ÇOCUKKEN İÇİNDE KALANLAR

Sevgili okuyucularım, yaklaşık bir ay sonra tekrar kaldığım yerden anılarıma devam ediyorum. Bu sefer ortaokul ikinci sınıfa geçen öğrenci olarak sandıktan bir anıyı daha serbest bırakıyorum.

Çok sevdiğim deniz tatillerini yalnızca belli günlere ve adada geçirdiğimiz bir haftalık kısıtlı süreye sığdırarak yaz aylarının sonuna gelmiştik.

İnsan çocukken kimi zaman büyüklerin bazı davranışlarına anlam veremiyor ve bundan etkileniyor. Bunlardan biri de aile içindeki anlaşmazlıklar. Hele bir de aile başkalarının etkisinde kalıyor ya da başkalarının isteklerini önde tutuyorsa o zaman çocuk üzerinde yarattığı etki daha farklı oluyor.

Babam, ailesi ve kardeşleri için her şeyi düşünen insandı. Bu arada özellikle kardeşleri konusunda zaman zaman annemle ters düştüğü de oluyordu. Çünkü sürekli kardeşlerinin isteklerini yerine getirmesi onların daha çok istemelerine neden oluyordu ve bu da annemi üzüyordu.

İlkokulda iken babam adada yazlık ev tutmuştur. Bu yazlık, gayet güzeldi. Bahçe içinde, önünde denize girilen kendine ait müstakil plajı olan büyük bir evdi. Orada bütün bir yaz çok güzel geçerdi. Her yaz gündeme bu kiralık yazlık geliyordu. Özellikle yengelerim ve amcamlarım istediği için babam evi tutmak istiyordu ama annem her defasında karşı çıkıyordu.

Annem kendince çok haklıydı çünkü tatil için gidip temizlikten yemeğe her işe tek başına koşuyordu Bir de yengemin kardeşleri geliyordu ve annem onlara da hizmet ediyordu. Tabii çok yorulduğu için yazlık konusu gündeme gelince hemen karşı çıkıyordu. Bu sefer anneme farklı bakıyorlardı. Annem, “Kendileri tutsunlar, gitsinler,” diyordu ama onu da yapmıyorlardı. Onların bu davranışının yalnızca bencillikle açıklanabileceğini ileri yaşlarda fark ediyorsunuz. Ama o yıllarda annemin bu karşı çıkışlarının ne kadar haklı olduğunu bilsem de sonuç olarak bizi de etkilemesine içerliyordum. Çünkü üç ay boyunca denize girmekten, adada arkadaşlarımla çok güzel vakit geçirmekten ve yeni arkadaşlar tanımaktan mahrum kalacağımı düşünüp üzülüyordum.

Baktığımda, ailemin maddi imkânları olduğu hâlde babam sırf kardeşlerine olan bağımlılığından ailesine ayrı yazlık tutmadı, onlara karşısına alıp “Siz ayrı, ben ayrı yazlık tutalım,” demedi.

Çocukken aileden gördükleriniz ileri yaşlarda sizi etkiliyor. Sınır çizmek konusu da bunlardan biridir. Aslında size ters gelen ilk davranışta sınırınızı çizerseniz insanlar aynı davranışı ikinci kez tekrarlayamıyorlar. Bu sadece aile için değil herkes için geçerlidir. İnsanın üzüldüğü nokta, şartlar uygun olduğu hâlde sırf diğer insanların istekleri olacak diye kendi isteklerinizden vazgeçmeniz ve bu şekilde kendinizi üzmüş olmanızdır. Yapmanız gereken şeyleri yapmıyorsunuz. O yaşlarda belki farkına varmasam bile ileride gördüm ki babamın yaptığı fedakârlıkları ne akrabalar ne kardeşleri yapmamış. Tabii ki zamanı gelince bunu daha net olarak anlatacağım.

Denize doyamadan mevsim yüzünü güze dönmüştü. Tekrar okul açılma telaşına başlamıştık. Bu sefer benim için en önemlisi tanıdığım ve sevdiğim öğretmenlerimin yine derslere gelip gelmeyeceğiydi. Ablam bu konuda tecrübeli olduğu için “Değişebilir, onun için üzülme,” diyerek önceden uyardı beni.

Okul açılmadan önce annemle okul alışverişine çıktık. Kıyafetleri alırken bu sefer özellikle lacivert ve siyah ayakkabıya özen gösterdik. Okulun istediği kitaplar konusunda hiç sorun yaşamıyorduk. Ablam ve ağabeyimden kalan kitapları hep sakladığımız için o yıl da yeni kitap almadık. Sadece diğer kırtasiye gereçlerini aldık. Kırtasiye alışverişinde en çok hoşuma giden, çeşit çeşit desenleri olan defter ve kitap kaplama kâğıtlarıydı. Bazı arkadaşlarım defterlerin ve kitapların üstüne artistlerin ve şarkıcıların fotoğraflarını yapıştırırdı. Fakat öğretmenler buna izin vermezdi.

Okul açıldığında en çok dikkatimi çeken olaylardan biri bazı arkadaşların okuldan ayrılması ve uzakta; Avrupa Yakası’nda oturanların gidip gelmek yerine yatılı okumayı seçmeleri oldu. Okulun yatılı kısmı, parasız ve paralı olarak ayrılmıştı. Parasız yatılı olanlar, diğer şehirlerden merkezi sınav sistemiyle geliyordu. Paralı yatılı olanlar ise genellikle İstanbul içindendi ve hafta sonları evci çıkabiliyorlardı. Her odada dört beş kişinin kaldığı ranzalı odaları vardı. Yatakhane okulun tam karşısındaydı. Yatılı öğrenciler okuldan çıkıp oraya gidiyordu. Yatakhanedeki çalışma salonunda birlikte ders çalışıyorlardı. Aynı odayı paylaştıkları, bir aile gibi günü birlikte geçirdikleri için yatılı arkadaşlar arasındaki yakınlık da hâliyle daha fazlaydı.

Bazı arkadaşlar İstanbul dışından geldiği için hafta sonlarını da yatakhanede geçiriyordu. Tabii ki en zoru hasta olduklarında yanlarında ailelerinin olmaması, revirdeki doktorun bakmasıydı. Bir de eğer yanlış bir davranışta bulunurlarsa direkt disipline giderek yatılı olmaktan çıkmalarıydı.

Aslında arkadaşlarla sürekli bir arada olmak açısından yatılı okumak bir an için cazip gelse de insan ailesi ile birlikte vakit geçirmek istiyor. O zamanlar bana hiç cazip gelmiyordu yatılı okumak çünkü özgürlüğü kısıtlıyordu. Okulda zaten yeteri kadar disiplin vardı. Disiplin iyidir fakat her şeye çok karışılması özgürlüğü kısıtlar. Belli saatlerde yatmak, belli saatlerde ihtiyaçlarını karşılamak üstelik dışarıda gezmenizden bile öğretmenlerin sorumlu olması zor bir durum. Yatılı okumanın ders çalışmak açısından daha disiplinli olduğunu söylüyordu arkadaşlar ama eğer öğrencinin içinde ders çalışma isteği varsa nerede olursa olsun çalışabilir. Yeter ki içinde olsun.

İnsanın kendi evi kadar güzel bir şey olmadığını yatılı arkadaşları görünce anlamıştım. Evinde özgür olmak, istediğin yemeği annenden istemek, en önemlisi de bir rahatsızlığın olsa ailenin yanında olması gibisi yok. Bunları düşününce insan ailesinin değerini çok daha iyi anlıyor.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

GERÇEKLİĞİN BÜTÜNÜNE ANCAK SEZGİ YOLUYLA ULAŞIRIZ.

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi “Gerçekliğin Bütününe Ancak Sezgi Yoluyla Ulaşırız”

Bu kitabın yazarı olan; Henri Bergson, 1859 yılında Polonyalı Yahudi bir baba ile İngiliz-İrlanda kökenli Yahudi bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Özellikle 20. yüzyılın ilk yarısında etkili olmuştur. Yaşadığı zamanın aksine kendine özgü bir yaklaşımla, felsefe ile bilimi yakınlaştırmayı denemiş ve büyük ölçüde başarılı olmuştur. Bergson’a göre, bilime metafizik, metafiziğe bilim katmak gerekir. Bilime metafizik katmakla, bilimin bilgi bakımından bizi tamamen sınırlayan tutumunu genişletme, metafiziğe bilimi katmakla da metafiziği boş kuruntulardan, soyut kavramlardan kurtarma umudunu taşır. Birçok düşünürü, gerçekliği kavramak için sezgi süreçlerinin soyut rasyonalizm ve bilimden daha anlamlı olduğuna ikna etmiştir. Statik imge ve kavramların ötesinde, dinamik ve bütünsel kavrayışı sezgi sağlar.

1927 yılında “zengin ve hayat verici fikirleri ve bu fikirlerin sunulmasında kullandığı parlak yeteneği sebebiyle” Nobel Edebiyat Ödülü layık görülmüştür. 1930 yılında Fransa tarafından Legion d’honneur ile ödüllendirilmiştir.

Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.

“…  Her zaman tüm kararlarımızın içerisinde bulunan karakterimiz, aslında tüm geçmiş durumlarımızın edimsel bir sentezidir. Nesneleri algıladığımızda, duyularımızın verdiği bilgileri zihnimizde sakladığımızı düşünürüz. Beynimizde sandıklar, dolaplar, çekmeceler olduğunu ve istediğimiz zaman, istediğimiz bilgiyi buradan çıkartabileceğimizi sanırız. Bu sandıkların içerisinde eskidikçe silikleşerek bulanıklaşan ve zamanı dolunca da silinen anılar olduğunu hayal ederiz. Böylece belleği açıklamış olduğumuzu düşünürüz. Bergson’a göre nasıl süreyi pratik hayatta mekâna yansıtarak, zaman dediğimiz doğrusal ve ölçülebilir kavram ile yer değiştiriyorsak, belleği de bu şekilde açıklayarak anlaşılır hale getiririz. Her ikisi de toplum hayatı için işe yarayan yanılsamalardan başka bir şey değildir. Bellek, ne beyin tarafından saklanan sandıklardan, ne de ihtiyaç olduğunda bir arama motoru gibi içerisinden seçilerek çıkartılan imgelerden oluşur. Anı algının daha az yoğun hali değildir. Algı ile arasında derece farkı değil, temel yapı farklılığı bulunur. Beynin herhangi bir fonksiyonundan belleği çıkartabilme umudu tam olarak yanılsamadır. Bergson için şimdiki zaman her an devam eden oluşun kendisidir ve fiziksel harekete göre şekillenir. Belleğin görevi ise geçmiş zamanı şimdiye taşımaktır. Böylelikle geçmiş şimdinin içerisinde yeniden canlanır ve yaşamaya devam eder. Bizler sadece geçmişi algılarız. Şimdiki zaman ise geleceği adeta kemirmekte olan geçmişin canlanmasıdır. Bergson’un süre anlayışındaki bütünsellik; geçmiş, şimdi ve geleceği birleştirir. Bellek geçmişi bütünsel bir sezgi içerisinde toplar. Geçmiş zaman bitmeyen bir yaratıcı atılım içerisinde şimdiki zamana karışarak yeniden canlanır. Bilinç sayesinde geleceğe taşınmakta olan yakın geçmiş aydınlanır. Bilinç ışığının çoğunun yakın geçmiş için kullanır, birazını da şimdiki durumumuzla bağdaşabilecek daha uzak geçmişi aydınlatmak için kullanabilir.  Kalan tüm geçmişimiz karanlık olarak kalır, çünkü pratikte şimdiki zaman için hiçbir faydası yoktur. ”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ÇÜRÜK PATATESLER

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

İnsanoğlu bazen mutluluğu o kadar zorlaştırıyor ki; iç dünyasında beslediği intikam, nefret ve öfke duyguları yüzünden ne kendisini ne de başkalarını affetmiyor ve aşağıdaki hikâyede bahsedilen gibi çürük patateslerle yaşıyorlar. Bunların nasıl bir yük ve ağırlık yaptığının farkında olmadan dönüp geçmişine bir bakıyorlar ki bu yükler sırtında kambur oluşturmuş. Bu çürükler insana olumlu düşünce ve duygular besleyemeyeceği gibi kendisi de hayatta zevk almıyor. Neden diyeceksiniz? Çünkü özgürleşmemiş bir ruh nasıl mutlu ve huzurlu olabilir ki? İçinizde beslenmiş olduğunuz bu olumsuzluklar karşısında kendiniz için hiçbir zaman doğru kararlar alma şansınız yoktur.

Affetme olayını yapmış olduğunuzda zihninizi sarmaşık gibi saran egodan da kurtulmuş olacak.

Bu konuda kendinize son derece ne kadar dürüst olursanız, takmış olduğunuz maskeleri tek tek bırakmış olacaksınız.

Bilgelik hikayemiz sizlerle…

Ne kadar zor yaşıyoruz kolay olan mutluluğu.

Siz çürük patates hikâyesini bilir misiniz?

Öğretmen sınıfa girer ve çocuklara:

– Yarın, herkes 2 kg patates ve bir çuvalla okula gelecek, bir çalışma yapacağız.

Çocuklar, anlamını çözemeseler de, ertesi günü patatesler ve çuvallarıyla okula gelirler.

Aslında merak içindedirler.

Öğretmen çocuklara döner, hayatınızda küs, kırgın, öfkeli kişilerin listesini çıkarın. Sonra, o isimleri, her bir patatesin üstüne yazın.

Çocuklar, sonucun nereye gideceğini anlamasalar da, denileni yapar. Kimilerinin patatesleri daha az, diğerlerinin daha çoktur.

Ve öğretmen, devam eder:

– Bu çuvalları, nereye gidersiniz gidin sırtınızda taşıyacaksınız. Hatta yatakta bile, yanınızdan ayırmayacaksınız.

Birkaç gün sonra, çocuklar bu yükten sıkılmaya başlamıştır.

Çünkü patatesler filizlenmeye, kötü kokular yaymaya başlamıştır. Bir de o küçücük bedenlerine çuval ağır gelmiştir.

Öğretmenlerine “Bu yükten ne zaman kurtulacağız?”

Öğretmen amacına ulaşmış olmanın mutluluğuyla şöyle cevaplar:

– Ne zaman ki, siz o insanları bağışlayacaksınız. O çuvaldan özgür olacaksınız.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com