OLAYLARI TAM GÖRMEK…

Sevgili okuyucularım bu ay ki bilgelik hikayemize geldik.

Her bir hikâye ders niteliğindedir.

Sizi bilgelik hikâye ile baş başa bırakıyorum.

“Vaktin birinde padişahın biri rüya da denizin dibinde geziniyormuş. Uzakta dev bir karaltı fark etmiş. Karaltı ona seslenerek; “Yaklaş ve beni gör. Benim mahiyetimi kavrarsan saadetin en büyüğüne ulaşacaksın. ” Padişah tam yaklaşmaya karar vermiş ki o anda uyanmış. Uyanınca meraka kapılmış. Acaba gerçekten denizin dibinde böyle bir şey var mıydı? Bu nasıl bir rüyaydı ve niçin ona yaklaşamamıştı? Sonunda dalgıçları toplamaya ve bu işin mahiyetini öğrenmeye karar vermiş. “kim bana deniz dibinde gördüğüm şeyin resmini çizebilirse ona yeryüzünün en büyük ödülünü sunacağım” diye ferman çıkarmış ve bunu tellallar aracılığıyla tüm memlekete duyurmuş. Dünyanın dört bir yanından dalgıçlar gelmiş. Her gelen dalgıç, verileceği bildirilen ödüllere bir an önce kavuşmak arzusuyla suya dalarak deniz dibindeki karaltının neye benzediğini anlamaya çalışmış. Sayısız dalgıç denize dalıp çıkmış.

Kimisi, o bir hortumdur demiş; kimisi, o bir sütundur demiş;
kimisi, o bir kamçıya benziyor demiş; kimisi, yayvan bir et parçasıdır demiş; kimisi de, yan yana iki hançerdir demiş. Her dalgıç, kendi gördüğünün doğru olduğuna yemin ediyormuş. Padişah ise söylenenlerden bir türlü tatmin olamıyormuş. Çünkü onun gördüğü karaltı dalgıçların söylediği bütün şekillerinden çok farklıymış. Sabırla, onun tamamını kavrayacak ve onu olduğu gibi tarif edecek bir dalgıcın çıkmasını bekliyormuş. Sayısız dalgıç denizin dibine dalmış, çıkmış. Hiçbirinin söylediği tam olarak diğeri ile örtüşmemiş. Sonunda danışmanlarından biri bu parçaları birleştirmeyi akıl etmiş. Bütün parçalar yerli yerine oturtulunca gövdesi, başı, kuyruğu, hortumu, sütun gibi ayakları ile ortaya bir fil çıkmış. Danışmanı çizilen resmi padişahın önüne koyunca, padişah büyük bir heyecanla “Evet işte benim gördüğüm buydu!’ demiş.

Çocuklar: “Peki, padişah kime ödül vermiş?” diye sorunca Yaşlı bilge, onların gözlerinin içine bakarak, şu cevabı verir:

“Bakın çocuklar, siz de o acemi dalgıçlar gibi tek unsurda kalıyorsunuz. Bunu aşın. Eşyayı önce bir harf olarak algılayın, sonra bütüne ulaşın. Eğer ‘A’ ya ‘A’ derseniz, o kendisinden başka bir şey ifade etmez. Ama onu bir harf olarak görürseniz o hem alfabeyi, hem katibi, hem kendisini göstermiş olur.”

Çocuklar bu yanıt üzerine: “Yani herkese ödül mü verilmiş?” diye sorunca Yaşlı bilge; “Bundan size ne?” diyerek sözlerine devam etmiş:

“Siz eğer ödüllere takılıp kalırsanız bu hikâye size hiçbir şey anlatmaz. Şimdi ben size sorayım: ‘Fili sütuna benzeten’ yalan mı söylemiş oldu? Yahut ‘Fil bir hortumdur’ diyen padişahı aldattı mı? Ya onu hançere benzeten? Hayır, herkes kendi algılama kapasitesince onu kavrayabildi ve öyle anlattı. Kimse yanlış bir şey söylemedi. Ama hepsi eksik söyledi. Çoğu doğrular da böyledir. O yüzden size göre olan, ötekine göre değişir. Eğer doğruları üst üste koyabilir ve onlardan bütün meydana getirebilirseniz gerçeğe ulaşmış olursunuz. Ama gerçeği asla tam olarak bilemezsiniz. Mutlak ve sonsuzu ne kadar kavrayabilirsiniz ki?

Tabi böyle olunca sizin doğrularınız size, ötekilerin doğrusu onlara ait kalır ve herkes kendi doğrusunu daha sevimli bulur. Herkes kendi doğrusunda ısrar edince de çatışma başlar. İşin özü budur.” der…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ÇOCUĞA YANLIŞ GELEN BAZI ŞEYLER

Sandık her zamanki yerindeydi, yeniden açılacağı anı bekliyordu. Aradan iki hafta geçmiş, ilkokul beşinci sınıfa başlamaya hazırlanan çocuk sandığın yanına gelmiş, kapağını açmaya başlamıştı. İçindeki yükler bir bir gün yüzüne çıktıkça sanki o da hafifliyor, nefes alıyordu.

Yaz tatili bitmiş ve okulun başlamasına birkaç gün kalmıştı. Evde, her eylül ayında olduğu gibi okul öncesi hazırlıklar yapılıyordu; eskimiş önlüklerin yerine yenilerinin, okul için gerekli olan gereçlerin, kitapların alınması… Bense bu hazırlıktan çok arkadaşlarımla yeniden buluşacağım ve en çok sevdiğim beden eğitimi dersinde önceki yıllardaki gibi bir spor dalına yazılıp müsabakalara hazırlanacağım için mutlu ve heyecanlıydım. Kardeşim hastalığı nedeniyle bir yıl okula gidemediği için üçüncü sınıfa devam edecekti. Ağabeyim ortaokul son sınıfa, ablam ise üniversite üçüncü sınıfa başlıyordu. Büyüdükçe ablam ve ağabeyimle aramızdaki yaş farkını ve bunun paylaşımlarımızı bir ölçüde sınırladığını daha iyi anlamaya başladım. Fakat kardeşimle öyle değildi, yaşlarımız yakın olduğu için çok daha ortak paylaşımlarımız oluyordu. Kardeşim yaşadığı bir sorunda veya aklını meşgul eden konularda düşüncelerimi alıyordu. Aramızda bir yaş olması ve belki ikiz gibi büyümemiz birbirimizi daha çok anlamamızı sağlıyordu.

Annem ve babam, sabahçı olduğumuz o yıl yine okula servisle gidip gelmemize karar verdiler. Servis yapan kişi bizimle aynı mahallede oturuyordu, önceki yıl da onun servisiyle okula gitmiştik. Eşi hemşireydi, bizim evde kim hastalanıp da iğneye ihtiyacı olsa o gelir yapardı. Arada böyle bir tanışıklık olunca okulun başlamasına bir iki gün kala annem beni de yanına aldı, servis ücretini görüşmek için evlerine gittik. Fiyat beklediğinin üstündeydi, “Tek değil iki çocuk var,” diyerek biraz indirim istedi annem, adam “Yok,” deyince de daha fazla ısrar etmedi, oradan ayrıldık. Eve dönerken anneme neden indirim istediğini sordum, başka servislerden de fiyat alacağını, indirim yapıp yapmamasına göre karar vereceğini söyledi. “Bizim paramız var, geçen sene de servisle gittik,” dedim. Annemin indirim istemesi bana tuhaf gelmişti, sanki bizim paramız yokmuş da istediği ücreti ödemeyecekmişiz gibi düşündüm ve utandım. Çünkü o yaşa kadar birisinden bir şey istememiştim.

Eve gider gitmez kardeşimle paylaştım bu olayı, “Annem babama söyleyecek, pahalı gelirse belki bu sene servisle gitmeyeceğiz,” dedim. İkimiz de çok sevindik çünkü eskiden, annemin bizi getirip götürdüğü zamanlarda, daha mutluyduk. Okul çıkışlarında arkadaşlarımızla konuşarak yürüyor, yol boyunca kitapçılara uğruyorduk. Annem alışveriş için Migros’a uğruyordu; Migros’u gezmek hoşuma gidiyordu. Yine yolumuzun üzerinde Yelken Pastanesi vardı, ay çöreğine ve elmalı ponçiğine bayılıyordum, annem bize onlardan alıyordu, çok mutlu oluyordum. Kısacası kendimi özgür hissediyordum. Oysa servisle gittiğimizde aracın içine tıkılıp kalmaktan, okulla ev arasındaki mesafeyi o kapalı alanda geçirmekten rahatsız oluyordum. Aslında servisi istemiyordum fakat annem hem bizi okula bırakmak ve almak hem çok misafirler gelmesi hem de ev işleri derken yetişemiyor, yoruluyordu. Yine de tek başımıza gitmemizi istemiyordu çünkü okulla ev arasında geçmemiz gereken iki ana cadde vardı. Ben ikinci sınıftayken bir gün annemi beklemeden o ana caddelerden birinden geçmeye kalkıştım. Gelen arabayı görmeyip önüne atlamış, sürücünün ani fren yapmasıyla durumu fark etmiştim. Annem karşı kaldırımdan bunu görünce araç bana çarptı sanmış ve çok korkmuş. O günden sonra kendi başımıza okula gitmemizi istemedi.

Akşam babam gelince annem servisçiyle konuşmasını anlattı, o da kabul etti. Babam, amcalarımla ortak otomotiv yedek parça işi yapıyordu. İki yer vardı, birinde satış diğerinde bakım ve servis. Babam yedek parça satışı, amcalarımsa araçların bakım ve onarımını yapıyordu. İşte o akşam bizim okul servisi konusu konuşulurken sordum, “Baba, sen parça satarken indirim yapıyor musun?” Babam, “Yapıyorum. Bazen de müşteri yanında parası yoksa sonra getireceğim, diyor ben de parçayı veriyorum, buna da veresiye diyoruz,” dedi. Küçük amcamla babamın en çok tartıştığı konu da buydu aslında. Amcam babamın veresiye iş yapmasını onaylamıyordu, karşı çıkıyordu, “Parası yoksa almasın,” diyordu. Müşterilerin neden indirim istediklerini merak etmiştim, “O kişilerin parası mı yok?” dedim. “Hayır, paraları var,” dedi babam, “Daha uygun fiyata almak için indirim istiyorlar.” Tabii ben o ana kadar bunu düşünmemiştim. Biri indirim istiyorsa parası yoktur diye düşünüyordum çocuk aklımla.

Çocukken böyleydim ben; çok pazarlık yapanları ve sürekli indirim isteyenleri garipsiyordum. Karşı tarafı zor duruma soktuklarını düşünüyordum, o yüzden kimseden bir şey istemezdim. Daha sonraları annem beni pazara gönderirdi mesela. Pazarlık yapmayacağımı bildiği için gülerek “Kaç lira derlerse hemen veriyorsun,” diye söylenirdi. Zamanı geldiğinde onu da anlatırım. Gerçi bazen duruma göre pazarlık yaparım. Çok beğendiğim bir ürün olduğunda ve üstelik pahalı gelmişse sadece indirim için karşı tarafa bir kere sorarım o kadar. Çok pazarlık yapmayı ve yapmanın da sevmem.

Okula servisle gitmemizi istemekte annem kendince haklıydı. İki ana cadde korkutuyordu onu, hele bir de benim yaşadığım olaya şahit olunca. Üstelik evimize çok misafir gelirdi, onca işin arasında her gün bizi okula götürüp getirmeye yetişemiyordu. Sonuçta o yıl da serviste karar kılındı. Ama bana sormuş olsalardı okula yürüyerek gitmek istediğimi söylerdim. Zaten bunu bildikleri için sormadılar.

Aile bir anlamda çocuğu korurken kendi istediğini yapmasını da engellemiş oluyor. Çocuk, servise bindiği için mutlu olsa bile yürüyerek gidip gelmenin verdiği daha büyük bir mutluluktan mahrum kalmış oluyor. Aslına bakarsanız, pek çok aile aynı hataya düşüyor, servisti, oydu, buydu derken çocuğa iyi olanaklar sağladığını ve bununla mutlu olacağını, olması gerektiğini düşünüyor. Oysa çocuk iyi olanakların dışında ruhuna iyi gelecek şeylerle mutlu olmak ister.

Dedim ya, çocukken kimseden bir şey istemezdim. Bir eve gittiğimde aç isem bana yiyecek verin, demezdim, verirlerse yerdim, vermezlerse öylece otururdum. Annem “Bebekken de böyleydi, acıktığında huysuzlanmaz mama verirsem yerdi,” diye anlatır. Aynı şekilde çocukken arkadaşım evine ya da yazlığına çağırmadığı sürece “Gelip sende kalacağım,” demezdim. Davet gelirse veya gelip alıp götürdüklerinde giderdim. İşte böyle alışkanlıklarım vardı. Hala bu alışkanlık devam eder. Fakat ileri yaşlarda sadece kendi hakkım olan şeylerin başka insanlar tarafından maddi ve manevi olarak kullanıldığını, suiistimal edildiğini gördüm. Bu farkındalıkla kendi hakkım olanı utanıp, çekinip istememek duygusunu şifalandırdıktan sonra hakkım olanı istemeye başladım.

Tabii çocukken kendince edindiği alışkanlıkları bırakması kolay olmuyor insanın, zaman alıyor. Ancak farkındalıkla başkalarının verdiği zararı görünce haklarını korumaya başlıyor.  

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KENDİ DÜNYANIN IŞIĞI SENSİN!

Sevgili Okuyucularım, geçen ay “Buddha gibi Düşünmek ” kitabından her gün kendimizi nasıl iyileştirebiliriz diye bir bölüm olarak paylaşmıştım. Bugün sizlere aynı kitaptan başka bir bölümü paylaşıyorum.

Şimdi “Kendi Dünyanın Işığı Sensin!” başlığı altında yazıyı sizlerle baş başa bırakıyorum.

“Işığını başkalarıyla paylaştığında, kendi ışığından bir şey kaybetmezsin; aksine ışığın harlanır, büyür ve karanlığı dindirir.” Victor M.Parachin

Bu gezegen, insanların onu iyileştirmesini bekliyor. Daha açık anlatmak gerekirse, bu dünyanın ona umut ve şifa getirmene ihtiyaç var. Buddha’nın çok ünlü bir sözü vardır: ”Tek bir mumun ateşiyle binlerce mum yakılabilir, bu mumu eksiltmez”. Birçok insan bir değişiklik yapma noktasında kendisini çok güçsüz hisseder. Fakat karanlık bir oda düşünün. Tek bir mum yakıldığında, boşluğa ışık girer. Aynı mum, bir başka mum yakmak için kullanılabilir, sonra bir tane daha, ardından bir tane daha…Böylece ışık bütün odayı kaplayacak hale gelir. Eğer sen de tıpkı bir mum gibi, diğer mumları yakmaya devam edersen, karanlık yerini muhteşem bir aydınlığa bırakacaktır.

Gezegenin sana ait küçük bölümünde bir mum ol.

Nerede keder varsa, orada umut mumu ol.

Nerede duyarsızlık varsa, orada sevgi mumu ol.

Nerede kin varsa, orada merhamet mumu ol.

Nerede kötü niyet varsa, orada iyi niyet mumu ol.

Nerede adaletsizlik varsa, orada adalet mumu ol.

Nerde acı varsa, orada ferahlık mumu ol.

Unutma ki, ışığını başkalarıyla paylaştığında kendi ışığından bir şey kaybetmezsin; aksine ışığın harlanır, büyür ve karanlığı dindirir. Kendi dünyanın ışığı sensin!

Her şey gönlünüzce!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

 

RUHUN TEKÂMÜLÜ

İnsanlar, başka insanları davranışlarına, yaptıkları eylemlere bakarak iyi ve kötü olarak iki sınıfa ayırırlar. Ben insana, iyi ve kötü olarak bakmam. Her insanın kişiliğini ve karakterini, ahlaki değerleri davranışlarına nasıl yansıttığına, ruhunun nasıl tekâmül ettiğine; evrimleştiğine bakarım. Sonra da insanları şöyle sınıflarım:

1) Ruhunu tekâmül ettirmiş.

2) Ruhunu tekâmül ettirmek isteyen.

3) Ruhunu tekâmül ettirmek istemeyen.

Önce tekâmülden ne anlıyoruz, ona bakalım. Bir meyvenin olgunlaşması nasıl ise bir insanın ruhunun olgunlaşması da öyledir ve buna tekâmül denir. Tekâmüle giden yolda ruhun gelişme, ilerleme dönemleri olur.

Yaşam boyunca hem beden hem zihin hem de ruh gelişir, değişir ve dönüşür. Bazı insanlar genç ruh olarak doğar; halk arasında “çocuk ruhlu” diye tabir edilen insanlar böyledir. “Daha çocuk ruhlu o; büyüyecek, gelişecek ve olgunlaşacak.” deriz. Bazı insanlar da yaşlı ruh olarak doğarlar, eylem ve söylemlerinde “bilgelik” vardır. “Yaşı çok genç ama gerçekten çok olgun ve bilge bir insan.” diye söz ettiğimiz insanlar, işte yaşlı ruhlulardır.

“Genç ruh” dediğimiz insanlar, hata yaptıklarında kendilerine ve başkalarına verdikleri zararın farkına varmazlar. Ancak bu insan “ruhunu tekâmül ettirmek isteyen” ise o ruhu olgunlaştırmak, geliştirmek ve ilerlemek ister. Bunu fark etmesi için de önce uyanışa geçmesi gerekir. Uyanışa geçmemiş insan, bazı şeyleri gözüne de soksanız yine uyanmıyorsa işte o, “ruhunu tekâmül ettirmek istemeyen” insandır. Çünkü kendi konfor alanında çıkmak istemez, evrimleşmemiş ruh ile yaşamak ister.

İnsan tekâmül sürecinde, ruhsal uyanış ve aydınlanma yaşar. Aydınlanmış insan etrafına da meşale tutar. Aydınlanmak ve ışık saçmak kolay değildir.

İyi ve kötü insan sınıflamasıyla ilgili bir örnek verdikten sonra nasıl aydınlanacağımız konusuna dönelim.

Alışveriş yaparken girdiğim dükkânların sahipleriyle kalbimin o anda hissettiği şeyi konuşurum. Yine öyle bir gündü. Dükkân sahibi bana istediğim ürünleri veriyordu ama bunu yaparken bir o kadar da isteksiz görünüyordu. Bir şeylerin iyi gitmediğini anladım ve o anda içimden geleni söyledim kendisine: “İnsanları anlamak kolay değil, öyle değil mi?” Karşılık olarak, “Hanımefendi insanlar öylesine kötü oldu ki artık kimseye ‘merhaba’ demek istemiyorum.” dedi. Ben tebessüm ettim. “Kaç senedir esnaflık yapıyorum, eskiden gelen on kişiden bir tanesi için ‘kötü insan’ diyordum. Şimdi on kişi geliyor sadece bir tanesine ‘iyi insan’ diyorum.” dedi ve devam etti, “Her gün bir olumsuzluk yaşatıyorlar insanlar birbirlerine… Söz verdiklerini yapmıyorlar. Geçen hafta siparişini verdiğim mal hâlâ bana ulaşmadı. Her gün soruyorum, bugün, yarın diye oyalıyorlar ama mal bir türlü gelmiyor. Ben de o mal için müşteriye söz verdim, zor durumda kaldım.”

Şimdi bu örnek üzerinden ilerleyelim. Ortada iki durum var. Birincisinde esnafa söz verip yerine getirmeyen toptancı, “Bir aksilik oldu” ya da “Daha acil bekleyen bir yere götürdüm malı” diye savunma yapıyorsa ve karşı tarafa zarar verdiğini düşünmüyorsa, toptancının ruhunun uyanışa geçmediğini söyleyebiliriz. İkinci durumda ise esnaf toptancının gerçek gerekçesini bilmediği hâlde egosuyla karar verip onun kötü olduğunu söylüyor. Diğer bir deyişle hoşgörü göstermeyip toptancıyı yargılıyor. Böylece o da uyanışa geçmemiş oluyor.

Peki, her iki durumda da uyanış nasıl gerçekleşir? Elbette hatasını kabullenerek. Hatayı kabullenme ile uyanış başlar ve doğru davranışa yönelten aydınlanma yoluna girilir. Karanlıktan çıkmaya başlayan ruh ışığın kendisine ve etrafına iyi geldiğini gördükçe ruhundaki daha fazla olumsuzluğu dönüştürmek ister ve ruhunun gelişimine yol açar.

Tekâmül tam da budur: İnsanın egodan kaynaklanan algılardan, yargılarından, koşullanmalardan kurtulma sürecidir. Çünkü insan yaşadığı süreçte atalarından öğrendiği ve bu öğrendiklerine göre yaşadığı deneyimler sonucunda kendine bir kimlik oluşturur, bu kimliğe sıkı sıkıya bağlanır, bırakmak istemez. Başka bir deyişle egolarından, alışkanlıklarından kurtulmak istemez. Sonra yarattığı bu kimlik, duygularını, düşüncelerini ve davranışları oluşturur. Bu yüzden tekâmül dediğimiz süreç insanın ruhunu iyi tanıyıp kendinde oluşturduğu sahte kimliklerden özgürleşmesidir.

Olgunlaşmış, tekâmül etmiş bir ruh kendi kimliği ve benliği ile yaşamaya başlamış, yaşadıklarından ders çıkarmıştır. Her bir ders, ruhun evrimleşmesi için yol gösterir. Ruhu evrimleşen insan artık yaşadığı sürece egolarını konuşturmaz.

Tabii insan ruhunu olgunlaştırmak isterken önündeki her bir kayayı kaldırmak için bazı acılar çeker, öyle kolay değildir o kayaları kaldırmak. Birtakım yollardan geçmek gerekir. Ruhun tekâmül etmesinin en önemli göstergesi sevgidir. Ruh olgunlaştıkça sevgi kademesine geçilir. Bu sevginin içinde sabır, hoşgörü, anlayış, duyarlılık, empati vardır.

Oysa sinsilik, kıskançlık, kibir, cimrilik, alınganlık ve takıntılar birer egodur ve her ego kötüdür. Hayata yeni bir yol açmak için geçmişi affederek takıntılardan kurtulmak gerekir. Hoşgörüyle bakmayı öğrenince yargılama ortadan kalkar ve karanlık bir yan terk edilmiş olur. Mesela ruhunu geliştirmeye gerçekten niyetlenip hatalarıyla yüzleşerek aydınlanma yoluna giren bir arkadaşım “Kendimi tanıdıkça ruhumda kıskançlık olduğunu öğrendim.” dedi bir gün. Hayatımda ilk kez birinin kıskançlığını kabullendiğini görmüş oldum böylece. Aynı zamanda arkadaşımın başkalarına karşı davranışlarında nasıl olumlu bir değişim gösterdiğine de şahit oldum.

Ruh olgunlaştıkça insan artık bilgelik yolunda ilerlemeye başlar. İçindeki ego susar, bilgeliğini dinler. Bilgelik insanı daha çok ışığa çıkarmaya ve aydınlatmaya çalışır.

Nasıl ki olgun meyve yerken tat veriyorsa olgunlaşmış bir ruh da etrafına öyle tat verir. Bu tat; aydınlık, ışık, sevgi, huzur, mutluluktur.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

DOĞAL TAŞLARDAN GELEN ŞİFA – 6

Sevgili okuyucularım, doğal taşlarla ilgili bu ayki yazımda yine ilginizi çekecek bilgiler bulacaksınız.

“Hangi doğal taşı almalıyım ve bu doğal taşlar niçin kullanılır?” diyenler için Hasan Kocabaş’ın 2006’da Mozaik Yayınları’ndan çıkan “Şifalı Taşlarla Sağlıklı Yaşam” adlı kitabı ile www.sertmineral.com sitesinden derlediğim bilgileri paylaşıyorum.

Belki birçoğumuz taşların faydasına inanmayabilir, sırf renkleri ve şekilleri hoş göründüğü için kullanır. Oysa önemli olan her bir taşın nasıl bir özelliğe sahip olduğu bilgisidir. Bu bilgiye sahip değilsek kullandığımız taştan fayda göremeyiz. İçlerinde hiç duymadığımız o kadar taş var ki rengini ve şeklini beğenmediğimiz için kullanmadığımız ama çok faydasını göreceğimiz taşlardır çoğu. O yüzden renkler ve şekiller sizi aldatmasın.

İşlenmemiş, toprağın altında olduğu hâliyle kalmış taşlara doğal taş denir. İşlenmemiş taşlar kendi titreşimleri ile enerji yayar. Doğal taşlar enerjilerini kaybetmez yani bir nevi ölümsüzdür. Çok eski zamanlardan günümüze kadar birçok medeniyet, taşların enerjilerinin şifa kaynağı olduğuna inanmıştır.

Onlarca çeşit doğal taşın farklı özellikleri ve etkileri olduğu söylenir. Bu taşlardan bazıları değerli, bazıları da yarı değerlidir. Binlerce yıllık geçmişe sahip doğal taşlar, eski çağlarda iyileştirici özellikleri sayesinde tedavi amaçlı sıkça kullanılıyordu.

“Doğal taşlar ne işe yarar?” sorusunun yanıtı ise aslında çok kapsamlı. Her doğal taşın farklı bir özelliği ve iyi geldiği konu var. Doğal taşların faydalarına genel olarak değinmek gerekirse, taşıyan kişiye pozitif enerji verdiği, iyileştirici, zihin rahatlatan ve huzur veren bir etkisi olduğu biliniyor. Doğal taşların enerjilerinin direkt olarak bedenimize etki ettiği düşünülür.

Doğal taşları sürekli üstte taşımak ve enerjisinden faydalanmak için takılarda kullanmak sık tercih ediliyor. Bunun dışında avuca sığacak büyüklükteki doğal taş parçalarını da meditasyon yaparken kullanabilirsiniz. Özellikle çakraları açmada çok faydalıdır ve gerçek faydayı elde etmek için de düzenli kullanılması gerekir. Bir kez meditasyonda kullandıktan sonra bir ya da iki ay ara verdiğinizde beklediğiniz sonucu alamazsınız. Bir de kullanılan doğal taşlar taklit değil gerçek olmalı. Küçük bile olsa hakiki olması gerekiyor. Sadece ev dekoru olarak kullanmak da mümkündür fakat en güzeli enerjilerinin bedenimize direkt etki etmesidir. Özellikle meditasyon yaparken mutlaka kullanılmasını tavsiye ederim.

Doğal taşların temizliği ya akan suda ya 12 saat toprağın üstünde bekletilerek ya da dolunay zamanlarında ay ışığına bırakılarak yapılır. Bazı doğal taşlar suda çözündüğü için suya değdirmemeye dikkat etmek gerekiyor. Bazı doğal taşlarda ise kendi kendini temizleme özelliği vardır.

GARNET (LAL TAŞI)

Anahtar kelimeler: Yaratıcılık, çekicilik

Element: Dünya, ateş

Çakra: Kök, solar pleksus

Garnet, binlerce yıllardan beri bilinen bir taştır. Garnet, Latince ‘’ Granatun’’ yani Türkçede ‘’nar’’ anlamına gelen bir kelimeden şekli ve rengi nedeniyle benzetildiği için garnet olarak adlandırılmıştır. Çekoslovakya ‘da tunç çağından beri, Mısır’da 5000 yıldır bilinmektedir. Sümerlerde, İsa dan önce   2100 yılında kullanılmıştır. İsveç’te İsa dan önce 1000 ve 2000 yıllarında kullanılmaktaydı. Eski Yunan ve roma medeniyetlerinde oldukça popüler bir taştı. Aztekler ve Amerikalı yerliler garneti süs eşya yapımında kullanırlardı. Dünyanın önde gelen taş kesim atölyelerinin bulunduğu (bohemia) Çekoslovakya da mücevher yapım endüstrisi kırmızı garnete odaklanmış ve 1500’lü yıllarda günümüze kadar bu çalışmalar günümüze kadar devam etmektedir.
     Garnet, en güçlü enerji sahibi olan ve yenilenmeye açık bir taştır. Çakraları temizler ve yeniden canlandırır. Kişinin iç dünyasını ve enerjisini dengeler. Kişinin ihtiyacına göre sükûnet veya tutku sağlar.

Garnet, bereket ve bolluk getiren bir taştır. Garnet, benimsemediğiniz eski ve size hiçbir yararı olmayan düşüncelerden kurtulmanıza yardımcı olur. Duygusal olarak tabularınızı yıkmanıza, etrafınızda bulunan kişilerin etkisiyle değil kendinizi istediğiniz şekilde ifade edememenize neden olan etkilerin ortadan kaldırılmasına yardımcı olur. Kalbinizin kapılarını açar ve size kendinize güvenmeyi armağan eder.

Omurilik rahatsızlıklarının tedavisinde, hücresel bozukluklarda kanı, kalbi ve ciğerleri temizlemeye ve yeniden canlandırmaya yardımcı olur. Granat taşından faydalanmak için; direkt vücutta ve mümkün olduğu kadar boyun- boğaz kısmına yakın yerlerde taşınmalıdır. Granatı bir bardak su içinde bir gece bırakarak, sabah aç karnına içilen suyu lösemiden korunmak için faydalıdır.

JASPER  

Anahtar kelimeler: Fiziksel güç, canlılık, enerji dengesi

Element: Toprak

Çakra: Kök, göbek çakrası

Jasper yüzyıllardan beri antik çağdan bu yana bütün medeniyetlerde büyük ilgi görmüş ve kullanılmış bir taştır. Yunanca benekli taş anlamına gelen bir kelimeden türetilmiştir. İ.S.  2 ve 3. Yüz yıllarda roma yüzük taşlarında özellikle jasper kullanılmıştır. Antik dönemde yaygın olarak kullanılan jasper İbrani, asur, pers, yunan ve roma yazılı kaynaklarında adı geçen bir taş çeşididir.

Stresli dönemlerde ortama huzur ve bütünlük verir. Tedavi amaçlı kullanımda genel olarak hayatın bütün yönlerini birleştiren bir özelliğe sahiptir. Jasper, insanlara birbirine yardım etmeyi hatırlatır.

Negatif enerjiyi emer ve temizler, çakralar ve aura yı uyumlu bir hale getirir. Ying yang dengesini sağlar. Fiziksel, duygusal ve zihinsel olarak bireyi dengeler. Elektromanyetik ve çevresel kirliliği, radyasyonu temizler. Kişiyi dürüst olması yönünde cesaretlendirir. Zihinsel olarak çabuk düşünmeye, yeteneklerini organize bir şekilde sunmasına yardımcı olur. Kişinin hayal dünyasını harekete geçirir ve hayalleri gerçekleştirme konusunda kişiye cesaret verir.

Jasper, sindirim sistemini destekler. Vücudun mineral ihtiyacını dengeler. Jasper den faydalanmak için, teninizle temas halinde tutun. Jasper’in en çok bilinen 4 çeşidi vardır.

Kırmızı Jasper: Sevgi ve inanç taşıdır. Vücudu toksinlerden temizler. Vücuttaki olumsuz enerji ve kötü düşüncelerin dışarı atılmasını sağlar. Karaciğer, dalak ve mesaneyi kuvvetlendirir. Rüyaların hatırlanmasına yardımcı olur, dolaşım sistemine faydalıdır.

Rainforest Jasper: Kişinin doğa ile iletişim halinde olması, doğanın insanlara sağlamış olduğu pozitifliği ve sağlıktan faydalanmalarını kolaylaştırır. Depresif durumlarda yardımcı olur. Kişiye hayata tutunması için destek sağlar.

Sarı Jasper: Safra kesesi, böbrek ve karaciğer hastalıklarında etkilidir. Menopoz döneminde bayanlara rahatlatıcı yönde faydalı olur. kişiye dayanıklılık verir.

Ocean Jasper: Boğaz çakrasını uyarır. Ruhsal yönden kişiyi rahatlatır. Aurayı ve ying yang enerjiyi dengeler. Astral seyahat esnasında kalp çakrası üzerinde tutulmasıdır.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

RUHUN MUTLULUĞU

Anılarımı yazmaya kaldığım yerde devam ediyorum…

Çocuk büyüdükçe kendisiyle ilgili konularda karar almak, yaşayıp görmek isteği de artmaya başladı. İşte yine sandık başına geçiyor, kilidin içinde anahtarı çevirip bir anıyı daha serbest bırakıyor. O yaz verdiği kararlar ona neler öğretmiş, gelin birlikte bakalım.

Dördüncü sınıfı bitirip de yaz tatiline girdiğimizden ve bayramda denize gittiğimizden bahsetmiştim. O yaz tatilinde benim için önemli bir şey de ilk defa oruç tutmam oldu. Ailede büyükler genellikle oruç tutardı; babam, annem, amcalarım, yengelerim… Biz kardeşlere gelince ablam arada tutardı, ağabeyim ise sağlık sorunları nedeniyle tutmazdı, kardeşim zaten küçüktü. Ben de ilk kez o yaz oruç tutmaya karar verdim.

Orucun nasıl ve ne amaçla tutulduğuna dair bilgileri ailemden öğrenmiştim. Kararımı, bunları bilerek verdim ve anneme oruç tutacağımı söyledim. Annem, günler uzun olduğu için iftarın geç saate olacağını ve bütün gün aç, susuz kalacağımı hatırlatıp “Oyun oynarken veya bana yardım ederken susuzluğa dayanabilir misin?” dedi. Benim çok su içtiğimi, yemekten çok suya düşkün olduğumu biliyordu. “Oyun,” derken de arkadaşlarla futbol ve basketbol maçı yapmamdan söz ediyordu. Maçlardan sonra nasıl da susamış hâlde eve geldiğimi iyi biliyordu. Bu konuda kendime güvendiğim için “Tutarım, gerekirse oynamam.” dedim.

Ramazan’da en çok hoşuma giden şeylerden bir de gece sahura kalkmak oldu. Annem sofrayı hazırlarken ben de yardım ediyordum. Gecenin o saatinde hazırlanmış sofrada annem ve babamla birlikte olmak, arada ablamın da bize katılması benim için bir başka duygu içeriyordu. Sahurun, gecenin belli saatlerinde olduğunu, istediğimiz saatte kalkmadığımızı annem baştan söylemişti. Bir de tabii ki günü daha rahatlıkla geçireceğimiz, bizi uzun süre tok tutacak yiyecekler hazırlıyordu annem. Sahurdan sonra tekrar uyuyabileceğimizi ve sabah erken kalkmanın gerek olmadığını hatırlatmış, “Günler uzun, acıkmamak ve susamamak için daha geç kalkabilirsin.” demişti. Fakat sabah hep erken kalkıyordum. Bu, okulda sabahçı olduğum zamanlardan kalma bir alışkanlıktı.

Oruç tuttuğum ilk günü evde kitap okuyarak ve gelecek yıla hazırlık için test çözerek geçirdim, dışarı çıkıp oyun oynamadım. Kardeşim tek başına gidip oynadı. Birkaç gün böyle geçtikten sonra artık dayanamadım, kardeşimle birlikte dışarı çıkıp arkadaşlarla futbol maçına katıldım. Ben kalede durmak istedim, daha az terleyeceğim için susama olasılığım azalacaktı. Bu bakımdan iyi oluyordu fakat birkaç gün içinde kaledeki hareketsizlik bana sıkıcı gelmeye başladı. Zaten sıkıldığım bir yerde olmak ve bir şey yapmak istemem. Bu yüzden kaleyi bırakıp takımla oyuna dâhil oldum, bayağı koştum. Tabii hava da sıcak… Hiç unutmam, o gün öyle çok susadım ki neredeyse bahçedeki çeşmeyi açıp içecektim. Eve dönünce annem kıpkırmızı suratımı gördü, “Çok mu susadın?” dedi. Öyle bir “Evet,” yanıtı verdim ki annem telaşlandı çünkü acıksam bile “Acıktım,” demeyeceğimi bilirdi. Hemen gidip yüzümü birkaç kere yıkamamı söyledi, “Ağzına su kaçmasın,” diye de tembihledi. Dediğini yaptım ama o suyu içmemek için de kendimi zor tuttum.

Günün kalanında benim için zaman geçmek bilmedi, sürekli saati sorup “Ne zaman oruç açacağız?” diyordum. Nihayet iftar saati geldi. Ezan okunur okunmaz, annemin her zamanki gibi özenle hazırladığı sofrada yine özenle hazırladığı yemekleri yemek yerine durmadan su içtim. Babam, “Bu kadar su içersen başka bir şey yiyemezsin.” dese de gözüm sudan başka bir şeyi görmüyordu, “Hiçbir şey yemek istemiyorum.” dedim. Babam, “Tabii oruçluyken bu kadar hareket edersen böyle olur. Artık seni susatan oyunlar oynamayacaksın.” dedi ve anneme “Neden izin verdin?” diye sitem etti. Annem, tüm ısrarına rağmen kendisini dinlemediğimi, benim karar verip uygulamak istediğimi söyledi. Evet, bu benim kararımdı ama sonucunun böyle olacağını tahmin etmemiştim. Ertesi gün beni susatacak oyunlardan vazgeçtim. Sadece arada kalede durmak şartı ile oyuna katılıyordum. Bu da beni yormuyordu ve susatmıyordu.

Kendi verdiğim kararla yaşadığım olumsuzluğu görmem benim için iyi olmuştu. Oysa annem daha en başında doğrusunu gösterip karşılaşabileceğim olumsuzlukları anlatmıştı. Eğer annemi dinleseydim bunları yaşamayacaktım ama o zaman da istediğim şeyi yapamayacaktım, içimde kalacaktı, mutlu olamayacaktım. Yaşayıp görmek istedim. Kendi mutluluğum için annemi dinlemedim. Mutlu da oldum. Evet, o anda susamak beni fiziksel olarak yormuştu belki ama ruhum mutlu olmuştu. Kendi ruhumun mutluluğu için ailem de olsa başkasının kararıyla hareket etmeyi hiçbir zaman istemedim. İleri yaşlarda ruhun mutluluğunun ne kadar önemli olduğunu daha iyi anladım ve ruhumun mutluluğunun beni ne kadar özgürleştirdiğini de.

Ramazan’da beni mutlu eden şeylerden biri de iftar davetleriydi. Diğer zamanlarda da yemeğe akrabalar, amcalarım gelirdi fakat iftar sofrasında hep birlikte oturmak ve o saati beklemek başka bir mutluluktu. O saate sıcak sıcak yetiştirilen yemekler ve babamın işte gelirken aldığı sıcacık pide başka bir mutluluktu. Ayrıca amcamlarla birlikte orucumuzu açıp yemek boyunca keyifli konuşmalar yapmak o andaki mutluluğumu daha çok artırıyordu.

O yıl oruç tutarken evde daha çok vakit geçirmem aynı zamanda daha çok kanaviçe yapmama neden oldu. Çeşitli modeller işliyordum. Bu da ruhuma çok iyi geliyordu. Kendim istediğim için yapıyordum, annemin zoru ya da söylemesi ile değil. Ne zaman sıkılırsam o zaman işlemeyi bırakıyordum. Ruhumun sevdiği şeyleri yaparken sıkılmıyordum ama benim sevmediğim, başkasının isteği veya zoru ile yapılan işleri bir süre yapıp bırakıyordum. Çünkü mutlu olmuyordum.

Çocuk kendi ruhunun ne ile mutlu olduğunu bilip onu özgürce yapabilmelidir ve aile bunun için onu serbest bırakmalıdır. Ailelerin en büyük hatalarından biri de kendi doğrularını ve kendi yaşadıkları tecrübeleri çocuğa baskıyla dayatmalarıdır. Aslında çocuğu düşünüp ona zarar gelmesin diye, koruma güdüsüyle yapıyorlar bunu fakat çocuk açısından durum hiç de öyle değil. Bir kere çocuk kendi uygulayacağı kararı alamadığı için mutsuz oluyor. İkincisi de sonucu ister olumlu ister olumsuz olsun yaşayacağı bir olayda tecrübe edinememiş oluyor. Kendi kararının veya isteklerinin sonuçlarına katlanmayı öğrenemiyor. İleri yaşlarda ise yapamadığı, içinde ukde kalan şeyler için ailesini suçlamaya başlıyor.

Ailenin baskıcı ve otoriter olması çocuğun özgüven ile büyümemesine neden oluyor. İleri yaşlarda bu özgüven eksikliği yüzünden iş hayatında, sosyal veya özel hayatında alacağı kararları ya da yapmak istediklerini sürekli birilerine danışmak ve onların söylediklerini uygulamak zorunda kalıyor. Sonra da ruhunun mutsuz olduğunun farkına varıyor. Çünkü başkasının ruhunun istediği doğrultuda yaşamış oluyor.

Yetişkin bireylerin özgüvenli olup olmamalarının temelinde nasıl bir çocukluk yaşadıkları yatıyor.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com