar olayı ruhunuzda yaşarsanız işte o zaman yaşanmış olan size zarar vermeye başlar ve anı yaşamamızı engeller.

Sizi üzen, size zarar veren insanların size hissettirdiklerini düşünün. Onların yol açtığı bu negatif hisleri üzerinizde taşımak istediğinizden emin misiniz? Geçmişte sizi incitmiş insanı, ya da insanları sık sık düşünerek, onlardan bahsederek ne elde etmeye çalıştığınızı da düşünün. Kendinizi sabote mi ediyorsunuz? Bu an mutlu olmanızı engellemek için mi geçmişin hayalet öfkeleriyle savaşıp duruyorsunuz? Geçmişte yaşanmış olumsuz olayları sık sık gündeme getirme isteğinizin ardında, hep öfkeli kalmak isteyen yanınız mı var? Sizce kendini gerçekten seven biri artık çoktan bitmiş gitmiş olayları bugüne taşıyıp kendini üzer mi? Kendine bu şekilde zarar verir mi?

Yeri gelmişken kısaca, ‘kendini sevme, kendine merhamet etme(öz-merhamet)’ konusuna da bir gönderme yapalım. Kendini sevme; kişinin eksiğiyle fazlasıyla kendinde olanlarla barışık olmasıdır. Kendine merhamet etmekle kendine acıma kavramları birçok yerde içe geçirilerek ifade edilir ki bu çok büyük bir yanılsamadır. Kendine acımak pasif, kişiyi hep kurban pozisyonunda tutan bir duyguyken, kendine merhamet göstermek aktif ve pozitif bir duygudur. Kendimize acıdığımızda sürekli olarak aynı plağı çalıp dururuz. Oysa kendimize merhamet gösterdiğimizde yüreğimizin acıyan taraflarına şefkatle yaklaşıp, bir yandan yaralarımızı iyileştirirken bir yandan da hayatımıza devam edebiliriz. Kendine acımak geçmişe takılıp kalmakken, kendine merhamet göstermek geçmişin yaralarını tamir edip bugünü yaşamaktır. Kendimize acımayı seçtiğimiz müddetçe yaralı çocuk modunda takılıp kalır ve bir türlü sağlıklı yetişkin moduna geçemeyiz. Öz-merhamet (öz-şefkat olarak da kullanılıyor) adından da anlaşılacağı gibi kişinin kendine merhamet göstermesini ifade eder. Öz-merhamet “bireyin kendi acısına karşı açık olması ve ondan duygusal olarak etkilenmesi, ondan kaçınmaması ve onunla olan bağlantısını koparmaması, kendi acısını yatıştırma isteği üretmesi ve kendisini şefkatle iyileştirmesidir. Öz-merhamete sahip bir birey acı çekmenin evrensel bir insani özellik olduğunu bilir. Bir soruna sahip olduğunda dünyada tek acı çeken kişi kendisiymiş gibi davranıp, başına gelenleri dramatize etmez. Sorunlarına serinkanlılıkla ve çözüm odaklı bir şekilde yaklaşır. Yapılan birçok araştırmada, öz-merhametin kendini kabul etme, yaşamdan alınan doyum, sosyal ilgi, farkındalık, özerklik, kişisel gelişim, mutluluk ve iyimserlik ile pozitif yönde ilişkili olduğu, anksiyete, depresyon, öz-eleştiri, nörotizm ve nörotik mükemmeliyetçilik ile negatif ilişkili olduğunu bulmuştur.

Yazımın devamında konuyu yaşanmışlık örnekleriyle açmaya devam edeceğim, şimdilik birkaç günlük ara veriyorum. Zihinlerinizi rahatlatın, geçmiş omuzlarınızda yük değil, iyisiyle kötüsüyle sadece yaşanmışlıktır. Gelecek endişeye mahal verilecek bir alan değil, yeniliklerin habercisidir. İçinde bulunduğumuz an ise elinizde olan eşsiz bir değerdir. Anınızın kıymetini bilin, kendinizi kabullenin, sevin…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KORKULAR CESARETE ENGEL DEĞİL

Çocuğun en son sandığı açtığından bu yana iki hafta geçmişti. Bu iki hafta boyunca aklı hep sandıkta ve anahtardaydı. Anahtarı olurda kaybedersem sandığı bir daha nasıl açacağım diye endişeleniyordu. Anahtarı kaybederse sandığı açabilmek için hiç kimseden yardım istemeyecekti. Çünkü anılarla yüklü o nadide sandık ona özeldi, ona sadece o dokunabilir ve yine sandığın kapağını sadece o açabilirdi. Endişesinden sebep aklına bir fikir geldi: Sandığı açıp tüm anıları tek seferde çıkartsaydı ve o anıları sanki kitapmışçasına bir bir, sırasıyla raflara dizseydi nasıl olurdu? Başlangıçta fikir ona gayet güzel geldi. Ama sonra bu fikrin hiç iyi olmadığına karar verdi. Onun, anılarını gün yüzüne çıkartmak için bir ritüeli vardı. O ritüel çocuğa hem çok keyif veriyordu hem de büyük bir heyecan yaşatıyordu. Bunun için aklından o fikri hemen uzaklaştırdı. ‘Anahtarı kaybetmeyeceğim ve ritüeli bozmayacağım’ diye içinden birkaç kez tekrarladı.  Evet, ritüeli yeniden başlatma vakti gelmişti. Sandığın olduğu o gizemli yere yöneldi, sandığın yanına varmıştı bile. Yavaşça sandığın yanına oturdu, cebinden anahtarı çıkarttı, yine o eşsiz özgüveniyle anahtarı sandığın kilidine yerleştirip çevirdi, sandık açılıverdi. Elini sandığın içine uzattı, ardından sırası gelen anıyı serbest bıraktı, sonrasında sandığın kapağını kapattı ve kilitledi. Yeni bir anı dile geldi…

  • “Dayımın düğününden on beş gün sonra Malatya’ dan evimize, İstanbul’ a döndük. Bu Malatya’ ya son gidişim oldu. (Şimdilerde düşünüyorum da o günden sonra Malatya’ ya gitmek hiç nasip olmadı. Hatta arkadaşlarım bu konu gündeme geldiğinde bana takılırlar, neredeyse dünyayı dolaştın ama memleketine yedi yaşından buna hiç gitmemişsin derler. Demek ki o yaşımdan bu yana oranın ne suyu ne de ekmeği beni çağırmamış.) Artık İstanbul günleri başlamıştı. Amcamlar dahil bütün ailemi ama en çok da ablamı saran büyük bir heyecanı içinde barındıran bir gün vardı önümüzde. Evet, ablam üniversite sınavına girecekti ve o güne çok az vakit kalmıştı. Önceden bahsetmiştim ama yeri gelmişken yine hatırlatayım. Ortanca amcam, hani bana kızan amcam, çocuğu olmadığından bize baba edasıyla davranır, hemen her şeyimizle ilgilenirdi. Özellikle derslerimizdeki başarımız konusunda çok hassastı. Bir öğretmenmişçesine derslerimizle alakadar olurdu. Bunun için ablamın üniversite sınavı, sonra yapacağı tercihler onun için çok mühimdi. Hatta amcam, ablamı hafta sonu gittiği üniversite sınavına hazırlık kurslarına bizzat kendi getirip götürürdü. Amcam şoför koltuğunda ablamda hemen yanında, ön koltukta, amca yeğen kursa gidip gelirlerdi. Amcamın bizimle, derslerimizde ilgilenmesi güzeldi güzel olmasına ama ben bana bu kadar karışılmasına karşıydım. Ben ne zaman, nasıl ders çalışacağımı zaten biliyordum. Ne oyunlarıma ne de derslerime bu denli karışmak niye? Baskıya hiç gelemiyordum! Konu dersler olunca neden bu kadar sert konuşuyordu benimle. Tamam, gerçekten bizim iyiliğimizi istiyordu ve genelde de sert konuşurdu zaten ama konu dersler olduğunda daha da…

Büyük gün kapıyı çaldı… Ablama sınav günü annemle beraber eşlik ettik. Şans dileyerek, onu sınava gireceği okulun bahçesine bıraktık. Ablamın sınavdayken bizde okulun karşısındaki pastanede oturduk ve onu beklemeye koyulduk. O okulda sınava giren ablamın lise arkadaşının annesi de oradaydı, oda bize katıldı heyecanlı bekleme saatlerimizi hep birlikte geçirdik. Tatlı ve güler yüzlü teyze benim için sıcacık poğaçalar ve hiç unutamadığım ezmeli ayçöreğinden aldı. Hem annemle sohbet ediyor hem de ben sıkılmamayım diye benimle ilgileniyor, benim keyifli zaman geçirmemi sağlıyordu. Evet, karar vermiştim, bu teyze sadece tatlı ve güler yüzlü değildi aynı zamanda da sevgi doluydu! İşte bu benim için en mühimiydi. Sevgi! Bekleme saatleri bitti, sınav bitti, eve giden yol bitti… Evimize döndük, ablamın sınavı güzel geçmişti, sonuçların açıklanmasına uzunca bir zaman vardı ve ardından üniversite tercihleri yapılacaktı. Bende büyümek ve sınava girmek istiyordum… Sınavın bitişinin hepimiz rahatlamıştık ve sıra tatile gitmeye gelmişti. Ne güzel tatildi! Tatilimizi anlatacağım ama önce sınav sonuçlarının açıklandığı zamanı hemencecik anlatmak istiyorum. Amcam, ablamın sınav sonucunun iyi olduğunu öğrenince hemen tıp fakültesini yazmasını söylemişti, ablamın doktor olmasını istiyordu. Ailemizin tamamında ablamın okul tercihi konuşulurken o kendi istediği tercihleri yaptı ve tamda istediği okulu kazandı. Şimdi gelelim tatile!

Amcamların da dahil olduğu tatilimizde Büyükada’ da denize sıfır büyük bir ev tutmuştuk. Babam için adalar her zaman özeldi, adaları bir başka severdi. Bu evi tutmamızdan önce de yazları neredeyse her pazar adaya giderdik. Denizi bu kadar çok sevmem bebekliğimden beri denize olan aşinalığımdan ileri geliyor. Üç dört yaşlarındayken kendi başıma denize girmeye başlamıştım, sonradan da hiç korkmadan yüzmeye başladım. Bütün yazı, okullar açılana kadar, adada geçirdik. Çok uzun zamandır bildiğim, tanıdığım bir yer olduğu için adada hiç yabancılık yaşamadım, böylesine uzun süre kaldığımız içinde yeni arkadaşlıklar edinmek için fırsatım olmuştu.  Kaldığımız eve yakın küçük bir iskele vardı. Kardeşimle iskeleye gidip balık tutmak muhteşem bir keyifti.  Saatlerce oltaya balığın gelmesini beklemek, hele bir de oltaya balık takıldıysa değmeyin keyfimize… Saatlerimiz, günlerimiz, haftalarımız hep denizde geçti. Evimizin hemen önünde kumsal vardı, dışarıdan kimse gelemediği için sadece bize aitti. Ne büyük özgürlüktü bu yaşanan. Deniz bizim, kumsal bizim, muhteşem oyunlar bizim. Anlatmıştım size biz misafir sever ve bolca misafir ağırlayan bir aileydik. Tabii ki adaya da bir sürü misafirimiz geldi. Bunun içindir ki annem mutfaktan hiç çıkamıyor ve yazlık evin, denizin, kumsalın tadını bizim gibi çıkartamıyordu. Ablam genellikle anneme hummalı mutfak işlerinden yardım ediyordu. Ağabeyimse babamla işe gidiyordu. Neredeyse unutuyorum anlatmayı. Evet, biz amcamlarla birlikte tutmuştuk adadaki yazlık evi ama babam, ağabeyim ve amcalarım gündüzleri bizimle değillerdi. Sadece akşamları ve pazar günleri.  Evde sürekli kalanlarsa; ben, kardeşim, ablam, annem, yengemler ve kuzenlerim. Her akşam vapur iskelesine giderdik. Babamı, ağabeyimi, amcaları beklerdik o iskelede. Bu karşılamanın ayrı bir zevki vardı. Önce uzaklardan vapurun kuvvetli sesini duyulurdu. ‘Hey ahali ben geliyorum, size sevdiklerinizi getiriyorum’ dercesine… Sonra yavaş yavaş yaklaşırdı iskeleye, inerdi yolcuları bir bir… Bu bekleyiş, ardından karşılama bana uzak diyarlardan gelen yolcuları karşılıyormuşum hissi verirdi.

Bir sabah uyandım ki; gözümde kocaman bir şişlik ve şiddetli bir ağrı. Annem beni hemen doktora götürdü. Doktorlardan hiç korkmadım, birçok çocuk korkar ve bunun nedeni çocukları uslu olmaları için uyarırken doktor iğnesiyle korkutmaktır, sakince annemle birlikte doktora gittik. Doktorun dediğine göre, gözüm mikrop kapmıştı ve bir hafta boyunca yaptırmak zorunda olduğum iğne vermişti. İlk iğnemi doktor hemencecik yaptı, gık bile demedim.  Doktor öyle bir şey dedi ki; işte asıl canımı acıtan o söylediği olmuştu, iğne değil. Gözüm iyileşene kadar denize giremeyecektim!  Poliklinik on dakikalık yürüme mesafesindeydi evimize.  Diğer iğneleri yaptırmaya yalnız başıma gidebileceğimi söyledim anneme. Annem bu teklifimi kabul etti. Ne de olsa kocaman bir kızdım ben! Akşam babam gözümün haline çok üzüldü ve gözümü denizden sakınmamın yanında sokaktaki tozdan da sakınmam gerektiğini söyledi. Hem deniz hem de sokaktaki oyunlarım yasaktı artık bana. İşte yine bir kısıtlama, kontrol altına alınma durumu, hiç hoşlanmadığım şeylerdi bunlar. Adeta kapana sıkışmış gibiydim. Bu kararlar benim değildi, benim yerine doktor ve babam kararlar alıyordu, bana da bunları uygulamaktan başka çare kalmıyordu. (Zaman içinde geriye dönüp baktığımda amcamın bana karışması, yönlendirmesiyle bende başlayan içsel tepkilerin yaşadığım birçok farklı örnekte de etkisini gördüm. Kişiler fikirlerini söylesinler ama beni yönetmeye kalkmasınlar. Hal böyle olunca ya o kişiden uzaklaşıyorum ya da karşıt tepki veriyordum. Amcam mutlaka benim iyiliğimi düşünüyordu, buna karşı söyleyebileceğim hiçbir sözüm yok ama düşüncelerini söylerken kelimelerinin arasına sevgi sözcükleri yerleştiremez miydi? Özgürlüğüme yapılan müdahaleler beni hep rahatsız etmiştir. Bilinçaltımda nelerin var olduğunu işte böyle, zaman içinde kavradım, yüzleştim, şifalandırdım.)

İlk iğneden sonraki diğer günler tek başıma gittim polikliniğe, iğnemi oldum, eve dönerken annemin verdiği ekmek siparişini fırından aldım. Her ne kadar çoğu gün ekmeği ben alsam da altı gün boyunca fırından ekmeği almak görevim olmuştu, ekmek her zaman çıkmıyordu, belirli saatleri vardı, fırın kuyruğunda beklemek de eğlenceli sayılırdı. Sıcacık ekmek poşete girdiğinde adeta poşeti eritiyordu. Bir gün yine sıcak ekmek poşete girdi ve bu sefer gerçekten poşet eridi ve koptu, annemim diktiği koyu pembe eteğimi hafifçe yukarı kaldırdım ekmekleri yerleştirdim, eteğim yeni poşetim olmuştu, görevimi başarıyla tamamladım ekmekleri eve götürdüm. Gözüm iyileşene kadar günlerim ya deniz kenarından ya da balkondan ailemin denize girmesini seyrederek geçti. Bir gün balkonda tek başıma oturuyor bir taraftan gözümün iyileşeceğini sürekli kendime söylüyordum, tıpkı okulda düştüğüm ve elimin acıdığı zamanki gibi. Kardeşim benim kendi kendime konuştuğumu görünce koşarak gidip anneme durumu haber vermiş. Sanki çok yanlış ya da değişik bir şey yapıyordum! Ne vardı bu kadar veryansın edecek? Kardeşimin ardından annem yanıma gelmiş ve ne olduğunu sormuştu. Bende durumu olduğu gibi anlatmış ve gözüm iyileşecek diye de eklemiştim. Bir hafta sonra tamamen iyileşmiştim ve denize girebilme iznim çıkmıştı. Mutluluk bu olsa gerek!”

Çocuğun bugünkü anısında onun cesaretine şahitlik ettik. Aslında onun bu cesareti, istediği sonuca ulaşabilmek adına nasıl güçlü bir tavır sergilenebileceğini gösteriyor bize.  Korkuya kapılmadan dimdik ayakta durabilmek ve sonuca layığıyla ulaşabilmektir esas gaye.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

CESARETİN AYDINLIĞI

Birkaç gün öncesiydi; kütüphanemde bir kitap arıyordum, o esnada çok önceden okuduğum Ruhsal Rönesans adlı kitabım gözüme ilişti. Kitabı elime aldım ve rastgele bir sayfasını açtım. Karşıma çıkan o cümleyi birkaç kez art arda okudum. ‘Cesaret bazen seçtiklerin değil vazgeçtiklerindir.’ Bu cümleyle rastlaşmam tesadüf olamazdı. Kitabın o sayfasına açmam ve bu cümleyle karşılamam… Bu cümlenin içindeki derin manayı yeniden hissetmem ve hissettiklerimi paylaşmam gerekiyor diye düşündüm. Bu yazımda anlaşılacağı üzere; ‘cesaret neye dairdir?’ konusunu işleyeceğiz.

Cesaret bazen seçtiklerin değil vazgeçtiklerindir. (Ruhsal Rönesans)

Cesaret, bütün korkulara rağmen bilinmeyene adım atmaktır. Cesaret, korkusuzluk demek değildir. Korkusuzluk, sürekli cesur ve daha cesur olunca ortaya çıkar. Cesaretin en uç deneyimi korkusuzluktur. Korkusuzluk, cesaretin sonsuz olduğu zaman ortaya çıkan güzel kokudur. Ama başlangıçta korkak ile cesur arasında pek bir fark yoktur. Tek fark: Korkak korkularına kulak verir ve onları izler. Ve cesur, onları bir kenara atıp ileri adım atar. Cesur insan, korkularına rağmen bilinmeyene adım atar. O, korkuyu bilir. Korku oradadır. İstediğini yapabilmenin gücünü, içinden geldiği gibi yapabilmenin hazzını, sadece o an öyle istediğimiz için öyle davranabilmenin rahatlığını bilsek yine de bu kadar korkar mıydık kendi isteklerimizden?

Kanadalı Psikolog S. J. Rachman korku ve cesaret konusuna yoğunlaşan bir bilim insanıdır. Diyor ki; ‘çoğu insan, cesareti, korkusuzluk olarak anlıyor.’ Oysa cesaret, stres ve korku karşısında direnmek, sabırla tahammül etmektir. Cesaret kişisel bir güç olup, daha az cesur olan kişilerin yapamayacağı durumlarda, bireysel harekete geçme becerisi olarak tanımlanabilir. Cesaret, çaresizliğe, zorluklara ve fiziksel tehlikelere yakın olmasına rağmen, harekete geçme yeteneğidir.

Korku, Danis Waitley tarafından “Korku; deneyimlediğimiz güçlü motivasyon aracıdır.” şeklinde tanımlanmıştır. Korku insana hayatı korumak için verilmiştir, yoksa hayatı zehretmek için değil.  Onun için insan korktuğu şeyleri yaparak korkuyu yenebilir. Korkuyu yenmek, korkuyu ortadan kaldırmak değildir; korkudan cesareti üretmektir. Cesaret korkmaktır, ama korktuğun şeyi yine de yapmaktır. Cesaret bir özgüven ürünüdür. Ne kadar özgüvenliyseniz o kadar cesur davranırsınız. Şuna da dikkat etmek gerekir ki, bilgi cesaretin kaynağıdır. Bilen insan temkinli olur, ama korkak olmaz. Sadece karar aşamasında alternatifleri düşündüğü için bazen hamle yapmakta gecikebilir. Buna “temkinli olmak” denir. 

Cesaret, bilinmeyen için bilineni riske atmaksa, tanıdık olmayan bir duygu ya da durum için tanıdık olanı; konforsuzluk için konforlu olanı, bilinmeyen bir varış noktası için herkesin bildiği göç yollarını terk etmekse eğer bunun için mutlak öz güven gerekir. Çünkü güvenliğin kıyılarını özgür iradenizle terk ediyorsunuzdur. 

Her seçimin bir vazgeçiş olduğu, bir kararla diğer olasılıklardan uzaklaştığını biliyor olmak; cesaret edip denemeyi güçleştirebilir. Ancak, aynı zamanda karar vermeyi göze almak inanmakla mümkün, inanmak ise güvenmekle. Umut edebilen insan daha cesurdur, daha cesur olabilen de daha başarılı ve kararlı.  Hepimizin yaşamdan türlü istek ve beklentileri var. Ancak bunların peşinden koşmazsak gerçekleşmeleri olası değildir. Yol ne olursa olsun, nasıl seçilirse seçilsin kıymetli olan yolda olmaktır. Önünüze engeller çıkacaktır, bu engeller sizin yanlış kararlar verdiğinizi göstermez. Vazgeçmek için kendinize işaretler aramak yerine arzunuzun peşinde olmanızın ve gösterebildiğiniz cesaretin keyfini çıkartın. Kendi geleceğiniz ancak kendinize inanma cesaretini gösterebilirseniz seçebilirsiniz. Kaygılar, korkular elbet olacak ama yaşam zaten onların eşliğinde ilerlemeye devam ediyor. Ancak, risk almayı göze alabilen kişiler yenilikleri keşfedebilir.

Einstein’ in, enerjinin E=mc2  formülünü hepimiz biliriz. Son zamanlarda bu formülün sırrının şu şekilde çözüldüğü söyleniyor: Enerji=Motivasyon X Cesaret2.  Formülün bu şekilde esprili açılımı bir yana, gerçekten de cesaret ile motivasyon yakından ilişkili iki kavramdır. Birbirini besleyen iki harekettir. Hayata ve kendine dair motivasyonun ne denli güçlüyse içindeki cesarete de o denli yakınsındır.

Cesaret duygusuyla, cesaretli olmak ya da olmamak şeklindeki davranış tercihlerimizle yaşamlarımızın birçok kademesinde karşı karşıya geliriz. Cesaretin farklı kulvarlarda farklı davranış şekillerine göre tanımlandığını görürüz. İnsanın kendi inanç ve değerlerini, düşünce ve kanaatlerini savunabilmesi ve taviz vermeden dile getirebilmesi şeklinde tanımlanan medeni cesaret hayatlarımızın hemen her aşamasında karşımıza çıkar. Biz medeni cesarete sahip miyiz? Kendimizi, kayıtsız şartsız kendimiz olarak ifade edebiliyor muyuz? Medeni cesaretin iş hayatlarımızda, aile ilişkilerimizde, arkadaşlık, dostluk hatta ikili ilişkilerimizde dahi yeri azımsanmayacak kadar mühimdir. Cesarete dair her bir tanımlama yaşanan durumlara göre değişiklik göstermektedir. İş hayatında cesaret, okul hayatında cesaret, sosyal ilişkilerde cesaret, aşkta, evlilikte cesaret.

Mutlu olmadığınız bir işe sahipsiniz. Ah, gidip yöneticinizle konuşabilseniz, memnuniyetsizliklerinizi dile getirebilseniz, olmadı, hiçbir şey düzelmedi mi, sizi mutsuz olan o işten ayrılabilseniz, tüm bunları yapacak içinizdeki cesareti ortaya çıkabilseniz… Alsanız elinize cesareti yeni fırsatların uzaklarda olmadığını göreceksiniz.  Bir tanıdığım, işinden öylesine mutsuzdu ki yüzünde bu mutsuzluğu görmemek mümkün değildi. Konuştuk onunla, korkularından, mutsuzluğundan bahsetti, birlikte korkularını, mutsuzluğunu şifalandırdık. Aradan kısa bir zaman geçmişti ki beni aradı ve cesaretini toplayıp istifa ettiğini anlattı. Sesinde huzuru, yüklerden arınmanın hafifliğini duyabiliyordum. Yaklaşık bir ay sonra ondan yeni bir telefon daha geldi. Sesi yine huzurlu ve mutlu geliyordu. Yeni bir iş bulmuştu, her şey tam da istediği gibiydi, mutlulukla, keyifle sahiplendiği bir işi vardı artık! Cesareti ona mutluluğu getirmişti. Cesaretli olabilmek için önce kendini şifalandıracaksın. Korkularını, mutsuzluklarını keşfedeceksin, her vazgeçişin yeni bir tercihe, yeni bir başlangıca açılan kapı olduğunu bileceksin, ancak böyle mutlak ferahlığa ulaşabilirsin.

İkili ilişkilerde cesaret! Sanırım bu konunun çetrefilli olmasının sebebi aşkın, sevginin çok yüce ve ağır bir duygu olmasından kaynaklanıyor. Öyle şeyler yaşanır ki, gün gelir o ilişki sonlanır. Taraflar cesaretle yollarını ayırır ve herkes yoluna gider. Diğer bir durumda ise; ilişkiyi kalbinde bitiren taraflardan biri diğerine arkadaş olarak ilişkilerine devam etmeyi teklif edebilir. Diğer taraf içinde duygular bitmemiş olabilir ve gelen bu teklifi bir gün onunla yeniden birlikte olabileceği düşüncesiyle kabul edebilir. İşte bu durum çok tehlikelidir. Kişi bile bile yıpranmayı, üzülmeyi, mutsuz olmayı kabul etmiş demektir. Çünkü, onun aklında ‘bir gün (!)’ düşüncesi vardır. Bu durumda kişi, onu kaybetmemek adına cesurca o ilişkiden sıyrılamıyor, kendini neredeyse değersizleştiriyor ve ilişkisini tarafı olarak onu istemeyen birine kendisini hapsediyor. İşte sonuç buraya varıyor. Zamanla kişinin kendisine duyması gereken saygıda yok olur gider. Neden mi kişi kendisine bunları yaptı? Kendi değerini hiçbir zaman bilmediğinden, kendiyle baş başa kalıp, kendine yetebilecek cesareti olmadığından. En çok da kendini sevmeye cesareti olmadığından…

Cesaretle attığım tüm adımlarım bana yeni erdemlerin varlığını öğretti. Edindiğim her bir öğreti beni ben yaptı. Yolum cesaretin ışığıyla aydınlandı…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BİLGE ADAM DER Kİ: ‘MELEKLERİNİN YÜZÜNÜ HEP GÜLDÜR!’ (2)

Yazımın birinci bölümüne dair yaptığınız kıymetli yorumlarınız, paylaşımlarınız için her birinize tek tek teşekkür ederim. Anlatacaklarıma hiç ara vermemiş gibi, kaldığım yerden aynı solukla devam ediyorum.

Yaşlı amcayı dinliyor, dinledikçe de farkındalık penceremde yeni ışıklar buluyordum. Oğlunun başına gelenleri anlattıktan sonra bana şöyle dedi: ‘Bu sokağa daha önce hiç gelmedim, bugün nedense ilk defa geldim.’ Sonra bana sordu: ‘Sen bu sokağa neden geldin? Hiçbir yere uğramadan direk benim yanıma geldiğini gördüm.’ Ona dedim ki: ‘Seni görmek için geldim, kalbim söyledi, ben de geldim.’ Eşi bulunmaz bu sohbetin ardından amcaya teşekkür ederek yanından ayrıldım. Birkaç gün sonra yine aynı sokağa gittim. Ama amca yoktu ne o sokakta ne de civardaki herhangi bir sokakta ya da caddede. Mesajını vermiş ve adeta sırra kadem basmıştı. Bunu gibi

Hayattan kimden hangi mesajı alacağımızı, kimin gerçek bilge olduğunu bilemeyiz. Hep denir ya; filanca kişi holding yönetiyor, o her şeyi bilir, ondan akıl alırsam çok iyi olur, ya da bir başka filanca kişi için okumuş, mevkisi iyi bilgisi de çoktur, ona danışmak en doğrusudur. Acaba bu iş gerçekten böyle mi? Öyle bir an gelir ki umulandan öte hiç ummadığınız kişiden alırsınız o çok ihtiyaç duyduğunuz aklı ve öğretiyi. Bu hiç umulmayan kişi, bir mendil satıcısı, bir simitçi, çiçekçi, temizlik görevlisi olabilir. Bu işleri yapan kişileri ayırt ettiğimden ya da herhangi bir sınıflandırmaya tabi tutuğumdan örnek olarak vermiyorum. Aksine insanları işlerine, mevkilerine ya da sahip oldukları paraya göre değerlendirmenin yanlışlığının anlaşılması için örnek veriyorum. Evet, hiç umulmayan insanların sizlere sunacağı nice bilgelikler olabileceğini kavrayabilmek çok mühimdir. Elbette size bilgeliklerini sunan insanlarla yapacağınız konuşmalardan sonra, dinlediklerinizi hayatınıza uyarlamak ya da uyarlamamak size kalmış bir tercih.

 Kimi zaman kişi iyi bir dinleyicidir ya da öyle gibidir.  Dinler, anlar, anlamlandırır ya da sadece dinler gibi yapar, anlamaz ve tabii ki de anlamadığı için de anlamlandıramaz. Hatta an olur kişi dinlediklerine ‘tamam, anladım’ der. Fakat sonra unutur dinlediklerini, egosunu yanına alır yoluna hiçbir kazanım elde etmeden devam eder. Mühim olan öğretilen her bir şeyi öğrenmek ve hayatına uygulamaktır. Ancak böylelikle gerçek değişim ve dönüşümü yaşayabilirsiniz. ‘Eğer öğrenci hazırsa öğretmen de öğrencinin ayağına gelir’ sözü boşa söylenmemiştir. Siz değişim ve dönüşümü gönülden isterseniz, buna hazırsanız hayat emrinize amade bir edayla öğretileri ayağınıza kadar getirir. Sadece istemektir esas olan, başka bir şeye ihtiyaç yoktur. İstemezseniz farkındalığa ermeyi, hayat önünüze sayısız bilgelik, öğreti, ışık da çıkartsa hiçbir şeyden nasiplenemezsiniz. Her bir güzellik siz ona uzanamadan öylece geçip gider. Değişemez, dönüşemez ve farkındalığa erişemezseniz hayatınız hep egoların gölgesinde başkalarını suçlayıp durmakla geçer.

Yaşlı amcanın oğlunun başına gelenler gibi, o yol senin değil benim, ben öne geçeceğim kavgası yani egoyla alınan kararlar her zaman insana zarar verir. Amca, oğlunun yanlış tavrı için ego dememişti, şeytana uymak demişti, amcanın lugatında belki de ego kelimesi yoktu, şeytana uymak vardı. Ego ile alınan kararlar insana zarar verir, bunun yerine sevgi ve ışık dolu bir yürekle alınan kararlar insana mutluluk, huzur verir. Bununla birlikte kalp sesini dinleyip, onunla yol almak da insana türlü güzelliklerin kapılarını açar. O gün kalbimi sesini dinlemem sayesinde o sokağa girdim ve ömrüm yettiğince unutmayacağım bir öğretiye kavuştum.  O sokağa girmek yerine mantığıma kulak verseydim, ana caddede alışverişimi bitirip, evimin yolunu tutsaydım ne o amcayı tanıyabilecektim ne yaşadıklarından haberdar olacaktım ne de benim için hazırlanan mesajı alabilecektim. Tüm insanlara açık bir kalbim olmasaydı, onunla hiç konuşmaz, bana ne faydası olur ne söyleyebilir ki diye düşünürdüm. Ama çok şükür ki kalbimin kapıları herkese ardına kadar açık…

Edindiğim tecrübelere dayanarak söylüyorum: ‘Işığını arttırdığınız sürece sizi kendi karanlık enerjisine çekmek isteyenlerin alanına girmiyorsunuz. Onların yollarından kendi yolunuzu ayırıp egonun varlığından arınıyorsunuz. Hayata dair imtihanlarınızı güçlü bir şekilde geçiyorsunuz. Karşınıza çıkan yüksek egolu insanlar yaptıkları sizin için bir sınav olabilir. Şayet o insanı yolun açık olsun dercesine bir edayla sevgiyle kendi yolunuzdan uğurladığınızda gerçekten ışığı seçmiş oluyorsunuz.’ Paylaşımlarımın hemen hemen tamamında belirttiğim gibi; değişim ve dönüşümün asıl kaynağı sizsiniz. Önce kendinizi fark edin, değişime, dönüşüme açık olun. Kendinizde yapamadığınızı başkasında asla yapamazsınız. Başkasını değiştirmeye çalışmayın, esas olan sizsiniz. İşe kendinizi yenilemekle başlayın. Siz yenilenirseniz, karşınıza da sizin gibi yenilenmiş, değişmiş, farkındalığı yüksek kişiler çıkacaktır. Unutmayın; ‘aynı kutuplar birbirini çeker.’

İnsanları iyi okumalıyız, onlara sadece bakmamalı, onları görmeliyiz. Ruhumuza kimin nasıl dokunacağına, nasibimizde hangi öğretilerin olacağına biz karar vermiyoruz, bu karar sadece Yaratana ait. Bana bu bilge amcayı tanımak nasip oldu, bende onun bilge ruhundan benim için hazırlanmış mesajı aldım.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BİLGE ADAM DER Kİ: ‘MELEKLERİNİN YÜZÜNÜ HEP GÜLDÜR!’ (1)

Periyodik olarak sizlerle küçük çocuğun anılarını paylaşıyorum. Bugün de büyümüş olan o küçük çocuğun yani şimdiki benin bir anısını paylaşacağım. Yakın geçmişte gerçekleşen bu olay bende yeri doldurulamaz muhteşem bir anı haline dönüştü. Zaman zaman hafızamı yoklar o anıyı tekrar tekrar tüm detaylarıyla yeniden ve yeniden düşünürüm. Bu anı her hatırıma geldiğinde yeni farkındalıkları da beraberinde getiriyor. Anımı sizlerde de farkındalıklar, ışıklar oluşturması dileğiyle her detayıyla kaleme aldım. Okuduktan sonra neler düşündüğünüzü, neler hissettiğinizi benimle paylaşmanızı arzu ediyorum.

‘Bilge adam hatalarından ders çıkarandır. Ama daha bilge adam ise başkalarının da hatalarından ders çıkarabilendir.’

“Geçtiğimiz Aralık ayıydı, yılbaşına bir hafta kadar bir süre kalmıştı. Malum yılbaşı denilince hediye alışverişi hepimizin aklına hemencecik düşer. Bende hediye almak için alışverişe çıkmıştım. Türlü mağazaların olduğu caddede kime ne hediye alacağıma dair zihnimde koşturan fikirlerle dolaşıyordum. Dolaştığım cadde dediğim gibi birçok mağazayı misafir ettiğinden yolumdan şaşmama gerek yoktu, çünkü aradığım her şeyi bu ana caddede bulabilirdim. Ne var ki kalbimin beni her zaman en güzele götüren sesini ve Allah’ın lütfettiği rehberlik hislerimi dinleyerek rotamı aslında hiçbir işim ve hiçbir ilgim olmayan bir ara sokağa çevirdim. Sokak ilginçtir ki, ana caddeden çok daha ışıklı ve aydınlıktı. Bilirsiniz yılbaşı zamanlarında genellikle ana caddeler süslenir ve sanki her an gündüzü yaşıyormuşçasına aydınlatılır.  Ama bu sokak ana caddeden daha çok aydınlıktı, ışıldıyordu. Öyle uzunca bir sokak da değildi, neredeyse birkaç adımda sokağın sonuna ulaşabilecek gibi bir his veriyordu size sokağın uzunluğu. Üç dört dakika kadar ağır adımlarla yürüdüm. Sağ taraftaki kaldırımda mendil satan yaşlıca bir amca gözüme ilişti. Boyu uzun, sakalları beyazdı, gözlerinin içinde parıldayan ışıklar vardı, o ışıklarla birlikte gözleri adeta gülümsüyordu. Hani denir ya ‘nur yüzlü’, sanırım bu söz, tam da bu amcaya yaraşırdı. Amcaya doğru yürüdüm, ama bu yürüyüşün sebebi ondan mendil almak değildi, ondan alacağım mesajdı. Kalbim ondan almam gereken mesaja doğru yürümemi söylemişti bana.

Sıcak bir merhabalaşmanın ardından koyu bir sohbet başlamıştı bile. Önce işlerden bahsettik, işlerinin nasıl gittiğini sordum. Öyle bir ses tonu vardı ki, onu dinledikçe daha da dinlemek, sesinin her bir tınısı hissetmek istiyordum. İnsanın yüreğinin derinliklerine dokunan, sakin ve huzurlu bir ses tonu vardı. Eşini kaybedeli altı yıl olmuş. Kayıplar herkesin içinde yaralar açıp, izler bırakır, amcadaki bu izi eşini kaybettiğini söylerken yüzünde beliren kederden, sesindeki tınıdan hissetmek mümkündü. Anlatmaya devam etti. Kendisini, işini, kazancını anlattı. İnsanların sahip olduklarına şükretmediğini söylediğinde, benimle aynı şeyleri düşündüğü için mutlu oldum ve sessizce, sadece gözlerimle ona teşekkür ettim. Söylediği üzere seksen dört yaşındaki bu amca sadece mendil satarak evine ekmek götürüyordu, tek geçim kaynağı buydu. ‘Ben mendil satarak geçinebiliyorsam, aç kalmıyorsam demek ki kimse aç kalmaz. Çalışana her zaman ekmek vardır. Şayet insanlar sevgiyle işlerini yaparlarsa, iş ayırt etmeksizin emek harcarlarsa mutlaka ekmek alacak paraları olur, tencerelerinde hiç değilse çorba kaynar’ diyordu. O huzurlu sesiyle anlatmaya devam etti: ‘İnsanlar aç gözlüler, şükretmek yerine hep daha fazlasını istiyorlar. Oysa sahip olunan şeyler az da olsa mutluysan, huzurluysan yeterlidir. Kanaatkâr olmak gerekir, eğer şükretmeyip, değer bilmezsen mutsuz olursun.’ Bu sohbet neredeyse sadece onun söylediklerinden oluşuyordu, ben adeta dinleyiciydim. Benden hiç bahsetmedik, sadece amca anlattı. Zaman ilerledi ve gitme vaktim geldi. Ona dedim ki: ‘Amca ben artık gidiyorum, bana söylemen gereken bir mesajın var mı?’ Bu soruyu sorarken, amcanın bana vereceği mesajın şimdi asıl sohbeti başlatacağını nasıl bilebilirdim? Sözlerine ışıldayan, gülümseyen gözlerini de şahit kılarak bana şöyle dedi: ‘Ne olursa olsun her zaman meleklerinin yüzünü güldür. Senin yüzüne baktığımda içindeki güçlü maneviyatın ışığını görüyorum. İçindekiler yüzüne yansımış. Henüz çok gençsin, hayatta yoluna taş koyacak, canını acıtacak insanlar olacak fakat sen her şeye rağmen içindeki sevgiyi ve ışığı vermeye devam et. Böylece meleklerinin yüzünü güldür. Ben tüm bunları sana neden söyledim?’

Amca mesajı bana vermişti ama anlatacakları bitmemişti. Önce bana: ‘Sana tüm bunları niye anlattım?’ diye sordu ardından da yaşadığı hikâyeyi anlatmaya başladı. ‘Benim bir oğlum var, çok iyi para kazandığı güzel bir işi vardı. Bir gün iş sebebiyle arabasıyla başka bir şehre gidiyordu. Yolda bir araba oğluma yol vermemiş ve arabasını sollamış. Oğlumda bu adam beni haksız yere soluyor diye öfkelenmiş ve kendi yolunda gitmeyip o arabanın yoluna girmiş, başlamışlar birbirlerini sıkıştırmaya. Maalesef oğlum şeytana uyup arabasını işte böyle hatalı kullanmış. Yol boyu yapılan sen ben kavgasının sonunda kaza yapmışlar. Karşı arabadaki adam öldü, benim oğlum kazadan kurtuldu ama felçli kaldı. Şimdi hiçbir yeri tutmuyor, öylece yatıyor. Hal böyle olunca işini de kaybetti. Şimdi ne oldu? Yanlış kişiye uydu, adam onu solladı diye hırs yaptı hayatını mahvetti. Karşısındaki haksızdı belki, ama olsun sonunda kötü şeyler olabilecek durum belliydi zaten, yoluna gitseydi ya! Onun için kızım, sonuna kadar haklı olduğun durumlarda bile ışık ve sevgi vermeyen insanlara hiç cevap verme, oradan arkana bile dönüp bakmadan uzaklaş, yoluna git. Sana bir babadan öğretici söz, dediğim gibi içindeki o melekleri ne olursa olsun hep güldür. Yaşadığın sürece hayatta bir sürü imtihanla karşılaşacaksın, bu imtihanları kibirle değil, sevgi ve ışıkla geç. O zaman kazanan hep sen olursun, böylece Allah’ın ışığı ve sevgisinden ayrılmamış olursun.’

Anlatacaklarım henüz bitmedi, şimdilik küçük bir ara, yazımın devamı bir sonraki paylaşımımda olacak. O vakte kadar anlattıklarıma dair düşüncelerinizi paylaşmanızı bekliyor olacağım.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com