“SANA NERELİ OLDUĞUN SORULDUĞUNDA ASLA BİR MEMLEKET ADI SÖYLEME, DÜNYANIN BİR İNSANI OLDUĞUNU UNUTMA.”

Dünya insanı kavramını da belki de ilk kullanan kişi Epiktetos’tur. Bu bir yere ait olmamakla ilgili olduğu gibi aynı zamanda dünyanın içinde her yerde kendine bir yer bulabilmek, orada yaşayabilmek, yalnız hissetmemekle ilgilidir. Ama zaten Tanrı’dan bir parçayı içinde taşıyan insan hiçbir zaman yalnız değildir. En büyük yoldaşı  O’dur. Epiktetos insana dünyada bir başına olmadığını, olmaması gerektiğini, toplumun bir parçası olduğunu sürekli hatırlatmaktadır.

“Bu hatta tek başımıza mıyız? Herkesten ayrı? Bir ayağı sadece ayak olduğunu düşünün. Çamurda yürür, dikenlere dolanır ve bazen gerektiğinde bütün bir vücudun iyiliği için kesilir. Yoksa zaten o artık bir ayak değildir, görevi yeri geldiğinde kesilmektedir. Bazen biz de bir ayağız.

Kimisi kendini duvarların, evlerin arkasına saklayabilir. Kendisini karanlığa gömebilir. Saklanmanın pek çok yolu vardır. Bazısı kapısını kapar ve biri gelecek olursa gittiğimi söylersiniz der. Ama gerçek bir kinik bunların hiçbirini yapmaz. Bunun yerine kendini tevazu ile sarmalar: Yoksa utanacak ve açık gökyüzünün altında çıplak kalacaktır. Bu onun evidir, bu onun kapısıdır, bu onun kapısında bekleyen insandır ve bu onun karanlığıdır!

Bu dünya büyük bir şehirden ibaret. Bazı yerleri diğerleri daha iyi olabilsin diye yok oluyor, bazıları yer değiştiriyor, bazıları boyun eğiyor. Ama en nihayetinde hepsi dostlarla, doğanın birbirine bağladığı insanlarla dolu.

Sen nesin? Bir insan. Kendi başına sağlıklı ve zengin bir şekilde yaşaman doğal olandır. Ancak toplum içinde bir adam olarak gün gelir hasta olursun, gün gelir denizde bir kahraman olur, hatta belki bütün için erken bile ölürsün. O halde neden yakınıyorsun? Bir ayak bedenden ayrılırsa artık ayak değildir. Ve sen de eğer toplumdan ayrılırsan artık bir insan olmazsın. Peki bir insan nedir? Bir şehrin parçası. Hem vücudumuzun hem de bizi sarıp sarmalayan bir dünyada bizim ve diğerlerinin başına bir şeyler gelecektir. O halde payına düşen başına gelenleri anlatmaktır”

Epiktetos şüphesiz bununla topluma faydalı olmayı vurguluyordu. Toplum bir vücut gibi düşünülecek olursa her bir insanın bu vücudun bir uzvu olduğunu söylüyor ve buna uygun hareket etmesini söylüyordu. Ancak çok önemsediği bir ayrıntı vardı. O da aslında her insanın ağzına konan kelamın Tanrı’dan geldiğiydi.

“Benim sana söylediklerimi eve gidip düşündüğünde kendine şunu söyle: ‘Bana bunları söyleyen Epiketos değil. O olamaz. Hayır. Bana bunları söyleyen onun aracılığıyla cömert Tanrı’dır.’ Doğru, eğer bir karga geliyor ve sana gagasıyla bir şey söylüyorsa bunu söyleyen karga değildir, karga aracılığıyla sana haber gönderen Tanrı’dır. Tanrı sana bir şeyi söylemek istediğinde bir insana bunları söyletecektir.”

Epiktetos toplum içinde nasıl davranılması gerektiğine dair de öğütlerde bulunuyordu. Onun felsefesinde kimse birbirinden daha üstün ya da daha aşağı değildi. Zihnine önem verdiği, kendini geliştirdiği sürece herkes kıymetliydi. Maddi koşullar onları bir göstermiyor olabilirdi, ama zaten Epiktetos’a göre bu bir ölçüt de değildi. En nihayetinde kendisi bir köle olarak dünyaya gelmiş, ancak düşünceleri sayesinde önce kendi içinde sonra da toplum içinde özgürleşmişti.

“Benim neyim eksik?” diye soruyorsun.

Neyim mi eksik? Zihninin kararlılığı. Doğanın sana verdiği sakinlik.

Benim umurumda olmayanlar senin umurunda. Senden daha zenginim: Sezar benim hakkımda ne düşünecek diye endişelenmiyorum. Kimseyi övüp durmuyorum. Altınlar ve gümüşler yerine sahip olduğum şey bu işte. Senin altınların olabilir ama mantığın, ilkelerin, kabul edilmiş görüşlerin, eğilimlerin ve arzuların sadece kilden.

Kendine yapılmasının istemediğini bir başkasına yapma. Köle olmak istemiyorsan, o zaman başkalarını da köleleştirme.

İnsanlar seni hakkında iyi şeyler söylesinler istiyorsan onlar hakkında iyi şeyler söyle. Onlar hakkında iyi konuşmayı öğrendikten sonra onlara iyilik yapmayı öğren.”

Ancak ne olursa olsun, her şeyden önce gelen insanın kendini geliştirmesi, kendini bilmesiydi; ancak o zaman toplum içinde de değerli olabilirdi.

“Nasıl ki bazı şarkıcıların sesi sadece korunun içinde güzeldir, bazıları da yalnız olmaz.

Koronun içinde kaybolacağına kendi başına yürümeye ve sadece kendinle konuşmaya çalış. Uzun uzun düşün, etrafına bak, hareket geç ve kim olduğunu keşfet!

Kimse bir başkasının karakterini şekillendirmez. Kimse beni iyiliğe ya da kötülüğe teşvik edemez. Ben kendimin efendisiyim ve ne olduğuma ancak kendim karar veririm.”

Epiktetos Kitabından

 

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com 

ULAŞILMAK İSTENEN

Dua dolu öyle çok söz söylenmiş, öyle çok yakarışta bulunulmuştur ki bolluk bereket yaşansın, yokluk gelmesin diye. Kimi söylemler toprak için, kimi söylemler evlerimizin mutfağı, rızkımız için, kimi söylemler ömürlerimizin bereketli olması için olmuştur. Peki ya yüreklerimizin bereketi…

Hepimiz isteriz ve dileriz ki evimiz aşsız kalmasın, istediğimiz malı mülkü edinelim, eksiksiz yaşantılar sürelim.  Asıl olan şu dur ki; sahip olunacak en büyük akarlar, mülkler bereketi içinde barındırmıyorsa kül olup gider. Değdiği yerler yeşermez, mutlak faydaya ulaşmaz. Ne sahibine ne de ondan rızıklanacak kişilere. En küçük akarımızda varsa bereket; değdiği yerler yeşerir, bollaşır, faydası hem sahibine hem de yeni rızık sahiplerine bolluk ulaşır.

Bereket, bolluk; elbette lütuftur ve herkese sunulmaz. Hele ki sevgiden yana berekete ve bolluğa sahiplik eden bir gönül her kapıda bulunmaz. O gönül ki, engin bir derya gibidir. Ne sevgisini paylaşmaktan ne de sahip olduğu maddiyatı paylaşmaktan asla geri durmaz. Paylaşmak hiçbir şeyimizi eksiltmez aksine yeri her zaman daha fazlasıyla dolar. Sorun kendinize sevgiyi paylaştık diye sevgimiz mi azalır(?), yüreğimiz mi kurur(?). Bunların olması mümkün bile değildir, o yürek ki; bereketli pınar gibidir, içmekle eksilmez.  Maddiyata gelince… paramızı paylaştık, ihtiyacı olan birini mutlu ettik… Evet reel olarak o ancak eksilmeye geçtik. Ama biz bir hayata umut olduk, onun mutluluğu, duası bize öyle kapılar açacaktır ki, bizim eksilenlerimizin yerine mutlaka ve mutlaka fazlası gelecektir, yeri dolacaktır. Paylaşılanlar için birçoğumuzun diline pelesenk olan “Allah yerini doldursun” diye bir dua vardır. Bu dua boşa edilmez ve sonsuzcasına kabul olmuş ve olmaya devam eden en güzel duadır.

Yüreklerimizin bolluğunu bereketini açalım bütün canlılara, asla cimrilik yapmayalım.  İşte çoğumuzun kaçırdığı detay burada gizli cimrilik her daim yokluğu getirir. Bu yokluk başta kendimize dokunur beraberinde de dünyamıza. Yaşantıların güzellikleri bir bir yitip gider. Başlangıçta her şeye sahip olduğumuzu düşünürüz. Ben duygusu büyüdükçe büyür, esas olan kişi biz oluruz. Dünya sadece bizim için dönüyor, her bir yaratılan bizim için varmış gibi gelir. Sanırız ki sınırsız bolluk, bereket içinde yaşıyoruz. Oysa gerçekle yüzleşmek çok yakındır. Ya bugün ya da yarın gelir o gerçek. İşte o andan sonra cimrilikten, varlığı karanlığa düşmüş olarak yapayalnız kalıveririz. Kimilerimiz “neden ben bu hale düştüm” diye sorar kendine. Kimilerimizse bunu kendine sormanın uyanışına dahi erişemeden yok olur gider. Eğer şanslıysak, bir umut varsa yüreğimiz için o soruyu sorabiliriz kendimize ve şayet bu sorunun doğru cevabını verebilirsek, işte o andan itibaren yeniden aydınlık yoluna girebiliriz.

Her şey birbirini takip eden bir sarmaldır. Bolluk bereket dedik ve oradan cimriliğe kadar geldik. Çünkü bir durum beraberinde yüzlercesini etkileyerek ilerler. Bereketli, bolluk içinde bir ömür istiyorsak eğer önce yüreklerimizi arındırmalıyız. İçimizde var olan ve belki de varlığından bugüne değin haberdar olmadığımız paylaşma eylemini gerçekleştirmek için adım atmalıyız. Sahip olduklarımızın cimriliğini yapmamalıyız. Başlangıçta sevgimizi, mutluluğumuzu, umutlarımızı paylaşmalıyız, maddi imkanlarımızı olabildiğince ihtiyaç duyanlara ulaştırmalıyız. İşte o zaman bereket ve bolluk kapıları ardına kadar bizim için açılacaktır. Bundan hiç şüpheniz olmasın. Hayat çok kısa, sonun kimin için ne zaman geleceğini hangimiz bilebiliriz?

Unutmayalım ki gülen yüzümüz, gülen sözümüz nice gönüllere merhem olur, nice umutları filizlendirir yeşertir. Paylaşacağımız bir parça aş nice sofralara nimet olur, yokluğu ortadan kaldırır. Zor olan şeyler değil bunlar sadece temiz ve aydınlık yürek her türlü güzelliğe ulaşmamızı sağlar. Yüreklerimizdeki sevginin mucizesine inanın. Bereketimiz bolluğumuz sonsuz olsun…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ESAS OLANA DOĞRU

Yüzyıllardır birçok bilim adamı, filozoflar, felsefeciler, düşünürler madde ve maneviyat çizgilerinin üzerinde dans edercesine fikirlerini açıklamışlar. Bu fikirler üzerine de yüzlerce sayfalık değerleri tartışılmayacak makaleler, kitaplar yazmışlar. Her bir düşünce şekli kimi zaman bir diğeri çürütmek adına çalışmış, kimi zaman sadece kendilerini ortaya koymuş, kimi zamansa farkında olmaksızın ortak payda da buluşmuşlar.

Maddeci bakış açısında maddesel realite ön plandadır. Şöyle ki;“her şeyin maddeden oluştuğunu ve bilinç de dahil olmak üzere bütün görüngülerin maddi etkileşimler sonucu oluştuğunu öne süren bir inanışa sahiptir.

Maneviyatçı bakış açısı ise çok boyutlu bir olgudur. “Madde ve mana bütünlüğünün esas olması üzerinde durur ve buradan hareketle bütüne ulaşır. 

Benim niyetim hiçbir düşünce şeklini yermek değil, sadece kendi bakışımı anlatmak. Yaşanmışlıklar ve günümüze bakarak ulaştığım olguları ve düşünceleri paylaşacağım. Ben her zaman esas olanın maneviyat olduğuna inanarak yaşadım ve gördüğüm her bir yaşanmışlık örneği bana bu düşünce şeklimin ne kadar doğru olduğunu gösterdi.

Madde elimde olan, maneviyatsa ta derinlerde, yüreğimde olandır. Yüreğim dediğim; “aklın ve maneviyatın tek bir merkezde toplanıp, iç içe geçip bir bütün olduğu yerdir”.

Sebep ve sonuç zincirleriyle harmanlanmış hayatımızda kimi zaman yaşananlardan ötürü kopmalar, devinimler, değişimler, farkındalıklar meydana gelmektedir. Her bir durumda bizlerde yeni hissiyatların oluşmasına yol açmaktadır. İnsanlar öyle bir yapıyla yaratılmıştır ki; kişinin bireysel hissiyatları sadece kendine değil, etrafında ki o büyük halkaya sirayet eder. Kişinin olumlu ya da olumsuz her hangi bir durumu sadece kendinde yankılanmaz etrafındaki o halkaya da ulaşır. O halkada da birey kendi halkasındakini etkiler, o da bir diğerini. İşte böylece sarmal büyüdükçe büyür. Ne kadar temiz ne kadar teslimiyeti esas almış bir yüreğe sahipsek o ölçüde varız demektir.  Teslimiyet için inanmak gerekir. Yaratana inanç esastır ve teslimiyet için tevekkül gereklidir. Durmayacağız, şayet hayatın karanlık döngüleriyse karşımıza çıkan, onları bertaraf etmek, aydınlatmak için uğraşacağız, çalışacağız ve karanlığın yerini iyiliğe teslim edeceğiz.  Kalplerde ki karanlık tarafları yok edip manevi temizliğimizi yapacağız. Bu yenilenmeyi önce kendimize sonrada etrafımızda ki o halkalara borçluyuz. Tam da burada karşımızda maneviyat olusunun içinde ki bütünlük çıkıyor. Hiçbir oluş tek bir şeyin için etkin değildir. Bildiğimiz ya da bilmediğimiz hatta bilemeyeceğimiz birçok şey için etkindir. İşte her bir insan böylesi bir büyük bir sorumluluğu üzerinde taşır.  Bu durumda yapılması gereken kişinin kendini bilmesi, yanlışlarını düzeltmesi, hatalarını telafi etmesi kısacası kendisini törpülemesi gerekir.

Dünya var olduğunda bu yanan insanlık her bir olumsuzlukta tutunacak dallar aramıştır ve en büyük güç kaynağının inanmak, bir hissiyata ait olmak olduğunu görmüşlerdir. Son dönemlerimize bakalım; insanlık yani hepimiz bizden öncekilerin de yaşadığı gibi büyük bir imtihandan geçiyoruz. Öncesinde değer verilen çok şeyin aslında hiçbir manası olmadığını görüyor, değer verecek tutunacak dallar arıyoruz. İşte bu da bir uyanış, farkında olma durumudur. Çoğumuz sevginin ve inancın değerini keşfetmeye başladı ve bu yolda çaba sarf ediyor. Umudum o ki; bu zor ve kötü günlerimiz en kısa sürede bitecek ve aydınlığın yolunu anlamış insanların güzelleştireceği yeni bir dünya bizim olacak. İnsan en özellikli yaratılandır ve yaşama dair borcumuz doğru insan olmaktır. Esas olanı içimizde yaşatalım, maneviyatın gücüne inanıp, o yolu kendimize klavuz edinelim.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

“İSTEKTEN ARINMIŞ RUH GİZLİ OLANI GÖRÜR. HEP İSTEYEN RUH İSE YALNIZCA İSTEDİĞİNİ.”

 Arzular, istekler, tutkular… Her şey gibi bu duyguların da azı karar, çoğu zarardır. Belki de bir nevi yoldan çıkarış olan bu duygular ne kadar yoğunlaşırsa bizler de hayata karşı o kadar körleşiyoruz. Hayatın bize sunduğu tüm potansiyeller bir anda sis bulutunun içinde kayboluyor, silikleşiyor. Onların farkına varmamız, yaşamımızın bir parçası haline getirmeden yaşamamız gitgide imkansızlaşıyor.

Kaçımız o çok istediği terfi yüzünde ailesi ile olan güzel bir anı kaçırdı… Kaçımız deli gibi tüketim çılgınlığında kendini kaybetmiş varını yoğunu mala mülke harcarken yanı başındaki asıl ihtiyaç sahibini görmezden geldi, hatta fark etmedi bile… Daha yakışıklı, daha zengin, daha güzel, daha hamarat derken gerçek aşk gözlerden kaçtı. İçinizdeki potansiyel yaratıcılığa sarılmak varken doyumsuzluğun girdabında kaybolup sevmediğiniz, ruhunuzu, bedeninizi adeta hapiste hissettiren işlerde yıllarınızı harcadınız…

Buda’nın, “Gökten altın yağsa insanın arzuları doyurulmaz. İsteğin küçük bir zevk verdiğini ve aslında acıya neden olduğunu bilen kişi, bilge kişidir.” sözünde de anlatılan insanı ele geçirmeye başlar. Doyumsuzluk denizinde gitgide boğulmaya, bu girdabın içinde doğaldan uzaklaşmaya başlarız. Oysa sadece deneyimlemeyi seçen, kendi varlığının ve değerinin farkına varmış, özü ile barışık ruh aslen anda bulunmanın farkında olan ve akışta olmayı seçendir. Hayatın sihirli bütünlüğü bu insanın ruhuna akar. Hayata karşı, doyumsuzluğun pençesinde verdiğimiz bu savaş bizleri aynı zamanda özümüzden, kendi potansiyelimizden de uzaklaştırırken sadece olmayı deneyimlemiş ruh doğa ile senkronize bir şekilde hayatı idame ettirir.

Lao Tzu’nun belki de doğa ile uyumu savunması, ruhlarımızın az ve öz ile yetinmeyi bilmesi gerektiği gerçeğini birçok öğretisinde dile getirmesi geleceği öngörmüş olmasından kaynaklıyor olabilir. Bizlerin her türlü tüketim çılgınlığına karşılık, hiçbir canlı ihtiyacından fazlasını ne arzular ne de tüketir. Doğaya baktığımızda tok bir aslan bir ceylanı avlayayım ve daha sonra acıkınca yerim demez, durduk yere hiçbir kunduz bir yuva daha yapmam lazım diyerek ihtiyacından fazla ağacı kesmez. Her şey kendi doğasında ihtiyacı olan kadarının tüketir, daha fazlasını arzulamaz, doğanın müthiş uyumu ve dengesini sadece deneyimlerler. İşte bu tüm arzu ve isteklerinden arınmış bir ruh kendi potansiyelinin de açığa aslında herkese bahsedilmiş sihrine tanık olur.
Lao TZU

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ARDINIZDA Kİ GERÇEK GÜÇ “ARKADAŞ”

 

    “Arkadaş” kelimesi bir çok ilişki tipi için kullanılmaktadır. İş arkadaşı, sosyal medya arkadaşı, mahalle arkadaşı… Hal böyle ise bir sürü arkadaşlık tipi sayılabilir. Oysa ben derim ki; bu ilişki tiplerinden dünyanın en güzel yürek birliğinin adını yani “Arkadaş” ifadesini kaldırıp onun yerine “Tanıdık” ifadesini kullanmak daha yerinde olabilir. Bu durumda sonuç söyle olur: İş tanıdığınız, sosyal medya tanıdığınız, mahalle tanıdığınız…
 
      Asıl olan bu değil midir zaten? Kişiler bir şekilde hayatlarınızın bazı dönemlerinde vardır ve her kişi sadece o dönem ya da o durum için vardır. Elbette bu demek değildir ki edindiğiniz bu insanlar sizin için arkadaş olamaz. Tabii ki olur, lakin “arkadaşlık” öyle anlık, dönemlik, geçici bir süreç değil. Ağırdır yükü, büyük emek ister, yürek ister. Nice tanıdıklar olmuştur hayatlarınızda, hatta siz onlara “arkadaş” bile demiş olabilirsiniz. Çünkü öyle hissetmiştir sizin engin gönlünüz. Kucak açmışsınızdır, hayatlarına ortak olmuşsunuzdur. Lakin karşınızda ki gerçekte sizin gibi hiç hissetmemiştir, hissedememiştir. Sonuç kayıptır… Ama kayıp size değil sizin güzel yüreğinizi göremeyen karanlık yüreğe aittir. Kazançsa sizindir, çünkü gün gelir görürsünüz o kişinin sizin güzelliklerine hiç de layık olmadığını. İşte o andan itibaren uyanış başlar “arkadaşlığınızı” sadece gerçek insanlara sunarsınız.
 
     Nedir “Arkadaş” ?
 
     Arkadaş kelimesinin ilk hali Arka-taş şeklindedir, zaman içerisinde bugünkü halini yani Arkadaş şeklini almıştır. Arka, ardınız anlamında, taş da güç anlamındadır. Açılımına baktığımız Arkadaş kelimesi tam da anlamının karşılığına layık bir ifadedir. Arkanızın, ardınızın taş gibi sağlam olması. İşte budur; arkadaş arkanızda en güçlü en sağlam şekilde durandır, katıksızca sahiplenmiştir sizi, gücünüzün üzerine güç, yüreğinizin üzerine yeni bir yürektir.
 
    Yılgınlıklarınızı, kırgınlıklarınızı, üzüntülerinizi, kederlerinizi paylaşacağınız sığınağınız, limanınızdır o… Mutluluklarınızı, sevinçlerinizi, kahkahalarınızı arttıran, keyfinize keyif katan bereketli toprağınızdır o… Çılgınlıklarınızın suç ortağı, haylazlıklarınızın sessiz şahididir… O ki;”Arkadaş”; altında dolaştığımız ancak bizi hiç ıslatmayan, dört bir yanda gökkuşağı oluşturmak için yağan sevgi yağmurudur.
 
     Konuştuğunuzda sükunetle dinler, dinlediklerini tartar, değerlendirir, anlamlandırır. Acele etmez, sabırla bekler, gönlünüzü yeşertecek sözlere, ancak, siz sustuğunuzda başlar.  Sizi o karanlık diyarlardan, yanlışlara düşeceğiniz hallerden çıkarır aydınlık bir gökyüzünde nefes almanıza yardım eder. Dertlerinizi yüklenir, omuzlarınızın çökmesine asla müsaade etmez.  Arkadaş; ilaçtır, devadır, yollarınızı aydınlatan neferdir, candır, yürektir, kardeştir, sizdendir, sizdir.
 
     Yüzlercesine, onlarcasına ihtiyacınız yok… Bir tane dahi olsa; gerçek olsun, asıl olsun, gölgesinde dinlenebileceğiniz, kederinizi dağıtıp, sevinçlerinize ortak edeceğiniz çınar ağacı gibi köklü, sağlam bir yüreği olsun, sizin olsun… Arkadaş olsun…
 
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com