ÇOCUĞUN GÖZLEMLERİ

Çocuk sandığın başına yeniden geçti, bu sefer elinde anahtar yoktu. Neredeydi anahtar?  Kayıp mı etmişti yoksa sandığın içinden çıkacaklara dair kaygısı olduğundan bile isteye mi anahtarın yerini unutmuştu? Gözlerini kapatıp, sessizce bir süre sandığın başında oturdu, ardından dudağının kenarında bir gülümseme belirdi. Yavaşça montunun sağ cebini yokladı, anahtar oradaydı. Oysa sandığın başına gelirken tüm ceplerini kontrol etmiş, bulamamıştı. Nasıl olduysa şimdi oradaydı. Anladı ki sandığı yeniden açma anı tam da o andı. Elini cebine usulca soktu, büyük bir öz güvenle anahtarı çıkardı, kilide yerleştirdi ve sandık açıldı…

Sınava, atletizm seçmelerine, müfettiştin gelişine hazırlıktı derken günler hızla geçiyordu. Artık kışın ortasına gelmiştik. Bütün çocuklar dört gözle kar yağmasını bekliyor, kar topu oynamak için sabırsızlanıyordu. Benim de en sevdiğim şeydi bu. Çok kar yağdığında apartmanın kocaman bahçesinde arkadaşlarımla kardan adam yapmaya, kızakla yokuş aşağı kaymaya bayılıyordum. Karlı günlerde servise binmeden önce kardeşim mutlaka kar topu yapıp atardı.

Bu arada okul servisi ilk bizi aldığı için genellikle beş dakika kadar erken geliyordu. Bunu bildiğim için servis gelir gelmez hemen inmek istiyordum. Bazen kardeşime, “Bekletmeyelim! Kahvaltını daha hızlı yap, biraz daha erken kalkabilirsin.” diyordum. Hâlbuki servis vaktinden önce geliyordu, bizim onu bekletmemiz söz konusu değildi ama ben rahatsız oluyordum. Çünkü bekletmemeyi ailemden öğrenmiştim. Babam, hiçbir zaman hiç kimseyi bekletmemeyi çok küçük yaşlarımızdan itibaren aşılamıştı bize. Yolculukta olsun birisi ile buluşacağımızda olsun babam hep “Erken gidin,” derdi. En önemlisi onun bize örnek olmasıydı; özellikle seyahat ederken hareket saatinden çok önce giderdi, biriyle görüşecekse erkenden hazırlanır, vaktinden önce gider, bekleyecekse de kendisi beklerdi, başkalarını bekletmezdi. İnsanlara o denli saygısı vardı; kim olurlarsa olsunlar. İşte biz bunu görüp de farklı davranamazdık. Bu yüzden ne bekletmeyi severim ne de beklemeyi.

Servis bizden sonra sırayla diğer arkadaşlarımızı alıyordu. Bazıları uykuda kalıp servisi bekletiyordu. Servis şoförü Sabri amca her defasında, “Sizi bir daha beklemeyeceğim, geç kalırsanız kendiniz gidersiniz okula,” diyordu ama arkadaşların umurunda olmuyordu. Daha servise biner binmez birbirleriyle oynamaya, şakalaşmaya başladıkları için duymuyorlardı bile onun söylediklerini. Özellikle karlı günlerde dışarıdan getirdikleri karları servisin içinde birbirlerine atıyorlardı. Bunu gören Sabri amca o kadar çok kızıyordu ki “Hepinizi indireceğim şimdi, her tarafı suda bıraktınız, nasıl o ıslak koltukta oturacaksınız?” diyordu. Bu arada ne kadar uslu da olsa kardeşim bile onlara katılmaya başlamıştı. “Okulda teneffüste oynarsın, öğleden sonra eve dönünce bahçede oynarız,” diyerek ona engel olmaya çalışıyordum fakat yine de arkadaşlarına uyuyordu. Tabii bunu yapan erkek öğrencilerdi. İş öyle bir hâle geldi ki Sabri amca karlı günlerde her servise binişte elleri kontrol etmeye başladı, ‘kar var mı yok mu?’ diye.

Kar bütün çocukların beklediğine değecek kadar çok yağdı o yıl. Yürürken neredeyse dize kadar kara gömülüyorduk. Ama hiç şikâyetçi değildim aksine çok hoşuma gidiyordu. Öğlen okul çıkışında servise binmeyip kardeşimle birlikte eve karda yürüyerek gitmek istiyordum. Bir sabah servisten inerken, bu isteğimi Sabri amcaya söyleyip “Çıkışta bizi bekleme,” dedim. Kabul etmedi, “Hayır. Ancak annen söylerse bunu yapabilirim. Çıkışta serviste olun,” dedi. Eve dönünce anneme söyledim bu isteğimi. Kabul etmedi. “Olmaz çünkü iki ana cadde geçeceksiniz,” dedi. Ben tabii ki ailemden izinsiz bir şey yapmazdım. Çünkü zor durumda bırakmak istemezdim. O yüzden ısrar etmedim.

Bu arada bizim evde futbol fazla konuşulmazdı. Babam düşkün değildi. İki amcam çok düşkündü. Bir araya toplanıldığı zaman futbol konusunu konuşur üstelik de tartışırlardı. Çünkü ikisi de farklı takımı tutuyordu. Ortanca amcam Fenerbahçeli, küçük amcam Galatasaraylıydı. Bizim ailede de ablam Galatasaraylı, ağabeyim ve kardeşim Fenerbahçelidir. Babam ve annem ise takım tutmuş olmak için Fenerbahçelidir. Bense futbolu daha küçük yaştan beri severdim. Zaten sporu seviyordum. Ama ailemin tuttuğu takımlardan farklı takım tutmaya başlamıştım. Beşiktaşlıydım. Kardeşim, “Neden bunu tutuyorsun?” dediğinde “Bana farklı geldi,” demiştim. O anda içimden Beşiktaş’ı tutmak gelmişti ve bir neden olmadan tutuyordum. Okuldaki ve mahalledeki arkadaşlarımın çoğu da ya Fenerbahçeliydi ya da Galatasaraylı. Beni de sürekli bu iki takımdan birini tutmaya ikna etmek için uğraşıyorlardı. Ben anı fikirde değildim, hiçbirinin etkisinde kalmadan bir takımın taraftarı olmak istediğim için Beşiktaş takımını tutup “Vazgeçmem!” dedim.

Ağabeyim maça gitmeyi çok severdi. Bir gün ortanca amcamla maça gittiler. Ağabeyimin tuttuğu takım galip gelmiş. Eve döndüğünde nasıl sevinçliydi anlatamam; bağırmaktan sesi çıkmıyordu, tamamen kısılmıştı. Onu öyle görünce ben de istedim maça gitmeyi. Televizyonda sürekli futbol maçı seyrediyordum fakat maça gitmenin başka bir keyif olduğunu o gün ağabeyimde gördüm. “Bir daha gidersen beni de götür,” dedim ağabeyime. “Tabii ki” dedi.

Bu arada babam bazı pazar günleri eve iş getirirdi. Özellikle de otomotiv parçalarının sayımı yapılacaksa. Tatil gününde çalışırdı ve ağabeyim de ona yardım ederdi. Sonraları babam bana da öğretmeye başladı. Ben televizyon seyrederken özellikle futbol maçlarını, hemen gelip iş gösterir seyretmemi istemezdi. Benim artık büyüdüğümü, ilkokul beşinci sınıfta olduğuma göre öğrenecek kapasitem olduğunu görüyordu, hesaplamaların nasıl yapıldığını gösteriyordu. Aslında babamın bana güvenmesi, bir şeyler öğretmesi hoşuma gidiyordu ama futbol maçı varsa televizyonda, işte o zaman pek hoşuma gitmiyordu.

O dönemde bir şey dikkatimi çekmeye başladı. Sadece babam eve iş getiriyordu, üçü birlikte çalıştıkları hâlde amcalarım hiç iş getirmiyordu. Onlar pazar günleri çalışmıyorlardı. Çocuk aklımla dikkatimi çeken yalnızca buydu sonra fark ettim iş sorumluğunu tamamen babamın aldığını. Tatil gününde kendisinden ve ailesinden fedakârlık yaptığını gördüm. Amcalarımın dinlenmelerini ve gezmelerini istemişti. Belki haklıydı kendi açısından çünkü işin bitmesi gerekiyordu ve ağabeyleri olarak bunu kendisinin üstlenmesi gerektiğini düşünüyordu. Tek başına o kadar iş sorumluluğu yüklenince bazen yorulduğu da oluyordu. Amcalarım bunu gördükleri hâlde “Biz de yardım ederiz,” bile demiyorlardı. Oysa yapılması gereken paylaşımdı. Sadece maddi değil manevi paylaşım yapılmalıydı. En önemlisi buydu ama yapmıyorlardı. Tabii bunları ileri yaşlarda çok net olarak fark edebildim. Aynı işte çalışıp şirkete ortak oldukları hâlde kendilerini düşünmüşler, kısacası bencil davranmışlardı.

Çocukken aileden gördüğümüz alışkanlıklar hayatımız boyunca devam eder. Bende kalan alışkanlıklardan biri de bekletmemek ve bekletilmemek. Çünkü zorunlu durumlar dışında bekletmek alışkanlığa dönüşürse karşı tarafa saygısızlık olarak görülür.

Çocukken kazanılan iyi alışkanlıklar devam ettiğinde güzeldir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KİME GÖRE İYİ/KÖTÜ?

İnsanlar birbirleri hakkında “Şu iyi”, “Bu kötü” diye değerlendirme yaparlar. Fakat bu öznel bir değerlendirmedir; kişiden kişiye değişir. Çünkü herkesin doğrusu kendine göredir, başkasının doğrusunun size yanlış gelmesi o insanı yanlış veya kötü yapmaz. Çünkü iyi ve kötü yargısını belirleyen egoya ve korkulara dayalı değerlendirmelerdir. Çoğunlukla da menfaat gözetilerek yapılan değerlendirmelerdir bunlar. Dolayısıyla bir insan hakkında “iyi” veya “kötü” dediklerinde akla gelmesi gereken iki soru vardır bana göre: Kime göre iyi/kötü? Neye göre iyi/kötü?

Ama hemen baştan söyleyeyim, bazen öyle durumlar vardır ki yorumsuzdur. Geçtiğimiz günlerde Fransa’da yaşanan sekizi çocuk olmak üzere dokuz kişinin bıçakla yaralanması olayındaki gibi zanlının nasıl bir insan olduğu konusunda yapılacak yorum elbette olamaz. Hukuk sistemi zaten yasalar ölçüsünde suçunun cezasını verecektir. Bizim ise o insan hakkında düşünmemiz gereken tek şey ruhunun gelişmemiş (karanlıkta) olduğudur çünkü nasıl bir olduğuna dair yargıyı ancak Allah bilir. Dolayısıyla yazının bundan sonraki bölümünü, böylesi ruhu gelişmemiş insanları bahis konusu etmediğimi bilerek okumanızı isterim.

Bu küçük hatırlatmanın ardından kaldığımız yerden devam edelim. Ne demiştik? Genellikle menfaate göre iyilik ve kötülük değerlendirmesi yapılır. Bir insana o anda iyi geliyorsanız iyi insan olduğunuzu söyler, iyi gelmezseniz “Kötü,” der. Bu konuda yaşadığım ile ilgili çok örnek verebilirim size. Bir insana yardım ettiğim, ihtiyaçlarını gördüğüm zaman beni iyi insan olarak değerlendiriyor. Ama ona değil ihtiyaç duyan başkasına yardım edersem beni kötü olarak bilecek. Yardım ettiğim diğer insan iyi olarak bilecek. Size yardım etmemiş ya da isteklerinize “Hayır,” demiş veya kendi menfaati için sizi üzmüş birini kötü veya hiçbir yaraya merhem olmuyor, diye hemen etiketlersiniz. Oysa bu sizin fikrinizdir. Başkasına göre iyi bir insan olabilir.

Yeni tanıştıkları insanlarla oradan buradan konuşurken ortak tanıdıkları çıktığında karşılıklı yorum yaparlar. Biri “Bana büyük iyilik yaptı,” der, diğeri “Öyle mi? Oysa beni çok üzdü, olumsuz şeyler yaşattı,” diye yanıt verir. İkisi de kendilerine yapılan davranışa göre karar veriyor. Sizce bunları dinleyen üçüncü kişi sözü edilen ve hiç tanımadığı insan hakkında neye göre karar verir? Ancak ve ancak o insanla karşılıklı bir şey yaşadığında edineceği izlenime göre karar verebilir.

Diyelim ki sizden birisi borç para istiyor ona istediği borç parayı veriyorsunuz. Herkese sizin için iyi insan diye söz ediyor. Bir başkası da borç para istiyor ama siz ondan bu paranın dönmeyeceğini veya sizi sürekli suiistimal edeceğini bildiğiniz için vermiyorsunuz. Vermediğiniz kişi sizi kötü olarak biliyor ve herkese öyle anlatıyor. Şimdi kime göre iyisiniz kime göre kötüsünüz? Onun için Allah’a inancı olan niyeti Allah’ın bildiğini ve yargılamayı onun yapacağını bilir. İlahi adalete güvenir ve kendisi bir yargıda bulunmaz.

Örneğin bir kişiyle yemeğe ya da tatile gidersiniz. Tekrar gidip girmeyeceğinizi ise o kişinin size davranışı belirler. Diyelim ki buna göre başka birine “Ben onunla bir daha bir yere gitmem,” dediğinizde “Yok, ben onunla gittim hiçbir sorun yaşamadım mutlaka sen de bir şey vardır,” diyorsa hatanın nerede olduğunu durup düşünmelisiniz. Belki gerçekten hata sizdedir. Belki de o insan kişilere, olaylara göre ki ben buna menfaat diyorum, davranışlarının yönünü belirliyordur. Yani sizden menfaati olmadığı için iyi davranmamıştır.

Yine aynı şekilde size bir şey ısmarlamaz, evine gidersiniz siz ağırlamaz ama kendi menfaati için başka birini evinde ağırlar, ikram yapar. Size yaptığı cimriliği ona yapmaz. Adamına göre davranış derim ben buna; kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez misali.

İyi insan evrensel olarak bakar bütün canlılara menfaat düşünmeden elinden geldikçe yardım eder. Zamanı gelince menfaat konusunda yazım olacak. Unutmayın ki sadece insanlar kendi menfaatlerine göre iyi ve kötü insan olarak değerlendirme yaparlar.

Yaşadığım bir örnekten söz edeyim. Bundan yedi sene önce bir arkadaşım, iş ortağı ile ilgili bir sorunu vardı. İş ortağı avukatı hakkında benden rehberlik almak istedi. İş ortağı avukatının tam bir profesyonel olarak işi yaptığını söyledim aldığım rehberliğe göre. Zaman içinde işleyiş de profesyonellik içinde yürüdü. Tabii arkadaşım kendi menfaatine ters düştüğü için avukatı kötü diye suçlamaya başladı. Hayır, avukat kötü değildi. Kanunlar çerçevesinde ve müvekkilinin talepleri doğrultusunda işinin gereğini yerine getiriyordu.

Bir başka örnek bir danışanımla ilgili. Her türlü sorununu çözmesine yardımcı olduğum için bir başka arkadaşına benim çok iyi olduğumu ona mutlaka yardım edebileceğimi söylemiş. Bana yönlendirdi. İşim gereği kendi gerçekleriyle yüzleştirme yapınca birden kızmaya başladı ve arkadaşının anlattığı kadar iyi bir insan olmadığımı söyledi. Çünkü gerçekleri değil menfaatine uygun cümleler duymak istiyordu.

Yine bir arkadaşımdan örnek vereyim. Ev almıştı fakat içinde kiracı oturuyordu. Kiracı söylediği zamanda evi boşaltmamış bunu da kanunda belirtilen sebeplere dayandırmıştı. Arkadaşım kiracının kötü bir insan olduğunu söylüyordu. Oysa kiracı sadece yasal hakkını kullanıyordu. Üstelik kiracının etrafındaki insanlar da onun iyi bir insan olduğunu söylüyorlardı. Şimdi bu kiracı hakkında ne düşünmeliyiz? Kime göre iyi ve kime göre kötü?

Sevgili okuyucularım, kimin iyi ve kimin kötü olduğuna karar vermeden önce bir kere o insanla bire bir yaşamak gerekir. Ayrıca, bunun altını çizerek söylüyorum, insanlar kendi menfaatleri doğrultusunda kendilerine o anda iyi gelen insanlara iyi derler.

Bunu iş yerinde de çok yaşarız. Patron iyi zam yapmışsa ya da ikramiye vermişse iyidir. Patron için de fikrini destekleyen veya işini sırf para kazanmak için profesyonelce yapan kişi iyidir.

Şu bir gerçek ki tüm canlılara sevgisini dürüst ve samimiyetle veren insan iyidir. Size bir eleştiri yapan ya da istediğiniz yardımı yapmayan veya “Hayır,” diyen insanları hemen kötü olarak değerlendirmeyin. Lütfen değerlendirirken objektif olarak bakıp değerlendirirseniz o zaman daha adaletli olmuş olur.

Bundan üç sene önceydi. Akademisyen bir arkadaşım grip olmuş, işe gidemeyecek durumdaydı. İş yerinden bunun için doktor raporu istemişler. Ben de kendisine çalıştığım şirketin doktorundan yardım isteyebileceğimizi söyledim. Doktorumuz bana, yasal olarak prosedürün nasıl işlediğini anlattı. Ben de arkadaşıma ilettim söylediklerini. Arkadaşım hemen yargılama yaparak doktoru kötü insan kategorisine koydu. Oysa doktor o kanunu uygulamasa, alması gereken ücreti istemese, kendisinin istediği gibi yapmış olsaydı arkadaşım doktoru iyi insan kategorisine koyacaktı.

Bir örnek daha vereyim. İşinde hata yapmamak, kendi hatalarının sorumluluğunu almamak için işini başka birine devreden kişiyi ele alalım. Patronun gözünde başka görünmek istiyor. Hata yapıp işsiz kalmaktan korktuğu için başka birine yıkıyor işini. Özel hayatında ve sosyal alanda çok iyi. Şimdi karar aşamasında bu insan neye göre iyi veya kötü? Korkular ve ego işin içine girince iyi ve kötü olarak bakıyorlar aslında yok. Çünkü insan kendi gücünü eline alırsa korkularından ve egolarında arınacağı için herkese adaletli olur. İyi ve kötü kavramı ortadan kalkar.

Aynı şekilde bir ön yargıda bulunmak iyi ve kötü insan olarak değerlendirmeye yol açar. Örneğin birisi çocuk esirgeme kurumunda bir çocuğu yetiştirmiş ve gidip orada çocuklara hizmet veriyor ama bunu kimseye söylemiyor. Bu insan günün birinde bir başkasına yaptığı işten dolayı teşekkür etmiyor. O kişi teşekkür etmediği için hemen eleştiriye başlıyor ve son derece yıkıcı bir eleştirir yapıyor.

Şimdi bu örnek üzerine düşünün ve bir insana iyi ve kötü demeden önce siz insanlara ne ile yaklaşıyorsunuz bunu kendinize sorun lütfen.

İnsanları tam olarak bilmeden ön yargılarla iyi ve kötü diye değerlendirerek, itiraf atarak kendinize karma oluşturursunuz.

Size üzücü bir olay yaşatmış olan kişi belki de bir başkasının hayatını kurtarmıştır, bilemezsiniz. İnsan kendi tanıdıkça kendi içindeki olumsuzlukların değişimini yaptıkça zaten iyi ve kötü ile uğraşamaz. Ayrıca bir başkasının iyi ve kötü demesiyle de iyi ve kötü olunmuyor.

İnsanın kendini bilmesi çok önemlidir. Kendinize öz sevginiz, öz şefkatiniz, öz saygınız olursa zaten kimsenin onayına ihtiyaç duymazsınız. Herkese güzellikler içinde davranırsınız.

Ayrıca da Allah’a inancınız varsa zaten kimseye kendinizi iyi ve kötü insan olarak anlatmanıza, kanıtlamanıza gerek yok. Hiçbir şekilde açıklamaya ihtiyaç duymazsınız. Bir insanın içinde gerçek sevgi varsa zaten her canlıya düzgün davranışta bulunur.

Ayrıca da eğer kalp gözü ile bakarsanız, zihni ve mantığı devreye sokmasanız, insanın konuşmadan, yaşamadan ruhunu görürseniz ona göre kendiniz bir değerlendirme yaparsanız.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ÜÇ SUAL VE BİR CEVAP…

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

Şimdi sizi hikâyemizle baş başa bırakıyorum.

Mevlânâ’ya felsefecilerden bir grup gelerek bazı sorular sormak istediklerini söylediler. Mevlânâ’da onları hocası Şems-i Tebrîzî’ye havale eder. Bunun üzerine onun yanına giderler. Şems-i Tebrîzî mescidde, talebelerine, bir kerpiçle teyemmümün nasıl yapılacağını gösteriyordu.

Gelen felsefeciler üç sual sormak istediklerini belirttiler. Şems-i Tebrîzî, “Sorun” dedi. Felsefecilerden biri sormaya başladı.

“Allah var dersiniz; ama görünmez. Göster de inanalım.”

Şems-i Tebrîzî, “Öbür sorunu da sor” der.

O, “Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonrada ateşle ona azap edilecek dersiniz. Hiç ateş ateşe azap eder mi?” dedi.

Şems-i Tebrîzî; “Peki öbürünü de sor” der.

O, “Ahiret’te herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezasını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları, canları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın” der.

Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, elindeki kuru kerpici adamın başına vurur. Soru sormaya gelen felsefeci, derhal zamanın kadısına gidip, davacı olur. Ve “Ben, soru sordum, o başıma kerpiç vurdu.” diye şikayet eder.

Şems-i Tebrîzî, “Ben de sadece cevap verdim” der.

Kadı bu işin açıklamasını ister.

Şems-i Tebrîzî şöyle anlatır: “Efendim! Bana “Allah-u Teâlâ’yı göster de inanayım” dedi. Şimdi bu felsefeci, başına vurduğum kerpicin başında ağrı yaptığını söylüyor, başının ağrısını göstersin de görelim.

Yine bana, şeytana ateşle nasıl azap edileceğini sordu. Ben buna toprak parçasıyla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Hâlbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı. Toprak toprağa nasıl acı verir?

Yine bana, “Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz.” dedi. Benim canım, onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyada küçük bir mesele için hak aranırsa, o sonsuz olan ahiret hayatında niçin hak aranmasın?”

Felsefeci bu güzel cevaplar karşısında hayret etti, mahcup oldu söz söyleyemez hale düştü. Kadıya dönüp, ben sorduğum soruların cevaplarını şimdi anladım dedi…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

GERÇEK ARKADAŞ SEÇİMİ

Anılar duyguları yeniden canlandırır. Her defasında farklı sezişler uyandırır yaşananların izleri. Döngü böylece devam eder gider… Sandık orada duruyor ve açılma vaktinin geldiğini çok iyi biliyor. O zaman açalım ve bize sunduğu anıya kulak verelim:

İnsan kendini tanıdığı zaman hayatına kimleri arkadaş olarak alacağını çok iyi bilir. Ben de ilkokul beşinci sınıfta arkadaşlık seçimi konusunda artık daha net karar verebilecek duruma gelmiştim. Öncesinde de elbette seçiciydim ama özellikle öğretmenimle yaşadığım olaydan sonra emin oldum. Çünkü benim için arkadaşlıkta en önemlisi üzgün anlarında yanında olup teselli etmek, destek olmaktır. Mesela aile içinde yanlış giden bir şeyler olduğunda ve bana bir söz söylendiğinde erkek kardeşim hemen gelip korur, bana laf söyletmezdi. Okulda ve mahallede arkadaşlarım vardı fakat bunların içinde birkaçı özeldi. Onlardan biri de Sefa’ydı. İşte öğretmenimle yaşadığımız olayda bunu anlamıştım. Daha önce de ortak yönlerimizin olduğunu fark ettiğim Sefa, o gün de üzüntüme ortak olmuştu.

Okulda bir yandan dersler bir yandan atletizm antrenmanları devam ediyordu. Fakat bu yıl o kadar istekli değildim. Beden eğitimi öğretmenim de durumu fark etmişti. Yarışmalara katılmak istiyorsam daha sıkı antrenman yapmam gerektiğini söyledi. O anda içimde bir şey hissettim. Yarışmalara katılmayacağım, katılsam bile başarısız olacağım hissiydi bu. Öğretmenime, “Katılmak bana göre değil.” dedim.

O günlerde öğretmenimiz okula müfettiş geleceğini duyurdu. Derslere girip bizlere sorular soracağını söyledi. Tabii “müfettiş” demek bizim için çok önemliydi, her sorduğu soruya doğru cevap vermek zorunda hissediyordum kendimi. Öğretmen müfettişi bizlere öyle bir anlat ki o andan itibaren hepimizin konuştuğu tek konu, derslerimize iyi çalışıp doğru cevap vermek oldu. Bu heyecan içinde arkadaşım Sefa ile teneffüslerde birbirimize derslerle ilgili sorular sorup kendimizi sınamaya başladık. Sınıf arkadaşımız Zeynep de bize katılmak isteyince kabul ettik ve üçümüz birlikte çalışmaya başladık.

Böylece günler ilerlerken üçümüz çok iyi arkadaş olduk. Artık ders dışında da paylaşımlarımız oluyordu, birbirimize hafta sonunu nasıl geçirdiğimizi, okul dışındaki hayatımızda neler yaptığımızı anlatıyorduk. O yıl okulda her öğrencinin beslemesini evden kendisinin getirmesi uygulaması başlamıştı. Biz üç arkadaş evden getirdiğimiz yiyecekleri birbirimizle paylaşıyorduk. Katinden bir şey alıyorsak üçümüz için de alıyorduk. Hafta sonları eğer çocuk tiyatrolarına, sinemaya veya geziye gideceksek birlikte gitmeye karar veriyorduk. Ailelerimize bu isteğimizi iletiyorduk.

Tabii ben çok mutluydum. Nasıl bir arkadaş seçeceğime kalbimin sesine göre karar vermiştim ve yanılmamıştım. Çünkü bu iki arkadaşımda gördüğüm en önemli şey paylaşmaktı. Hem yiyeceklerimizi hem sevincimizi hem üzüntümüzü paylaşıyorduk. Mesela okulun yakınındaki futbol sahasına atletizm antrenmanlarına gittiğimizde bu iki arkadaşım da geliyor, tezahüratlarıyla bana destek veriyordu. Bizim arkadaşlığımızda sevgi olduğunu görmüştüm. Okula giderken mutlu şekilde gidiyor, eve mutlu şekilde dönüyordum. Çünkü bu iki arkadaşımı görmek ve onlarla vakit geçirmek beni mutlu ediyordu. Bir tek sınıf öğretmenimden memnun değildim.

Nihayet müfettişin geleceği gün gelip çattı. Sınıftaki herkes heyecan içindeydi, ben de tabii. Hatta heyecanımı evde ailemle de paylaşmıştım. Müfettiş sınıfa girdi, ayağa kalkıp kendisini selamladıktan sonra yerimize oturduk ve ‘Acaba kimi tahtaya kaldırıp soru soracak?’ diye merakla bekledik. Aramızdan arkadaşları seçerek sorular sormaya başladı. Derken Sefa’yı tahtaya kaldırdı. Sefa o kadar heyecanlandı ki müfettiş ismini sorduğunda bile hemen cevap veremedi. Müfettiş anladı ve “Hiç heyecanlanma, beni bir sınıf öğretmeni olarak bil.” dedi. Bunun üzerine Sefa rahatladı ve soruların hepsine doğru cevap verdi. Hem müfettişten hem de öğretmenimizden aferin aldı. Müfettiş bana soru sormadı. Teneffüste Zeynep ve ben verdiği doğru cevaplar için Sefa’yı kutladık. Zeynep, Sefa’nın tahtaya kalkışını taklit edip gülüyordu ama Sefa buna alınmıyordu. Ben daha farklı baktığım için, “Zeynep, müfettiş seni kaldırsa acaba sen nasıl yürürdün o tahtaya?” diyordum. Zeynep, “Tabii ki ben de böyle yürürdüm.” diyordu.

Her geçen gün birbirimizi daha iyi anlıyorduk arkadaş olarak. Teneffüste bize katılmak isteyen diğer arkadaşlar olduğunda onları da kabul ediyorduk. Fakat o arkadaşlarda gördüğümüz daha çok uyumsuzluk olduğu için daha çok üçümüz bir araya geliyorduk. Arkadaşlığın önemini okul yıllarında anlamıştım. Fakat daha önce de söylediğim gibi herkesle arkadaşlık yapmazdım, bu konuda çok seçiciydim. Ruhuma uygun olan kişileri seçiyordum.

Hafta sonları sinemaya, çocuk tiyatrosuna gittiğimizden söz ettim az önce. Bizim evde bu konuları ortanca amcam organize ediyordu. Ağabeyim, kardeşim ve benim velimiz olduğu okuldaki durumumuzla zaten ilgileniyordu. Bir tek üniversitede okuduğu için ablama velilik yapmıyordu ama derslerinin nasıl olduğunu sormayı da ihmal etmiyordu. Tabii amcam sadece derslerimizle ilgilenmekle kalmıyor, genel kültür açısından ilerlememiz için de elinde geleni yapıyordu. Çocuk tiyatrolarına, sinemalarına götürüyordu bizi. Hafta sonu okulun müze gezileri olduğunda tabii ki ailem gönderiyordu. Amcam da bu konuda çok destek veriyordu. Ayrıca yengemle ikisi ablamı alıp konserlere götürüyordu. Bizim öğretici şeyler izlememizi istiyordu. Televizyonda ve radyoda neleri izlediğimizi ve dinlediğimizi soruyordu. Amcamın bunu bize aşılaması ileri yaşlarda sanata ilgimizin olmasını sağladı. Tiyatroya, sinemaya, konserlere gitmek müzeleri gezmek hep ilgimizi çekti. Derler ya, ‘Ağaç yaşken eğilir.’ Gerçekten öyle. Çocuk önce aileden ve sonra okuldan, çevresinden gördükleriyle ve nihayetinde kendini geliştirerek ilerler.  Bu nedenle özellikle ailenin önemi çok büyüktür.

Çocukken ne istediğini bilen çocuk ileri yaşlarda da ne istediğini biliyor. Eğer bir çocuk aksi ise uyumlu değilse kendini bir şekilde gösteriyor. Okulda hırçın, kıskanç, tembel ve paylaşmayı bilmeyen çocuk ileri yaşlarda da aynı davranışları sergiliyor. Ne zaman ki kendisinin farkına varıyor o zaman bu olumsuzlukları değiştiriyor. Tabii farkına varabilirse.

Çocuk ne istediğini bilir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ÖZ ŞEFKATLİ FARKINDALIK

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi “Öz Şefkatli Farkındalık”

Bu kitabın iki yazarından bir tanesi; Klinik Psikolog Dr. Christopher Germer Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde psikiyatri alanında öğretim üyesidir. Psikoterapi temelli farkındalık ve şefkat konularında, dünyanın dört bir tarafında seminerlere katılıp eğitimler vermektedir. Psikoterapi ve Meditasyon Enstitüsü ile Şefkat ve Farkındalık Merkezi’nin kurucularındandır.

İkinci yazarı ise; Doç. Dr. Kristin Neff, Texas Üniversitesi’nde Eğitim Psikolojisi bölümünde ders vermesinin yanı sıra, öz şefkat araştırmaları alanında Dr. Christopher Germer ile birlikte iki öncüden biridir. Üniversite mezuniyetinin ardından Budizme ilgi duymuş ve öz şefkati bir branş olarak kabul ettirecek akademik çalışmalar yapmıştır.

Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.

“…

Öz şefkat uygulaması tipik olarak üç aşamadan meydana gelir:

Çaba gösterme

Hayal kırıklığı

Radikal kabul

Kendimize karşı nazik davranmaya başladığımız ilk zamanlarda, tıpkı yaşamımızın diğer alanlarında olduğu gibi bu süreci de doğru bir şekilde sürdürme için mücadele veririz. Ve öz şefkati gerçekten deneyimlediğimizde epey rahatlamış hissedebilir ve uygulamayı daha da hevesli bir şekilde sürdürebiliriz. Öz şefkat uygulamasının bu ilk aşaması, herhangi bir aşk ilişkisinin ilk aşamalarına benzer, tıpkı bir hayranlık gibidir.

Bir zorluk yaşadığımızda, daha iyi hissetmek için değil, kötü hissettiğimiz için kendimize şefkat gösteririz.

Bir başka ifadeyle, bir mücadele anında, acıdan kurtulmak için öz şefkat uygulaması yapmayız. Zaman zaman insan olmak bize zor gelir, öz şefkat uygulaması yapmamızın nedeni budur. Radikal kabul, 48 saattir grip olan bir çocuğu rahat ettirmeye çalışan bir ebeveyne benzer. Ebeveyn, çocukla gribinin bir an önce geçmesi için ilgilenmez – grip, zamanı geldiğinde geçecektir. Fakat çocuğun ateşi olduğu ve kendisini kötü hissettiği için, ebeveyn iyileşme süreci gerçekleşirken acıya doğal bir tepki olarak çocuğu rahatlatır.

Kendimizi rahatlatmaya çalıştığımızda da durum böyledir. Doğamız gereği kusurları olan, hatalar yapmaya ve mücadele etmeye yatkın insanlar olduğumuzu bütünüyle kabul ettiğimizde, kalplerimiz doğal olarak yumuşamaya başlar. Acıyı yine de duyumsarız, ancak aynı zamanda sevginin acıyı tuttuğunu hissederiz ve bu bizim için durumu biraz daha katlanılır kılar.  U tepkinin “radikal” olmasının nedeni, bunun genellikle acımıza yaklaşım biçimimize ters düşüyor olmasıdır. Değişim de eşit ölçüde radikal olabilir.

İnsanlar gelişim kelimesini duyar duymaz, genellikle “ne kadar gelişim, o kadar iyi,” diye düşünürler. Başka bir deyişle, insanlar kendilerini radikal kabul evresinde olmadıkları için yargılayabilirler. Öz şefkatin bir varış yeri değil, bir varoluş biçimi olduğunu anlamak önemlidir. Her ne kadar radikal kabul anlarımız olsa da, çaba gösterdiğimiz hayal kırıklığına uğradığımız birçok anımız da olacak. Tüm bunlar, olun önemli olduğunuza ilişkili olumlu ya da olumsuz herhangi bir yargınız varsa, öz değerlendirme alışkanlığını bırakmayı ve sadece sevecen bir kalple, sizin için o anda doğru olana kendinizi açmayı deneyin.

Başkalarına gösterdiğimiz empatiyi sürdürmemiz, kendimize şefkat göstermemizle başlar.

…”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com