GERÇEKLİKLER

Bilim, Latince scientia (BİLGİ) sözcüğünden türemiştir; gözlemlenebilir fiziksel kanıtlarla doğanın ve doğal olayların işleyişini anlamak ve anlaşılır kılmak için yapılan düzenlenmiş insani çabayı ifade eder. Bilim var olanı yani var olmuş olanı araştırır, var etmez, edemez.  Aradaki bu ince ve keskin çizgi çoğu insan tarafından kimi zaman görmezden gelinir, kimi zamansa kabul edilmez. Oysa benim gibi birçoklarının kabul ettiği şekliyle bilim; bütün canlıların hayatına hizmet eden, yapılan ve yapılacak çalışmalarla bilinmez birçok şeyin bilinmesini sağlayan bir disiplin ve yöntemler bütünüdür.

Gerek bilim adamları gerekse birçok felsefeci bilim ve yaratılış konuları üzerine çokça teoriler üretmiştir. Üretilen teoriler üzerine yapılan değerlendirmeler ve tartışmaların sonucunda kimileri bilim ve yaratılışı birbiriyle bütünleştirmiş kimileri birbirinden ayırmış kimileri ise bilimi esas kabul edip yaratılışı yok saymıştır. Yaratılış derken anlaşılacağı üzere, Yaradan ve inançtan bahsetmekteyim. Anlatmak istediklerime doğru bir giriş yapabilmek adına bu detaya değindim. Bugün asıl anlatacaklarım; ‘bilimi tek gerçek kabul eden, bir Yaradan’ın varlığını yok sayan ama başı sıkışınca da Yaradan’a sarılan yani düşüncesinin, inancının ardında dimdik duramayan insanların halleri’.

Başlangıcımız her zaman olduğu gibi bizden farklı bir düşünceye, inanca sahip olana saygı duymaktır. Saygıyı yanımıza alarak konuyu yaşanmışlıklarda gezinerek irdeleyeceğiz. Bilimin hayatımızın hemen her noktasında ne denli önemli olduğunu yok saymak yapılacak en büyük hatadır. Bilimin ardındaki etkiye gelince, o da insanların bilimsel keşifleri gerçekleştirmesini sağlayan, onlara bu aklı, bu kudreti veren Yaradandır. Her insan inanma ihtiyacı duyar, dünya var olduğundan yana bu böyledir ve böyle olmaya da devam edecektir. Doğaya, cisme, Yaradan’a …

Yapılan araştırmalara göre dua bir çeşit ‘sistemli yaratma enerjisi’ dir. Evrenin yaradılış sistemi için, modern bilimin araştırma ve bulguları gösteriyor ki, dua bizler tarafından sistemin işleyişine etki edebilecek bir potansiyel taşır. Dua neredeyse her insan için yüksek enerji yüklü bir sığınaktır. Tıpkı Prof. Tarhan’ın dediği gibi; “Duada vücut ısısı yükselir, ürperti hissi ile uyarılma yaşanır, algı gücü keskinleşir, bilinç düzeyi ve farkındalık artar. Harvard’lı Dr. Herbert Benson, ‘Handbook of Religion and Health’ isimli kitabında, inanmanın ve duanın hastalıklar üzerinde yüzde 60-90 iyileştirici etkisi olduğunu aktarmıştır.

İnsanlar inanışları doğrultusunda çeşitli şekillerde ve çeşitli yerlerde dua ederler. Camide, kilisede, tapınakta, yolda, evde ya da herhangi bir nesnenin önünde… Kişi huzuru nerede buluyor, nerede mutlu oluyorsa duasını da orada yapar. Bu ne eleştirilebilir ne ayıplanabilir ne de hiçe sayılabilir.  İnsanlar inançlarını istedikleri gibi, istedikleri şekilde yaşarlar. Bu konuda dayatma hakkına hiç kimse sahip değildir. Mühim olan kişinin içsel kazanımıdır, bu konuda kimsenin yaptırımı olamaz.

Bir tanıdığım Allah’a inanmadığını kendi aklının ve bilimin gösterdikleriyle her şeyi yapacağını söylemişti.  Bense onun bu düşüncesinin bana göre yanlış olduğuna dair hiçbir şey söylememiştim. Bazen, bazı sözler bize yanlış gelse de hemen net cevaplar vermemek önemlidir.  Ona, onu yargılamadan kendimi düşüncemi açıklayacak örnekler vermiştim. Demiştim ki: “Bilim çok önemli, onun gücüne, etkisine senin gibi bende inanıyorum.  Ama ben hasta olduğumda şifa bulmak için doktora gideceğim zaman, öncesinde Allah’ a dua ederim. Karşıma derdime derman olacak, işinin ehli doktor çıkması, tedavimin başarılı geçmesi için Allah’a dua ederim, bilimin ötesindeki o gücü yanıma alırım’. Susmuştu ne karşıt bir söylem ne de başka bir şey…

Bir yolculuk öncesi, duamız hep hayırlı yolculuklarımız olsun şeklinde değil midir? Sınava girecek bir çocuğa Allah zihin açıklığı versin demez miyiz? Bir iş görüşmesine gideceğimiz zaman hayırlı ise işe kabul edileyim demez miyiz?

Bir arkadaşımın bizzat tanıklık ettiği ve bana aktardığı yaşanmışlıktan bahsedeceğim. Arkadaşım ve bu yaşanmışlığa konu olan onun arkadaşı uçakla yaptıkları bir yolculukta korkulu anlar yaşamışlar. Türbülansa giren uçak nerdeyse düşme noktasına gelmiş. Büyük panik, yolcular çığlık çığlığa, uçuş personeli dahi ne yapacağını bilmez bir haldeymiş. Allah’a inancı olmayan, bilimden öte hiçbir gerçekliği kabul etmeyen bu malum kişi başlamış dualar etmeye. ‘Allah’ a yakarış!’. İşte bu noktada çelişki başlıyor. İnanmıyordun, şimdi ne oldu, o dualar niye? İşte birçok mecliste inanmadığını dile getiren birçok insan neden an gelip Yaradan’a sığınır? Düşündüğünün arkasında duramayacaksan…

Hayatlarımızda her şey yolunda iken çoğu zaman esas olan hep maddesel değerlerdir. Ne zaman başımız sıkışsa maneviyata yöneliriz. Halbuki neden her şeyi bir potada eritip hayatımızın bütününe yaysak, bu daha huzur verici ve mutluluğa ulaştırıcı olmaz mı? Bilim yaşamımızın olmazsa olmazıdır. Bunu iyice anlayıp, özümsemek gerekiyor. Bununla birlikte inançlarımız da dualarımız da bizim gerçekliğimizdir. Hayat bir derya ise bilim de o deryayı anlayabilmemize, o derya da varlığımızı en iyi şekilde sürdürmemize yardımcı olan büyük bir unsurdur. İnancımız ve dualarımız da hayatın içindeki bizdir.  Bilimin ötesine, oradaki güce bakabilmeliyiz.

Tabiatta öylesine yüksek bir akıl kendini gösteriyor ki, insanın en ince düşünceleri ve buluşları bu aklın yanında sönük bir gölge gibi kalır. (Albert Einstein)

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

GÜVENMEK, İNANMAK, SADAKAT (2)

Öncelikle paylaşımlarımı okuduğunuz ve kıymetli yorumlarınızı benimle paylaştığınız için her birinize ayrı ayrı teşekkürlerimi sunmayı bir borç bilirim. Sizlerle kurduğum gönül bağının kıymetini layığıyla tarif edebilmek çok güç. Çünkü kimi zaman yüreği dillendirmekte insan acizliği yaşabiliyor. İyi ki, sizlerle bir şekilde bu platformlarda yollarımız kesişti, bunun için çok mutluyum. 

Güvenmek, inanmak ve sadakat konulu yazıma devam ediyorum…

Güveni, inancı, sadakati yaralayan öyle çok şey yaşanıyor ki dünyada. Bazen birilerinin sadece kendilerine aitmişçesine sahiplendikleri güven, inanç, sadakat tüm insanlar için olmaktan çıkıp sadece birilerine ait bir hal alabiliyor. Bahsettiğim o tanıdık… Onun için, tüm bu duygular sadece kendisinin söz konusu olduğu durumlarda bir anlam kazanıyordu, kendisi dışındaki hiçbir durumda bu duyguların ehemmiyeti yoktu. 

Verilen sözlerin herhangi bir geçerli sebebe dayandırılmaksızın tutulmaması güven, inanç kayıplarına sebep olur demiştik. Diğer taraftan sözün tutulmaması sadakatsizlik durumunu da beraberinde getirir. Örneğin; geçerli bir sebepten ötürü sözünüzü tutamıyorsunuz ya da kontrolünüz dışında bir şeyler oluyor ve karşınızdakini zora sokuyorsunuz. Böyle bir durumda siz mevzuya hâkim olup, onun arkasında durur ve karşınızdakine zaman kaybetmeksizin, dürüstçe hakikati anlatırsanız hem kendi sözünüze sadık kalmış olursunuz, hem de karşınızdakinin sadakat, güven ve inanç duygularını yaralamazsınız. Kayıtsız şartsız dürüstlük… Ne yanlış yapan taraf olun ne de bilerek isteyerek karşı tarafı üzen kişi olun…

Yeni bir işe giriyorsunuz, ya da hali hazırda çalışmakta olduğunuz bir işiniz var. Size türlü vaatlerde bulunuyorlar. Diyelim ki; altı ay sonra prim alacağınız vaat edilmiş. Ama gün gelmiş ve o prim alınamamış yani vaat yerine getirilmemiş. Böyle bir sonucu detaylı değerlendirmekte fayda var. Şayet işyeriniz sözünü yerine getiremeyeceği ekonomik zorluklar yaşıyorsa bu durum anlayışla karşılanmalıdır. Tabii ki bu anlayışta belirli bir koşula bağlıdır. Size, şirketin durumu açıkça ifade edilmeli, prim ödemesi yapılamadığı için nazikçe sizden hoşgörü talep edilmelidir (aslında iç sesim hoşgörü yerine özür diyor, ama biliriz ki; işletmelerin lügatında özrün yer aldığı sayfa pek açılmaz). Sizinle yapılacak böylesine dürüst bir konuşma sizde her ne kadar prim alamamanın yaratacağı bir üzüntü oluştursa da en önemlisi hayata ve insanlara bakış duygularınız zedelenmemiş olacaktı. Diğer taraftan verilen sözün neden tutulmadığına dair size açıklama yapılmasaydı nasıl hissedecektiniz? Eğer böyle olsaydı kaybınız maddi olandan çok daha büyük olacaktı.

Arkadaşlıklarda, iş hayatında ya da benzeri sosyal ilişkilerde yaşanan durumlardan bahsettik. Bunların yanı sıra bir de hayatımızda çok büyük öneme sahip olan gönül ilişkimizde güven, inanç, sadakat nasıl bir öneme sahip?

Prof. Dr. Nevzat Tarhan Hoca’nın ifadesiyle; evlilik, gönül birlikteliği su gibidir. Su bilindiği üzere iki elementin bir araya gelmesiyle oluşur. Aslında bu iki element havada dolaşırken serbest ve özgürdür. Özgür iki element kendi yapılarından fedakârlık yaparak su gibi bir yaşam kaynağına dönüşürler.

İşte bu yaşam kaynağını ayakta tutabilmek için güvenmeye, inanmaya ve mutlak sadakate ihtiyaç duyarız. Sevgiyi destekleyen, birlikteliği ayakta tutan sabit bir üçgendir bu duygular.  Birliktelikte aitlik vardır ve bu aitlik paylaşılmak istenir. Yüreğin en kıymetlindir, kıymetlini güveneceğin, inanacağın ve sadece bedensel değil ruhsal bir sadakati sana hissettirecek kişiye emanet etmeyi istersin. Bir şekilde sarsılabilecek bu duygular kişiyi sadece o birlikten yana değil, hayatın diğer dinamiklerinde de büyük üzüntülere iter. Bunun için kimsenin üzüntüsü olmayın. Yerine getiremeyeceğiniz sözler vermekten kaçının, bunu yapmayın. Şayet hissettiklerinizde bitişler varsa bunu en doğru, en sarih şekilde konuşarak, anlaşarak paylaşın. Sadakatsizce başka yüreklere gitmeyin unutmayın ki; başka birine sadakatsizlik etmek için önce kendine sadık olmayı bırakmış olman gerekir. Temelde en büyük zararı kendinize verirsiniz. Yaşadığınız birlikteliği şeffaflıkla donatın, açık yürekli olun. Verdiğiniz sözlere, hislerinize, sevginize, en çok da kendinize sadık olun.

Güven, çok ince bir çizgidir. Onu kalınlaştırarak kırılmasını engelleyen tek şey, iki taraflı olmasıdır.    

Duygu dünyamı, deneyimlerimi, bilgilerimi yazıya dökerken özenle ve titizlikle hareket ediyorum. Yanlış anlaşılmaya müsait, kesin ve keskin bir dil kullanmıyorum, yargılama yapmamaya dikkat ediyorum ve biliyorum ki; her biriniz yazılarımdan yaptığınız çıkarımlarla kendi yargılamanızı, öz ve çevresel eleştirilerinizi zaten yapıyorsunuz.  Bir ansiklopediyi ya da akademik bir makaleyi çağrıştıran ifadeleri kullanmamayı bilinçli olarak seçiyorum. Benim için önemlisi; sizlerle en doğal ve en samimi ilişkiyi kurmak. Canı gönülden bilmenizi isterim ki; sizlerle sanki bir çay ya da bir kahve eşliğinde sohbet edercesine yüreğimin sesiyle yazıyorum…

Etrafınızda güvenebileceğiniz, inanabileceğiniz ve sadakati hissedebileceğiniz, size sıcacık yüreklerini sunan insanlar olması dileğiyle…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

GÜVENMEK, İNANMAK, SADAKAT

Güvenmek, inanmak, sadık olmak, bu güzel hissiyatların tam zıt olanları ise güvenmemek, inanmamak, sadık olmamak. Bizler hangilerini, nasıl ve hangi durumlara karşılık yaşıyoruz? Bugün bu duyguları irdeleyeceğiz. Onlara sahip miyiz ya da değil miyiz?

Güvenmek, inanmak ve tam zıtları güvenmemek, inanmamak. Birlikte kullanıldığın hiç de yadsınmayacak bu ikili kelime grubunun sözlük anlamları birbirinden farklı olsa da hem olumlularının hem de olumsuzlarının kişide oluşturduğu yankılar büyük benzerlikler gösterir. Güven ve inanç hayattaki duruşumuzda ve ilişkilerimizin tamamında etkin rol oynar. Öncelik her daim olduğu gibi kişinin kendisindedir. Kişi kendine, karalarına güvenecek, hata yapmaktan, düşmekten korkmayacak ve her koşulda yeniden ayağa kalkacağına inanacak. Şayet bunu başarırsa kişi mutlak gücü kendinde toplamış demektir. Şimdi gelelim insanlara güvenmek ve inanmak konusuna.

Güven her ilişkinin mihenk taşıdır. Ne var ki, güven duygusu kolay kazanılmaz ve eyleme dönüşmesi çoğu kez uzun zaman alır. Tarafların güven yolunda birbirlerine karşı atacakları adımlar bir taraftan da riskler içerir. Ama biliriz ki risk her zaman ve her şeyin içinde vardır. O zaman yapılacak şey kendimizi koruma altına alarak insanlarla ilişkiler kurmaktır. Zamana, paylaşımların derecesine, karşılıklı verilen emeklere göre güven duygusu ve tabii ki beraberindeki inanmak olgusu zamanla gelişecek ve ilişki sağlıklı bir zemine oturacaktır. Diğer taraftan güvenin kaybedilmesi ise çok kolaydır ve bu bir anda olabilir. Herhangi bir kişiden yana kaybedilen güven duygusu çoğu insanda kaygılara, mutsuzluğa sebep olabilir. Güveni zedelenen kişiler bu deneyimlerini şu anda ve gelecek ile özdeşleştirip tüm insanların güvenilmez olduğu yargısına vararak gelecekteki olası zarardan kendini korumak için neredeyse insanların tümünü güvenilmez etiketiyle damgalarlar. Öncelikle bilinmesi gereken ve esas olan şey gelecek ilişkilerin geçmişle aynı özelliklere sahip olmayacağıdır. Her insan aynı değildir ve her ilişki aynı niteliğe sahip olmayacaktır. Geçmişte yaşanılan olumsuzlukları kabul etmek ve duygularınızdan kaçmadan yüzleşmek yeni ilişkilerin sağlıklı ilerleyebilmesi adına oldukça önemlidir. Her daim size tavsiye ettiğim gibi; mutlaka güveninizin ve inançlarınızın sarsıldığı durumlarda da kendinize, iç dünyanıza dönün. Yaşadığınız durumun eksiklerini belirleyeceğiniz gibi artılarını da belirleyin. Evet, güveninizin kırılması, inancınızın sarsılması çok üzücü bir durumdur ama bu durumdan mutlaka çıkartacağınız dersler olacaktır ve bu dersler sizin artılarınız yani kazanımlarınızdır. Bu muhakemeyi bir daha benzer bir duruma düşmemek adına yapmanız çok mühim.

Verilen sözlerin tutulmaması…Sadakatsizlik…Sözde sevgiler… İşte tüm bunlar güveni, inancı yerle yeksan eder, ruhları bitap düşürür.

 Verdiğin sözü yerine getir, yerine getiremeyeceğim sözler verme.

Kimileri yürekten, tüm bilinciyle söz verir ve her ne olursa olsun o sözü yerine getirir. Oldu ki sözünü yerine getiremezse bunun için mutlaka söyleyecek anlamlı sözleri ve yerine getiremediği söz için de mahcubiyeti vardır. Ama kimileri ise söz vermeyi alışkanlık haline getirmiş, diline sanki sıradan bir ifadeymişçesine yerleştirmiştir. Verdiği sözü neredeyse söyler söylemez unutuverir. Bilmez ki verdiği o söz karşısındaki için ne değerlidir. İşte böyle verilir o sözler; çok sevinçlidir gözü göremez kendi duygusundan başka bir şeyi o anda sadece vermek için bir şeylere söz verir, birileri ondan bir şeyler ister aslında onu yapamayacağını bildiği halde sırf karşısındaki kırılmasın diye tamam der, söz verir, kendi menfaati söz konusudur bunun için yine yapmayacağı bir şeyi yapacağına dair söz verir, ya da bir şeyler olur ve sadece o anı kurtarmak için sözler verilir.  Kıssadan hisse, birkaç örneğe göz gezdirelim.

Bir tanıdığıma sahip olmayı çok istediği bir şeye sahip olabilmesinin karşısındaki kişiyle uzlaşmaktan geçtiğini anlatmış ona buna dair çeşitli telkinlerde bulunmuştum. İstediği o şeye sahip olma konusunda karşısındakinin kendisine söz verdiğini anlatmıştı -aslında bu sözün yerine getirilmesi de çeşitli koşulların oluşmasına bağlıydı- ve sonra bir şekilde uzlaşı gerçekleşmeyince istediğine sahip olamamıştı ve bu sonuçtan dolayı karşısındakine ağır ithamlarda bulunmuştu. Nasıl olurda verilen söz tutulmazdı, güveninin sarsıldığını, kendisine kabul edilemez bir sadakatsizlik yapıldığını defaatle söylemişti. Ancak gariptir ki bu yakınmaları yapan kişinin konu başka bir kişinin yaşadıkları olduğunda hiçbir şekilde aynı tepkileri vermediğini gördüm. Başkalarının durumları üzerine konuşurken, verilen sözlerin yerine getirilmemesinin mümkün olabileceğini, şartlara göre her şeyin değişkenlik gösterebileceğini, her söz tutulacak şeklinde bir kaide olmadığını, ifadelerini rahatlıkla kullanabiliyordu. Hatta bu düşüncelerini kendisine verilen vaatlerin yerine getirilmemesinden güveni yara alan ve üzüntü yaşayan kişinin yüzüne de söyledi. Pervasızca, umursamazca… Hani verilen sözler tutulmasa da olurdu, hani güven, sadakat önemsizdi? Önemsiz miydi gerçekten? Oysa kendi durumu için veryansın ederken bunların sarsıldığını üstüne basa basa söylemişti. O zaman soru şu. Güven, inanç, sadakat sadece sana mı dair? 

Burada yine bir es veriyoruz. Anlatacak, sizinle paylaşacak daha çok şey var, yazımın devamını gelecek hafta sizlerle buluşturacağım. Her zaman olduğu gibi düşüncelerinizi, yorumlarınızı benimle paylaşmanızı sabırsızlıkla bekliyorum. Her birinizin beğenisi, yorumu benim için eşsiz birer hazine…  

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

MUTLU ÇOCUK MUTLU DÜNYA

Küçük çocuk elindeki anahtarla anı dolu sandığı tekrar açar ve içinden yeni bir anıyı daha serbest bırakır. Çocuk yeniden anlatmaya başlar: 

– Kendimi yok yere suçladığım o günlerin üzerinden yaklaşık altı ay geçmişti. Babam ve amcalarım ayrı ayrı evlere çıkma kararı aldı. Vakit gelmişti artık herkes çekirdek ailesiyle yeni evlerinde yeni yaşamlara doğru yol almaya karar verilmişti. İki amcam yana yana dairelerde aynı apartmanda yaşamaya başladılar. Bizse onlara aynı yürüme mesafesi on dakika uzaklıkta, aynı mahallede beş katlı başka bir apartman dairesine taşındık. Etrafta yüksek katlı evler olmadığından bizim evimizden onların apartmanını hatta evlerinin ışıklarını görebiliyorduk. Ama işi en güzel tarafı onlar bizim bahçemizi yani benim oyun oynadığım alanı göremiyorlardı. Gizli zafer benimdi. Bizim apartmanımız asansörlüydü, bu asansör benim için hem şaşırtıcı hem de biraz ürkütücüydü. Anneme: “Bu asansöre tek başıma binebilir miyim?” diye sorduğumu bugün gibi hatırlarım. Çünkü tek başıma bir şey yapabilmem benim için büyük maceraydı. Yeni evimizin büyük odaları vardı, ama o büyüklüğün yanında bahçemiz eski ve kocaman bahçesi, güzel olansa o evin çocukları vardı ve bahçelerinde oynuyorlardı, bende onlarla birlikte oynayabilirim. Korkusuzca, özgürce oynayabilirdim, düşsem bile artık bana kızacak, beni yargılayacak hiç kimse yoktu. Eski yaşadığım yer şimdiki evimize çok uzak sayılmazdı, arkadaşlarımda gerçekten ayrılmış sayılmazdım, annem beni onlara götürür onların annesi de onları bize getirebilirdi. Bir çocuk için, arkadaşlarından vazgeçmiş kolay mıdır? Biz tertemiz arkadaşlıklar yaşıyorduk, biz çocuktuk, büyükler gibi değildik.

– Yeni arkadaşlarımızla onların bahçesinde ağabeyim, kardeşim ve diğer erkek çocuklarıyla maç yapardık, ter içinde kalırdık. Spora olan tutkum, futbol maçlarına olan düşkünlüğüm ta o günlere dayanır. Sporla ilgili öyle çok anım var ki, onları da anı sandığımdan çıkardıkça sizlere anlatacağım. Annem her ne kadar sakin, sessiz, uysal, ağlamayı bilmeyen bir çocuk olarak beni tanımlasa da hareketli bir yapım olduğunu da söylemeden geçmez. Yani zararsız, ama atik bir çocuk. Hatta annem bana dair ve bana çok ilginç gelen bir anısını anlatır. Der ki: “Üç aylıktın, seni bir koltuğa yatırmış mutfakta iş yapmaya gitmiştim, biraz bir zaman geçmişti yengen seni kontrol etmeye yanına gitmişti, ama sen yerinde değildir. Bir telaş, bir karmaşa, çünkü senden en ufak ses yok. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, koltuk örtüsü kıpırdanmaya başladı, bir baktık ki koltuğun altındasın. Hemen her yerini özellikle de başını kontrol ettik, oraya nasıl indin, bir yerine bir şey mi oldu diye çok korktuk. Seni yeniden koltuğa yatırdık gözlemlemeye başladık. Nasıl oldu halen anlamam ama hareket etmeye ve koltuğun örtüsünü tutup koltuktan inmeye çalışıyordun. O an senin doğumunu yaptıran doktorun dedikleri aklıma geldi. Senin gibi bir bebeğe rastlamadığını, doğar doğmaz kıpırdanmaya başladığını, sanki hareket etmek istediğini söylemişti. “Ele avuca sığmayacak, kıpır kıpır bir çocuk bu” demiştir.” – galiba enerjimin yansımaları bebekliğimde kendini bu şekilde göstermiş-

– Bizim bahçemiz, yan bahçe her şey harikaydı benim için, saatlerce oynardık. Özgürdüm, kimse bana kızmıyordu, işte buydu özgürlük. Arkadaşlarımızla oynamadığımız da bile biz erkek kardeşimle birlikte oynardık, çok da mutlu olurduk. Saatlerin nasıl geçtiğini hatırlamadığımız çoğu zamanın sonunda hava da karamaya başladıysa eğer annem “Hadi eve!” diye seslenmeye başlardı. Bizimse hep bir ağızdan söylediğimiz şey: “Beş dakika daha!”. Bizim zaman kavramımız sizinkine benzemez bizim beş dakikamız bazen yirmi dakika oluyordu. Seslenmekten usanan annem çareyi bizi gelip eve götürmekte buluyordu. Ah! Bir de kış mevsimi yok mu? Karların üzerinde yuvarlanmak, kardan adam yapmak ne keyifti. Bu arada annem bizi alırdı dedim ya biz iki küçüğün asansöre tek başlarına binmesi yasaktı, mutlaka bize eşlik edilirdi.

– Akşam yemekleri önemliydi. Babam tüm ailenin masa başında bir arada olmasına çok dikkat ederdi. Hafta içi ve cumartesi sabah kahvaltıları ve öğle yemekleri hariç, her akşam ve Pazar günü tüm öğünlerde masa başında birlikte olurduk. Babam hafta içi ve cumartesi günleri erkenden işe gittiğinden sabah kahvaltılarında ve tabi ki evde olmadığından öğle yemeklerinde bizimle olamazdı. Babam sofra birlikteliğinin üzerine titrediğinden uzun yaz akşamlarında hava kararmasa bile ve oyunumuz bitmese bile vakit akşam yemeğine ulaşmışsa biz mutlaka eve giderdik. O sofraya sonradan oturulmazdı… O zamanlar çokta sevmezdim ve pek de anlamazdım beraber masaya oturmak zorunda olma kuralını. Benim oyunum bitmemişken neden illa ki  yemek için eve gitmeliydim. Sonradan yesem ne olurdu sanki… -Şimdilerde babamın bu kuralının, aslında kuraldan öte bu alışkanlığının aileyi her daim bir arada tutmak için ne denli mühim bir yaklaşım olduğunu. Her beraber sofrayı paylaşmak, bir arada olmak büyük nimetmiş. Saygı, sevgi, paylaşmak, konuşmak, dinlemek, dinlenmek…İşte o sofralarda öğrendim ben bunları… Birçok şey çocukken ediniliyor, sonradan edinilmiyor, bizim çocuk dünyasıyla anlayamadığımız öyle çok şey var ki, bizi biz yapan…-

– Bu arada yaşım baya ilerlemişti. Tam beş yaşına gelmiştim, vay be kocaman ben!   

– Mahallede ki çocuklar arasında bizden yaşça büyük olanlar vardı, onlar kardeşimi ve beni aralarına almak istemezler, ama ağabeyim onlarla yaşıt olduğundan onu alırlardı. Ablamsa bizden yaşça daha büyük olduğundan oyunlarımıza katılmaz, okula gittiğinden genellikle ders çalışırdı. Yine bir gün yan bahçede futbol oynanıyordu, ağabeyimde onlarlaydı ve nasıl olduysa kardeşimi de aralarına almışlardı. Bende onlarla oynamak istedim ama ağabeyim hemencecik “hayır” deyiverdi, kardeşimse; “gel, oyna” dedi. Tabi ki diğerleri kardeşimin bana gel demesinden hiç hoşlanmadı. Ama bir şekilde beni maça aldılar, kaleci olmuştum. Sonraları bu bir alışkanlığa dönüştü, beni ne zaman maça kabul etseler hep kaleci oluyordum bir süre sonra bende isyan bayrakları çekildi ve dedim ki: “Bu hiç eşit bir davranış değil, bende sizler gibi oynamak istiyorum, kalede durmayacağım”. Kardeşim ben üzülmeyeyim diye kalede kendisinin durabileceğini söyledi. Tabi ki bunu da kabul etmedim. Bu sefer bana yapılan haksızlık ona da yapılmış olacaktır. Bu itirazımdan sonra beni oyuna almadılar. Şimdi anlıyorum ki aslında beni oyuna almalarının sebebi sadece kendi menfaatleriymiş. Sonraki günlerde ağabeyim, kardeşim ve ben maç yapar olduk, bazen de bir arkadaşımız daha katılıyordu bize. Bu oyunumuzdan çok mutluydum, biz kimseyi dışlamıyorduk, herkes bizimle isteği şekilde oynayabiliyordu. Girişken bir çocuk olduğumdan hemen herkesin oyunun kolaycacık dahil olabiliyordum kimseye küsüp, kapris yapmıyordum”.

İşte bizim çocuğun bugünkü anısından yol çıkacak olursak; Oyunlarda kendisine yanlış davranıldığında, dışlandığında içine kapansaydı eğer, kendisini değersiz hissetseydi, mutsuz bir yetişkinle bugün karşı karşıya olacaktık. Oysa o öyle yapmadı. Doğru bildiğinin ardından gitti, haksızlığa boyun eğmedi, güçlü bir şekilde yoluna devam etti. Çocuklukta yaşanan her şey bireyin gelişiminde çok etkilidir. Yaşanan olumsuzlukları maalesef her çocuk sindiremiyor, olumsuzluklarla başa çıkamıyor. Değersizlik hissi daha çocukken yüreklere yerleşirse yetişkinlikte de kişi mutsuz olacağı gibi çevresini de mutsuz edecektir. Bunun içindir ki her şeyin farkına varmaya çalışalım. Kendi çocukluğumuza dönüp yaralarımızı, eksikliklerimizi şifalandıralım. Dokunabildiğimiz kadar çocuk yüreğine dokunalım, onların güçlü, mutlu, sevgiye doymuş, farkındalığa yüksek bireyler olmaları için çaba gösterelim, onların yanında olalım. Mutlu, sevgi dolu çocuklar yetişsin ki dünya da mutluluk, sevgi daim olsun.       

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

HAYATIMIZ İÇİN HANGİ ENERJİYİ SEÇMELİYİZ (2)

Çarşamba günkü “Hayatımız İçin Hangi Enerjiyi Seçmeliyiz” isimli yazıma devam niteliğindeki bu yazımla yine sizlerleyim.

Asıl iş; pozitif enerjiye sıkı sıkıya sarılmak ve negatif enerjileri de alt etmekten geçiyor demiş ve bu nasıl olacak diye sormuştum. Şimdi bunu nasıl yapabileceğimize dair cevaplar verelim: “ilk adım, kendinizi yenilemekle başlar. Kendinizdeki olumsuz taraflarınızı keşfedin, negatifliklerinizi görmeye çalışın. Kendinize anlayışlı ve samimi davranın. Olumsuz taraflarınızı geliştirmeye, değiştirmeye odaklanın ama bunu negatif enerjiyle değil pozitif enerjiyle, sevgiyle yapın. Kendinize de sevgiyle bakın. Sonrasında çevrenizdeki herkesin ve her şeyin içinde ki iyiliğe odaklanın, hep sevgiyle bakmaya çalışın. Unutmayın kimse mükemmel değildir. Kendinize olduğu gibi çevrenize de sevgiyle bakın.” Şimdi hep birlikte konunun detaylarına doğru bir yolculuk yapalım.

Kendinizi sevin, bu kendinize yapacağınız en büyük iyiliktir. Bunu yapmak yüksek egolu olmak, kibirli, kendini beğenmiş olmak demek değildir. Sonsuz evrende bir varlık olarak sevmek duygusunu yaşamanın ilk adımı önce kendinizi sevmektir, iyi ve kötü, doğru ve yanlış yönlerinizle. Gücünüzü keşfedin ve onu ellerinizin arasına alın. Kendinizde ki negatifleri yok etmek ve hayatı güzelleştirmek sizin elinizde, bu zihinsel bir enerji gücüdür ve bu kesinlikle en iyi şekilde kullanılabilir. Birçok insan bu gücü,  kendisine olan kızgınlığından ya da kendini kader kurbanı olarak gördüğünden kullanamamaktadır. Unutmayın problemin olduğu yerde mutlaka ve mutlaka çözümü de vardır. Yeter ki çözümün varlığına tüm pozitif enerjinizle inanın ve bu yolda adım atmaktan korkmayın. Yaşadığının anın kıymetini bilin ve o anın enerjisine sahip çıkın, negatifleri pozitife çevirmek için tüm gücün sizde olduğunu bilin. Bugün yaşanabilecek kötü şeyler gelecekte yaşanacak iyi şeylerin kilit noktası olabilir. Hayatın ve deneyimlerin kıymetini bilmek, onlarda ki renkleri keşfetmek bizi her daim olumluya götürecektir.

Negatif düşünce sarmalları insanı sadece ruhsal açıdan darboğaza sürüklemez beraberinde türlü fiziksel hastalıkları da getirir. Bunun içindir ki negatif enerjimizi pozitif enerjiye çevirmek hem ruhsal hem de fiziksel sağlığın ve zindeliğin sağlanabilmesi için çok mühimdir.

Denir ki: “Hastalıkların panzehiri pozitif düşüncedir”.  Bunun ne denli yerinde bir tespit olduğu birçok durumda kendisini göstermiştir. Sizi hasta eden düşünce kalıplarını tespit edebilmelisiniz, düşünce yapınızı en yüksek seviyede bir farkındalıkla kontrol edebilmek için bunu yapmak büyük bir gerekliliktir. Beyni güçlü tutabilmek için düşünce gücünüzü de en üst seviye taşımalısınız. Beyinin yüksek enerjiye ulaşması ona pozitif düşüncelerin ekilmesiyle mümkündür.  Pozitif şeyler ekince pozitif sonuçlar elde edilir. Eğer beynimizi pozitif düşünceler için eğitmeye başlarsak bir süre sonra bu düşünceleri daha çok beslemeye ve daha kolay çağırmaya başlarız. Bu da kısa süre sonra zihinsel olarak daha sağlıklı ve daha mutlu bir insan haline gelmemizi sağlar. Kendimize negatif enerjiyi yüklersek, depresif ve mutsuz oluruz, o zamanda vücudumuz stres hormonu olan kortizolü üretmeye başlar ve bu hormon ciddi bedensel rahatsızlıklara sebep olabilir. Bu yüzden pozitif insanlarla bir arada olmak, çok zor gibi görünse de yaşam stilimizi değiştirmek bizim mutlu ve sağlıklı olmamızı sağlar.

Çevrenizin size olan etkisine gelirsek eğer;  aile, evlilik, ilişkiler, negatif enerjiyle yüklü arkadaşlıklar ve yine aynı şekilde negatif enerjiyle dolu bir iş ortamı,  işte bunlar da hiç göz ardı edilmeyecek derecede önemlidir. Bunun için seçimlerinize dikkat edin. Enerjinizi alan ortamlardan uzak durun, değiştirebileceğiniz çevresel faktörleri değiştirin değiştiremeyecekleriniz içinse-aile gibi- olumsuzu olumluya, negatifi pozitifi çevirmek için emek verin, mutlaka sonucunu alacaksınız.

Zihni sağlıklı olanların, bedenleri de daha sağlıklı olur.  Dolayısıyla, olumlu düşünce hayatın kalitesini ve süresini de artırır. Olumlu düşünce yeteneği öğrenilebilecek bir yetenektir. Olumlu düşünme yeteneğini kazanmak için insan öncelikle kendisiyle barışık olmalıdır.  Olumlu düşünmek, hataları reddetmek değil, onları  birer iyileştirme fırsatı olarak görmek demektir. Olumlu düşünebilmek için cümlelerinizden olumsuz kelimeleri silmeye çalışın. Hayatı sadece onu değiştirebileceğine inananlar iyileştirir. Enerjinizi sevgiye yöneltin. Böylece her zaman kazanan siz ve sevgi olacaktır.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

HAYATIMIZ İÇİN HANGİ ENERJİYİ SEÇMELİYİZ

Binlerce yıldır insanlar yaşam enerjisini değişik isimlerle anmışlar ve kullanmışlardır. Kuantum Fiziğinin yaşam enerjisi konusundaki doğru yaklaşımına değinmek istiyorum. Kuantum fizik, parçacık ve olasılıklar bilimidir. Kuantum felsefesi “beyin-beden-ruh” bütünlüğünü temel alır. Kuantum yaşadığımız evrendeki bilinen en yoğun enerji frekansının, kozmik bilincin ürünü olan insan düşüncesi olduğunu savunur ve bunu kanıtlamıştır da. Kuantum anlayış; Bilinçaltının programlanmasıyla insanın kendi hayatını sonsuz olasılıktan arzu ettiği parçacık haline dönüştürebilen enerjiye sahip olduğu savunulur. Bu demektir ki insan enerjisiyle her şeyin yapılması mümkündür. Şimdi, insan enerjisini pozitif ve negatif yönleriyle irdeleyelim ve bu konuda bizim için faydalı olacak çıkarımlara hep birlikte ulaşalım. 

Doğumla birlikte beynimizde hareketlilik başlar, bilgiler gelir, olaylar, durumlar yaşanır ve zaman içinde kendimize özgü düşünce şeklimiz oluşur. Düşünceler en  güçlü enerji kaynağıdır. Bunun içindir ki; düşündüğümüzü yaşar ve düşündüğümüzü oluruz. Pozitif yüklü bir enerjiye sahipsek mutluluğa ve huzura erişmek daha kolay olur yani tüm hayatımız kolaylaşır. Negatif bir yüklü enerjiye sahipsek hayatımızın çok kolaylaşmayacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Burada asıl iş; pozitif enerjiye sıkı sıkıya sarılmak ve negatif enerjileri de alt etmekten geçiyor. Peki nasıl olacak bu? Birazdan bunun hiç de zor olmayan bir yol olduğunu ve bu yolu nasıl başarıyla geçebileceğinizi anlatacağım. Ancak öncesinde “Enerjiniz ne ise onu yaşarsınız”  diyelim ve çeşitli yaşanmışlıklarla biraz bunu anlatayım.

Geçen yıl diş hekimime kontrol için gitmiştim. Muayene sonrası biraz sohbet ettik. Konu; “insanın enerjisinin onun hayatını, işlerini nasıl etkilediğine” geldi. Bazı hastalarından örnekler verdi. Küçük bir dolgu işlemi gelen ancak negatif enerjiyi tüm hücreleriyle yaşayan bir hastasının tedavisinin hiç de kolaylıkla bitmediğini, türlü türlü aksilikler yaşadığını, bununla birlikte çok büyük tedavi için gelen bir diğer hastasının ki bu kişi aksine pozitif enerjili- tedavisinin beklenenden çok daha kısa sürede ve basit bir şekilde bittiğini anlattı. Ardından ekledi: “Böyle çok vakalar oluyor kişinin enerjisi ne ise tedavisi de o yönde gelişiyor”. Yaşananlar ve tespit her şeyi ortaya sermiyor mu?

Fas seyahatim de, ülkeye giriş için pasaport kontrolünde sırada bekliyordum. Önümde sekiz kişi vardı bir diğer kuyrukta ise sadece dört kişi vardı. Diğer sıra daha azdı ve işlemler daha çabuk biter, ′o tarafa geçmeli miyim′ şeklinde bir soru belirdi içimde. Önce bu sekiz kişiye baktım sonra diğer dört kişiye. Orada garip ve negatif bir enerji hissettim ve sezgilerim yerimde kalmayı söyledi. Tam da hissettiğim gibi oldu, bizim sıramız su misali akıp gitti diğer sırada türlü aksilikler oldu, memurlar değişti, pasaportlarda sorunlar çıktı, sıranın uzunluğundan şikayet eden o negatif enerjili kişi şikayetleriyle maalesef negatifliği tüm sıraya yaydı o sırada ben işlemlerimi çoktan bitirmiştim ancak o dört kişi halen sırada bekliyordu.

Hayat kimi zaman öyle insanları karşımıza çıkarır ki, o kişiden hiç elektrik alamadım, yanında çok tedirgin oldum, deriz ve onların hiçbir ışıkları yoktur. Onların yanından bir an evvel uzaklaşmak isteriz. Kimi zaman da öyle insanlarla karşılarız ki, onlar etraflarına ışık saçıyorlardı, pozitif enerjileri her yanı kaplar. Bu iki tip insanın yaşam enerjileri bilinç seviyeleri ile doğru orantılıdır. İşte, evrensel enerji ve bu sayede oluşan evrensel enerji alanımız bu kadar önemlidir.

Asıl iş; pozitif enerjiye sıkı sıkıya sarılmak ve negatif enerjileri de alt etmekten geçiyor demiş ve bu nasıl olacak diye sormuştum. Bunu nasıl yapabileceğimize dair cevapları vereceğim ancak bu arada bir es vermemiz gerekiyor. Yazıyı uzatıp sizi sıkmak gibi bir durumun içine düşmek istemediğim için bu cevapları Cuma günü sizlerle paylaşacağım yazımda anlatacağım.

Son olarak şunu da söylemeden geçemeyeceğim; “Az dostunuz olsun, onlarca olmasına gerek yok, birkaç tanesi yeter. Yeter ki size pozitif enerji versinler, paylaşımlarınız pozitif olsun. Az ve öz olan dostlarınıza da değer verin, yaşam kaliteniz için bu çok mühimdir. Kendi pozitif enerjinizle onlarınkini birleştirin. Hayatta mutluluk pozitif düşünce ile başlar, pozitif söylem ve eylemlerle gelişir, paylaşılan sevgi ve bilgiyle doruğa erişir.       

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

NEDEN DOĞDUM

Hayat keşfedilmeyi bekleyen, içinde büyük ve gizemli maceraları saklayan efsanevi bir yoldur. Bizler o yola çıkar yani dünyaya gelir ve bir şekilde o yolda yürürüz. Mühim olan o yollarda neleri nasıl ve ne için yaşadığımızdır. İşte; hayatın içindeki saklı maceraları keşfetmeye başlanmak da burada devreye giriyor.

“Hayatında iki önemli gün vardır; biri doğduğun gün, diğeri de neden doğduğunu keşfettiği gün” (Mark Twain)

Her bir doğum yeni bir başlangıçtır. Dünyaya yeni bir insan gelir ve o insan hayat yolunda atacağı her bir adımla hem kendi dünyasını oluşturur hem de içinde bulunduğu dünyayı etkiler. Bunun içindir ki ilk mühim an kişinin doğduğu andır, varoluşun ilk günü… Bir diğer önemli anda tabi ki neden var olduğunu anlamaya, keşfetmeye başladı andır. Ne var ki insanoğlu birinci mühim anı mecburen yaşasa da, ikinci mühim anı yaşamak kişinin içsel gelişimine bağlıdır. Bu gelişimizi de maalesef herkes yaşamaz, yaşayamaz.

Neden doğdum? Biz bu konuyu irdeleyeceğiz. Kimler bu soruyu kendisine soracak kadar cesur ve kimler bu soruyu kendisine soramayacak kadar cesaretten uzak? Bu soruyu kendimize yönelttiğimizde hayatın anlamının ne olduğuna dair sonuçlara ulaşacağımız mutlaktır.

Birileri için dünyaya gelme sebebi, yaşamın anlamı, amacı yemek, içmek, gezmek ve eğlenmek olabilir. Bazıları içinse çalışmak, üretmek, değer yaratmak; çevresinde ve topluma faydalı olmak, katkı yapmak olabilir. İnsanlar birbirinden farklı yaratıldığı için hayata yüklenilen anlamların farlılık göstermesi kaçınılmazdır. Buna saygı göstermek gerekir, bununla birlikte kişinin tüm benliğiyle kendini adayacağı bir yolun olması gerektiğinin farkındalığına varması ise kişinin hem kendine hem dünyaya yapacağı en güzel hizmettir. Hayatın anlamları keşfedilmelidir ki esas olana yani huzura, mutluluğa ulaşılsın.

“Yaşamın amacı, amacı olan bir yaşamdır.”

Yaşam amacınızı keşfedin, neden doğdum sorusunu kendinize sorun diyorum ama nasıl olacak bu, nasıl başlayacaksınız bu sorgulamayı yapmaya? Başlangıçta unutulmaması gereken şu ki; “Her bir birey kendi yaşam amacını bulmakla mükelleftir. Bu kişinin kendine en büyük borcudur ve bu borç mutlaka ödenmelidir.”

Bize sunulan hayatta bazı şeyleri özgür irademizle yaşarız bazı şeyler ise kaderdendir. İşte bize sunulan bir hayat var ve çoğu zaman üzerinde her türlü değişiklikleri yapma şansımıza mevcut. Bu şansa sahipsek bunun kıymetini bilmek gerekir. Önceliğimiz kendimizi gelişmeye odaklamak, ruhsal farkındalıklarımızı su yüzüne çıkartmak, arzularımızı, hayallerimizi, gerçekleştirmeye hedeflenmek çok önemlidir. Hayat ancak ona vereceğimiz anlamlarla zenginleşecek. Ancak, tüm bunları fark edip, aydınlık yolumuza devam ettiğimiz zaman hayatta yol alabiliriz. Yaşamak sadece alınan nefesten ibaret değildir ki! Bundan çok ötedir. Yaratılan her şey bir sebep için yaratılmıştır, en ufak kum tanesinin bile yaradılış gayesi vardır. Bizde yaradılış gayemizin ne olduğunu ulaşmalıyız.

Hayatlarımızın belirli dönemlerinde es verip geriye doğru şöyle bir bakmak gerekir. Kendimizi sınamanın bazen en kolay yoludur bu. Neler yaşadım, neler oldu hayatımda, neler yaptım, geride benden ne kadar ve nasıl iz var? Tüm bu sorulara dürüstçe cevap verin. Cevaplarınızdan mutlu musunuz, huzurunuz yerinde mi, gerçekten yaşamak istediklerinizi mi yaşadınız? Sonra bu ana bakın. Neler yaşıyorum, neler oluyor hayatımda, ne yapıyorum? Yine dürüst cevaplarınızla sonuçla yüzleşin. Son olarak da geçmiş ve şu ananıza dair sorduğunuz soruların cevaplarının oluşturduğu hayatınızın gelecek için sizi nereye taşıyacağına bakın. Bu net olmayacaktır belki, ama verdiğiniz cevaplar geleceğe dair bir kurgulama yapmanızı sağlayacaktır. 

Tüm bu değerlendirmenin sonuncunda iç huzurunuz tamsa, mutluluk, sevgi sizinleyse ve gerçekten de olmak istediğiniz kişiyseniz sorun yok. O zaman eminim ki önce kendinize sonrada dünyaya gerçekten faydalı bir bireysinizdir. Çünkü siz yaşam amacınızı, neden doğduğunuzu keşfetmişsiniz, bunun farkındalığına erişmiş ve o yolda yürüyorsunuz. Ancak bu değerlendirmenin sonucunda huzuru, mutluluğu, sevgiyi yakalayamamış olduğunuzu gördüyseniz işte o zaman bir şeyleri değiştirmek için harekete geçmeniz gerektiği aşikardır.

Maddesel olan her şeyden ruhunuzu arındırın. Önce kendi mutluluğunuzu hedefleyin, sizi neler mutlu eder bunun cevabını bulmaya odaklanın. Belki çiçeklerdedir, onlara bakıp, büyütmektedir aradığınız iç huzur, belki bir hayvan barınağında sizi kocaman bir sevgiyle bekleyen hayvanlara yoldaşlık etmektedir, belki okuma yazma bilmeyen birine okumayı yazmayı öğrettikten sonra onun duyacağı minnet duygusundadır, belki de bir dilim ekmeğe muhtaç insanlara yaptığınız yemekleri dağıttıktan sonra onların pembeleşen yanaklarındaki sıcaklıktadır. Sadece bırakın kendinizi yüreğiniz sizin için en doğru yolu bulacaktır.

”Yüreğin neredeyse hazinen de oradadır.” (Paulo Coelho)

İnsanların kendi farkındalığına varması için büyük paralar kazanmış olmasına, iyi eğitim almış olmasına ya da çok fazla şeye sahip olmasına gerek yoktur. Farkındalığa erişebilmek için kişinin özünü anlaması mutlak olandır. Tek gerçek budur. Kendi adıma şunu söylemeliyim ki; “ben yaşam amacımı buldum, neden doğduğumu şükürler olsun ki biliyorum”. İlerleyen günlerde bu keşfi nasıl yaptığımı, bu yolda neler yaşadığımı sizlerle paylaşacağım. Tüm içtenliğimle dileğim; sizlerin de yaşam amaçlarınızı keşfetmeniz ve bunun verdiği sonsuz huzur ve mutluluğu yaşamanızdır.

Yazılarımın sizlere neler hissettirdiğini, neler düşündürdüğünü bilmek ,istiyorum, bunun için kıymetli düşüncelerinizi benimle paylaşmanızı merakla bekliyorum.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

NEDEN KENDİMİ SUÇLADIM Kİ

Yıl 2021, bizim yolculuğumuzsa yıllar öncesine doğru…

Kilere saklanmış, sıkıca kilitlenmiş bir sandık ve içinde binlerce anı. Sandığın anahtarı hep bilincimde bir yerlerde duruyordu, şimdi anıların sahibi o küçük çocuğa anahtarı verme zamanı geldi. O dilediğince anıları bir bir aydınlıkla buluşturacak ve kötü olanların ağırlığından, gamından, kederinden kurtulacak, iyi olanları da hatırladıkça mutlu olacak…Anahtarın, sandığın, anıların sahibi çocuk konuşuyor şimdi sizlerle…

-Sakin, naif, mızmızlık yapmaktan fersah fersah uzak, şımarıklığı hiç tanımayan, istediklerini yaptırmak için hırçınlık yapmayan, sessiz, neredeyse hiç ağlamayan bir çocuk. Annem böyle anlatır benim ilk yıllarımı. Tabii ki çok küçük olduğumdan pek hatırlamıyorum bunları. İlk hatırıma gelense-belki dört yaşlarındaydım o zaman- oturduğumuz iki katlı evin o büyük bahçesinde bana kızılmaması için nasıl kaçtığım. Oysa sakin bir çocuktum neden bana kızılacaktı ki? Evimiz büyük olduğundan mütevellit iki amcamla birlikte oturuyorduk. Büyük amcam doğası gereği biraz sertti ve en ufak bir yanlışımızı görmesin, hemen sinirlenir, kızardı. Canım babamda tüm anlayışıyla amcamın bu kızgın, sert tavırlarına sesini çıkartmazdı. Şimdilerde anlıyorum ki; amcamın bizlere böyle davranmasının sebebi, onun mükemmeliyetçiliği, hataya karşı öfkeli duruşu ve maalesef sevgiye açık olmamasıydı. Merhum amcamın bu sert tavırları dışında, bizlere ikinci bir baba gibi de davrandığını hatırlarım. Biz dört kardeştik, rahmetli ağabeyim, ablam ve aramızda sadece on üç ay olduğu için ikiz gibi büyüdüğüm erkek kardeşim ve ben.

Bir gün mahalle arkadaşlarımda bizim bahçede oynarken düştüm. Ama ne düşüş. Ağzım, burnum, dizlerim kan içinde kalmıştı. Benim gibi nice çocuk oynarken milyonlarca kez kanlar içinde kalmıştır. Bu çocuklar için en doğal olandır, kanlar temizlenir, yara bandı takılır sonra tekrar sokağa…Bu kanlı düşüşten sonra öylesine korkmuştum ki-halen o korku yüreğimde pır pır eder- ne yapacağını, nereye gideceğini bilmez halde kalakalmıştım. Korkumun sebebi ne kan, ne de canımın acısıydı, tek korkum amcamın beni bu halde görecek olması ve tabi ki onun kızma ihtimaliydi. Evet dört yaşlarındaydım ve amcama görünmemek için bahçenin içinde köşe bucak kaçıyordum. Ama kaçış fayda etmedi ve amcama yakalandım. Karşımda duruyordu, görmesin diye elimle burnumu ve dizimi kapattım ama nafile, kaçış buraya kadardı. Bana öyle bir kızdı ki… Neden dikkat etmedim? Neden düştüm? Ardından da suçlamalar…

İşte o gün yıllarca bende yer edinecek manasız suçlanma ve suçluluk duygusuyla tanıştım. Oysa çocuktum, olan şey bir suç değildi, ben suçlu değildim düşebilir ya da benzeri başka şeyler yapabilirdim. Ben sadece küçücük bir çocuktum… O bahçede artık eskisi gibi özgürce oynamadım, oynayamadım, düşer bir yerlerim kanar ve yine amcam bana kızar diye çok korktum. Diğer çocuklara imrendim, çünkü onlar korkusuzca koşabiliyorlardı. Maalesef, bende kendimi suçlamayı öğrenmiştim o gün. Olabilecek her durumun yegâne suçlusu bendim, başka kim olabilirdi ki? Hiç hata yapmamalıydım çünkü hata yaparsam sevgi yerine kızgınlıkla karşılanırdım. Günler geçti yaralarım iyileşene kadar amcamdan uzak durdum, belki beni yaraları iyileşmemiş halde görürse yeniden kızabilirdi. Kim bilir? O yaşlarda başladı kızgın, öfkeli insanlardan kaçmalarım.

Sıradan bir anı mı bu? Çocuk düşmüş, ona kızmışlar, geçmiş, gitmiş… Öyle mi gerçekten? Oysa o çocuk kalpte ne yangınlar yangınmış, ne nehirler çağlamış kimsenin haberi yok. Yetişkinlerin durumları birbirinden ayırması gerekiyor. Kızılacak şey var, tolere edilecek, kızılmayacak şey var. O çocuk yürekler yetişkin yüreklerden çok farklı, çocuklar her bir anıyı yüreklerine yerleştirir ve tüm hayatlarının şekillenmesinde o anılar rol oynar. Ben hep mükemmel olmaya, herhangi bir sebepten azar işitmemeye, ne kendimi nede başkalarını zor duruma sokmamaya çoğu zaman insanüstü bir çaba gösterdim. Çabalarken yoruldum, yoruldukça yıprandım. Kendimi boş yere suçladığımı, mükemmeliyetçiliğin nasıl peşinden koştuğumu fark ettiğimde de bana zarar veren bu duyguları şifalandırdım. İşte o zaman özgürce nefes almaya başladım ve bir yükten daha kurtuldum. Neydi bu dur durak bilmez çabanın sebebi? Cevap basit; çocukluğumun esintileriydi. Çocukların yüreklerinde derin yaralar bırakmayın, hayatı onlara zorlaştırmayın, aksine onların yüreklerine sadece sevgiyle dokunun, sadece sevgi…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

SEVGİLİ DOSTLAR

2020 yılını kapatırken sizleri paylaşımlarıma dair yapacağım yeniliklerden haberdar etmek istiyorum:

    “Bilgilerimi, deneyimlerimi, eğitimlerimi ve hepsinden öte yüreğimi paylaştığım bloğumu 2021 yılı itibariyle web sayfasına taşıyorum. Bloğumun ismini web sayfasına taşıyorum, böylelikle takip anlamında da oluşabilecek herhangi bir karışıklığın önüne geçmiş olacağım.

    Aynı isimle yoluma devam edeceğim. Bundan böyle yeni paylaşım noktamız;

www.sevginin-isigi-sifa.com olacak. Web sayfamda takip etmekten keyif duyacağınız inandığım yeni bir yazı dizimiz başlayacak. Bu yazımda anı demetleri; bir çocuğun yaşanmışlıklarını yine onun dilinden ve onun gözünden anlatacak. 

    Daha önce ki paylaşımlarımdan farklı olacak bu yazı serilerinden keyif alacağınıza, okudukça kedinizden payeler çıkartacağınıza inanıyorum. Bununla birlikte her hafta yeni konularla hep alıştığınız yazılarımı, Allah’ın lütfettiği şifa, rehberlik ve enerjiyle beğenilerinize ve yüreklerinize sunmaya devam edeceğim. 

    Paylaştıkça mutluyum, paylaştıkça çoğalıyorum, paylaştıkça yeni yüreklere sevgiyle dokunduğumu hissediyorum…”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com