İNSAN YETER Kİ DEĞİŞİM İSTESİN-2

Değerli okuyucularım, 26 Nisan 2022 tarihli yazımda, hayatta tekrarlanan sorunların temelinde insanın değişime direnmesinin yattığını anlatmıştım. O yazımın sonunda insanları, ruhu gelişmiş, ruhunu geliştirmek isteyen ve ruhunu hiç geliştirmek istemeyen olarak üç sınıfa ayırdığımı yazmış, “İşte bu, ruhunu geliştirmek istemeyen insanlara istediğiniz kadar rehberlik verin, yol gösterin; hazır değilse hiçbir şey yapamazsınız” demiştim. Yazımda ayrıca, değişimi istemenin veya değişime direnmenin eğitimle ilgisi olmadığını da örneklerle detaylandıracağımı belirtmiştim. Şimdi kaldığım yerden devam etmek istiyorum.

Aslında ruhunu geliştirmek istemeyen insanın yaptığı, olumsuzluktan kurtulmayıp kendi ışığını yakmayıp kendisine kötülük etmekten başka bir şey değil.

İnsanların düştüğü en büyük yanlış kendi konfor alanından çıkmayıp hayatında her şeyin yolunda gitmesini istemesidir.

Bunun da bir önceki yazımda bahsettiğim gibi gelen danışanlarda görüyorum. Bundan altı ay önce iki kişi bana gelip “Kendimi beğenmiyorum, olumsuz o kadar çok tarafım var ki. Kendi üzerimde çalışıp bu olumsuzlukları değiştirmek ve şu anda iş konusunda yaşadığım sorunların çözülmesi için bana yardımcı olur musun? Şifalanmak istiyorum fakat önce kendimi şifalandırmak istiyorum,” dediler. Bu insanlar kendi özüne gitmek, karanlık ve gölge yanlarından kurtulmak istiyorlar. Bilinçaltında ne varsa onu dönüştürmek istiyorlar. Yaşadıkları olumsuzlukların kendilerinden kaynaklandığının farkındalar. Bu değişimin eğitim ile ilgisi yok sadece farkındalık uyanış ile ilgilidir.

Bir örnek daha vereyim. Yıl 2013. Temmuz ayında arkadaşımla birlikte caddede yürürken mendil satan bir adam dikkatimi çekti. Hayli ürkek oturuyordu. Konuşmaya başladık.

Ben: Niye ürkek bir şekilde oturuyorsunuz?

O: Abla burada zabıtalar var onun için.

Konuşma esnasında 32 yaşında olduğunu, kalacak yeri olmadığı için parklarda yattığını, kalacak yeri olan bir işe başvurduğunu ve o işten haber beklediğini söyledi. Sigara içtiğini gördüm.

Ben: Sigara içiyorsun.

O: Can sıkıntısından abla.

Ben: Peki, o zaman sana kitap getirsem okur musun?

O: Tabii ki okurum.

Ben: O zaman canın sıkılıp sigara içmek yerine kitap okursun.

O: Tabii ki.

Onun değişmesi için nasıl bir kitap vereceğim konusunda gelen rehberliğe göre hareket ettim ve birkaç gün sonra kitabı götürdüm. Yine sohbet ettik.

Ben: Başvurduğun işe girmen için şifa çalışması yapacağım ama sen mutlaka bu kitabı oku.

O: Tamam okurum. Eğer beni burada göremezseniz bilin ki işe girmişimdir.

Bir hafta sonra iş girmiş olmalıydı ki artık orada yoktu. Tam bir sene sonra bana tekrar rehberlik geldi; o kişi yine aynı yerde, diye. Tekrar aynı yere gittim ve evet, orada oturuyordu. Hemen nedenini sordum.

Ben: Ne oldu?

O: Motosikletle su dağıtırken patronum aradı. Cep telefonundan patronumla konuştuğum esnada kaza yaptım ve motor yandı ama bana bir şey olmadı. Sonrada beni işten çıkardılar.

Ben: Peki, kitap?

O: Kitap sırt çantamın içinde ve arkamda asılıydı. O kitap beni korurdu ve sigarayı bıraktım.

Ben: Şimdi ne yapacaksın?

O: Bir çiftlik var, hayvanlara bakıcı arıyorlarmış. Oraya başvurdum, sahibinde haber bekliyorum. Onun için bana tekrar şifa gönderir misiniz?

Ben: Tamam.

Ona başka bir çalışma daha verdim. Yapacağını söyledi.

O: Eğer yine burada göremezseniz bilin ki o işe girmişimdir.

O konuşmadan sonra tekrar görmedim. O öğrenci aramadı, sadece değişime hazır olduğu için gelmesi gerekeni evren ona bir şekilde vermişti. Ama eğer bir insan değişime hazır değilse istediğiniz şekilde ayağına götürün, hiçbir şey olmuyor. Ben çok yaşadım; yapması gerekenleri söylersiniz, verirsiniz ama yine boş verir, umurunda olmaz. Bu insan o kitabı bir kenara atmamış, yanında taşımış ve o kitaptaki bilgileri sürekli açıp okuyormuş.

Diğer bir örnek ise çok iyi bir eğitim almış kişiyle ilgili. Olumsuzluklar bir türlü kendisini bırakmıyor. Biri bitmeden biri başlıyor hem sağlık konusunda hem de özel hayatında. Bu kişi kendini değiştirmek yerine yaşadığı sorunlar için başkalarını suçlu görüyor ve söylüyor. Sadece o anda yaşadığı sorunların çözülmesini istiyor. Kendindeki olumsuzluklar üzerinde çalışmak veya bilinçaltındaki yaşanmış olumsuzlukları şifalandırmak değil niyeti; o anda işinin düzelmesini istiyor, o anda sağlığına kavuşmak istiyor. Yaşadıklarının bilinçaltından kaynaklandığını söyleyince bu sefer, “Benim bilinçaltım temiz, öyle bir şey yok,” diye cevap veriyor. Burada anlıyorsunuz ki öğrenci hazır olmadığı zaman öğretmenin yapacağı hiçbir şey yok.

Değişmek istemeyen insanlara işleri çözülsün diye rehberlik yapıp yol gösteriyordum fakat baktım ki bu kişiler hem kendilerini değiştirmiyorlar hem de hayatlarında her şeyin yolunda gitmesini istiyorlar. Ben de böyle kişilere açık olarak söylüyorum, “Kendiniz değişmedikçe olumsuzlukları hep beraber yaşarsınız.” Tabii ki hoşlarına gitmiyor. Böyle değişmek istemeyen insanlara artık hazır olmadıkları için daha fazla bir şey söylemiyorum.

Değişime hazır olan öğrencilerle yol alıyorum. En büyük tecrübem bu oldu.

Herkesin bildiği söz, “Sen değiş, dünya değişsin.” Ben de diyorum ki yolların açılması için insanın kendi karanlığı ve gölgesinden kurtulması gerekiyor.

Her bir olumlu değişim, insanın yıllarca yaşadığı, kendine yük ettiği olumsuz yüklerden kurtulmasına sebep oluyor.

Güzel değişimler…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

İNSAN YETER Kİ DEĞİŞİM İSTESİN-1

Çoğumuzun bildiği bir söz vardır, “Öğrenci hazır ise öğretmen ayağına gelir.” Bu söz o kadar doğru ki yaşadığım süreçte ettiğim tecrübeye göre gerçekten eğer insan kendini değiştirmek istiyorsa o zaman öğretmen ayağına geliyor. Aramasına hiç gerek kalmıyor çünkü kalbinde o niyeti yapmıştır.

Değişim kelimesini duyduğumuzda en çok neyi anlarız, bize ne ifade eder? Değişim ile dönüşüm. İnsan için hiçbir değişim kolay olmuyor. Düşünün yıllarca o kendi özünüzde yaşamayıp başka bir kimlik ile hayata devam etmişsiniz. Bunları bir anda atmak kolay değil tabii ki. Ancak zamanla oluyor. Fakat bu zaman içinde başlarken neredeydiniz ve geldiğiniz nokta neresi, ona kendiniz bakmalısınız. İnsan en çok kendinden kaçar çünkü kendi ile hiç yüzleşmeden hayatında her şeyin yolunda gitmesini ister. Kendi değişimini yapmadan daha doğrusu kendini çok mükemmel görüp değişime gerek duymadan yaşadığı olumsuz olaylar için başkalarını suçlayan o kadar çok insan gördüm ki. Hepsinin de ortak inancı kendisinde değişmesi gereken bir şey olmadığıydı.

Yaşadığı olumsuz olayların kaynağını kendisinde bulup olumsuz düşünce ve duygularını, egosunu dönüştürmesi ve kendisinde değişmesi gerekenleri söylediğimde  “Benim egom yok ki,” yanıtını aldığım kişiler oluyor. Üstelik bazıları sert bir ifade ile karşılık veriyor. O zaman anlıyorum ki bu insan henüz hazır değil kendindeki olumsuzluklarla yüzleşmeye ve değiştirmeye. Çünkü sadece o anda yaşadığı sorunun çözülmesini istiyor. O anda o sorun çözüldüğü zaman sanıyor ki daha başka bir şey yaşamayacak ya da karşısındaki insandan kaynaklanıyor. Hâlbuki hayatımızda olumsuz bir olay yaşadığımızda ilk iş kendi üzerimizde değişiklik yapmaktır. Ben bunu insanlara rehberlik, şifa yaptığımda ve enerji gönderdiğimde yaşıyorum. Bazısı hazır gerçekten. Değişmek için çaba sarf etmeyen bazıları ise sadece o anda kendi işinin yoluna koyulmasından yana ve hiçbir şekilde kendinde olumsuzluk görmüyor. İçindeki o karanlığı ve gölge yanlarını görmüyor maalesef. Bu sefer ruh sağlığı ile birlikte fiziksel sağlık sorunu da yaşamaya başlıyor.

İnsan ne kadar çok farkındalığa açık ise ya da farkındalığı yüksek ise o ölçüde kendi değişimini yapar. İnsan her yaşadığı olayda, “Bu bana ne öğretiyor? Kendimde neyi değiştirmem gerekiyor? Ne ile yüzleşmem gerekiyor? Egolarım nedir? Korkularım nelerdir?” sorularını kendine sormalıdır. Değişim için önce uyanış gerekiyor. Uyanışa geçtiğinde zaten aydınlanmaya gidiyorsun, aydınlanma da ışığı beraberinde getiriyor.

Bundan iki sene önce bir arkadaşım hayatında bazı olumsuzluklar yaşadı.

Bana, “O kişiler hayatımdan giderse çok rahat edeceğim,” dedi.

“Peki, sen kendini değiştirmek için bir çaba sarf ediyor musun?” diye sordum.

“Yok,” dedi, “Benim egom yok ki.” Düşünün, kendini çok mükemmel görüyor.

“Peki,” dedim, “Hiç korkun da mı yok?”

“Var tabii ki” dedi ve saymaya başladı korkularını.

“İşte,” dedim, “Yaşadığın olumsuzluk senin şu anda saydığın korkularınla yüzleşmen için bir vesile.”

Bu sefer cevabı “Değişim öyle kolay değil, bu yaştan sonra değişim yapmak kolay mı?” oldu.

İşte kendinde değişim yapmadan her şeyin yolunda gitmesini isteyen insanlardan biri. Herkes ister tabii ki hiçbir şey yapmadan her şeyin yolunda gitmesini. Ruh nasıl gelişecek, nasıl evrimleşecek, o özündeki sevgi nasıl çıkacak bu değişim olmadan? Nasıl ki vücudumuzu yıkamazsak kirlenir ve yıkandıkça o kirlerden arınırız ya da elimiz kirlendiğinde hemen yıkarız, aynı şekilde ruhumuzu kirleten o egolardan arınmadığımız sürece özümüze dönemeyiz. Bu ruhsal arınma insanın değişimine neden olur. Bir insan kendisinde öfke, kibir, bencillik, hırs, kıskançlık veya buna benzer olumsuz duyguları fark edip bunları değişmek için çaba sarf ediyorsa o zaman bu insan ruhunu geliştirmek, kendisine zarar veren duygulardan kurtulmak istiyor demektir. Bu farkındalıkla yol almaya başlıyor. İnsanın önce kendisinde olan olumsuzlukları kabullenmesi gerekiyor. Ondan sonra değişim başlar. Ama kendinde olanı kabullenmediği sürece ne anlatırsanız anlatın işe yaramaz, kendini hep haklı olarak görür.

Ben, insanları ruhu gelişmiş, ruhunu geliştirmek isteyen ve ruhunu hiç geliştirmek istemeyen olarak üç sınıfa ayırıyorum.

Birinci gruptaki ruhunu geliştirmiş insanlar hiçbir zaman egolarının esiri olmamışlardır. Ruhunu geliştirmek isteyen ikinci gruptaki insanlar ise kendi karanlık ve gölgelerinin farkına varıp ışığı seçenlerdir. Üçüncü gruptaki ruhunu hiç geliştirmek istemeyenler ise hayatlarındaki her şeyin yolunda gitmesini isteyen ama kendilerini değiştirmek istemeyen insanlardır.

İşte bu, ruhunu geliştirmek istemeyen insanlara istediğiniz kadar rehberlik verin, yol gösterin; hazır değilse hiçbir şey yapamazsınız.

Sevgili okuyucularım, değişim ve ruhunu geliştirmek konusu kısaca anlatılabilecek bir konu değil. Bu yüzden 29 Nisan 2022 Cuma günü yine bu konuyu anlatmaya devam edeceğim. Değişimi istemenin veya değişime direnmenin eğitimle ilgisi olmadığını da örneklerle detaylandıracağım.

(Devam edecek…)

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BARIŞ BENİMLE BAŞLAR-1

Sevgili okuyucularım, geçen ay bilinçli ve bilinçdışı anıların, olumsuzlukların temizlenmesi için yapılan ve “ho’oponopono” adı verilen bir arınma çalışmasını paylaşmıştım. Bu ay da farklı konular için aynı şekilde yapmanız gereken bu arınma çalışmasını üç madde hâlinde paylaşıyorum. Düzenli olarak yaptığınızda gerçekten kendinizde inanılmaz bir olumlu değişiklik göreceksiniz. Özellikle zihniniz, ne kadar berraklaşırsa o kadar huzurlu olur. En önemlisi berrak bir zihin her zaman doğru karar almanızı sağlar. Çünkü zihin olumsuzluklarla dolu olduğu zaman doğru karar bile alamıyorsunuz. Disiplin ve azimle yapılan çalışmalardan her zaman olumlu karşılık alınır. Çalışmaya geçmeden önce bununla ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum. Geçen ay bu bilgiyi paylaşmıştım fakat belki ilk defa okuyacak olanlar vardır. Onlar için yinelemekte fayda görüyorum.

Ho’oponopono yöntemi; karşımızdaki insanın yaşadığı bir sorunu duyduğumuz, öğrendiğimiz anda bizim sorunumuz olarak algılayıp kendi içimizde bundan arınarak karşımızdakini de arındırma yolunu öğretiyor. Sadece insanları değil her şeyi arındırıp temizlemenin yoludur bu. Olumsuz durumlardan kurtulmanın bir yöntemidir.

Ho’oponopono, Havai halkının kullandığı bir kendini arındırma yöntemidir. Bu yöntemi Joe Vitale’in kitabı “Zero Limit” aracılığı ile batı dünyasına tanıtan ve meşhur eden kişi Dr. Ihaleakala Hew Len oldu. Doktorasını Iowa Üniversitesi’nde yapmış olan Dr. Ihaleakala Hew Len, uzun yıllar Havai Devlet Hastanesi’nin suç işleyen akıl hastaları ile ilgilenen adli biriminde uzman psikolog olarak çalışmış. Hastalarıyla elde ettiği mucizevi sonuçlar çok ilgi çekmiş. Kullandığı yöntemler öyle etkiliymiş ki zamanla yatan hastaların tümü taburcu edilmiş, sonunda dört yıl içinde birim kapatılmış. Dr. Len’in kullandığı bu yöntem, 1982 Kasım’ından beri güncelleştirilmiş Ho’oponopono uygulaması yapan Hawaiili şaman Morrnah Nalamaku Simeona sayesinde ortaya çıkmış. Tüm dünyada bu yönteme ün kazandıran, öğrencisi Dr. Ihaleakala Hew Len ve Joe Vitale oldu.

Şimdi çalışmaya geçelim:

1) “Bedenimin sağlıklı, canlı ve güçlü olmasını engelleyen içimde bana, aileme, atalarıma ait her ne varsa, her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum”

“Özür dilerim”

“Lütfen beni affet”

“Teşekkür ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

2) “Bugün beni üzen, yoran, sıkan, zorlayan, yolumu tıkayan ve bana acı veren her şeyi yaratan içimde her ne varsa, her ne oluyorsa tüm zamanlarda, tüm boyutlarda, tüm evrenlerde temizlenip, arınıp, sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum”

“Özür dilerim”

“Lütfen beni affet”

“Teşekkür ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

3) “Negatif düşünmeme, karamsar düşüncelerime ve olumsuz iç sesime yol açan içimde bana, aileme, atalarıma ait her ne varsa, her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum”

“Özür dilerim”

“Lütfen beni affet”

“Teşekkür ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

Kaynak: Dr.Ihaleakala Hew Len ve Berna Özcan

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

PİKNİKTEN İZ BIRAKANLAR

Anılarımı paylaştığım on beş gün önceki yazımda ailece yaptığımız piknikleri ve bu pikniklerde yaşadığım mutluluğu anlatmıştım. O yazımda, piknik anılarımı anlatmaya devam edeceğimi de belirtmiştim. Tahmin edeceğiniz gibi dokuz yaşındaki çocuk bugün yine sandığın başında. Bakalım bu sefer pikniğe ait nasıl bir anı çıkaracak sandıktan? O pikniklerden nasıl bir iz kalmış büyümekte olan o çocuğun ruhunda?

Tabii ki gezmek güzel bir duygu bırakır bende. Gezilerin o anda bıraktığı duygu benim için çok önemlidir. Etrafımı gözlemler, nasıl davranışlarda bulunuyorlar, diye bakardım. Sadece gezmek değil mesele. Çocuk o bulunduğu ortamdan zevk alıyor muydu, eğlenebiliyor muydu, kendini nasıl hissediyordu? Her anı yazımda, hatırladıklarımı şeffaf olarak yazıyorum. Çünkü o anılar bende nasıl bir iz bırakmış ve bu izler yetişkinlik zamanımda benden yani özümden uzaklaşıp kendime ve etrafa karşı nasıl bir davranış içinde olmama yol açmış görmek istiyorum. O çocuk büyüdüğü zaman istekleri değişmiş mi, çocukken istediğini ne ise gene aynı şeyleri mi istiyor? İstediğim, üzerimde oluşan baskılar, kalıplar, korkular ve şekillerden uzaklaşıp kendi özümü yaşamaktı.

Kiraz bahçemize piknik için gittiğimizde iki şey beni rahatsız ederdi: Her hafta gelen ortaca yengemin ablasının çocuklarının çok yaramaz olması ve ablalarının yiyecek bir şey getirmemeleri. Her gelişlerinde, “Biz piknik hazırlığı nasıl yapılır bilmiyoruz, alışık değiliz,” diyorlardı. Gelen diğer kişilerin evlerinde hazırladıkları ve dışarıdan hazır aldıkları yiyecekleri, annemin ve küçük yengemin evde yaptığı yiyecekleri görüyorlardı. Bunları gördükleri hâlde diğer hafta geldiklerinde gene aynı sözü söylüyorlardı, “Biz bir şey getirmedik çünkü piknik nasıl yapılır bilmiyoruz.” Bu sözleri dikkatimi çekiyordu, yalan söyledikleri anlaşılıyordu. Çünkü insan bilmeyebilir ama birkaç hafta geldiğinde orada gördüklerinden, piknik için ne yapılması gerektiğini öğrenir. Üstelik maddi durumları iyiydi, dışarıdan hazır bir şeyler alıp gelebilirlerdi fakat almak istemedikleri için bunu söylemek zorunda kalıyorlardı. “Biz mahcup oluyoruz,” diyorlardı. Mahcup olan insan etrafına bakıp nasıl olduğunu öğrenir, bir dahaki gelişinde davranışını değiştirmiş olurdu. Şimdi anlıyorum açık ve net konuşmadıklarını. Oysa doğrusu ne ise onu söyleyebilirlerdi. Onlar sadece kendilerini kandırmış oluyorlardı. Kimsenin sesi çıkmıyordu.

Babam için bütün ailenin orada olması büyük mutluluktu. Herkesin gelmesini istiyordu. Fakat bu durum annemi çok yoruyordu. Çünkü o kadar kalabalığa yiyecek yetiştirebilmek için bir gün önceden başlıyordu hazırlıklara. Piknikte en fazla iş yapan annem oluyordu, gelen insanların maalesef çoğu oturup sohbet ediyor, bahçede dolaşıyor veya kiraz topluyordu. İş paylaşımı yapmıyorlardı. Şimdi anlıyorum ki herkes orada kendini düşünüyor, bencilce davranıyormuş. Tabii annem de sessiz olduğu için kimseye, şunu yapar mısın, demiyordu, kendi yapmaya çalışıyordu. Babam zaten huzursuzluk çıkmasın diye hiçbir şey söylemezdi. Her şeyi kabul ederdi. Yeter ki herkes mutlu olsun. Annem de öyledir. Tabii onların bu tutumu diğer kişilerin işine geliyordu.

Beni rahatsız eden diğer bir konu ki bu yalnızca beni değil ablamı, annemi ve yengelerimi de rahatsız ederdi; babam ve amcalarımın piknikte iş konuşmasıydı. Bu iş konuşmaları genellikle tartışmaya dönüşüyordu. Herkes kendi fikrini söylüyordu ama özellikle küçük amcam hep kendini haklı göstermeye çalışıyordu, iş konusunda iyi bir şey olduğunda kendisinin yaptığını söylüyordu. Babam, onun yaptığı işin hatalı olduğunu söylediğinde ise tartışma başlıyordu. Annem ve yengelerim, “Artık iş konuşmalarınızı burada yapmayın, işte yapın. Buraya eğlenmek için geldik,” diye tepki gösteriyorlardı. Ben o tartışma anlarında ve öfkeli konuşmalarda hemen uzaklaşıyordum. Kardeşimle ya kiraz toplamaya gidiyorduk ya da top ile oynuyorduk. Özellikle ortaca amcamın sesini yükseltmesi, öfkelenmesi ablamı ve beni çok rahatsız ediyordu. Diğer hafta tekrar pikniğe gideceğimiz zaman ablam, “Ben gelmiyorum, zaten bitirmem gereken projelerim var,” diyordu. Bu sefer ben de “Gelmek istemiyorum,” diyordum. Babam, “Hayır,” diyordu, “Gelmelisin, orada beraber olacağız.” Tabii ben babama amcamın öfkesinden ve onların tartışmasından rahatsız olduğumu söyleyemiyordum, sadece “Sesli ortamları sevmiyorum,” diyordum ve bu beni pikniğe gitmekten kurtarmıyordu. Çocukluğumda da rahatsız olduğum ortamları hemen terk ederdim. Yüksek ses, öfke ve kızarak konuşmak hep rahatsız etmiştir beni. Böyle davranan insanlarla aynı ortamı paylaşmak, konuşmak istemezdim. Bir de suçsuz olduğu hâlde babamın suçlanması benim alınmama sebep oluyordu. Tabii bu alınganlığı içimde yaşıyordum.

Babam da bir şeye kızdığı ya da küstüğü zaman sessiz bir yere çekilirdi. Kendi ile baş başa kalırdı. Fakat amcalarım hep kendilerini haklı göstermeye çalışırdı. Şimdi anlıyorum ki egoları konuşuyormuş, onlar bağırarak içlerini boşaltıyorlarmış. Babam onlar üzülmesin diye hep alttan alıyordu. Babamın ve annemin sessiz kalmalarının nedeni sadece huzursuzluk çıkmaması içindi. Küçük amcam istediği yapılmadığı zaman küser, bizimle pikniğe gelmezdi. Tabii yaşım ilerledikçe amcalarımın, babamın ve annemin iyi niyetini, sessizliğini kullandıklarını tam olarak anladım.

Aile içinde birileri sessiz olunca tabii ki o kişiye yükleniliyordu. Babam ve annem hiç kimse kırılmasın diye sessiz kalarak kendi haklarını çiğnemiş oluyorlardı. Aslında kendi haklarını savunup dile getirselerdi bir daha haksızlığa uğramayacaklar, üzülmeyeceklerdi. Annemin pikniğe gelenlere, “Bana yardım eder misiniz?” veya “Burada işleri hep beraber yapmalıyız,” demesi gerekiyordu. Aynı şekilde babam da küslük olmasın diye kendi isteklerini söyleyememekten, sürekli kendinden fedakârlık yapmaktan vazgeçmeliydi. Çünkü zaten kardeşleri onu seviyorsa haklı olduğunu anlayacaklardı. Ama bir insan bencil ise ne kadar isteğini yerine getirseniz de sürekli almaya bakar. Bazı insanlar siz verdikçe hep alırlar ne olursa olsun çünkü almaya meraklı insanlardır. Karşı tarafı düşünmezler bencil insanlar. Bu aile içinde olsun, akrabalıkta olsun, arkadaşlıkta olsun hep böyledir.

Sevgi ve saygı çerçevesinde olmak koşuluyla tabii ki hakkımızı her zaman korumalıyız. Eğer ortada yanlış bir davranış varsa söylemek gerekiyor. Çünkü insan kendinden fazla fedakârlık yaptığı zaman bu sefer kendi hakkına girmiş oluyor. Başkasının hakkını korumak konusunda çoğu insan biraz cimrilik yapıyor. Aynı zamanda iyi niyet de suiistimal edilmiş oluyor. “Nasıl olsa o sessiz, sesini çıkarmaz, her şeyi yapar,” deyip sürekli alma peşinde olanlar, kullanmak isteyen insanlar hep var. Böyle insanlara karşı kendimizi korumalıyız. Birlik ve bütünlüğün içinde konu ne olursa olsun her zaman paylaşmak vardır. O pikniğe gelenler kim olursa olsun kimse söylemeden iş paylaşımı yapmak zorundaydı ve ayrıca her gelen kendi bütçesine göre bir şeyler getirebilmeli ya da getirmese bile dürüstçe nedenini söylemeliydi.

Egolar olunca en yakınına bile haksızlık yapılıyor maalesef.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

NELERLE ÖVÜNÜRSEN ELİNDEN GİDER

Hayatımızda ne kadar çok bilge hikâye okumuş veya dinlemişizdir. Her biri ayrı bir ders niteliğindedir. Fakat en önemlisi ise bu bilge hikâyelerin öğrettiklerinden hayatımıza bir şeyler katmaktır. Bazen okuyup geçeriz, bazen üzerinde durup düşünürüz. Eğer her seferinde farklı bir açıdan bakmamızı sağlıyorsa o okuduğumuz bilge hikâyenin gerçekten üstünde durmuşuz demektir.

Bugün sizlerle paylaşacağım hikâyeye geçmeden önce birkaç cümle ile kendi düşüncelerimi ve duygularımı yazmak istedim. Bazen elimizdeki imkânlarla fazlaca övünürüz; maddi gücümüz, mevkiimiz, aklımız, zekâmız, güzelliğimiz, kariyerimiz vb. İşte bunlarla sanki hiç elimizde gitmeyecekmiş gibi övünüp dururuz. “Benim aklım var, ben aklımla her şeyi yaparım”, “Ben çok zenginim, bu zenginlik bitmez” veya “Ben iyi eğitimler aldım, her zaman iş bulurum, iyi para kazanırım, her zaman önüm açıktır,” diyen bazı insanlara şahit oldum. Aslında bu övündüklerinin bir gün ellerinden gidebileceğini veya bunlarla her kapının açılmayacağını bilmezler. Övünmek kendini üstün görmenin bir sonucudur ve bir anlamda kibre girer. Sizleri aşağıdaki bilge hikâye ile baş başa bırakıyorum.

HÜKÜMDARIN SERVETİ…

Zamanın birinde bir hükümdar varmış, zenginliği tüm dünyaca bilinirmiş. Hükümdar her gittiği yere hazinesinin bir bölümünü götürür ve bunları sergilemekten büyük onur duyarmış.

Hükümdarın hayatında en çok güvendiği, tek akıl hocası bir bilge kişiymiş. Günlerden bir gün bu bilge kişiyle otururken hükümdar şöyle bir soru sormuş:

–Sen ki göğün gizemine ermiş, bilime yön vermiş bir adamsın. İnsanlar, ister hükümdar denli güçlü, ister savaşçılar denli onurlu olsun ayağına kapanır ağzından çıkacak bir sözü beklerler. Şimdi senin gibi bilge bir adamın fikrini merak etmekteyim, benim hükümdarlığım ve servetim hakkında ne düşünüyorsun?

Bilge bu soru karşısında hükümdarın gözlerine bakarak şu sözleri söylemiş:

–Diyelim ki hükümdarım, kızgın ve uçsuz bir çöldesiniz. Ölmemek için, size uzatacağım bir bardak suya servetinizin yarısını verir miydiniz?

–Verirdim tabii.

–Zaman geçti diyelim susuzluğunuz arttı, size uzatacağım bir sonraki bardağa servetinizin öteki yarısını da verir miydiniz?

Hükümdar biraz düşünür ve ardından “Ölmemek için evet,” der. Bunun üzerine bilge kişi gülerek şu sözleri söylemiş:

–Madem öyle, o zaman övünmeyin fazlaca. Çünkü haşmetlim sizin servetiniz yalnızca iki bardak sudur.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

GİZLENMİŞ DÜRÜST OLMAYAN DAVRANIŞLAR

Dürüstlük konusunda 7 Aralık 2021 ve 4 Ocak 2022 tarihlerde olmak üzere iki yazı paylaşmıştım. O yazılarımda, dürüstlüğün çok geniş bir kavram olduğunu, derinliğine bakmak gerektiğini ve yalnızca bir veya birkaç yazıyla anlatılamayacağını vurgulamıştım. Şimdi Konfüçyüs’ün sözü ile başlıyorum:

Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma. Kendin ayağa kalkmak istiyorsan başkalarının da kalkmasına yardım et. Kendin başarı kazanmayı arzuluyorsan başkalarının da başarıya ulaşmasına yardım et.

Aslında dürüstlüğün temelinde sevgi vardır. Sevgi dolu bir kalp, dürüstlükle davranır. Çoğu insan dürüstlüğü sadece bir insanın parasını, eşyalarını çalmamak olarak görür. Bu yüzden de sorarsınız, “Ben kimseye zarar vermedim, dürüstüm,” der. Kendimizi düşündüğümüzde hep iyi davranılmasını isteriz. Peki, başkalarına nasıl davranıyoruz? Konfüçyüs’ün söylediği gibi kendimize yapılmasını istemediğimiz şeyleri başkalarına yapıyor muyuz?

Sıcağı sıcağına yaşadığım örnekten bahsedeyim. Günübirlik turlar düzenleyen bir seyahat acentesinin sahibi ile telefonda konuşuyordum. Akaryakıta zam geldiğinde ister istemez müşterilere bir fiyat farkı yansıtmıştı şirket. Sonra akaryakıt fiyatlarında indirim yapılmış fakat şirketin tutumu değişmemişti. Ben de hâliyle sordum, “Daha önce aldığınız fiyat farkından vazgeçip eski fiyatı uygulayacak mısınız?” Bana verdiği cevap şu oldu: “Tamam, indirim yapıldı ama fiyatlar fazla oynamıyor ki. İade etsek de fazla bir para değil ki.” Kendisine göre fazla para değilse niye zam gelince müşteriden hemen alıyor? Ne olursa olsun, mesele paranın çok ya da az olması değil, 1 kuruş bile olsa iade edilmesidir. Hakkaniyetli bir davranış sergilemektir. Kendisi, daha önce fiyat artışları sebebiyle marketten zamlı aldığı bir üründe, genel fiyatlar düşerken neden indirim yapılmadığını soruyor marketçiye. O, bunu soruyor ise kendisinden tur satın alan kişilerin de sormak hakkı var. Ayrıca kendisi bir yolcu olsa nasıl davranılmasını beklerdi, önce bunu sorması gerekiyor kendine. Bu davranış biçimiyle, o insanların parasını direkt cüzdanlarından çalmıyor ama dolayı olarak alıyor.

Dolaylı olarak dürüst olmayan davranışlardan birkaç örnekle devam edelim.

İş yerinde işini kaybetmemek için kendi yaptığı hataları başkası yapmış gibi amirlerine, şeflerine göstermek. Daha çok para kazanmak amacıyla firmaya aldığı ürün için tedarikçi ile anlaşıp komisyon alırken firmaya da yüksek fatura etmek. Benzer şekilde, sattığı ürüne gerçekten değerinden yüksek fiyat vermek, taklit ürünü orijinal olarak göstermek, işyerinde bir çalışana fazla mesai yaptırıp onun hakkını vermemek ya da fazla mesai ücreti almak için bitmesi gereken işleri zamanında bitirmeyip mesaiye kalmak.

Ya da taksiye binersiniz, şoför taksimetreyi açmaz ve der ki “Orası 10 lira ama sizden 8 lira alırım.” Oysa gideceğiniz mesafenin gerçek değeri 5 liradır.

Evinizde iki gün önce yaptığınız bir yiyeceği apartman görevlisine verirken “Bugün yaptım,” derseniz veya kendinize yaptığınız bir yiyecekte kullandığınız iyi malzemeleri o kişiye yaptığınızda da kullanmazsanız dürüstlük olmaz.

Ya da sevgilinize, eşinize, arkadaşlarınıza ve komşularınıza sevmediğiniz hâlde kendi çıkarlarınız için sevmiş gibi davranmanız, ona kendinizi şirin göstermeye çalışmanız dürüstlük olmuyor. Hatta bu durum kendiniz kandırmaktan başka bir şey olmuyor.

Buna benzer çok örnek verebilirim.

Dürüst insan, hiç kimsenin maddi veya manevi hiçbir hakkını yemez. Yaşanmış bir örneği sizlere paylaşmak istiyorum sevgili okuyucularım.  İnternet üzerinden sipariş verilen bir ürün, alıcısına değil bir başka kişiye gidiyor üstelik ürünün teslim edildiği kişi de sipariş verenin arkadaşı. Aralarında şöyle bir diyalog gerçekleşiyor:

-Senin aldığın ürün bana geldi. Bunların parası neyse vereyim, ürün bende kalsın.

-Ama ben onu bir arkadaşıma doğum günü hediyesi olarak aldım.

-O zaman buluştuğumuzda veririm.

Ürünü sipariş veren kişi, açık yüreklilikle konuşuyor:

-Şu aralar seninle buluşamayacağım. Diğer arkadaşımın doğum günü de yakın zamanda ve hediyesini vermem gerekiyor.

Aralarında bu konuşma geçmemiş gibi, ürünü yanlışlıkla teslim alan, esas sahibine göndermiyor, kendisinde kalıyor. Üstelik ürünü satın alan ona bu davranışının hatalı olduğunu söylediğinde de hatasını kabul etmek bir yana, yaptığını doğru buluyor. Böyle bir davranışta bulunan insan da kendisini dürüst diye tanımlıyor. Sizce ne kadar dürüst? Bu olayda yapılması gereken nedir? İlk önce yanlışlıkla gelen ürün, ister yabancı ister arkadaş ister en yakınlar olsun; gerçek alıcısı kim ise ona gönderilir veya o kişiye sorularak vereceği cevaba göre hareket edilir. Ürünü teslim alan çok beğenmişse ya kendisi de sipariş verir ya da ürünün sahibine, benim olmasını istiyorum, diye açıkça söyler. İnsanız, hata yaparız, bir anda boş bulunuruz, bunlar kabul edilebilir durumlardır fakat hatasını bile kabul etmiyor, kendini haklı görüyor ve özür dilemiyorsa yapacak bir şey, söyleyecek bir söz kalmıyor. Bir insana güvenmeniz için öncelikle çok dürüst olması, her konuda açık olması gerekiyor.

Yukarıda söylediğim gibi bir insana dürüst değil demek için o insanın ille de başkasının evinden eşya veya cüzdanından para çalması gerekmiyor. Birisine borç para verirsiniz fakat o, siz sormadığınız sürece paranızı vermez, istediğinizde de verecek durumda olmadığını söyler, hemen bir neden gösterir. Aslında parasının olduğunu bilirsiniz. Ya da kendi çıkarları için sizin iyi niyetinizi kullanması da dürüstlük olmuyor. Dürüst olabilmek için çok şeffaf olmak gerekiyor; açık ve net olmak. Bir sözün arkasında durmak dürüstlüktür. O söz yerine getirilemediğinde mutlaka bir açıklama yapılmalıdır.

Dürüstlük ahlak ve erdemliktir.

Ne şartlar olursa olsun insan her şeyden ve herkesten önce kendine karşı dürüst olmalı ve onu hiçbir zaman kaybetmemelidir. Dürüst olmayan her davranış negatif enerjiye dönüşür. Bu negatif enerji dönüp dolaşıp yine insanın kendisine zarar verir. Bugün günü kurtarıyorum sanır hâlbuki ektiği tohumu görmez.

Aslında insan, kendisine saygısı ve sevgisi olduğu sürece kendine ve etrafındakilere dürüst olur. Kendine sevgi ve saygısı olmayandan hiçbir şekilde dürüstlük beklemeyin.

Kendinizi hiçbir zaman farklı göstermeyin. Çünkü ruh her zaman gerçekleri gösterir.

Yazımı şu sözle noktalamak istiyorum:

“İnsan ne yaparsa kendine yapar.”

Ne yaşarsak yaşayalım hiçbir zaman dürüstlüğümüzü kaybetmeyelim. Hayat şartları için dürüstlüğümüzden vazgeçmeyelim.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

DURU İŞİTİ

Sevgili okuyucularım, geçen ay metafiziksel duyularla ilgili duru görüyü anlatmıştım. Bu ay duru işiti ile ilgili bilgileri sizlerle paylaşacağım. Yalnız önce John Holland’ın “Ruhun Gücü” ve Dorren Virtue’in “İlahi Rehberlik” adlı kitaplarından duru işitiye ilişkin alıntıları aktarmak istiyorum. Ayrıca bu konuda kendi yaşadıklarımı da anlatacağım.

Duru işiti bir çeşit içsel duyma yeteneğinizdir.

Bu yetenek; adları, tarihleri, belli deyişleri ve hatta şarkıları ve melodileri duyabilmenizi sağlar.

Öznel olarak (yani zihninizle) duyduğunuzda, sesler sanki kendi sesinizle dile getiriliyormuş gibi duyarsınız. Bu yüzden bunların sizin kendi düşünceleriniz mi, yoksa psişik bilgiler mi olduğunu kestirmek biraz kafa karıştırıcı olabilir. Ancak deneyim kazandıkça ikisi arasındaki farkı anlamayı öğreneceksiniz. Bazı insanların nesnel olarak duyduklarını, yani seslerin dışarıdan geldiğini ifade etmek gerekir.

Hiç etrafınızda kimse olmamasına rağmen kendi adınızın çağrıldığını duydunuz mu? Bu çağrı sevdiğiniz bir insanın ruhundan veya dünya üzerinde sizi düşünmekte olan birinden gelmiş olabilir. Eğer ikincisi olduğunu düşünüyorsanız, bir merhaba demek için bu kişiyi aramaya çalışın. Büyük bir olasılıkla aradığınız kişi az önce sizi düşündüğünü söyleyecektir.

Duru işitiye verilecek en güzel örnek, zihninizde bir şarkının çalmakta olduğunu düşünmenizdir. Bir dakika durun ve bunun hangi şarkı olduğunu aklınıza not edin. Şarkının sözlerine dikkat edin, çünkü genellikle orada size veya yardıma ihtiyaç duyan bir yakınınıza cesaret verecek ya da tavsiyede bulunacak bir mesaj gizlidir. İnsanlar için telefonda okuma yaptığımda, karşımdakilerin sesleri ile bana ulaşan enerjiye uyum sağlayabilmek için, sezgisel bilgi toplamanın güçlü bir aracı olan duru işiti yeteneğimi kullanırım. Bir dahaki sefer biriyle telefonla konuşurken gözlerinizi kapayın ve hattın diğer ucundaki sesi gerçekten dinlemeye çalışın. Sezgilerinizin bilinçli tepkilerinize yön verebilmesi için karşınızdakinin ses tonunun ve kelimelerinin bütünlüğüyle kendi alanınıza girmesine izin verin. Yaptığınız sohbetle ilgisi olmayan renkler, görüntüler ve hatta duygularla karşılaşabilirsiniz. Bu yüzden yalnızca kulaklarınızla değil, sezgilerinizle dinleyin.

Bu yeteneğe, boğazınızdaki algı bölgesi (boğaz çakrası) yoluyla erişilebilir ve duru işiti yeteneğine sahip olanlar psişik dinleme güçlerini bedenlerinin bu bölgesine odaklanarak artırabilirler.

Duru işiti Yeteneğinin Belirtileri

Sesli düşünmektense her zaman kafanızın içinde düşünmeyi mi tercih ediyorsunuz?

Biri yalan söylediği zaman bunu anlayabilir misiniz?

Gürültülü mekânlara ilgi duyar mısınız?

Hangi işle uğraşırsanız uğraşın arka planda hep müzik mi çalmaktadır?

Hiç başkalarının düşüncelerini duyduğunuz oldu mu?

Duru işiti sık sık duyduğumuz o fısıltıdır, pek çoğumuzun yeterince dinlemediği ve sonunda pişman olduğu ses.

Duru işiti yeteneğinizi geliştirmenin birinci aşaması psişik bilgileri gündelik düşüncelerinizden ve zihninizdeki gürültüden ayırt etmeyi öğrenmektir. Bunu yapabilmek için duru işiti yeteneğinizle bol bol çalışma yapmalısınız. Zaman içinde içsel sesiniz yoluyla aldığınız bilgiler size akmaya başlayacak ve daha keskin bir açıklığa kavuşacaktır. Eğer olumsuz bilgiler alıyorsanız, bunlar muhtemelen kendi zihninizin müdahalelerinden kaynaklanmaktadır. Böyle bir durumda yolunuza devam etmeden önce ilgilenmeniz gereken duygusal ya da psikolojik sorunlar olup olmadığını kontrol etmelisiniz.

Psişik çalışmalara henüz başlamış insanlara verdiğim önemli bir tavsiye şudur: Psişik veri elde etmekte olduğunuza inandığınız zaman geri çekilin ve kendinize şöyle sorun, “Bu bilgi bana mı geliyor, yoksa benden mi geliyor?”

Böylece psişik gelişiminizi dengeli biçimde sürdürmeniz ve her zaman için öznel kalmanız kolaylaşacaktır.

Gelişme kaydettikçe yaşamınızın pek çok alanında size yardımcı olması için psişik duyma yeteneğinize başvurabilirsiniz.

(John Holland’ın Ruhun Gücü ve Dorren Virtue’in İlahi Rehberlik adlı eserlerinden alıntıdır…)

Duru işiti tıpkı duru biliş ve duru görü gibi çakraları temizlediğimizde gelişir. Negatif düşünce ve duygular, korkular olduğu sürece duru işiti duyulmaz. Duru işitiyi şöyle örnekleyebiliriz: Diyelim ki içinizde bir soru var. Bir lokantada yemek yerken veya bir markette alışveriş yaparken içinizdeki sorunun cevabını diğer masada yemek yiyen birinden ya da size hizmet eden garsondan; markette sizin gibi alışveriş yapan veya orada çalışan bir insanda alırsınız. Dersiniz ki “O kişi sanki benim yaşadığımı biliyor ve cevabını verdi.” Aslında bu, farkındalığınızın ve kanallarınızın açık olmasına bağlıdır. Eğer o anda o cevabı duymak istemiyorsanız zaten yok olur. Duymadan geçersiniz. Kendimizi ne kadar çok arındırırsak bunlara da açık oluruz. Bazı insanlara Allah tarafından doğuştan verilen özellikler zaman içinde kullanılmadığında kapanır. Ancak istenirse bu psişik yetenekler tekrar kullanılmaya başlanabilir. Bunun için de en önemlisi hazır olmak ve bütün negatif duygulardan, düşüncelerden arınarak çakraların açılması, bilinç seviyesinin yükselmesidir. Örneğin, evin içinde yalnızsınız, bir anda içinizde bir soru belirir ve onun cevabını almak istersiniz. Kapı çalınır, size bir paket getiren kurye o anda o sorunun cevabını verir; şaşırır kalırsınız. Ya da evde bir anda dolabın kapağı açılır, bir kitap düşer, bir bakarsınız ki içinizdeki sorunun cevabı o kitabın kapağında yazılıdır.

Kendi yaşadıklarımdan bir örnek vereyim. Bir seyahatimde adım atmam gereken bir konu vardı. O sırada yedi sekiz yaşlarında bir çocuk yanıma geldi, bana kalem uzattı satmak için, ben de aldım. Çocuk, içimdeki sorunun cevabını vermişti. Sanki ben önceden o konuyu ona anlatmışım veya başkasından dinlemişti; gelip bana cevabını söylüyordu. Bunu gibi çok örnek verebilirim. İşte burada önemli olan sizin bunun farkında olmanızdır. Siz hazırsanız zaten birilerine anlatmadan cevaplar her zaman gelir. Bazen “Gaipten sesler mi geldi?” dersiniz, hâlbuki o duyduğunuz sizin o anda beklediğiniz cevaptır; korkularınız olmadan o sesleri fark etmektir. Yeter ki siz hazır olun.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

PİKNİKLER BİZİM İÇİN BAŞKADIR

Dokuz yaşındaki çocuk elindeki anahtarla anı dolu sandığı tekrar açar ve içinden yeni bir anıyı daha serbest bırakır. Çocuk yeniden anlatmaya başlar:

Artık havalar ısınmaya ve bahar kendini iyice göstermeye, hâliyle gezmeler de farklı olmaya başlamıştı. Kapalı yerlerden açık alanlara çıkma zamanı gelmişti. Önceki anılarımda bahsettiğim gibi babam, diğer günlerde çalıştığı için pazar günleri bütün aileyi toplayıp hep birlikte gezme taraftarıydı. Özellikle yaz mevsiminde pazar günleri ve bir de akşamları gezmeye giderdik. Babam için bu aile gezmeleri sadece bizimle sınırlı kalmayıp iki amcamı da kapsardı. Onlara bir gün öncesinden söylerdi, “Yarın beraber gezmeye gideceğiz,” diye. Ortanca amcam genellikle bizimle gelirdi, küçük amcam ise bazen katılırdı gezilerimize. Tabii ki babam bundan pek memnun olmazdı. Çünkü babama göre aile hep birlikte olmalıydı. 

Babam kardeşlerine çok düşkündü. Onların isteklerine hep öncelik verirdi. Amcalarımın arasında bir tartışma ya da küskünlük olsa hemen barıştırma çabasına girerdi. Kimsenin küs kalmasını istemezdi. Amcalarımın küs kalması babamı çok üzerdi. Bu arada bize de “Kendi aranızda hiçbir zaman küsmeyin,” diye nasihat ederdi. Bu yüzden biz kardeşler arasında hiçbir zaman küskünlük yaşanmamıştır. Şimdi anlıyorum ki bazen insan gerçekten kardeşi de olsa kendi çıkarları için küsüyormuş. Çocukken egolar savaşını bilmediğim için nedenini çözemiyordum ama şimdi anlıyorum; iki amcamın birbirlerine küsmelerinin sebebi egolarıymış. Çünkü özellikle küçük amcam hep kendi dediğinin olmasını isteyendi. Babam da küskünlük olmasın, üzülmesinler diye hep onların isteklerini yerine getirme peşindeydi. Yoksa babama da küserlerdi.

Babam ve iki amcam işte de ortaklardı. Babam, onlara göre çok fazla çalışırdı. Eve bile iş getirirdi. Ağabeyim derslerden zaman kaldığında hep babamın yanına gider, yardım ederdi. Şimdi anlıyorum, babamın bir lider gibi herkesi yönetmeye çalıştığını, herkesin hep birlik içinde olmasını ve güzellikle geçinmesini istediğini. Kardeşleri hakkında bir gün bile tek kötü söz söylemediği gibi birileri onlar hakkında konuşsa hemen sustururdu. Onlara herhangi bir söz söyletmezdi.

Çocukken en çok sevdiğim gezilerden biri piknik yapmaktı. Doğada olmak, o çimenlerin üzerine serilmek çok hoşuma giderdi. Özellikle de ağaçlar arasında koşuşmalarımız ve top ile oynanan bütün oyunları o piknik alanında serbestçe oynamak benim için büyük mutluluktu. Mayıs ayı olup da kiraz mevsimi gelince hemen hemen her pazar İstanbul’a yaklaşık bir saat uzaklıkta olan kiraz bahçemize giderdik. Ortanca amcam ve biz, büyük Chevrolet arabamız ile giderdik. Yeşil olan bu arabayı hiçbir zaman unutmam; arka koltuğuna dört kişi, ön koltuğa şoförün yanına da iki kişi otururdu. Kardeşimle ikimiz arka koltuğun bagaj oturup kendimize göre oyunlar oynayarak giderdik. Arabayı hep amcam sürerdi. Babam araba kullanmayı sevmezdir. Tabii o biraz hızlı kullandığı için babam onu her defasında “Dikkat et,” diye uyarırdı, hiç unutmam. Amcam, çabuk öfkelenirdi, özellikle ortada bir haksızlık varsa hemen tartışmaya girerdi. Babam onun bu huyunu çok iyi bildiği için yolda dikkatli olmasını söylerdi. Babam ise hiçbir zaman kimseyle tartışmazdı. Amcam tartışmaya açık bir insandı ve bunun da öfkeye dayalı olduğunu ileri yaşlarda anladım. Öfkeli insanlar her zaman sert bir şekilde tartışırlar. Ağızlarından çıkanları kulakları duymaz, söyleme tarzları da sert olur.

Sabah erken saatte çıkar akşam hava kararmaya başladığında dönerdik. Babam, akrabaları ve tanıdıkları da davet ederdi bahçeye. Çoğunlukla çok kalabalık olurduk. Bazen de kimse gelmezdi, sadece amcalarımla biz olurduk. Tabii ki pikniğe gitmenin en güzel yanlarından biri özenle hazırlanmış yiyeceklerdi. Gelen kişiler de çok güzel yiyecekler yapıp getirirlerdi. Akşama kadar o yiyeceklerin hepsi tüketilmiş olurdu. Annem, bahçeye götüreceğimiz yiyecekleri bir gün önceden hazırlar, gelen olursa ikram etmek için de çok fazla yapardı. Gerçekten de bazıları pikniğe bir şey yapmadan geliyordu. Bazıları da öyle bol ve lezzetli yiyecek getiriyordu ki o insanları hazırladıkları o güzel yiyeceklerle hatırlarım hep.

Bahçemizdeki bu piknikler biz çocuklar için tam bir özgürlüktü. Bütün gün hem ağaçlara çıkıp kiraz toplardık hem de oyunlar oynardık. Küçük amcamın iki çocuğu bize göre daha küçüktü; biri üç diğeri beş yaşındaydı. Bu yüzden onlar bizim oynadığımız oyunlara pek katılmazdı. Ablam bazen gelirdi pikniğe bazen de okulda proje teslim etme zamanına rastlamışsa evde kalıp ders çalışırdı. Onun için en önemlisi hep dersleri olmuştur. Fakat ağabeyim, ben ve kardeşim sürekli giderdik. Bahçemizin yanında futbol maçı yapılabilecek bir alan vardı; daha bahçeye ulaşır ulaşmaz üçümüzün de hedefi bir an önce orada maç yapmak olurdu. Bahçenin yakınında evler vardı; o evlerde yaşayan çocuklar maç yaptığımızı görünce gelip bize katılırdı. Ben çok severdim futbol oynamayı. Ağabeyim biraz rahatsız olduğu için babam ve annem onu yorulmasını pek istemezlerdi. Tam oynarken annem seslenirdi, “Haydi, kiraz toplama zamanı,” diye. Bu pek hoşuma gitmezdi çünkü en sevdiğim şey olan futbol maçı yapmaktan alıkoyuyordu beni.

Gün boyunca oyuna ara vermemize neden olan iki şeyden biri yemek diğeri ise annemin kiraz toplamak için çağırmasıydı. Bahçe çok büyük olduğu için çok da kiraz ağacı vardı. Annemin tek başına toplaması yeterli olmuyordu. Çünkü ne kadar çok toplarsak o kadar çok etrafımızdakilere dağıtıyorduk; pikniğe gelen akraba ve tanıdıklara veriyorduk, apartmandaki komşularımıza, okuldaki arkadaşlarımıza götürüyorduk. Kardeşimle gidip anneme yardım ediyor, verdiği sepeti hızla doldurmaya çalışıyorduk ki bir an önce maçımıza geri dönelim. Aslında kiraz toplamak da ayrı bir zevkti. Alt dallardakileri elimin yettiği yerlere kadar ulaşarak almak, daha üstteki kirazlar için o ağaçların tepesine çıkmak bambaşka bir duyguydu.

Hoşumuza giden şeylerden biri de hava güneşli olduğu hâlde aniden bastıran yağmurdu. O yağmurun altında ıslanmak bizim için tam bir eğlenceydi ama annem ve yengelerim için telaş demekti. Oradan oraya koşturup eşyaları toplamaya çalışırlardı. Hep birlikte arabaya doluşur yağmurun dinmesini beklerdik. Bazen yağmur durduğunda gökkuşağı çıkardı, yol boyunca onu takip ederdik kardeşimle. Bazen de yağmur uzun sürerdi, babam, “Artık ev gidelim, bu yağmur durmaz,” derdi. Fakat biz çocuklar, sadece yağmur değil, ne olursa olsun hiçbir şeye aldırış etmiyorduk. Islansak ya da ayakkabılarımız çamur olsa bile kaldığımız yerden devam ediyorduk. Böyleydi pikniklerimiz; başkaydı bizim için.

O pikniklere ve dokuz yaşındaki bakış açımla algıladıklarıma dair anlatacaklarım henüz bitmedi tabii ki. Fakat yazının uzun olmasını önlemek için onlara diğer anı yazımda devam edeceğim.

Çocuklukta aile arasındaki küsmelere pek anlam veremeseniz de ileri yaşta anlıyorsunuz ki herkes kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettiğinde ya da herkes kendince haklı olduğu hâlde bunu, sen ben kavgasına dönüştürdüğünde kardeşler arasında kıskançlık, kırıcı sözler ve küsmeler başlıyor. Benzer şekilde kardeşlerden biri kendini beğenip her işi kendisinin yaptığını söylediğinde ve diğer kardeşi küçümsediğinde, kısacası egolar devreye girdiğinde yine tartışma ve küskünlük yaşanıyor. Küslüklerin bir nedeni de herkesin kendi isteğinde diretmesi.

Aile içinde tartışmalar tabii ki olabilir ama bu, ilişkilere zarar verecek boyutta olmamalıdır. Sorunlar sevgi ile çözülmelidir. Çünkü çocuk ne kadar mutlu, sevgi dolu ve huzurlu bir ailede büyürse yetişkinliğinde o kadar sevgi dolu ve mutlu oluyor. Çocuğun ilk gördüğü yer, büyüdüğü yer, ailedir. Her şeyi aileden öğrenir, diğer faktörler sonra gelir. Yetişkin bir birey olduğunda kardeşini kıskanıp kavga çıkarıyorsa ya da bencilliğinden dolayı üzücü sözler söylüyorsa kendine bakmalı, kardeşine bunları neden yaşattığını sormalıdır kendine.

Çocuk, küçük bir şeyden bile mutlu olmayı öğrenmelidir ki büyüdüğünde hayatı kolaylaşsın. Mutluluğu maddi değerlere bağlanan çocuklar ileride de pahalı giysiler, yiyecekler, lüks mekânlar gibi aynı maddi değerlere tutunmak isteyecekleri için küçük şeylerden mutlu olamazlar. Oysa bir ağaca çıkmak, piknik yapmak, çimenlerin üzerinde koşmak, oynamak, gökkuşağını seyretmek paha biçilmez mutluluk faktörleridir. Çocuklar küçük yaşta bulduğu o iç mutluluğu iç huzuru her zaman içinde taşımalıdır.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

“ZİHNİ AÇMAK VE İYİ BİR KALP YARATMAK”

Sevgili okuyucularım, okuduğum kitapları sizlerle her ay paylaşacağımı söylemiştim. Ancak mart ayında bazı yazılarım uzun olduğundan ikiye bölmek zorunda kaldığım için bunu yapamamıştım. Bu ay kitap paylaşımlarıma başlıyorum.

Okuduğumuz her kitap bize bir şeyler öğretir. İçindeki her bilgi bize uygun gelmeyebilir,  yazarının düşüncesine ve fikrine katılmayabiliriz. Ama o okuduklarımız kendi fikirlerimizi, düşüncelerimizi olgunlaştırmamızı sağlar. Ayrıca kitaplar hakkında “Bu bana ne katacak?” diye önyargılı davranmamanızı, “Ben bunu sevmiyorum,” deyip geçmemenizi de öneririm. Okumasanız bile o kitabı araştırmak, yazarı hakkında bilgi edinmek, ne tür kitaplar yazdığını bilmek; içeriği hakkında fikir sahibi olmak bile bir şeyler öğretir. Bugün paylaşacağım Dalai Lama’nın “Zihni Açmak ve İyi Bir Kalp Yaratmak” adlı kitabını birçoğunuz okumuş olabilirsiniz.

İyi bir kalp yaratmak, “Gerçekten öyle iyi bir kalbim var ki” demekle olmuyor. Kime sorsanız, iyi kalpli bir insan olduğunu söyler. Ama neye göre iyi kalplidirler bunu söyleyenler? Egolarının esiri olmuş insanların kalbi nasıl iyi olabilir? Yüzüne söylemeyip arkasından konuşanın nasıl iyi bir kalbi olsun? Emeğe saygısızlık eden; hakkı olmadığı hâlde başkasının hakkını yiyen; başarılı ve iyi durumdakileri kıskanan; insan ayrımı yapan; bencil davranan… Böyle insanların nasıl iyi bir kalbi olsun? Buna benzer çok örnek verebilirim. İyi kalpli olmak için insanın önce gerçekten kendine çok dürüst olması ve kendini çok iyi tanıması gereklidir.  Egolar devreye girince iyi kalpli olma olasılığı azalıyor.

Aşağıda “Zihni Açmak ve İyi Bir Kalp Yaratmak” kitabından kısa bir bölümü bulacaksınız. Şifa olsun.

“Bu dünyanın tüm sorunları

Kendi için mutluluğu arzulamaktan gelir,

Tüm sevinçleri de

Başkalarının mutluluğunu istemekten.

Başka ne denebilir?

Sıradan varlıklar kendi yararlarına çalışır,

Budalar başkalarının yararına.

Aradaki farkı görüyor musun?   

İyi kalpliliği geliştirebilirsek kendimiz mutlu olduğumuz gibi diğer canlılar da rahatlığın, huzurun ve mutluluğun güzelliğini yaşar. Zengin bir sofra yerine sade bir yemeğimiz olur, ama onu zevk alarak yeriz. Güçlüklerle karşılaştığımız zaman başkalarına itimat edecek ve onlardan yardım isteyecek kadar güvenli hissederiz. Oysa tam tersine, bencil ve kıskanç olursak, başkalarıyla rekabete girersek, onları aldatır ve zarar vermeyi düşünürsek -aynı evde yaşasak bile- hep bir güvensizlik ve kuşku ortamında kalırız. Öyle bir evde veya mahallede gerçek huzur ve rahatlığı hatta can güvenliğini bile bulamayız.

İyi kalpli, kibar olur ve başkalarının iyiliğine daima öncelik verirsek bu, gerek kısa gerek uzun vadede hem kendimize hem de toplumun geneline fayda sağlar. Oysa tersini yapıp bencil bir bakış açısı geliştirirsek, değil her şeyi bilme hâli, kısa vadede bile mutluluğu elde edemeyiz. Dolayısıyla hepimiz başkalarına karşı iyi kalpliliği geliştirmek ve bencilce dürtülerden vazgeçmek için elimizden geleni yapmalıyız. Bugün iyi kalpliliğimizi nasıl geliştirdiysek, günlük yaşamlarımızda da öylece iyi yürekli olmalıyız. Başkalarına bir faydamız olmuyorsa hiç olmazsa zarar vermeyelim.”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com