SEVGİ NEREDEYSE, TANRI ORADADIR

Sevgili okuyucularım,

Sıra, bu ayki kitabımıza geldi. Yazar Lev N.Tolstoy’un kitaplarını okumuş olabilirsiniz. İçlerinde beni etkileyenlerden biri, “Sevgi Neredeyse, Tanrı Oradadır” adlı kitabıdır. Bu ince kitabı mutlaka okumanızı öneririm. Sevgiyi o kadar güzel anlatmış ki…

Hep sevgiden bahsederiz… Bu sözcük, dilimizden bir türlü düşmez. Herkes birbirine, “Seni Seviyorum.” Cümlesini kolaylıkla söylüyor ama  acaba neye dayanarak söylüyor? Kendi menfaati için mi? Yoksa o insanı gerçekten olduğu gibi mi seviyor? Sevgi, sergilenen davranışlara bağlıdır. 

Bir kere önce bunu kendimize sormalıyız; bir başkasına “Seni Seviyorum.” cümlesini söylerken gerçekten kendimizle de o sevgiyi yaşıyor muyuz? İçinizdeki o sevgiyi buldukça hayatınızı da nasıl da anlamlı yaşadığınızı fark edeceksiniz. Önceden oluşmuş tüm olumsuz duygu ve düşüncelerin, aslında ne kadar yük olduklarının farkına varacaksınız. Gerçekten sevginin olduğu yerde her zaman Allah yardım eder.

Şimdi bir kitabın sayfasını paylaşıyorum. Şifa olsun.

..” Bir işe başlamanın doğru zamanı nedir?

     En önemli olan kişi hangi kişidir?

     Yapılması gereken en önemli iş nedir?

Bir zamanlar bir Kral vardır ve bu Kral bir gün şunu fark etti: eğer her işe başlamanın en doğru zamanının bilseydi; eğer kimin sözüne kulak vermesi ve kimden uzak durması gerektiğini bilseydi ve her şeyin ötesinde, yapılacak en önemli işin ne olduğunu her zaman bilseydi, yapacağı hiçbir şeyde başarısız olmazdı.

Aklına bu sorular takılan Kral, her kim ona yapacağı bir işe başlaması için en doğru zamanın, dinlemesi gereken en önemli kişilerin ve yapılacak en önemli işin ne olduğunu öğretirse ona büyük bir ödül vereceğini tüm krallığına duyurdu.

Bunu duyan pek çok bilgin hemen saraya geldi ama hepsinin de bu sorulara verdiği yanıtlar farklı farklıydı.

İlk soruya olarak, bazıları bir işe başlamanın en doğru zamanını bilmek için, insanın daha önceden günlük, aylık, yıllık çizelgeler bağlı kalarak yaşaması gerektiğini söyledi. Ancak böylelikle her şey doğru zamanında yapılabilirdi.

Diğerleri bir işe başlamanın en doğru zamanına önceden karar vermenin mümkün olmadığını; ama bunu bilmemenin zamanının boş geçirmek anlamına gelmediğini, insanın her zaman ne olup bittiğinin dikkatle izlemesi ve sonra da en elzem olanı yapması gerektiğini söyledi.

Bir diğerleri de, Kral ne kadar dikkatli olursa olsun tek başına bir kişinin bir işe başlamada en doğru zamana karar veremeyeceğini, Kral’ın akıllı adamlardan bir Danışma Kurulu’nu oluşturması ve bu kurulun ona bir işe başlamanın en doğru zamanının belirlemekte yardım etmesi gerektiğini söylediler.

Ama başkaları da yapılmasına da ya da yapılmamasına hemen karar verilmesi gerektiği için Danışma Kurulu’nun kararının öğrenmek için bekletilemeyecek şeyler de olduğunu ileri sürdü. Bu durumda bir karara varabilmek için gelecekte neler olacağı bilinmeliydi. Bunu da sadece kahinler bilebilirdi; bu nedenle bir işe başlanacak en doğru zamanı belirlemek için insanın kahinlere başvurması gerekirdi.

Kral’ın ikinci sorusuna verilen cevaplar da aynı şekilde çeşit çeşitti. Bazıları Kral’ın en çok ihtiyaç duyduğu kişilerin danışmanları olduğunu söylerken, diğerleri ise rahipler, bir başkaları da doktorlar olduğunu iler sürdü. Bazıları da Kral’ın en çok ihtiyaç duyduğu kişilerin askerler olduğunu söylediler.

Üçüncü soruya, yani yapılacak en önemli işin ne olduğuna gelince: Bazıları bu soruyu dünyada yapılacak en önemli işin bilimle uğraşmak olduğunu söyleyerek yanıtladı. Bazıları ise en önemli işin savaş tekniklerinde beceri edinmek ve diğerleri de Tanrı’ya ibadet olduğunu ileri sürdüler.

Hepsi de birbirinden farklı olan bu cevapların hiçbiri aklına yatmadığı için, Kral kimseye ödül vermedi. Ama hala bu soruların doğru cevabını bulmak istiyordu. Bu nedenle bilgeliği her yöreye nam salmış olan bir keşişe danışmaya karar verdi.

Keşiş, bir ormanda yaşıyor, burayı hiçbir zaman terk etmiyor ve sıradan köylüler dışında kimseyle görüşmüyordu. Bu nedenle Kral üzerine sade, basit bir şeyler geçirdi ve keşişin kulübesine gelmeden önce atından inip, muhafızlarını geride bırakarak oraya tek başına yürüdü.

Kral yaklaştığında keşiş kulübesinin önündeki toprağı kazıyordu. Kral’ı gören keşişi onu selamladı ve sonra yeniden toprağı kazmaya devam etti. Keşişi çelimsiz ve zayıf bir adamdı; ucu sivri küreğini yere her sapladığında pek az toprak kaldırabiliyor ve soluk soluğa kalıyordu.

Kral keşişin yanına gitti ve ona şöyle dedi:” Bilge keşiş, sana şu üç sorunun cevabını sormaya geldim: Doğru işi, doğru zamanda yapmayı nasıl öğrenebilirim? En çok ihtiyaç duyduğum kişiler kimlerdir ve dolayısıyla kimlere diğerlerinden fazla kulak vermeliyim? En önemli olan ve öncelikle yapmam gereken iş nedir?”

Keşiş, Kral’ı dinledi, ama hiçbir yanıt vermedi. Sadece avuçlarının içine tükürüp küreği tekrar kavradı ve kazmaya devam etti.

“Yorulmuşsun,” dedi Kral, “küreğini bana ver de, biraz sana yardım edeyim.”

“Eksik olma!” dedi keşişi ve küreği Kral’a vererek yere oturdu.

Kral iki çukur açtıktan sonra durdu ve sorduğu soruları tekrarladı. Keşişi yine cevap vermedi ama kalktı, elini küreğe doğru uzattı ve:

“Şimdi sen biraz dinlen, biraz da ben çalışayım” dedi.

Ama Kral küreği ona vermedi ve toprağı kazmaya devam etti. Bir saat, sonra bir saat daha geçti. Güneş ağaçların arkasında kaybolurken Kral nihayet küreği toprağa sapladı ve:

“Bilge adam, sorularıma cevap almak için sana geldim. Eğer bana hiçbir cevap veremiyorsan, söyle de evime döneyim,” dedi.

“Buraya doğru koşarak gelen biri var,” dedi keşiş, “gelen kimmiş, bir görelim.”

Kral döndü ve ağaçların arasından çıkan sakallı bir adamın koşarak onlara doğru geldiğini gördü. Adamın karnına bastırdığı ellerinin altından kanlar akıyordu. Kral’ın yanına gelince zayıf bir sesle inleyerek bayıldı ve yere yığıldı.

Kral ve keşiş adamın giysilerini gevşetip açtılar. Adamın karnında kocaman bir yara vardı. Kral yarayı elinden geldiğince yıkayıp temizledi; kendi mendili ve keşişin havlusuyla sardı. Ama kanın akışı durmadı ve Kral tekrar tekrar kana bulanmış sargıyı açıp, yarayı temizleyip yeniden sardı.

Sonunda kanama durdu, adam kendine geldi ve içecek bir şey istedi. Kral gidip içecek su aldı ve getirip ona verdi.

Bu arada güneş batmış ve hava soğumaya başlamıştı. Kral da, keşişin yardımıyla yaralı adamı kulübenin içine taşıyıp yatağa yatırdı. Adam yatağa uzanınca gözlerini kapadı ve sessizce uyudu. Kral yaptığı yürüyüşten ve gün boyu çalışmaktan çok yorgun düşmüştü; o da kapının eşiğine çömelip uykuya daldı ve o kısa yaz gecesinde deliksiz bir uyku çekti.

Kral sabah uyandığında, nerede olduğunu, yatakta yatan ve ışıldayan gözlerini açmış dikkatle ona bakan tuhaf sakallı adamın kim olduğunu hatırlaması uzun sürdü.

Kral’ın uyandığını ve ona baktığını gören sakallı adam zayıf bir sesle, “Beni affet!” dedi.

“Senin kim olduğunu bilmiyorum ve ortada affedilecek bir şey de yok,” dedi Kral.

“Sen benim kim olduğumu bilmiyorsun, ama ben seni tanıyorum. Ben, kardeşimi öldürttüğün ve malını mülkünü ele geçirdiğin için senden intikam almak isteyen düşmanınım. Tek başına keşişi ziyarete gitmiş olduğunu öğrendim ve seni geri dönerken öldürmeye karar verdim. Ama gün bitti ve geri dönmedin. Ben de seni bulmak için, pusuya yattığım yerden çıktım. O sırada muhafızların karşıma çıktı. Onlar beni tanıdılar ve saldırıp yaraladılar. Onların elinden kurtulup kaçtım, ama eğer sen yaralarımı sarmasaydın kan kaybından ölecektim. Ben seni öldürmek istedim, ama sen benim hayatımı kurtardın. Eğer yaşarsam ve sen istersen en sadık kölen olarak sana hizmet ederim ve oğullarıma da aynı şeyi yapmalarının buyururum. Affet beni!”

Bu kadar kolay bir şekilde düşmanıyla barışan ve kendine bir dost kazana Kral, bundan büyük bir sevinç duydu ve adamı sadece bağışlamakla kalmadı, ayrıca onu tedavi etmek için kendi uşaklarıyla doktorunu göndereceğini söyledi ve malını mülkünün iade etmeye söz verdi.

Kral, yaralı adamın yanından ayrıldıktan sonra, kapının önündeki sundurmaya çıktı ve çevresine bakınarak keşişi görmeye çalıştı. Kral cevabını alamadığı üç soruyu oradan gitmeden önce keşişe bir kez daha sormak istiyordu. Keşişi dışardaydı, dizlerinin üzerine çökmüş, bir önceki gün kazılan çukurlara tohum serpiyordu.

Kral, keşişe yanaştı:

“Bilge adam, sana son defa sorularımı yanıtlaman için rica ediyorum,” dedi.

Keşiş, gelip yanında durmuş olan Kral’a, incecik bacaklarıyla çömeldiği yerden başını kaldırıp baktı. ” Sorularının cevabını aldın ya!” dedi.

“Nasıl aldım? Ne demek istiyorsun?” dedi Kral.

“Farkında değil misin,” diyerek onu yanıtladı keşişi, “eğer dün dermansızlığıma acımayıp benim için o çukurları açmasaydın, buradan ayrılıp gidecektin ve bu adam sana saldırınca, benimle kalmadığına pişman olacaktın. Yani en önemli zaman toprağı kazmaya başladığın zamandı ve ben o an dinlemen gereken en önemli kişiydim; yapacağın en önemli iş de bana yardım etmekti.

“Daha sonra, bu adam bize doğru koşup geldiğinde en önemli zaman senin onu iyileştirmeye çalışırken geçirdiğin zamandı, eğer yaralarını sarmamış olsaydın, adam seninle barışmadan ölecekti. O an en önemli adam, yardım edilmesi gereken bu adamdı ve onun için senin yaptıkların, yapman gereken en önemli işti.

“Şunu aklından çıkarma: önemli olan tek bir zaman vardır – o zaman da Şimdi’dir! Şimdi, en önemli olan zamandır, çünkü bir şeyler yapmak için hala şansımız olan tek zamandır.

“En önemli kişi o an beraber olduğun kişidir, çünkü hiç kimse ondan sonra bir başkasıyla daha görüşebileceğini bilemez.

“Ve en önemli iş de o kişiye iyilik yapmaktır. Çünkü insan dünyaya sadece iyilik yapmak için gönderilmiştir.

..”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BARIŞ BENİMLE BAŞLAR-4

Bu ayın arınma çalışmasına geldik. Sayfamı takip edenler bilir, her ay bir kere arınma çalışması paylaşıyorum. Çalışmayı düzenli olarak yapan sevgili okuyucularım faydasını gördüklerini belirttiler. Gene kısa bir özetle, bugün de üç farklı konudaki arınma çalışmasını aşağıda paylaşıyorum. Ama önce, ilk defa okuyacaklar için “ho’oponopono” ile ilgili bilgi vermek istiyorum.

Ho’oponopono, Havai halkının kullandığı bir kendini arındırma yöntemidir. Bu yöntemi Joe Vitale’in kitabı “Zero Limit” aracılığı ile Batı dünyasına tanıtan ve meşhur eden kişi Dr. Ihaleakala Hew Len oldu. Doktorasını Iowa Üniversitesi’nde yapmış olan Dr. Ihaleakala Hew Len, uzun yıllar Hawaii Devlet Hastanesi’nin suç işleyen akıl hastaları ile ilgilenen adli biriminde uzman psikolog olarak çalışmış. Hastalarıyla elde ettiği mucizevi sonuçlar çok ilgi çekmiş. Kullandığı yöntemler öyle etkiliymiş ki zamanla yatan hastaların tümü taburcu edilmiş, sonunda dört yıl içinde birim kapatılmış. Dr. Len’in kullandığı bu yöntem, 1982 Kasım’ından beri güncelleştirilmiş Ho’oponopono uygulaması yapan Hawaiili şaman Morrnah Nalamaku Simeona sayesinde ortaya çıkmış. Tüm dünyada bu yönteme ün kazandıran ise öğrencisi Dr. Ihaleakala Hew Len ve Joe Vitale oldu.

Şimdi arınma çalışmasına geçelim:

1) “Hayatım boyunca ruhumda, bedenimde, zihnimde biriken tüm korkular, tüm eleştiriler, değersizlik duyguları, suçluluk duyguları, baskılanma duyguları, hata yapma korkusu ve tüm olumsuz enerjiler; her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum”

“Özür dilerim”

“Lütfen beni affet”

“Teşekkür ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

2) “Hayatım boyunca başka insanlar tarafından kodlanmış kalıplar, şekiller ve kendi özümden uzaklaşan tüm olumsuz enerjiler her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum”

“Özür dilerim”

“Lütfen beni affet”

“Teşekkür ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

 

3) “Hayatım boyunca bolluk ve bereketin akışını engelleyen içimde bana, aileme, atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, şifalanıp, sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum”

“Özür dilerim”

“Lütfen beni affet”

“Teşekkür ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

DEĞİŞİM MUTLULUK DEMEKTİR

Bugünkü yazımda iki kere seyrettiğim Ryan Murphy’nin “Ye, Dua Et, Sev” adlı filminden söz edeceğim. Elizabeth Gilbert’ın çok satan aynı adlı anı kitabından uyarlanan bu filmin bana hissettirdiklerini, kendi farkındalığımı ve görüşlerimi sizinle paylaşmak istiyorum. Filmle ilgili ele almak istediğim asıl konu ise insanın kendi ile olan mutluluğu.

Her insanın kendisi için bir uyanış, aydınlanma zamanı vardır. Fakat o zaman geldiğinde eğer farkındalığı varsa uyanışa ve aydınlanmaya geçer. Gerekli adımı atar ve alması gereken mesajları alırsa hayat veya evren onu destekler, yol açılmış olur.

Sevgili okuyucularım, bazılarınız “Ye, Dua Et, Sev” kitabını okumuş, bazılarınız filmini bir veya birkaç kere seyretmiş olabilirsiniz. Bazılarınız da ne kitabını okumuş ne de filmini seyretmiş olabilir. Her zaman söylediğim gibi; önemli olan ister bir şarkıdan ister bir kitaptan ister bir filmden ister sokakta konuştuğunuz insandan aldığınız mesajların farkına varmanızdır.

Bu filmi iki kere seyrettim. İlk seyredişim dokuz sene önceydi fakat o zaman almam gereken mesajları daha farklı değerlendirmiştim. Bundan altı ay önce tekrar karşıma çıktı; hayatta hiçbir şey tesadüf değildir. Bu film karşıma çıktığına göre bakayım bu sefer dokuz sene öncesinde verilen mesajlardan farklı ne mesaj alacağım, diye başladım seyretmeye.

İnsanların en büyük problemi, her geçen gün artan mutsuzlukları ve onu, bulaşıcı bir hastalık gibi başkalarına da yayıyorlar. Peki, neden mutsuzluğa razı oluyoruz? Çünkü değişmekten korkuyoruz. Kendimizi değiştirdiğimiz zaman o konforlu alanımızın dışına çıkmış, o güne kadar bizi orada tutan maddi ve manevi birçok şeyi kaybedip yeni bir yola girmiş olacağız. Kendimizle ilgili gerçekleri görmüş, bir anlamda her konuda kendimizle yüzleşmiş olacağız. Değişim korkusu mutsuzluk içinde yaşamamıza ve giderek yıkılmamıza neden oluyor. İşin kötüsü, birçok insan bunun farkında olmadan yaşıyor.

Şimdi de şu soruyu sorayım: Sizce mutluluğun kaynağı nedir? Mutluluk, insanın kendi ile barışması, kendini gerçekten çok iyi tanıması ve kendini sevmesiyle başlar. Kendindeki olumsuzlukları görmeyen insanın mutluluğu başka yerlerde bulması çok zordur, sadece bulduğunu sanır ve mutluymuş gibi görünerek hayattaki rolüne devam eder.

Kendi ile barışmış, kendini tanımış, kısaca mutlu bir insanın alacağı kararlarda hata yapma olasılığı neredeyse yoktur. Mutsuz insanın ise alacağı kararlarda hata yapma oranı çok yüksektir. Mutsuz olduğu için tam ne istediğini bilmediği için ya da hayal kırıklığına uğrayarak inancını, güvenini kaybetmiş olarak yaşadığı için sağlıklı düşünemez. Örneğin, mutsuz bir anında kendisine iyi gelen birisiyle evleniyor fakat sonra o kişinin kendisi için yanlış olduğunu görüyor. “İşte tam istediğim gibi mutluluğu yakaladım, beni mutlu edecek kişiyi buldum,” diyerek evlendiği o kişi de zamanla mutsuz etmeye başlıyor. Neden? Çünkü karar verdiği anda zaten mutsuzdu, karşısına çıkan ilk dala tutunmayı seçmişti, içinde bir sevgi açlığı vardı ya da âşık olmak istiyordu, böylelikle o kişinin doğru insan olduğuna kendini inandırmıştı. Oysa kendini tanıyıp, hayattan beklentilerinin, kendinin farkına vardıkça ne kadar zıt kutup olduklarını anlamaya başlıyor. Peki, bu durumda ne yapacak? Bu farkındalıkla ya kendinde değişimi başlatacak ya da kendi değişimini yapmaktan korkup mutsuz şekilde kendi özünden, kendini tanımaktan, kendini sevmekten vazgeçerek böylece devam edecek.

İnsan, hayat yolculuğunda kendi ile barışmadıkça tüm istekleri yerine gelse bile duyacağı mutluluk kısa sürecektir. Mutluluğun kaynağı sevgidir, aşktır. Tabii burada sözünü ettiğim gerçek sevgidir, gerçek aşktır. Yoksa ben âşık oldum, çok sevdim, işte karşımdaki yanlış kişi çıktı, değil. İnsan kendiyle olan sorunlarını çözmediği, kendiyle barış sağlamadığı sürece mutluluğu hep dış etkenlere bağımlı olarak yaşamak zorunda kalır. O etkenler elinden gittiği zaman da dibe çakılır.

Bazen de dışarıdan bakıldığında güzel bir hayatınız vardır, herkes sizin yerinizde olmak ister. Ama siz iç barışınızı sağlayamadığınız için mutsuz olarak yaşamaya devam edersiniz. Çoğunluğun, daha ne istiyorsun rahatlık mı batıyor, diyeceği o hayatın size mutluluk vermediğini sadece siz bilirsiniz. Sürekli bir arayış içinde kaybolup gidersiniz.

Ya da sevmiş olursunuz hayal kırıklığını uğrasınız. Artık sevmekten vazgeçersiniz; güvenmekten ve inanmaktan.

Mutluluğu kendinizde bulduğu zaman artık kendinizle tamamen barışmışsınız demektir. Yaşadığınız olumsuzlukların hepsini geride bırakıp hayata yeniden başlarsınız, yeniden sevip yeniden inanır ve yeniden güvenip yola çıkarsınız.

Bu iş hayatında da geçerlidir, özel hayatta ve sosyal hayatta da. Siz yaptığınız işten mutlu değilsiniz fakat çok iyi bir mevkidesiniz ve çok iyi maaşınız var, insanların çoğu sizin yerinizde olmak istiyor. Değişimden korktuğunuz için mutsuzluğunuza rağmen çalışmaya devam ederseniz farkında olmadan ruhunuzu çok yorarsınız. Sizi mutlu edecek bir iş, bir başkası tarafından çok garip karşılanabilir. Bu sizi korkutmasın, kendi mutluğunuz unutmayın. Çünkü siz başkasının yerine yaşamıyorsunuz.

Hepimiz zaman zaman bir arayışta oluruz. Kimisi yemek yiyerek mutlu olur, kimisi hayatında bir olduğunda, kimisi de hep gezerek. Yemediğinde, ilişkisi olmadığında ya da gezmeyip evde oturduğunda mutsuzlaşır. Fakat insan kendini tanırsa nerede ve nasıl bir yol alacağını, nasıl mutlu olacağını bilir. Bunun için de kendi mutsuzluğu ile yüzleşmesi gerekir.

Unutmayın, mutluluk bir yerlerde satılmıyor, mutluluk hep içimizde duruyor.

Seyretmeyenler için bu filmi seyretmelerini veya kitabı okumalarını öneririm.

Ne olursa olsun YENİDEN SEV, YENİDEN İNAN, YENİDEN GÜVEN kendine.

Korkusuz bir değişim mutluluğu getirir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KALP KIRMAK

Bu ayki bilge hikâyemizle birlikteyiz. Hayatımız boyunca öfke ile kimlerin kalbini kırdığımızın muhasebesini yaptık mı hiç? Kısacası kendimizle bu konuda dürüstçe yüzleştik mi? Kimisi önemsemediği, değer vermediği için kalp kırar kimisi de karşısındakini anlamadan, öfkesini kontrol edemeyerek haksız yere kalp kırar. Sonra yaptığından pişman olup özür dileyenler çıkar içlerinden. Oysa kalp kırıldığı zaman onarmak çok zordur çünkü en çabuk yaralanan yer kalptir. Derler ya eskiler, “Ağzından çıkmadan önce bir kere o kelime nereye gider, diye bir düşün.” Öfkeli insanlar, benim niyetim iyi, o anda çok sinirlediğim için öyle söyledim, bahanesinin arkasına sığınırlar her zaman ama aynı şey kendilerine yapıldığında, neden öfkeleniyorsun, demesini bilirler. Altını çizerek söylüyorum, sürekli kalp kırarak özür dilemek maalesef bir yere kadar oluyor.

Hani derler ya öfke rüzgâr gibidir, bir süre sonra diner ama birçok dal kırılmıştır bile. Kalp sevmek demektir, kırmak değil. Kaldı ki kalp kırmak sadece sözle de olmuyor, bir davranış, ağır sözler içeren bir yazı da incitir. Siz siz olun, hiç kimsenin kalbini kırmayın, size yapılan haksızlık ya da yanlış davranışta bile düşüncelerinizi ve fikirlerinizi güzellikle söyleyin. Karşınızdaki insana hakaret ederek ve onu küçümseyecek biçimde değil.

Bilgelik hikâyemiz sizlerle…

Adam karısına pek hoş davranmaz, kalbini kırar.

Sonra karısından sofrayı kurmasını ister.

Kadıncağız hiç sesini çıkarmadan kurar sofrayı ve buyur eder kocasını.

Adam sabırsızca sofraya oturur, iştah kabartacak bir zevkle yemeye başlar. Yemek tuzsuz olmuştur. Birkaç lokma yedikten sonra karısından tuz ister.

Karısı, “Sen yemeğe devam et, ben getiririm,” der ve içeri gider.

Adam ikide bir “Tuz nerde kaldı hanım?” diye sorar.

Kadın her seferinde “Tamam, getiriyorum” diye cevap verir.

Fakat tuz bir türlü sofraya gelmez.

Adam, tuzu isteye isteye karnını doyurur.

Sonra aklı başına gelir. Az önce hatununun kalbini kırdığı için özür diler.

Hanım, mutfağa gider ve elinde tuzla geri döner.

Adam merak eder ve sorar, “Bu ne şimdi? Karnım doyduktan sonra tuzu ben ne yapayım?”

Karısı da ona, “Senin, kalbimi kırdıktan sonra dilediğin özür, doyduktan sonra sofraya gelen tuz gibidir, ihtiyaç kalmaz” der.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

HER RUHUN HASSASİYETİ BAŞKADIR

Çocuğun sandığı son açışından bu yana üç hafta geçmişti. Cebinden anahtarı çıkardı ve sandığı açıp elini sandığın içine uzattı, sırası gelen anıyı serbest bıraktı.

İlkokul dördüncü sınıfa başlamıştım. O sene derslerime daha çok çalışmak zorunda olduğumun farkındaydım. Her zamanki gibi okulda dersleri çok iyi dinliyor, eve gelince de ödevlerimi hiç aksatmadan zamanında yapıyordum. Sınıfta sıralara ikişer kişi oturuyorduk. Sıra arkadaşımla ikinci sınıftan beri beraberdik. Hani derler ya bazı arkadaşlar özeldir, benim için de sıra arkadaşım öyleydi. Her bakımdan çok iyi anlaşıyorduk. Aramızda herhangi bir küskünlük veya bir sorun yaşanmamıştı. Evlerimiz birbirine biraz uzak olsa da yaz tatillerinde bile görüşüyorduk.

Okul açılalı iki ayı geçmişti ki çok sevdiğim sıra arkadaşım gelip “Sana üzüleceğin bir haber vereceğim,” dedi. Ben de hemen “Yoksa okuldan mı ayrılıyorsun?” dedim. Arkadaşım şaşırdı, “Nereden bildin?” diye sordu. Bunun yanıtını ben de bilmiyordum ama o anda içimden öyle geçmişti. Arkadaşım, babasının işi dolayısıyla taşınmak zorunda olduklarını anlattı. Çok üzüldüm; çok sevdiğim hem de çok iyi anlaştığım arkadaşımla artık bir arada olamayacaktık.  O da çok üzgündü, yeni bir okul, nasıl adapte olacağını bilmediği yeni arkadaşlar onu tedirgin etmişti. Ayrılacağı tarihi söylediği andan itibaren takvimi sayar oldum. O tarihin gelmesini hiç istemiyordum. Bu yüzden de günlerin uzamasını arzu ediyordum. Okul çıkışında arkadaşıma, “Bize gel, bizde kalırsın, yarın beraber okula gideriz,” diyordum. Çünkü o süre içinde olabildiğince çok birlikte vakit geçirmek istiyordum. Bu benim için önemliydi.

Arkadaşımın gideceğini öğrendiğim o gün moralim bozuldu. Okul çıkışında servisle eve dönerken konuyu kardeşime anlattım. Kardeşim, “Üzülme, hafta sonları görüşürsün,” dedi. Oysa ben aynı fikirde değildim. Çünkü arkadaşım karşı tarafa, Avrupa yakasına taşınacaktı ve hafta sonları hemen bir araya gelmemiz kolay olmayacaktı. Henüz çocuktuk ve buluşmak için ailelerimiz bizi götürüp getirmek zorunda kalacaktı. Bu duygular içindeyken kardeşimin verdiği yanıt beni rahatlatmamıştı. Eve gelince anneme anlattım, Annem, çok hassas bir yapıda olduğumu bildiği için üzüntümü hafifletecek bir konuşma yaptı benimle. “Kardeşin haklı, hafta sonları ve sömestre tatillerde gelir, sen gidersin. O bizde kalır, sen onlarda kalırsın,” dedi.

Annemin sözleri üzüntümü azaltmıştı. Arkadaşımı tamamen kaybetmiyordum, başka bir yere taşınıyordu, hepsi o kadar. İstediğimiz zaman ailelerimizin bizi buluşturacağından emin olmak içimi rahatlatmıştı. Çünkü üçüncü sınıftayken çok sevdiğim bir arkadaşım vefat etmişti ve şimdi de yine çok sevdiğim bir arkadaşım okuldan ayrılıyordu. O yaşlarda ben farkına varmasam bile bilinçaltıma sevdiklerimi kaybetme korkusu yerleşiyordu. Hayatımda ilk, babaannemi ve dedemi kaybettim, ardından arkadaşımı. Böylece kaybetme korkusu farkında olmadan çoktan yerleşmişti bilinçaltıma. İleri zamanlarda paylaşacağım anılarımda, kaybetme korkusunun sonraki yıllarda nasıl olumsuzluk yaşattığını, insanın üzerinde nasıl bir yük oluşturduğunu, ruhu nasıl olumsuz etkilediğini yazacağım.

Arkadaşımın okulda geçirdiği son gün gelip çattı. Ona sınıfta bir veda partisi düzenledik. Öğretmenim para toplayıp sınıf adına arkadaşımıza hediye aldı. Ben ayrı bir hediye aldım. Kitap okumayı çok seviyordu. Bir gün konuşurken çok sevdiği bir kitaptan söz etmişti, onu hediye ettim. Sınıftaki arkadaşların aileleri evde kurabiyeler, pastalar yapmışlardı. Çok güzel bir parti ile arkadaşımızı yeni başlayacağı okula uğurlamıştık. O gün ayrılırken kaç defa sarıldığımı hatırlamıyorum. Benim için her zaman arkadaşlık önemlidir, ruhumun anlaşacağı insanlarla arkadaşlık yaparım. Yüzeysel değil aynı duyguları konuşmaktır bana göre arkadaşlık.

Bazı çocuklar çok hassas olabilir, işte o hassaslık insanı büyüdükçe etkiliyor. Her zaman söylerim, her ruh farklı olduğu için çocukken yaşananlar bir çocuk için üzücü olabilir ama başka bir çocuk için üzücü değildir. Bu herkese göre değişir.

İnsana en büyük zararı veren korkulardan bir tanesi sevdiklerini kaybetme korkusudur. Kendisini nasıl etkilediğinin farkına varmadan bu korku ile yaşayan insan, diğer insanlara bağımlı hâle geliyor. Bu nedenle çoğu insan sevdiklerine “bağlı” değil “bağımlı” olarak yaşıyor. Onları kaybetmemek için sürekli kendinden fedakârlık yapıyor. “Hayır” kelimesini kullanamıyor; işte bu, insanın kendisine zarar veriyor.

Çocukluk yaşlarında bilinçaltına yerleşen bu korku aileler tarafından fark edilmezse yaş ilerledikçe ruhsal olarak travmaya yol açıyor. Ne zaman kişi kendi farkındalığını kazanıp bu korkuyu şifalandırırsa o zaman bir yükten kurtulmuş oluyor. Şifa için farkındalık çok önemlidir. Halının altına süpürmek, sadece o anı kurtarmaktan başka bir şey değildir.

Her bir korkuyu şifalandırmak ruhun arınmasını sağlar. Sevgi dolu bir ruh olmaya başlar.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com