İÇİNDEKİLER DAVRANIŞLARA YANSIR.

30 Mayıs 2023 tarihinde “İçi Başka Dışı Başka Olanlar” başlıklı bir yazı kaleme almıştım.

Aradan bir yıl geçti, dünyada çok şey değişti; çok mutluluklar çok acılar yaşandı ve yaşanıyor. İnsanlık sınavımız ise sürüyor. Daha iyi, daha erdemli olma yolunda ilerleyişimiz, çabamızla orantılı bir hızda sürerken bir yıl sonra, aynı konuya farklı örneklerle yeniden değinmek istedim çünkü insanlık sınavımız devam ettikçe yeniden hatırlamak ve kendimizle yüzleşmek zorundayız.

İletişim kurduğunuz insanları nasıl değerlendirirsiniz? Davranışlarıyla, söylediği sözlerle, kullandığı kelimelerle; öyle değil mi? Eğer biri size olumsuz davranışta bulununcaya kadar onu dış görünüşüyle değerlendiriyorsanız yanılma ihtimalini de her zaman göze almanız gerekir.

Bakalım o dış görünüşte neler var? O insan, son derece kültürlü, iyi bir konumda çalışıyor, kendini geliştirmiş, iyi yerlerde oturmuş, gezip görmüş, kıyafetleri gayet iyi. İçinin nasıl olduğunu görmediğiniz bu insan hakkında dışarıdan gördüğünüz özelliklerine göre değerlendirme yapıp puan vermeniz istense muhtemelen 10 üzerinden en az 8 veririsiniz. Ne demek istediğimi yaşadığım iki örnek ile daha ayrıntılı anlatmaya çalışacağım.

Bundan altı sene önce bir arkadaşımla konuşuyoruz; insanlar hakkında düşüncelerini anlatıyor. Bu orta yaşlı arkadaşım, hep dış görünüşe göre değerlendirme yapar. İnsanlarla ilişkilerinde maddi ya da manevi olumsuz bir olay yaşadığında hemen onları eğitimsizlikle, cahillikle, iyi yerde yetişmemekle suçlar. İşte o konuşmamızda böyle birkaç kişinin olumsuz davranışlarından bahsederken bana ilk sorduğu soru şu oldu:

“Onların eğitimi nedir? Hangi okulları bitirmişler?”

Ben de onun beklemediği bir cevap verdim.

“Siz,” dedim “zihninizde ‘eğitimli olan olumsuz bir davranış sergilemez,’ diye bir kalıp, bir takıntı veya bir şekil geliştirmişsiniz. Fakat söz ettiğiniz bu kişilerin hepsi de çok çok iyi eğitimler almış, çok yerler gezmiş ayrıca da sizin söylediğiniz gibi aydın görünen insanlardır.”

“Nasıl olur?” dedi şaşkınlıkla.

Hz. Mevlâna’nın sözünü paylaştım kendisiyle:

“Nice insanlar gördüm üzerinde elbisesi yok, nice elbiseler gördüm içinde insan yok.”

Onu şaşırtan şey bakış açısıyla ilgiliydi. İnsanları dış görünüşlerine ve toplumdaki konumlarına göre değerlendirme yanılgısına düştüğü gerçeğiyle ilk kez o gün yüzleşmişti.

İkinci örneğim ise içi ve dışı başka olan bir insanla ilgili. Yıllar önceydi. Eğitimi, giyim kuşamı, kültürü ve aydın düşünce yapısıyla dış görünüşü gayet iyi, diyebileceğimiz bu kişi, bir gün bir olumsuzluk yaşattı. Kendisine yanlış davranışta bulunduğu söyledim.

“Bu, senin ruhunu ve karakterini gösterir,” dedim.

“Sen Tanrı değilsin; beni ruhum yargılayacak,” diyerek tepki gösterdi.

Ben ona şu cevabı verdim:

“Tabii ki değilim, yargılama da yapmıyorum. Sadece senin içini gördüm ve yaptığın bu davranışın da içini yansıttığını biliyorum. Seni, yaptığın davranışa göre değerlendiriyorum. Sen bir insanı neye göre değerlendirirsin? Sana yapılan davranışa göre, değil mi? İşte ben de aynı şekilde davranışına bakarak değerlendiriyorum. Dış görünüşün beni ilgilendirmiyor.”

Söylediklerim hoşuna gitmemişti.  Çünkü dışarıdan görünen niteliklerinin aksine sözünün arkasında durmayan, inkâr eden, “Söylemedim” veya “Unuttum” diyerek bahaneler üreten bu insan samimi, açık, dürüst olmayan ruhuyla yüzleşmekten rahatsız olmuştu.

Birincide, gördüğüyle yargılayan; ikincide ise göründüğünden başka davranan bu iki insan örneği bize çok şey anlatıyor. İşte bu yüzden insanların içlerine bakmak gerekiyor. Dış sadece bir makyajdan ibaret… Elbette hem dışı hem de içi güzel nice insan var. Bu yazımda sadece ve sadece dış görünüşe göre değerlendirme yapmanın, ön yargılı davranmanın yanlışlığını belirtmek istedim.

İçte olan nedir? Kalbin ve ruhun güzelliğidir. Kalbi ve ruhu güzelleştiren nedir? Dürüstlük, sevgi, saygı, merhamet, vicdan, hoşgörü, sadakat, vefa, güven, yardımseverlik, paylaşımcılık, açık sözlülük, iyilik, görgülü, adaletli davranmak, hümanistlik, samimi olmak, vb. Bunların olmadığını görünce insanın aklına halk arasında kullanılan “Dışı başkasını yakar, içi beni yakar” sözü geliyor.

Hayatınızda hiç beklemediğiniz kişilerden olumsuz davranış gördüğünüzde kendinize sorarsınız “Ben ne yaptım ki?” Aslında sormanız gereken soru şudur: “Bu insanın dışına aldanıp içi de güzeldir, diye mi baktım?”

Mesela, takdir ettiğiniz siyasetçiler, spor kulüplerinin başkanları, şirket yöneticileri öyle bir davranış gösterir, öyle sözler söylerler ki yapıcı olmak yerine yıkıcı olmalarından rahatsızlık duyar “Hiç yakışıyor mu?” dersiniz. “O kadar aydın, o kadar tanımış biri bunu bu yaparsa hiç eğitim almayan insan neler yapar?” diye eleştirmeye başlarsınız.

İnsanların değeri ne giyim kuşamları ile ne malı, mülkü ile ne mevkisi makamı ile ne aldığı eğitim ile ne gezmesi ile ne kültürü ile ölçülür. Esas cevher ruh ve kalptedir. Ruh ve kalp ne kadar zenginse insan da o kadar kıymetlidir. Kişinin değerini ölçen yegâne unsur budur. Ruhu, kalbi boş olanın cüzdanı dolu olsa da bu hiçbir şeyi değiştirmez. İyilik, güzellik, doğruluk gibi kavramlar zenginlik ile ölçülmez.

Nice zengin, güzel kıyafetli insan vardır ki kalbi vicdan ve merhametten yoksundur. Böyle insanların ne kendilerine ne de diğer insanlara faydası vardır. Ancak nice kimse vardır ki üstünde ucuz, kalitesiz kıyafet; ilmiyle ve doğruluğuyla taş çıkartır. Kalp gözü açık olanlar, dışarıdan görünene asla önem vermezler,  kişiliğe ve karaktere bakarlar.

Değerli olan insanlıktır, doğruluktur, güzelliktir. Dünyasını bu temeller üzerine kuran bir insan en değerli insandır.

Çünkü insanı insan yapan da her zaman anılacak olan da ruhun ve kalbin güzelliğidir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın !..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BARIŞ BENİM İLE BAŞLAR – 13

Sevgili okuyucularım, bu ay ki “ho’oponopono” adı verilen bir arınma çalışmasını paylaşıyorum. Bu ay da farklı konular için aynı şekilde yapmanız gereken bu arınma çalışmasını dört madde hâlinde paylaşıyorum. Düzenli olarak yaptığınızda gerçekten kendinizde inanılmaz bir olumlu değişiklik göreceksiniz. Özellikle zihniniz, ne kadar berraklaşırsa o kadar huzurlu olur. En önemlisi berrak bir zihin her zaman doğru karar almanızı sağlar. Çünkü zihin olumsuzluklarla dolu olduğu zaman doğru karar bile alamıyorsunuz. Disiplin ve azimle yapılan çalışmalardan her zaman olumlu karşılık alınır. Çalışmaya geçmeden önce bununla ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum. Geçen ay bu bilgiyi paylaşmıştım fakat belki ilk defa okuyacak olanlar vardır. Onlar için yinelemekte fayda görüyorum.

Ho’oponopono yöntemi; karşımızdaki insanın yaşadığı bir sorunu duyduğumuz, öğrendiğimiz anda bizim sorunumuz olarak algılayıp kendi içimizde bundan arınarak karşımızdakini de arındırma yolunu öğretiyor. Sadece insanları değil her şeyi arındırıp temizlemenin yoludur bu. Olumsuz durumlardan kurtulmanın bir yöntemidir.

Ho’oponopono, Havai halkının kullandığı bir kendini arındırma yöntemidir. Bu yöntemi Joe Vitale’in kitabı “Zero Limit” aracılığı ile batı dünyasına tanıtan ve meşhur eden kişi Dr. Ihaleakala Hew Len oldu. Doktorasını Iowa Üniversitesi’nde yapmış olan Dr. Ihaleakala Hew Len, uzun yıllar Havai Devlet Hastanesi’nin suç işleyen akıl hastaları ile ilgilenen adli biriminde uzman psikolog olarak çalışmış. Hastalarıyla elde ettiği mucizevi sonuçlar çok ilgi çekmiş. Kullandığı yöntemler öyle etkiliymiş ki zamanla yatan hastaların tümü taburcu edilmiş, sonunda dört yıl içinde birim kapatılmış. Dr. Len’in kullandığı bu yöntem, 1982 Kasım’ından beri güncelleştirilmiş Ho’oponopono uygulaması yapan Hawaiili şaman Morrnah Nalamaku Simeona sayesinde ortaya çıkmış. Tüm dünyada bu yönteme ün kazandıran, öğrencisi Dr. Ihaleakala Hew Len ve Joe Vitale oldu.

Şimdi çalışmaya geçelim:

1) Gücümü kullanmaktan korkmama yol açan içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

2) İyi ve güzel şeyleri hayatıma kabul etmemi ve almayı bilmemi engelleyen içimde bana, aileme, atalarıma ait içimde her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

3) Bugün yaşadığım veya alanıma giren bütün düşük frekanslı enerjiler, veriler ve anılar içimde her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

4) Sevgiyi ve şefkati hayatımda doya doya deneyimlememi engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono “

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

Kaynak: Dr.Ihaleakala Hew Len ve Berna Özcan


Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

YARIM KALAN KAZANMA SEVİNCİ

Sevgili okuyucularım, on beş gün aradan sonra tekrar anı yazımızla birlikteyiz. Sandık bu, içinde her şey saklanır; sevinçler de üzüntüler de haykırılmış coşkular da kimseye söylenmemiş sözler de. Bakalım bugün sandıktan ne çıkacak?

Oldum olası spora âşığım, özellikle bütün futbol maçlarını takip ederim. Çocukluğumda mahalledeki erkek arkadaşlarım, ağabeyim ve kardeşimle futbol oynardık. Ortaokulda basketbol oynamama rağmen futbol tutkum hiç bitmedi. Hem Avrupa maçlarını hem millî takım maçlarını hem de lig maçlarını üstelik ikinci lig maçlarını bile takip eder, televizyonda yayınlanan maçların tümünü seyreder, mümkün olduğunca kaçırmazdım.

Ablam, müzik ve magazine ilgi duyar, Ses ve Hey dergisi alırdı. Ben onları okumazdım. Daha doğrusu ilgimi çekmezdi. Çünkü onların yaşantısı bana bir şey katmayacağı gibi zamanımı boşa geçirdiğimi düşünürdüm. Sadece sevdiğim müzikler olursa dinlerdim. Daha çok spor sayfalarını okurdum. Spor ile ilgili her şeyi takip ederdim. Hâlâ da öyleyim.

Futbol maçları ile ilgilendiğim için her hafta düzenli olarak ”Spor toto” oynardım. Kuponları bazen yatırırdım bazen yatırmazdım. Amacım para kazanmak değil o haftanın maç sonuçlarını bilmekti. Kendime bir istatistik tablosu yapmıştım. Hangi haftanın maçlarını bildiğimi takip ediyordum. O zamanlar sadece birinci lig değil ikinci lig maçları için de kupon doldurulabiliyordu. Ağabeyim ile oynuyorduk; her bir kolonu bir ben, bir ağabeyim dolduruyorduk. Genellikle 8-9 kadar maç sonucunu doğru tahmin ediyordum. Bazen 11’e kadar çıktığım da oluyordu. Spor toto oynarken sadece takımların performansını değerlendirmiyordum; kalbimin sesini, sezgilerimi de dinleyip oynuyordum.

Bir hafta yine kupon doldurdum fakat yatırmadım. Maçlar pazar günü bitince sakladığım kupona baktım. Gördüğüme önce inanamadım sonra hemen ağabeyimi çağırdım ve “Bilmişim,” dedim. Ağabeyim de baktı, evet, tam 13+1 bilmiştim. O zaman 13+1 bilen tam kazanmış sayılırdı. Kazanana iyi de para verilirdi. Tabii üzüldüm ama parayı alamadığıma değil sadece tüm sonuçları bildiğime dair kuponumun yayınlanmasını istediğimden. Bir yandan da çok sevinmiştim çünkü o hafta oynanan tüm maçların sonuçlarını doğru tahmin etmiştim. Aslına bakarsanız ilgilendiğim her spor dalında hedefim hep kazanmaktı ama para değil; takımları takip edip kazandıklarını görmek. O günden sonra da bir süre Spor toto oynamaya devam ettim, kuponu yine bazen yatırdım bazen yatırmadım ama sadece bir kez 13+1’i tutturdum.  Bir gün size, Avrupa’daki futbol takımlarını takip edip Avrupa ligine dair Spor toto oynadığım dönemleri de anlatırım.

Koyu Beşiktaşlıyım. Sınıftaki arkadaşlarım çoğunlukla Fenerbahçe takımını tutarlardı. Bana “Sen Kadıköy’de doğmuşsun, orada yaşıyorsun. Nasıl olur da Beşiktaş’ı tutarsın?” derlerdi. O dönemde Beşiktaş o kadar iyi oynuyordu ki sürekli lider olarak devam ediyordu. Şampiyon olmak için yeteri kadar güzel futbol sergiliyordu.

Ablam Galatasaraylı olduğunu söylerdi, ağabeyim ise Fenerbahçeliydi. Biz ağabeyim ve kardeşimle her hafta kimin kazanacağı konusunda önceden konuşur, tahminlerimizi birbirimizle paylaşırdık. Fakat en çok da bir Fenerbahçe hastası olan ağabeyimle futbol konusunda ayrıntılı konuşup değerlendirme yapardık. Babam, futbola çok uzaktı. Aslında ilgilenmesini isterdim çünkü babamla futbol hakkında konuşmayı çok isterdim.

Babamın aksine amcalarım futbola sıcaktı, o yüzden onlarla çok rahat konuşurduk. Fakat her konuda olduğu gibi futbolda da farklı düşünürdü ikisi de. Okulda velimiz olan ortanca amcam koyu Fenerbahçeli diğer amcam ise Galatasaraylıydı. İkisi bir araya gelip maç konuşmaya başladıklarında tuttukları takımların yanlışlarını söylemeden öyle bir savunmaya yaparlardı ki bilmeyen kardeş değil, rakip takımların yöneticisi olduklarını sanırdı. Aslında onların fanatikliği tuttukları takımın hatalarını görmemelerinden, hep haklı olduklarını düşünmelerinden kaynaklanıyordu. İşle ilgili meselelerde de öyleydiler. Hep kendilerini haklı görürlerdi.  Biri de “Hayır, ben haklı değilim bu konuda,” demezdi. Bu siyaset için de geçerliydi. Tuttukları partiye toz kondurmazlardı. İleri yaşlarda anladım, sporda da siyasette de ne kadar fanatik olduklarını.

Tutuğum takım kaybettiği zaman ben de üzülüyordum. Fakat biz kardeşler arasında öyle amcalarım gibi tartışma ve fanatikçe davranışlar olmuyordu. Sadece şaka olarak birbirimize takılıyorduk. Zaten aksi olsa babam karşı çıkardı. Çünkü babamın amcalarıma nasihatini hep duyuyordum, “Bir futbol takımı bir de siyaset yüzünden birbirinizi kırmayın. Ne gerek var?” diyordu. İkisi de babama, “Tabii sen futbolla ilgilenmediğin, Fenerbahçe’yi öylesine tuttuğun için öyle söyleyebilirsin,” diyorlardı. Hâlbuki babam onların tartışıp küs kalmalarını istemiyordu. Çünkü iş konusunda sık sık tartışıp küsüyorlardı, bir de böyle değmeyecek konular için birbirlerini üzmelerine üzülüyordu. “Bu sene senin takımın şampiyon olur, diğer sene başka takım olur. Ne var bunda?” diyordu. Bazen Beşiktaş yenildiğinde üzüldüğüm için babam bana da “Üzülme,” diyordu. O zaman amcalarıma hak veriyordum ve insanın elinde olmadan üzüldüğünü anlıyordum. Çünkü insan istiyor ki takımı hep başarılı olsun hep kazansın. Ama gerçek hayat öyle değildi ki.

Bazen de arkadaşlarım dalga geçiyorlardı benimle; Beşiktaş yenildiği zaman “Artık Fenerbahçe’ye transfer olursun” gibi sözler söylüyorlardı. “Yine bu hafta üzüldü,” diyorlardı ya da “Fenerbahçe’yi tut üzülmezsin.” Aslına bakarsanız kaybetmeyi kimse istemez. Ama önemli olan kaybederken de karşındakine saygı duyabilmek. Arkadaşlarımın takımı kaybettiği zaman ben onlara hiçbir şey söylemiyordum. Bazen kendi takımlarının maçları için aralarında iddiaya giriyorlardı. Beni de bu iddialaşmaya dâhil etmek istiyorlardı ama geri çeviriyordum çünkü iddiaya girmeyi sevmiyordum. Sadece kendi takımım kazandığı için seviniyordum ve bu bana yetiyordu.

Tutuğumuz takım veya siyasi parti için kimseyi kırmamak gerek. Babam bunu amcamlara söylerken çok haklıydı. İster futbol takımı olsun ister siyasi parti; tabii ki olumlu ve olumsuz yanları vardır. Nasıl ki bir insan olumlu ve olumsuz tarafları olduğunu fark ettiğinde öz eleştiri yaparak olumsuz yönlerini dönüştürüyorsa aynı şey takımlar ve siyasetçiler için de geçerlidir.

Herkes istediği takımı ve partiyi tutmakta özgürdür. Ancak takım veya parti tutmak, sevmek başka bir şey fanatik olup hiç eleştiri yapmamak başka bir şey. İnsanın açık görüşlü olup yeri geldiğinde tuttuğu takımı veya sevdiği siyasetçiyi eleştirmesi doğaldır. Sadece bir farkındalıkla bunu göstermek gerekiyor. Hâlâ “O siyasetçi, yok yapmaz öyle şeyler,” deyip iddia edenler var veya “Bu takıma hep haksızlık yapıldı,” ya da “Bu takımı hep korudular,” diye savunanlar var. Oysa objektif olarak değerlendirmek gerekir. Tabii ki kimse kaybetmek istemez ama kazanmak kadar kaybetmek de var ve insan en çok kaybettiği zaman öğrenir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BİLİNÇALTI KORKULAR DÜRÜSTLÜKTEN UZAK TUTAR

Sevgili okuyucularım 4 Ocak 2022 tarihinde “Açık ve Net Konuşmak Dürüstlüktür” başlığı altında yazdığım yazıda zamanı gelince bilinçaltındaki korkuların etkilerini yazacağımı belirtmiştim. İşte o zaman, geldi.

Birçok insan bilinçaltındaki korkularından dolayı dürüst davranışta bulunmaz. Daha doğrusu samimi davranmaz. Bu, yaşadığımız hayatın içinde çok karşılaştığımız bir durumdur; iş yerinde, evde, arkadaşlıkta, evlilikte vb.

Bilinçaltındaki korku öyle bir şey ki insana istemeyerek de olsa yalan söyletip dürüstlükten uzaklaştırır. Üstelik insan bunu korkudan yaptığını bilir.

Mevki, makam, ekonomik güç, köken ve inanış fark etmeksizin insanın insana ihtiyacı her zaman vardır. Aslında bir bütünün parçaları olduğumuzu düşünürsek bitki, hayvan dâhil doğadaki her canlının birbirine ihtiyacı olduğunu görürüz. Ama bu ihtiyaçların varlığı bizi dürüstlükten uzaklaştırmamalı.

İletişimde bulunduğumuz insanlara her daim açık olmak gerekiyor. Dürüst olmayı engelleyen, bizi özümüzden uzaklaştıran korkularımızın kaynağını bulup onu şifalandırmalıyız.

Örneğin insanlar çalıştıkları iş yerinde veya kendi işlerinde para kazanırken çaresizlikten dolayı yalana başvurabilir. Dürüstçe söylese belki işinden olacak, para kazanamayacak, evini geçindiremeyecek veya iş yerini kapatmak zorunda kalacak. Bunları yaptıran para ile ilgili; para kazanamamak, parasız kalmak gibi bilinçaltında yer etmiş korkulardır.

İnsanız; zaman zaman maddi veya manevi çaresizlikler yaşayabiliriz. Bu çaresizlik anında bile dürüst olmak gerekir. Çaresiz olduğumuzda bunu karşı tarafa açık olarak belirtirsek o zaten anlar. Ama anlamazsa da dürüstlükten vazgeçmemeli çünkü o kişiden yardım gelmese bile başka birinden mutlaka gelir. Çünkü ister evren deyin ister Allah, zaten sizin verdiğiniz enerji ile size o anda o yolun kapısını açar. Önemli olan sizin farkındalığa sahip olup yalan söylemeden açık olarak ihtiyacınızı söylemenizdir.

Bu konuyu yaşanmış örneklerle açmak isterim.

Maddi bakımdan çaresiz kalmış insan sizden geri ödemek üzere borç para ister, siz ihtiyacını görsün diye verirsiniz. Borcu alırken belli bir tarihte, örneğin bir hafta sonra ya da emekli maaşını alınca ödeyeceğini, üstelik söz verdiği tarihteki değeriyle geri ödeyeceğini söyler. Aslında sözünü tutamayacağını kendisi de bilir. Bunu yapmak yerine dürüstçe “Bu paraya ihtiyacım var ama ne zaman geri ödeyebileceğimi bilmiyorum” veya “Gücüm olduğunda ödeyeceğim,” dese siz belki vermeyeceksiniz. Verseniz bile onun istediği değil de bütçeniz ölçüsünde olacak ve o miktar da o kişinin işini görmeyecek. İşte burada o kişiyi dürüst davranmaktan alıkoyan bilinçaltındaki çaresizlik korkusudur. Sonra siz borcunu ödemesini istediğinizde ya inkâr eder ya ödeyecek gücü olmadığını söyler ya da söz verdiği değerinde ödemek yerine kendisini belirlediği kadarını öder. Oysa korkusunun farkında olup dönüştürse ve dürüst davranmış olsa siz vermeseniz bile evren ona başka yerden istediğini getirecektir.

Benzer durumla manevi destek konusunda da karşılaşabilirsiniz. Diyelim ki uzun süredir görüşmediğiniz bir arkadaşınız var. İncir çekirdeğini doldurmayan bir sebeple örneğin 3 ya da 5 yıl sizinle görüşmemiş, bu süre içinde siz birkaç kez ona doğru adım attığınız hâlde bir karşılık vermemiş. Bir bakarsınız manevi desteğe ihtiyacı olduğunda sizden o desteği ister. Üstelik de sizi koşulsuz sevdiğinden söz eder. Fakat siz, sevgiden değil ihtiyaçtan size geldiğini hissedersiniz. Çünkü koşulsuz sevgi olsa bunun için siz adım attığınız hâlde 3 veya 5 sene beklemez. Aslında yapmaya çalıştığı çaresizliğini sevgi sözleri ile örtmektir. Çünkü o anda istediği manevi desteği alamama korkusu vardır. Bu korku onu dürüstlükten uzaklaştırmıştır. Koşulsuz sevgiden bahsedip o kelimenin hakkını vermemek de ayrı bir dürüst olmama biçimidir. Ağzımızdan çıkan her bir kelimenin hakkını vermek gerekir. Sözlerimizle davranışlarımızın tutarlı olması gerekir. Bir başka örnek 40 senelik arkadaşı için kötü enerjisi ve kıskançlığında dolayı görüşmediğini bir başkasına dile getiriyor. Aynı zamanda o 40 senelik arkadaşını bir başkası ile buluştuğu zaman kendisinde gelmek istiyor ve onun çok sevdiğini söylüyor. Peki hem zarar verdiğini söylüyor hem de çok sevdiğini söylüyor. Bu zarar verdiğini yüzleşme yapıp yüzüne söyleyemediği için bu da kendisini cesaretsiz ve onu tamamen kaybedeceği için arkadan konuşup yüzüne gülen oluyor. Korkular insanı açık ve net konuşmak yerine sinsi davranışta bulunmaya açar. Cesaret her zaman dürüst olup açık ve net olarak insanların yüzüne söyler.

Aynı şekilde arkadaşlıklarda ve özel ilişkilerde bilinçaltındaki yalnız kalma, terk edilme ve kaybetme korkusuyla yalana başvurulur. Bu korkuya sahip insanlar dürüst ve samimi davranamaz. Ya sevmediği hâlde sevdiğini söyler ya içinden gelmediği hâlde sürekli kendinden fedakârlık yapar ya da kendisine uygun gelmeyen söz ve davranışlar karşısında kendi doğrularını savunamaz, kendisine yapılan yanlışları dile getiremez. Oysa korkularının nedenini fark etse ve dönüştürse bunlara katlanmak zorunda kalmaz.

İnsan kendi korkuları yüzünden karşı tarafa açık davranmıyor. Örneğin telefonla arayıp buluşmak isteyen arkadaşına dürüst davranıp konuşmak veya buluşmak istemediğini söylemek yerine bir bahane uyduran insanı buna iten korkularıdır. Bilinçaltında yatan yanlış anlaşılma veya reddedilme korkusu onu yalana yöneltmiştir.

Bir de sürekli başkalarından sevgi bekleyen, her isteğini yerine getirmek için abartılı çaba harcayan, her şeye “evet” diyen ve asla “hayır” diyemeyenler var. Onların temel korkusu da sevilmemek korkusudur.

İşinde başarısızlık korkusu insanı sürekli başkalarını suçlamaya iter. Kendisiyle yüzleşemeyen insan, dürüst olmayan biçimde başarısızlıklarını yükleyeceği bir kurban arar. 

Aile içi ilişkilerde de korkular insanın davranışlarına yön verir. Sevdiklerini kaybetme korkusuyla veya aile tarafından sevilmek için her isteklerine “evet” diyenler, “başkası ne söyler” korkusu ile kendinden çok fedarkârlık yapanlar ya da onaylanmamak korkusu yüzünden istemediği şeyleri yapmak zorunda kalanlar, gelecek korkusu veya parasız kalmak korkusuyla miras paylaşımında dürüstlükten uzaklaşanlar… Bunların hepsi insanı özünden uzaklaştıran, sözlerinde ve davranışlarında dürüst olmalarını engelleyen bilinçaltı korkulardır.

Kimi zaman da arkadaşlığınızdan faydalanmak için sizi sevdiğini söyleyen insanlarla karşılaşırsınız. Ama bir bakarsınız ki paylaşımlar tek taraflıdır, o arkadaşlık sadece karşınızdakinin kendi menfaati doğrultusunda yürüyor. Sizin korkunuz yoksa hemen bitirirsiniz. Karşı taraf ise sizi kaybetmemek için dürüst, açık ve samimi davranışta bulunmaz.

Kendimle ilgili de örnek vereyim. Şifa ve enerji çalışmalarıyla ilgili rehberlik verirken zaman zaman insanların ne amaçla geldiklerini açık ve samimi şekilde dile getirmediklerini gördüm. Bir bakıyorsunuz sizinle aynı eğitimleri alan ama o yetenekleri olmayan kişiler bu konularda başarısız olmamak, onay almak ya da kendisini kanıtlamak için sürekli size “Bende bu var”, “Ben şunu yaptım”, “Ben de hissediyorum” diyor. Ya da sizden rehberlik alır “Bana öyle gelmiştir, bende hissetmiştim”. O zaman öyle geliyorsa gelip niye soruyorsun. Aslında kendi başarısızlığını kabul etmemek ve yetersizlik korkusunu görmemek ve kabul etmemek için sürekli sizi ya aşağı çekerler ya da yaptığınız işi, emeği değersizleştirir, hiçe sayarlar.

İşte bu korkular insanı özünden uzaklaştırıp maske takmaya zorlar. Bu da insan ilişkilerinin en büyük sorunu olan iletişimde açık ve samimi olamamayı getirir. Korkular, sevgiyi içi boş bir kavram hâline getirir. Eğer bilinçaltındaki korkular dönüştürülürse o zaman gerçek sevgi ortaya çıkar. Yapılan davranışların, eylemlerin, söylenen sözlerin altında yatanın korkular mı yoksa sevgi mi olduğu anlaşılır.

İnsanın en büyük gelişimi kendine yaptığı yolculuk ve bu yolculukla ulaştığı sonuçtur.

Korkuların dönüşümü de bir insanın kendisine yaptığın en büyük yatırımdır ve bu yatırımın getirisi özgürce sevgiyi yaşamaktır.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

VAZGEÇEBİLMEK

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi “Vazgeçebilmek”

Bu kitabın yazarı olan; Guy Finley, Amerikalı bir kendi kendine yardım yazarı, filozof, ruhani öğretmen ve eski profesyonel söz yazarı ve müzisyendir. Guy Finley bu kitapta adım adım mutluluk ile aramızda dikilip duran o duvarı nasıl yıkacağımızı, vazgeçmemiz gerekenleri nasıl bırakacağımızı ve nasıl özgürleşeceğimizi anlatıyor.

Vazgeçebilmek’i okurken öfke, kin, kaygı, suçluluk duygusu ve daha pek çok olumsuz düşünceden arındığınızı fark edecek ve her sorunun cevabının yine sizin içinizde olduğunu göreceksiniz. Gerçek yaşam öyküleri, içten diyaloglar ve zihni çalıştıran sorular zaten içinizde barındırdığınız gücü ve duygusal özgürlüğü size geri verecek.

Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.

“…

Bu geride bırakmak değil.

Yalnızca mutsuzluk veren bir durumu ya da bitmek tükenmek bilmeyen acı duyguları geride bırakmayı istemek yetmez. Çünkü istekler, açan bir çiçek için sırada bekleyen arılar gibi birbirlerinin yerini alır, değişirler. İşte bu yüzden, geride bırakmanın tam olarak ne hakkında olduğunu derinden anlamak bizim için böylesine önemlidir.

Önce geride bırakmak hakkında ne bildiğimizle -ya da en azından neyi bilmemiz gerektiğiyle- başlayalım. Şu anda kadar neyin geride bırakmak olmadığını öğrenmiş olmalıyız. Bu zamanın haklı çıkardığı yaklaşım -bir şeyin ne olduğunu bulmak için, ne olmadığını keşfetmek- gerçeği bulmak için etkili bir yöntemdir. Tüm zamanların büyük sufileri, felsefecileri ve bilim insanları, önce neyin doğru olduğuna ulaşmanın değerini uzun süre önce anlamışlardır. Gelin, onların bilge öğütlerine uyalım ve geride bırakmaya, bu yeni yolla bakalım.

1.Geride bırakmak, neler olabilirdi diye düşünerek hüsran dolu hayallerle yaşamak değildir.

2.Geride bırakmak, başka birisinin hatalı olduğundan kesinlikle emin olmak değildir.

3.Geride bırakmak, hayali bir yeni zaferin sıcaklığıyla ısınırken, bir hayal kırıklığının küllerine bağlı kalmak değildir.

4.Geride bırakmak, eski bir soruna endişe içinde yeni bir çözüm aramak değildir.

5.Geride bırakmak, beklentilerini düşürmenin ağırlığınla yaşamak değildir.

6.Geride bırakmak, size geçmiş bağlılıklarınızı anımsatarak acı veren kişilerden ve yerlerden kaçınmak değildir.

7.Geride bırakmak, bir şeyi geride bırakmakla ne kadar doğru bir şey yaptığınıza kendinizi inandırmak zorunda olmanız değildir.

8.Geride bırakmak, sizin savlarınıza hak verecek zorunda olmanız değildir.

9.Geride bırakmak, kendinize güvenme çabasıyla, zihninizde konuşmaları prova etmek değildir.

10.Geride bırakmak, ne zaman isterseniz……..(boşluğu doldurun) geride bırakabileceğinizde ısrar etmeniz değildir.

Neyin geride bırakmak olmadığını ortaya koymak için araştırmamızı yaparken, üzerinse düşünmemiz gereken bir nokta daha var.

Geride bırakmanın, kendini kurban etmekle ya da kendi kendimize tasarladığımız kendini inkar eylemlerine her zaman eşlik ediyormuş gibi görünen, buruk ve küskün duygularla hiçbir ortaklığı yok. Yani kısacası, geride bırakmanın denetimle, bizimle ilgili meselelerin başkası tarafından yeniden düzenlemesiyle ya da ilişkilerimizde özgür olmaya çalışmakla hiçbir ilgisi yok. Aslında geride bırakmanın, sizin dışınızdaki bir şeyi bırakmakla hiçbir ilgisi yok.

Hepimiz, üzücü ya da endişe verici bir şeyi geride bırakmak zorunda olup da, bıraktıktan yalnızca bir an sonra kendimizi benzeri hüzünlü bir durumda bulacağımızdan emin olmanın nasıl bir şey olduğunu tam olarak biliriz. Bu kişiyi seçmemiz, bizi sonu olmayan ilişkilere sürükleyen yalnızlığımızı sonlandırmaz. Bu geride bırakmak değildir. Yalnızca boşluğu beklemeye almayı başarmış oluruz. Birisinden ya da bir şeyden uzaklaşmak için işimizi değiştirerek yollara düşmek, çatışmamızı ortadan kaldırmaz. Bu yalnızca, ne zaman kendimizi tehdit altında hissetsek yüzeye çıkan kaçınılmaz kızgınlık duygularını erteler. Kızgınlığımız bizi duyarsız bir dünyadan korumaz. Bu kızgınlık, duyarsızlığın ta kendisidir.

…”
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

GENÇLİĞİN İLK ADIMI: ERGENLİK

Sevgili okuyucularım, anılara iki hafta aradan sonra devam edelim. “Çocuk” demiyorum artık; ortaokula birinci sınıfa giden, yetişkinliğe giden yolun başındaki ergen, sandıktan bir anıyı daha serbest bırakıyor.

Çocukluktan çıkıp yetişkinliğe doğru ilerlerken en sancılı yaşlar ergenlik dönemi. İnsanın kendisini çocuk gibi görmediği fakat ebeveynine göre hâlâ çocuk sayıldığı yıllar. Sancıyı yaratan ise yeri geldiği zaman çocuk olarak görmeleri ve o kategoriye koymaları, yeri geldiğinde ise ergenlik kategorisine koyup ona göre davranmanızı beklemeleri.

Yarıyıl tatili bitmiş, ikinci dönem başlamıştı. Alışılageldiği üzere okulda herkes birbirine tatilinin nasıl geçtiğini soruyordu. Ben yalnızca okula birlikte gidip geldiğim yol arkadaşlarımla paylaştım tatil anılarımı. Onlardan da Gizem hariç diğer iki arkadaşım anlattı. Gizem’in hem çok sessiz olduğu hem de pek anlatmak istemediği için paylaşmadığını biliyordum. Sınıfta ise bazı arkadaşlar tatillerinin nasıl geçtiğini anlattılar.

Bana sorulmadıkça ve kendime yakın hissetmediğim arkadaşlarıma kendimle ilgili şeyleri anlatmam. Aslında paylaşmayı, anlatmayı, dinlemeyi severim ama bazı arkadaşlar farklı algıladıkları ve düşünceleri farklı olduğu için diyalogum azdır; daha doğrusu mesafelidir. O yıllarda da öyleydi, sezgilerimi dinleyip öyle arkadaşlık yapardım. Sınıfta, herkesle arkadaşlık yapayım, diye bir düşüncem yoktu. Hep kendime yakın olanı seçerdim.

Mesela sınıfta Funda adında bir arkadaşım vardı, o, diğer sınıflardan arkadaş edinir, onlarla konuşur, bana “Sen de gel bak şununla arkadaşlık yapıyorum sen de yap. Okul çıkışında bir yere gidip otururuz,” derdi fakat ben istemezdim. Çünkü onların ilgilendiği konular pek bana uymuyordu. Bir de ben okul çıkışında aileme haber vermeden herhangi bir arkadaşımla bir yerlere gidip onları merak içinde bırakmazdım. Çünkü babam, “Her daim ne yaparsanız yapın dürüst olun, yalan söylemeyin,” diyerek daha ilkokul çağımızda dürüstlüğü öğretmişti bize.

Ayrıca okul dışında vakit geçirmek yerine eve gidip derslerimi çalışmak ve televizyon seyretmek istiyordum. Özellikle kültür yarışmaları, aile ile ilgili öğretici programlar ve spor programları en çok ilgimi çekenlerdi. O tarihlerde bir de Avrupa buz pateni şampiyonası yayınlanıyordu, onu seyretmeyi çok seviyordum. Ablam da seviyordu; bazen ablam evdeyse ve müsaitse birlikte seyrediyorduk. Zamanımı hoşlandığım şeylerle geçirmek bana keyif veriyordu. Okulda da teneffüste diğer arkadaşlar toplanıp konuşurken ben onlara pek katılmaz, basket topunu alıp bahçede basket oynardım.

İkinci dönemin ilk günleri hızla geçiyordu. Yine kar yağmıştı. Okula trenle gidiyorduk ve bir gün kar nedeniyle tren saatlerinde aksama oldu, derse geç kaldık. Anneme anlattım, tekrar geç kalmamak için okula yürüyerek gitmek istediğimi söyledim. Okulun yaya güzergâhı biraz ıssız olduğu için annem tek başına gitmemi istemedi, “Yok, sen daha çocuksun,” dedi. Ben de “Anne, şimdi çocuksun diyorsun. Yeri geldiği zaman büyüdüğümü, ergen olduğumu söylüyorsun,” diye sitem ettim.

Annem, cesaretli olduğumu biliyordu; ilkokul birinci sınıfta kendi başıma gidip doktora iğne yaptırdığım için şimdi de yol karanlık ve ıssız olsa da korkmadan gideceğimden emindi. Annem bu isteğimi babama söyledi, babam “Arabayla biz bırakırız,” dedi. Ben karşı çıktım çünkü o yaşta birisi beni okula götürsün istemiyordum. Kendi başıma halledeceğim biliyordum. Fikrimi diğer yol arkadaşlarıma söyledim. İlkokuldan beri arkadaşım olan Derya kabul etti. Onunla beraber birkaç gün okula yürüyerek gidip geldik. Hem yürümeyi sevdiğim hem de anlaştığım arkadaşımla konuşa konuşa gidip geldiğim için o birkaç günden çok keyif aldım.

Bu arada kar yağışı olunca babam en çok lastik zinciri satıyordu. Kış olmadan bu zincirleri müşteriye vermek için önceden ithal ediyordu. Tabii karlı günlerde iş daha yoğun olduğu için ağabeyim okul çıkışında hemen babamın yanına gidip yardım ediyordu. Bazen annem ağabeyime “Hava soğuk, gitme,” diyordu fakat ağabeyim çalışmayı seviyordu, kendi isteği ile gidiyordu.

Çocuk veya ergenlik yaşındaki insan bir şey yapacaksa bu, kendi isteğiyle ve mutlu olacağı şekilde olmalıdır. Ne aile ne başkası zorlamamalı, engel koymamalı. Aslında hayatın her dönemi için böyle olmalı. İnsan mutlu olduğu şeyleri yaparsa etrafındakileri de mutlu eder. Yapmak istemediğiniz şeyleri başkalarının zorlamasıyla yaparsanız hem mutsuz olur hem de etrafınıza mutsuzluk yayarsınız.

Bazı arkadaşlarımın sohbetleri bana uymuyordu. Toplanıp yaptıkları tek şey ya öğretmenler ya da başka arkadaşlar hakkında konuşmaktı. Bunlar hoşuma gitmiyordu. O ortamda bulunmak istemiyordum. Zamanımı böyle boş şeylerle harcamak yerine spor yaparak, televizyon seyrederek, kitap okuyarak geçiriyordum. Arkadaşım bana, “Neden bizimle cafeye gelip oturmuyorsun?” dediği zaman onu kırmayayım, ayıp olmasın, hakkımda ne düşünecek, diye düşünüp o mutsuz ortama katılsam eve mutsuz bir şekilde gidecektim. Bu sefer ailem yüzümden anlayıp “Ne oldu?” diyecekti. Çünkü aileler her zaman çocukların mutluluğunu ve mutsuzluğunu bilirler.

Aslında insan her zaman özünde kalarak hayatı boyunca gayet mutlu yaşayabilir. Mesele ne istediğini bilmektir. Ben de ne ile mutlu olacağımı biliyordum ve açık açık söylüyordum. Zaten arkadaşım bir daha beni çağırmadı; sinemaya veya hafta sonu cafeye gittiklerinde. Çünkü ben baştan söylemiştim. Hafta sonu yalnız kalacağım, diye üzüntü yaşamıyordum. Aksine yalnız olmaktan keyif alıyordum. Zaten pazar günleri de babamla geziyorduk. Babam,” Pazar günü kimseye söz vermeyin, birlikte gezeceğiz,” derdi.

Etrafınıza her zaman açık ve samimi olursanız daha rahat edersiniz.

Her şey gönlünüzce olsun!..
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

GÜNÜMÜZÜN KAYGILARI

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

Kasabanın birinde zengin bir tüccar yaşarmış. Öleceği vakit vasiyetinde: “Ben mezara konulduğum gün kim gelir benimle bir gece mezarda kalırsa ona servetimin yarısını bırakacağım” demiş.
Çoluğu çocuğu, akrabaları servetin yarısı bırakılmasına rağmen bunu yerine getiremeyeceklerini düşünüyorlarmış. Kısa bir müddet sonra adam ölmüş.

Adamın vasiyeti kasabada zaten meşhurmuş. Bunu duyanlardan biri de kasabanın en ücrâ köşesinde yaşayan hamalmış. Adamın öldüğü haberini duyunca yakınlarına kendisinin bir gece mezarda kalabileceğini söylemiş. Bunun üzerine cenaze merasiminden sonra hamalı da adamla birlikte kabre koymuşlar.

Hamal: “Zaten bir tane ipim bir tane de küfem var. Kaybedecek bir şeyim yok. İyi ettim de bu adamla buraya girdim. Çıktığımda kasabanın hatırı sayılır insanlarından biri olacağım” diye düşünüyorken bir gürültü kopmuş ve dünyada daha önce hiç karşılaşmadığı yüzlere orada rastlamış.

Gelen melekler aralarında konuşuyorlarmış: “Bu ölü olan zaten elimizde. Onu istediğimiz vakit hesaba çekebiliriz. İlk önce şu canlı olandan başlayalım”.

Adam tir tir titriyorken başlamış melekler peş peşe sorular sormaya: “Söyle bakalım ey falan oğlu filan. Küfenin ipini nereden buldun? Satın aldıysan ne kadara aldın? Kimden aldın?
Aldığın kişiyi dolandırdın mı? Hakiki değerinde mi verdin ücretini?”
Adamın dili dolanıyor sorulan sorulara cevaplar bulmaya çalışıyor, ancak o cevap verdikçe ip ile ilgili bir başka soru ile karşılaşıyormuş.

Gün ağarırken zengin adamın akrabaları gelmiş ve adamı mezardan çıkarmışlar. Sonra: “Artık kasabanın sayılı zenginlerindensin. Anlat bakalım bir gece mezarda kalmak nasıl bir duygu?” demişler.
Hamal: “Aman, lanet olsun! İstemiyorum! Bütün mal mülk sizin olsun!

Ben bir ipin hesabını sabaha kadar veremedim, o kadar malın hesabını kıyamete kadar veremem herhalde…’’

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com