Mesela dağdan akan suyu düşünün. En az direnç gösteren yolu seçer akmak için. Yani önüne bir kaya çıkacak olursa onunla uğraşmaz, kayayla mücadele etmez, etrafından dolaşıp devam eder akmaya.
Suyun bu doğasından alınan ilhamla şöyle der Sufiler: “Seninle uğraşan hiç kimseyle uğraşma, eğer uğraşırsan onunla aynı yerde kalırsın. Etrafından dolanıp devam et yoluna.”
Diyelim ki dağdan akan su önüne çıkan kayanın etrafından dolaşamayacak bir yola denk geldi. O zaman ne yapar, birikip üstünden aşar. Yok eğer bu da olmuyorsa sabırla kayayı damla damla delmeye başlar. Kayayı delmeyi başaran suyun kuvveti değildir tabii ki, damlaların sürekliliğidir. Buna da “sabır” derler.
Sabretmek hiçbir şey yapmadan oturmak değildir. “Sabır dikenin içinde gülü, gecenin içinde gündüzü hayal edebilmektir.” der Şems-i Tebrizi. Suyun doğası imkansızın bile başarılabileceğini, bunun için sabırlı ve istikrarlı olduğunu öğretir. Kayayı delen su elbette yine yoluna devam eder.
Su hep akar. Bilir ki aktıkça temizlenir. Bazen dere kenarlarında su birikintileri oluşur, akmayan su bulanır, çamurlaşmaya başlar. Üzerine pislik birikir ve Sufiler bu yüzden derler ki: “Sen su gibi ak. Her daim yenilen. Her gün yenilen. İki günün aynı olmasın. Dünü dünde bırak yeni şeyler öğren.”
Mesela su değişimden hiç korkmaz. Ama insanlar değişimi sevdiklerini söyleseler de aslında bundan çok korkarlar. Su değişimi ne güzel de anlatır. Bazen yağmur olur, bazen kar olur, bazen buz olur, bazen buhar olur. Buhar olduğunda çıkar gökyüzüne yağmur olup iner yine yere.
Ayrıca su uyumludur. Çay bardağına koyduğunda çay bardağının şeklini alır, kovaya koyduğunda kovanın. Sürekli bulunduğu yere uyumlanır ama doğası hiç değişmez. Her yere her şeye uyum sağlar.
Unutma ki dünyada her zaman doğaya uyum sağlayanlar hayatta kalır. Uyum sağlayanlar esnektir çünkü. Değişime direnenlerse katıdır. Fırtına en sert en güçlü ağaçları devirir ama esnek fidanlara, otlara hiçbir şey yapamaz. O yüzden esnek olanlar, uyum sağlayanlar hayatta kalır. Aynı zamanda akışa teslim olur. Teslimiyet içindedir. Çünkü bilir ki bütün dereler eninde sonunda büyük denizlere, okyanuslara akar.
Elinden geleni yaptıktan sonra hayatın akışına teslim olmaktır bu.
Su berraktır, şeffaftır. Olduğu gibidir yani. Paylaşımcıdır. Hep besleyicidir. İnsanları, hayvanları, doğayı besler. Hayat suda başlar. Su olan her yerde bitkiler vardır, hayvanlar vardır, insanlar vardır.
İşte suyun bu yapısından dolayı sufiler birbirlerine “Su gibi ol Azizim” derler”…
Dudaklarımızdan dökülen kelimelerin taşıdığı ve yansıttığı enerjiye, güce dair birçok araştırma yapılmış ve nice bilim insanı -dil bilimci-, düşünür çok mühim verilere ulaşmıştır. Yazılan makaleler birçoğumuz tarafından okunmuş ve zihinlerimizde yerlerini almıştır.
Sigmund Freud’ un kelimelerin gücüne dair söyledikleri beni çok etkilemiştir. O der ki: “Modern bilim henüz birkaç kelimenin gücü kadar etkili ilaç üretmedi.” Böylesine derin mana içeren bir cümleyi içimde hissederek bende kendi hissiyatımla ve yaşanmışlık örnekleriyle Kelimelerin Enerjisini paylaşacağım.
Kelimeler bilincimizin ve bilinçaltımızın dışavurumudur. Bunun içindir ki konuştuğumuz kelimelerin enerjisi bizi konuştuğumuz kişi yapar. İşte burada devreye Kelimeler ve Çekim Yasası girer. Çekim Yasası istenileni de istenmeyeni de hayatımıza çeker. Çekim Yasası, enerji yasasıdır. Bu yasa, dikkatinizi neye yöneltirseniz, onu kendinize çekeceğinizi ifade ediyor. Bilincimizde ve bilinçaltımızda ne tür düşünceler ve inançlar varsa bu inançlara uygun deneyimleri hayatımıza çekiyoruz. Anlaşılacağı üzere iç dünyamız kelimeler ile gün yüzü görüyor, kelimeleri kullanma şeklimiz, onlara yüklediğimiz enerji başkalarına ve kendimize iyi veya kötü izler bırakmak için her daim adım adım ilerler.
Birçoğumuzun bir yerlerde mutlaka rastlamış olduğunu bildiğim bir deneyi sizlere yeniden hatırlatacağım. Bu deneyin aslında gerçek olmadığı söylenir, evet düzmece olabilir ve bilimsel anlamda çok da ciddiye alınmayabilir. Ama ister yazılı ister sözlü olsun kelimelerin ve iletilen mesajın gücünü anlatmak açısından işe yaradığı bir gerçek. “2004 yılında Japon bilim insanı Mesaru Emoto kelimelerin gücünü göstermek amacıyla bir araştırma yaptı. Deneyde pirinç kaynatılarak üç eşit kaba dağıtıldı. Birine pozitif, birine negatif ve diğerine ise nötr etiket yapıştırıldı. Bir ay boyunca her gün pozitif etiket olan kavanoza güzel sözler söylendi. Tam tersi ise negatif etiket taşıyan kavanoz için yapıldı. Bu kavanoza doğrudan hakaretler ve kötü sözler söylendi. Ay sonunda ise güzel sözler söylenen pozitif etiketli kavanozdaki pirinç aynı kalmış ve hiç kötü koku yaymamıştı. Öte yandan negatif etiket yapıştırılıp kötü sözler söylenen kavanoz küflenmiş ve kötü kokular yaymaya başlamıştı.”
Biz ne isek, kelimelerimiz de odur. Kelimeler hayatlarımızın gizli yargıçlarıdır. Sarf ettiğimiz her bir kelime gün gelir bize geri döner. Eğer çoksa iyi niyetli, sevgi dolu, şefkatli, mütevaziyse sözlerimiz onlarında bize dönüşü aynı enerjiyle olur, ancak olumsuz, karanlık, ah dolu, beddua yüklü ise onlarında bize dönüşü yine aynı enerjiyle olacaktır. Seçim bizim iyiye, sevgiye, ışığa sahip olmak istiyorsak yapılacak tek şey o enerjinin içinde yaşamaktır.
Kimileri vardır her zaman dünya güzel olsun, her şey yolunda gitsin, hep mutlu olayım der. Ama yaşam döngüsü boyunca hissettiği duygulara, beraberinde sarf ettiği kelimelere hiç bakmaz. Oysa tek bir güzel söylemi yoktur o kişilerin, her şeyin her zaman en negatif yanını görür, en kötü hisleri besler, sevgiden yanaysa tamamen fakirdirler. İşte, bu kişiler kendi farkındalıklarına varamadıklarından kelimelerin enerjisini de keşfedememişlerdir. Karanlık sözlerle ışığa nasıl ulaşılacak, senin etrafa sunamadığın güzel enerji nasıl sana kendini sunsun?
Danışanlarıma bunları anlattığımda kimi zaman şöyle bir soruyla geliyorlar: “Bir haksızlığa uğradığımızda (maddi ve manevi) pozitif duyguları nasıl besleyeceğiz, nasıl güzel sözler söyleyeceğiz?” Yaşanan kötü durumlardan sonra tabi ki kendimizi kötü hissederiz, hatta kötü kelimeler çıkabilir ağzımızdan. Böyle durumlarda hemen aklımıza şu gelmeli: “Yaydığımız her olumsuz kötü enerji bize geri dönecektir ve maalesef çoğu zaman sağlımıza da kötü etkilerde bulunacaktır. Bunun için bütün enerjimizi o insanın da şifalanıp başka birine haksızlık yapmasını, zarar vermesini önlemek adına dua etmeye yöneltmeliyiz. En güzel dua Allah’a yapılan, o kişinin ıslah olup, yeni kötülüklere fırsat edinememesi şeklinde olacaktır. O kişilerin düşüncelerinin enerjisine girmemeliyiz. Ahları, bedduaları yüreklerimizden çıkartıp mutlak teslimiyetle bırakmalıyız kendimizi. Bunu başarabilmek çok kolay değildir, zaman alacaktır. Kendinizi özgür bırakın ve zamana içinde yol alacağınız ışıklı yola teslim edin. Düşünceleri ve kelimeleri parlak, temiz, sevgi dolu insanlara yönelin, olumsuz enerjilerden uzak durun. Enerji bumerang etkisine sahiptir, mutlaka döner dolaşır onu yayana geri döner.”
Bilin ki; tüm güzellikler siz onları paylaştığınız ölçüde size geri dönecek ve sizde yeniden yeni güzellikleri besleyerek muhteşem bir enerji seli oluşturacaktır. Çekim yasası her koşulda mutlaka sürekliliğini devam ettirecektir.
Mekanlarımız, zamanlarımız, yaşamlarımız farklı olsa da kelimelerim size yol aldı. Ben kelimelerimi yazdım, onların aydınlık enerjisini sizlerle paylaştım…
Bugünkü anlatacaklarımın kurgusunda daha öncekilerden farklı bir yol izleyeceğim. Paylaşmak istediğim mevzuyu önce yaşanmışlıklarla ve örneklerle önünüze sereceğim. Anlatacaklarımı nihayetlendirirken de konuyu açıklayıp önerilerde bulunacağım.
Bir sohbet esnasında ortak tanınan bir çiftin evliliğinin bittiğinden bahsediliyor. Sohbettekilerden biri “ne olacak başka birini bulur nasılsa, ayrılırsa ayrılsınlar diyor”. Böyle bir durumda mevzu gidenin yerine başka birini bulmak mıdır yoksa neden böyle bir bitiş yaşandı, neden bu olumsuz durum vuku buldu diye sorgulamalar yapılıp sonuca yol almak ve bu yolda kişinin kendisini şifalandırması mıdır? Elbette diğer taraftan o sohbet ortamında tanıdığının ayrılık olayına karşı umursamazca tepki veren, nasılsa başka birini bulur şeklinde düşünen kişide de büyük sıkıntılar olduğunu göz ardı edemeyiz. Oysa yapılması gereken; bu olumsuzluğu yaşayan taraflara destek olup, onların yeniden yanlış durumlar içine düşmesini engellemek, kendilerini anlayıp en doğru yolu bulmalarına yardımcı olmak değil midir? Bir birliktelik bitti, yenisi olur nasılsa şeklindeki bir yaklaşım bizleri bir sarmalın içine iter ve o kısır döngü sürekli hayatımızın içinde dolaşıp durur. Ardından olayların nedenine bakmaksızın sadece hayattan şikayet etmeler başlar. Benzer bir durum iş yerinde de yaşanabilir, işimizde sorunlar yaşarız ve bu sorunlar için sadece karşımızdakileri suçlar, “neden” sorusunun cevaplarını aramaz, “nasılsa başka bir iş bulurum” der o durumdan da dersler çıkarmadan yolumuza devam ederiz.
İşte yeni bir örnek daha: Bir işletme sahibinin gün geliyor işleri bozuluyor ve iflas ediyor. Bu kötü sonucun suçlusu kim, ilk kim suçlanmalı? Tabi ki buna sebep olan başkalarıdır, belki hükümetin aldığı kararlar, uyguladığı yasalar, belki çalışanları, belki, belki… Suçlu listesi uzayıp gider, lakin bu listede işletme sahibinin kendisi asla yoktur. Tamam, belki hakikatten haksızlıklar yaşamıştır, işin içinde kendi yanlışı olmadığı bir sürü olumsuz etkiye maruz kalmıştır. Bunlar kabulümdür. Ancak unutulmamalıdır ki olaylardan ders çıkarmanın en doğru yolu önce kendimize dönüp, doğru özeleştiriyle eksiklerimizi hatalarımızı bulmaktır. Ardından içsel değişim ve dönüşümü yaşamalı, kendi farkındalığımıza varmalıyız. Bu tarz iflasları yaşamış kişileri tanıdım ve o maalesef kişilerin iç dünyalarında bitmek bilmeyen kibre de şahit oldum. Yeri geldi bir markette çalışan kasiyerin emeğini hiçe sayıp kendi diplomalarıyla onların emeklerini kıyasladılar, yeri geldi maddi variyeti olmayan insanları küçümseyip onları sözde kendi zenginlikleriyle kıyasladır.
Birilerini suçlamak, hayata dair hep şikayet etmek, başkalarını küçümsemek, hakir görmek ne kolaydır. Ancak bu kolay yollar bizi yanlışa götürür, kibrin, egonun, sevgisizliğin, bencilliğin bataklığına saplanırız ve büyük bir kısır döngüde o güzel hayatlarımızı heba ederiz. Ben böyle yol alan kişiler için “kayıp nefesler” diyorum.
Eşimizden, sevgilimizden, işimizden ayrılırız, arkadaşımızla, komşumuzla tartışırız, işler bozulur iflas ederiz, tabi ki böyle şeyler yaşarken kendimize bakmaksızın hemen karşımızdakileri, şansızlığımızı ve hatta o gün içinde gezegenlerin olumsuz açılarını bile suçlarız. Her şeyin sorumlusu onlardır, bizde hiçbir hata, yanlış yoktur. Bu kadar mı yani? Olan oldu, suçlu belli, hadi yola devam edelim. Maalesef “bunları neden yaşıyorum?” diye kendimize sormak çoğu zaman aklımıza dahi gelmez. Yaşanılanların ardından kendi sorumluluklarımızı görmeyiz, karmalarımızı irdelemeyiz, bilinçaltımız yoklayıp korkularımızı, hırslarımızı, negatif düşüncelerimizi ve duygularımızı düzeltmeye çalışmayız. Bu noktada bilinç seviyesi çok mühimdir, kendimizle yüzleşecek bilince ulaşmalıyız. Kolay değildir kendimizle yüzleşip yenilenmek, değişimi ve dönüşümü yaşamak. Bunun içinse cesaret olmazsa olmazımızdır.
Anlattıklarım gibi nice yaşanmışlıklar vardır ömür defterimizde. Bilinmeli ki; aydınlanmak, farkındalığa erişmek için esas olan her daim biziz, önce kendimizi yenilemeliyiz ve en çok da hayatlarımızda var olan algoritmaları anlamalı, keşfetmeliyiz. Nedir bu algoritmalar, onları bilmek bize ne kazandırır? Algoritma; bir problemin çözümünün veya belirlenen amaca nasıl ulaşılacağının anlatıldığı yoldur. Hayat, içinde ki sırlarla ya da yaşanılan durumlarla bize birçok yol sunar. Yapmamız gereken bu sırları keşfedip ve yaşanılanları doğru analiz edip en iyi sonuca ulaşmaya çalışmaktır. Algoritmaları iyi anlayabilmemiz bizi sonuca götüren yolu keşfetmemizi sağlar. Mevzunun önemini gözler önüne serecek küçücük bir örnek vereceğim size; hemen herkesin yapabildiği çay demleme eyleminde izlenilen bir süreç vardır ve bu süreç aslında algoritma ile yapılan adımlardır. Sonuç şuna varıyor, yapacağımız her şey, alacağımız her karar doğru adımlarla bizi istenilene ulaştırır. Bırakalım onun bunun şunun söylemlerini ya da olumsuzluklarda her daim kendimizden önce başkalarını suçlamayı. Önce kendimize bakalım, biz kimiz, hayattan ne istiyoruz, nasıl bir hayat istiyoruz, ne tür deneyimler edindik, nasıl insanlarla ilişkiler kuruyoruz, isteklerimize ulaşmak için yeterince çabalıyor muyuz, nerelerde yanlış yapıyoruz, adımlarımızı atarken insanları üzüyor, onlara zarar veriyor muyuz, yalana mı yakınız doğruya mı, kıskançlığı, kibri çıkarabiliyor muyuz benliğimizden, öfkeden, nefretten arınabildik mi, verdiğimiz sözleri tutuyor muyuz, sevginin değerini, güzelliğini biliyor muyuz? Öyle çok soru var ki önce kendimize yöneltmemiz gereken…Sorularımızı soralım, dürüstçe cevaplarımızı verelim, sonra keşfettiğimiz eksikliklerimizi, yanlışlarımızı nasıl düzelteceğimizin kararlarını alalım, şifalanmak için yolları bulalım. Algoritmaları adım adım tamamlayalım ve bizi mutlak ışığa ulaştıracak kazanımları elde edelim ve kısır döngülerden kurtulalım. Gerçekliğimizi bulmamızın tek yolu sevgidir. Seven gönül kötü duyguların tamamından arınmıştır, yolu aydınlık yoludur.
Mevlana der ki;
Kendine bak kendine…
Özüne, Sözüne, Benliğine
İlgilenme kimseyle,
Kim ne yemiş, ne giymiş
Bundan sana ne.
Sen kendini besle,
Bilgiyle, Sevgiyle, Şefkatle
Ancak o zaman ulaşırsın,
İnsan olmanın erdemine…
Bugün içine gireceğimiz, sınırları zorlayacağımız, düşüncelerimizi alt üst edeceğimiz yeni bir konumuz var. “Bencillik”. İşte konumuz bu. Genel geçer kelime anlamıyla yola çıkalım. Nedir bencillik? Bencillik, kişinin başkasını (ya da karşısındakini) dikkate almadan ya da önemsemeden yalnız kendi istek ve gereksinimlerini dikkate alarak hareket etmesidir. Bu durum kişinin kendi çıkarlarının ne olduğunu düşünmesini ve buna uygun hedefleri bulmasını gerektirir. Bencillik daima ve sadece ben ideolojisi olarak kabul edilmelidir. Bencillik, ben merkezli düşünme ve ben-merkezcilik iç içe geçen ve büyük oranda örtüşen kavramlardır. Bu düşüncenin esaretindeki kişi, çevresindeki insanları adeta bir figüran gibi görür. Sanki yaşam onun çevresinde, onu merkeze alarak sürmektedir. Diğer insanların adeta önemi yoktur. Diğer insanların da istek ve gereksinimleri olduğunu bilir ancak kendi istek ve gereksinimlerini hepsinin üstünde tutar.
Yüzyıllardır bencillik üzerine milyonlarca fikir üretilmiş, bencil insanların nasıl dönüşebileceği, onların nasıl bu karanlıktan çıkartılacağı konuşulmuş, yazılmış, çizilmiştir. Kimi toplum bilimciler, psikologlar bencilliği genetik bir hastalık olarak görürken kimileri de sonradan yaşam döngüsü içinde edinilen, ayakta kalma ya da direniş şekli olarak görmüştür.
Thomas Hobbes der ki; “İnsan insanın kurdudur”. Kişi kendi çıkarlarını korumak için eylemde bulunur. Doğa nimetlerinden elinden geldiği kadar kendisi için yararlanmak ister. Bu da başka insanlarla çatışmasına neden olur. Ve herkesin herkesle olan savaşı başlar.
Evet bütün mesele, olan biten bu değil midir? Bencilliğin özü; “sadece ben”, kayıtsız şartsız her ne olursa olsun “sadece ben”dir.
Birçok toplum, birçok aile, birçok dostluk, birçok ilişki bu bitmek tükenmek bilmeyen, iflah olmaz duygudan dolayı son bulmuştur. Hayatlarımıza günlük yaşantılarımıza bakalım. Gün gelir; aylardır yıllardır sizi arayıp sormamış bir tanıdığınız sizi arar, önce sıradan hal hatır sormalar gerçekleşir, ardından o kişinin hararetli sesinde sizi aramasının asıl nedenini işitirsiniz. Bir isteği vardır, bunu sizin yerine getirmenizi ister. İstediği gibide olur siz o sıcak sese inanmış ve yardıma ihtiyacı olan tanıdığınıza yardım etmeyi yürekten istemiş ve etmişsinizdir de. Ne var ki istekler yerine geldiğinde o tanıdık yine geçmişte ki yerine geri döner. Belki yine sadece kendi ihtiyacını karşılayabilmek için aylar yıllar sonra sizi arayabilir. Ne oldu şimdi? Bencil, sadece kendi çıkarını düşünen birisinin isteği yerine geldi. Sizi özlediğinden, sizi merak ettiğinden aramadı, sadece kendisi için aradı. Böyle kişilerin çoğu aslında bencillik yaptığını, çıkarı için sizinle iletişim kurduğunu kabul dahi etmez. Ona göre bunda ne vardır? Tanıdığım birini aradım ve oda benim sorunumu çözdü, bu gayet doğal der. Doğru olan bu mu peki?
Ne güzel demiş Mevlana: Bencillik, gözüne takılmış ayna gibidir. O gözler nereye bakarsa baksın kendinden başka birini görmez…
Bir arkadaşınızla konuşma halindesiniz. Siz kendinizi, içinde bulunduğunuz durumunuzu, mutluluğunuzu, mutsuzluğunuzu anlatırsınız. Beklersiniz ki oda sizin bu sohbetinize eşlik etsin, sizi canı gönülden dinlediğine emin olun. Ama karşınızdaki konuşmaya başladığında bir bakarsınız ağzından çıkan kelimeler bambaşka, o kişi sadece kendi söyleyeceklerine odaklanarak sizin karşınızda öylece oturmuş. Sizi dinlememiş, anlamamış. Bu tanıdık böyle davranmış, başka bir tanıdık da; sizin konuşmanıza dahi fırsat vermeden sadece kendisi konuşur, anlatır, anlatır, anlatır… Siz yoksunuzdur onun için, yalnız kendisi vardır. Böyleleri sadece kendi çıkarlarını beslemek için ilişkiler kurarlar ve işleri bittiğinde o insanlar onlar için yaşamamıştır bile.
Bencillikte kibir, öz beğeni vardır. Bencil insanlar bu yüzden mutlu olamıyor. Çünkü insanın psikolojik doğası yalnız yaşamaya göre odaklanmamıştır. İnsan ancak sosyal yapının bir parçası olursa mutlu olabilir. Bu özellikleri nedeniyle insan muhakkak yalnızlığını giderme arayışındadır, kendisine bağlanacak, kendisiyle bütünleşecek kişiler, nesneler arar. Ne var ki benciliğinden arınamadan bu bütünleşmelerin olması çok zordur. Başlangıcımız yine aynı yer: “İnsanın mutlu olabilmesi için kişinin kendisini tanıması gerekiyor. Zayıflıklarını, eksiklerini görüp kabul etmeli ve kendini arındırıp yeniden yapılandırmalı. Aksi durumda kişi yalnızlaşır ve mutsuzluğun içine düşer, durmadan düşer, bu düşüş hiç son bulmaz. Bencilliğe dair paylaşılacak öyle çok detay var ki, yeni örneklerle birlikte psikolojik detaylara dokunarak bu konuyu ilerleyen günlerde yeniden konuşacağız. Sevgisiz ve paylaşmayı bilmeyen insanların içinde bencilliğin kök salması kaçınılmazdır ve o kökler insanlığın en büyük düşmanıdır.
Son dönemlerde insanların her zamankinden daha fazla “Affetmek” duygusunu yaşamayı ve bu eylemi gerçekleştirmeleri gerekliliğini görüyorum. Yeri gelmişken de uzun zamandır yazmayı istediğim, üzerine çokça düşündüğüm bu konu üzerine paylaşımda bulunacağım.
Öncelikle “Affetmek” eyleminin, hissiyatının genel geçer yargıda nereye oturtulduğuna değinmek isterim. Affetmek; hayata dair bir davranış, tutum şeklidir. Şöyle ki; Affetmek yaşanılan kötü bir durumda başkalarının bize yaptıklarını umursamamak değil, duyulan rahatsızlığı, öfkeyi kontrol edip yolumuza kazanılan tecrübelerle devam edebilmektir.
“Affedebilmek kocaman bir yükün ağırlığından, eleminden kurtulmak, hafiflemek ve huzura kucak açmaktır. Hayatımın hemen her döneminde birçok haksızlık gördüm, kimilerini ben yaşadım kimilerine de şahit oldum. Bildiğim şu ki; haksızlığa uğradığımızda ilk önce kendimizi sorgular, kendimize kızarız. “Ben nasıl böyle bir hata yaptım, neden gerçekleri göremedim, niye daha dikkatli değilim?.. Bunlar gibi farklı farklı sorularla kendimizi sorgular dururuz. Oysa haksızlığa uğrayan biziz, kendimizi sorgulamak, yargılamak yerine yapılması gereken şu değil midir? Yaşadığımız talihsiz duruma bir şekilde kendi hatamız sebep olsa dahi, insan olduğumuz ve hataların bizim bir parçamız olduğunu unutmamalıyız ve önce kendimizi affetmekle başlamalıyız. Bunu yapmalıyız ki sıra karşımızdakine gelsin. Başlangıçta kendini affetmeyi başaramayan insan, içten içe yine kendine zarar verir. İçinde kin, öfke, nefret büyütür. Hatta bu hisler kişinin sağlığını dahi tehdit eder duruma gelir. Tüm bunlar için önce biz…İlk iş kendimizi özgür bırakmak, yüklerden kurtulmak, ferahlamak.
Eminim yeryüzünün var oluşundan bu yana tüm insanlar, bir kere dahi olsa, birilerini bir şekilde affetmek durumunda kalmıştır. Bu affedişler kimi zaman yürekten olmasa da durumu geçiştirmek adına da olsa mutlaka gerçekleşmiştir. Kimi zaman o kişiyi çok sevdiğimizden affederiz, kimi zaman bir ortamı paylaşmanın zorunluluğudur bizi affetmeye iten, kimi zaman engin yüreğimizdir her koşulda affetmeyi seçen. Bir sürü gerekçe sayabiliriz bağışlamaya dair. Bazen gönüllü bir süreçtir bu bazen gönülsüz. “Zordur gerçek affedişler”. Bizi üzmüş, zarar vermiş, canımızı yakmış, yüreğimizi dağlamış olanları affetmek kolay değildir elbet. İnsanlar bizi maddi, manevi birçok şekilde üzmüş olabilir. Yalanlar, iftiralar, iş yerlerimizde yaşadığımız haksızlıklar, haklarımızın suiistimal edilmesi, huzursuzluk vermek için yapılan entrikalar… Gerek sosyal hayatımızda gerek iş hayatımızda gerekse özel hayatımızda bunların birçoğunu yaşayabiliriz, yaşıyoruz da…Bize bunları yaşatanlara kırılırız, öfke duyarız, nefret hissederiz ve diğer taraftan olanlardan ötürü içimiz acır, üzülür, mutsuzluğu yaşarız. İşte bize tüm bunları hissettiren kişiler için kötü duygular beslemiyorsak, onlara dair duygularımız nötr olabiliyorsa, her şeyi bir kenara bırakıp o kişiye dair duyduğumuz iyi haberlere onun adına sevinebiliyor ve yolu açık olsun diyebiliyorsak affetmeyi başarmışız demektir. Bunu başarabilmek kolay sıradan bir durum değildir. Aşama aşama zamanla kendimizi eğitir, duygularımıza gerçekten sahip çıkabilirsek bunu başarmak hiç de imkânsız değildir. Eğer isterseniz, çabalarsanız gerçekten affedebilmeyi mutlaka başarırsınız. Sadece bunu yapabileceğinize inanın ve vazgeçmeyin. Çünkü bununda mükafatı büyüktür.
Gerçek affediş; rahatlatır, özgürleştirir insanı, kuş misali göklerde süzülecek kadar hafiflersiniz. Kinden arınırsınız, huzuru tadar, sırtınızda ki o kamburu yok edersiniz. Ben tüm açık yürekliliğimle affettim, beni incitenleri geride, geçmişte bıraktım, onlar için iyi olabilecek her şey için onlar adına daima mutlu olurum. Duyduğum hiçbir şey aldığım hiçbir haber kalbimde negatif bir hissiyat oluşturmuyor. Sevgi ve ışıklı yoluma devam ediyorum.