GERÇEK DERS “HAYAT”

“Hayattan ders almak” deyimini bilmeyeniniz yoktur. Deyimin ifade ettikleri ve hissettirdikleri öylesine derindir ki, bu derinlikten milyonlarca konu, hikaye çıkartabiliriz. Yeter ki o derinliğe doğru usulca uzanalım… Yaşanılan bir olaydan veya durumdan tecrübe kazanmak, ibret almaksa hayattan ders almak, o zaman şu sonuca varabiliyoruz: “ İnsanlar problemlerle başa çıkmayı öğrendikçe, mücadele ettikçe hayattan ders alırlar. Aynı şekilde etraflarında olan biteni gözlemleyip diğer insanların yaşadıklarından da kendilerine dair dersler çıkarabilmek çok mühimdir. Bazı insanlar hayattan edindikleri dersleri ilke, yöntem haline getirirler ve böylelikle daha az yanlışa, mutsuzluğa düşerler. Bazılarıysa maalesef bunu başarmaz ve darlıktan kurtulamazlar.”

“Bilge adam hatalarından ders çıkarandır. Ama daha bilge adam ise başkalarının da hatalarından ders çıkarabilendir.”

İnişlerin, çıkışların, taşlı çakıllı, sapa yolların, karanlık darboğazların olduğu kadar aydınlık, ferah, kolay, huzurlu yollarında olduğu hayatta her daim planlı programlı ilerlemek mümkün değildir. An gelir planlarımız yerini bulur, an gelir her şey kontrolden çıkar ve biz olan bitene bir seyirci edasıyla adeta bakakalırız. Böyle zamanlarda mantık dediğimiz şey avucumuzun içinde ufalanır gider. Yapılacak tek şey kalbin sesini dinlemek ve teslimiyeti yaşamaktır.

“Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden iyi olmayacağını? (Şems-i Tebrizi)”

Asla “asla” dememenin dersini de verir hayat. Yapmam dediklerimiz yaparız. Asla olmaz dediklerimizi oluverir. Mümkün değil dediklerimiz mümkün hale gelir. Dikkat etmeliyiz ağzımızdan çıkacak ya da düşünebileceğimiz aslalarla başlayan her büyük söz gün olur karşımıza duvar gibi çıkar. Söylediklerimize pişman mı olacağız? (Kesinlikle pişman olacağız) Yaşadığımız şeye de pişman mı olacağız? (Buna da kesinlikle pişman olacağız.) Bu pişmanlıkları yaşamamak için aslalarımız olmasın. Öyle ki; konuşmayı bir daha asla düşünmediğiniz kişilerle bir dilim ekmeği paylaşır hale gelebilirsiniz, asla o dosttan düşman olmaz dediklerinizde düşmanınızcasına bir dilim ekmeği sizden sakınır hale gelebilir.

“Büyük konuştuğu yerden imtihan olurmuş insanoğlu. Asla, dediğimiz ne varsa kapının ardındaymış meğerse.”

Bir danışanım anlatmıştı. Nişanlısını çalıştığı iş yerinde ki müdürleriyle tanıştırmış. Bu tanıştırma esnasında adam resmen müdürler tarafından mal mülk sorgulamasına çekilmiş. Evin var mı? (Yok). Araban var mı? (Yok)… Dönüp kıza olmaz böyle bu adamın nesi var demişler? O da en naif haliyle: “Onlara ihtiyacım yok onun yüreği yeter bana, sevgimiz, saygımız oldukça gün gelir her şey yerini bulur demiş”. Evet, gün gelmiş bizim çiftimiz evlenmiş, sevgi ve saygılarını hiç eksiltmemişler. Sahip oldukları güzelliklerle maddi anlamda hiç de azımsanmayacak varlıklara sahip olmuşlar. Onların sevgilerine tepeden bakan ve maddi imkansızlıklarını küçümseyen kişiler şimdi ne yaparlar, ne hissiyattalar bilemem ama bildiğim şu ki; “Yerlere göklere sığdırılamayan variyetli insanlar bir gün sahip oldukları varlıklarını kaybedebilirler ve bu varlıkları için onların etraflarında olanlar da kaybedilenlerden ötürü hemencecik onların dünyalarından giderler. O bir zamanlar variyetli olan kişilerde yapayalnız kalıverir. Çünkü gerçek sevgiyi yaşayan olamamışlardır, sevilen kendileri değildir, maalesef paralarıdır. Bu olayda ki gibi varlıklı olmadıkları için hakir görülenlerse çok kıymetli sevgiye sahip olduklarından hayatta kazanan tarafta olurlar.” Onun için her şey bizim gördüğümüz ya da düşündüğümüz gibi olmayabilir. İnsanların seçimlerini, değerlerini, sahip olduklarını yargılamamak gerekir. Herkesin hayatı birbirinden farklıdır. Unutulmamalıdır ki; her şey bizim için, gün olur neler yaşanır bilinmez…

Karşındakini yargılamadan önce bir süre onun ayakkabılarıyla yürü. (Kızılderili atasözü) 

Hayattan alınan derslerle her bir insanın doğrudan veya dolaylı olarak dünyayı değiştirebilme gücü vardır. Kendi hayatınızı değiştirdiğinizde doğrudan veya dolaylı olarak dünyayı da değiştirmiş olursunuz. Kendi hayatınızı veya etrafınızdaki insanların hayatını değiştirdiğinizde dünyayı değiştirmişsiniz demektir. Yaptığınız küçük şeylerin dünyada büyük etkileri olabilir. En çok da adı küçük ama gücü büyük “sevgiyi” yayın tüm benliğinize. Siz sevgiyle yoğrulun ki, sizde ki sevgi de tüm dünyaya nüfus etsin… Olayların geçici ama çıkaracağınız hayat derslerinin etkileri keşfetmenizi yürekten diliyorum.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com 

İYİLİK BİR CEVHERDİR

 

İyilik ve kötülük sırt sırta duran ancak birbirinden uzaklığı aşikar olan iki eylem. İnsanoğlu yaradılış gereği iki eylemi de bir şekilde ruhunda barındırmaktadır. Arzu edilen odur ki iyilikler hep çoğalsın kötülüklerse yok olup gitsin.

Biliriz ki kötülükler, hatalar yüze vurulmaz. Bir kişi yaptığı kötülük ve yanlıştan ötürü sürekli eleştirilir, yargılanırsa onun bu hastalıkları nasıl şifalandırılır. Onlara yapılacak en hakiki yardım yaptığı fenalığın zararlarını, olumsuzlarını onun kalbini temizleyerek anlatmak, içine düştüğü karanlık kuyudan onun sevgiyle çıkartmaktır. Boş yere denilmemiştir ki, “Yüz karası yüze vurulmaz”. Kişiye hep söylediğimiz gibi ben diliyle yaklaşmalıyız. Ancak o zaman mutlak kazanıma ulaşabiliriz.

Gelelim iyiliklere… Üç aşamada bu konuyu irdeleyeceğiz.

Öncelikle kendilerine yapılan iyilikleri çabucak unutanları, hatta an geldiğinde yok sayanları yani “nankör insanları” mercek altına alalım. Nankör kelimesi “Nan” ve “kör”  kelimelerinden oluşur. “Nan” Osmanlıca’da ekmek “kör” de bilindiği üzere görmeyen manasındadır. Dolayısıyla “nankör” kendisine verilen ekmeği hor gören, yapılan iyiliğin değerini bilmeyen demektir. Böyle insanlar kendilerine verilen değerden sebep yapılan iyiliği göremeyecek, anlayamayacak kadar acizdirler. Yaptığınız iyilikleri mecburiyet gibi algılarlar. Bu insanlar iyilik yapanı değersizleştirip aslında kendilerine en ufak bir etkisi dokunmamış kişileri sırf statü hayranlığı yüzünden yüceltmeye de meyillidirler. Düşünün kişinin kendisine değer veriliyor, ancak o bunu fark edip bunun ne büyük bir lütfa şayan olduğunu kavrayamıyor. Yapılan iyiliğin sebebi verilen değerdendir ve o bunu görmüyor, ne büyük bir körlüktür bu. Eğer buysa durum o zaman bu kişileri iyi tanıyıp boşa giden değeri geri çekmek gerekir ve hatta bunu karşınızdakine de sevgi ile ve açıkça ifade etmekte yanlış bir tarafta görmüyorum. Belki o zaman kişinin bir şeylerle yüzleşip uyanışa geçmesine vesile olabilirsiniz. 

Yaptıkları iyilikleri bayrak gibi en görünür yerlerde taşıyıp, iyilik yaptığı kişiye bunun ağırlığını her daim hissettiren durmaksızın bunu dile getirenler ve iyilikleriyle karşılarındakini ezenler. Bu insanlar sanırım en tehlikeli olanlar. Kendi ruhlarını negatif enerjiyle heba ettikleri yetmezmiş gibi bir de sizinkine ulaşmaya çalışırlar. Tamam, yapmışsın bir iyilik, kimsenin buna laf söz ettiği yok, ama neden sürekli bununla ezersin karşındakini. İşte; iyilik kimileri için yanılsamadır, ona sahip olduklarını yani iyilik yapabildiklerini zannederler, işte burada yanılsama yüzünü gösterir, aslında onlar iyilikten bir haberdir. İyilik yapmak, yapanın büyüklüğündendir. Neden yaptığın güzelliği yok ediyorsun. Sevgi dolu bir yüreğin olduğu için yapmadın mı iyiliği, bilgeliğinden, ruhunun aydınlığından gelmedi mi bu iyilik? Şimdi ne yaptın? Yakıp yıktın kendinde ki artıları, hepsi eksiye döndü. Böylesi insanları sizler gibi bende çok gördüm. Ruhum yaralanıyor, üzülüyorum ve bunun içindir ki; tıpkı diğer yanlışları, fazlalıkları hayatımdan çıkarttığım gibi böylelerini hayatımdan çıkartmak en doğru olandır diye düşünüyorum. Benim benliğim iyilikten yana; o zaman iyiliği kendinde silah olarak taşıyanlara değil nefer olarak taşıyanlara hayatımda yer vereceğim. Ancak o zaman iyiliğin sevgisini, merhametini, hazzını, zaferini daha çok hissedeceğim.   

Geldik üçüncü aşamaya. Burada iyiliğin ya da iyilik yapanın da diyebiliriz nasıl ve kimler tarafından kullanıldığına. Maalesef kendilerini aciz, yardıma muhtaç ya da bir kurbanmış gibi gösteren ve sürekli birilerinin iyiliğine, yardımına ihtiyaç duyan insanlar vardır. Bu insanlar öyle tavırlara sahiptirler ki farkında olmasanız da sürekli onların yanında olmak zorundaymışsınız gibi hissettirirler size. Onların bu şekilde davranmalarının çok çeşitli sebepleri olabilir. Örneğin; kurban rolünden elde ettiği bir takım çıkarlar vardır, kurban rolüne büründüğünde insanlar onunla daha çok ilgileniyor, bu da bu rolü oynayanın hoşuna gidiyor olabilir. Bir başka sebepte sorumluluktan kaçmak için ya da etrafında ki insanlara istediklerini yaptırmak için kurbanmış gibi davranıyor olabilir. Bu insanlara bu rollerinin onları yüceltmediğini aksine özlerini kaybetmekte olduklarını anlatmak çoğu zaman faydasızdır. Çünkü onlar bu rollerle kazanım elde etmeye alışmışlardır. Kazandıkları şeylerde şüphesiz tertemiz kalplerin iyilikleridir.

Her şey bir yana esas olan ve anlaşılması gereken şu ki;“İyilik bir cevherdir, şayet usta ellerde ise ışıldar değer ve tüm devrana yayılır“  

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BİR HEDİYE İKİ MUTLULUK

Geçen hafta ki paylaşımımda sebep olmaksızın yani özel bir güne ithaf edilmeksizin verilen hediyelere küçük bir dokunuş yapmıştım. Hazır yeni yıl yaklaşırken ve bu dönemde de hediyeleşmelerin artmasını bende fırsat bilerek hediyeleşmek konusunu irdeleyelim istedim.

Hediye vermek, insan davranışçıları, psikologlar, antropologlar, ekonomistler ve pazarlamacılar için uzun zamandır üzerine en çok konuşulan, yorumlar yapılan hatta sevilen bir konu olmuştur. Hediyeler vermenin, ilişkilerin tanımlanmasına ve bağların güçlendirilmesine yardımcı olarak, şaşırtıcı ve karmaşık insan etkileşiminin önemli bir parçası olduğunu bulmuşlardır. Gerçekten de psikologlar; çoğu zaman, en büyük psikolojik kazanımların hediyeyi alandan ziyade hediyeyi veren tarafta olduğunu söylüyorlar.

Hediye vermek mi almak mı? Hangi tarafta olmayı tercih edersiniz? Hadi içsel bir yolculuk yapalım ve bu soruyu yanıtlayalım…Tabi ki bende bu soruyu sordum kendime bakalım benden cevap olarak neler çıkacak.

Bayramlarda, yılbaşlarında, doğum günlerinde, yıl dönümlerinde, tebriklerde sevdiklerine hediye almak adettendir. Ama birine hediye vermek için her zaman bu durumların oluşmasını beklemek gerekmez. Bazen sevdiğine değer verdiğini göstermenin, bazen ona yalnız olmadığını hissettirmenin, bazen birinden af dilemenin, bazen de birinin gözlerinde mutluluk ışıltılarını görebilmenin, dudağının kenarında gülümsemeden gelen o güzel kıvrımların oluşmasını sağlamanın yoludur hediye. Hediyeleşmede asıl olan, hiçbir zaman hediyenin maddi değeri olmayıp hediye verilen kimseyi hatırlamak ve onun memnun etmeyi samimi olarak düşündüğümüzü, sevdiğimizi hissettirmektir. Hediye vermek, paylaşmaktır. Bütçenizi, imkanlarınızı, sahip olduklarınızı bölüşmeyi öğretir. Siz kendi imkanlarınızı bölüşürseniz, başkaları da sizinle kendi imkanlarını bölüşür. Böylece eksilme, fakirleşme hissi çoğalma, zenginleşme hissine dönüşür.

Hediye vermek, asil davranış, bir alışkanlık ve zevk meselesidir. Zamanına ve yerine göre yakınlarına bir öpücük, bir kuru yaprak, bir kır çiçeği bile paha biçilmez bir hediyedir. Çoğumuzun hiç düşünmediği ve aslında en kıymetlimiz olan zamanımızı bile sevdiklerimizle, ailemizle, dostlarımızla paylaşmak onlara hediye vermek demektir. Onlara en kıymetli şeyi zamanımızı hediye etmiş oluruz ve tabi ki bu paylaşımda onlarda bize kendi zamanlarını hediye etmiş olurlar. Hediye vermek için o kadarda büyük paralara, uğraşılara hiç gerek yokmuş, öyle değil mi? Her bir paylaşım aslında en güzel hediyedir. Yeter ki yürekten olsun, içten gelsin.

Hediyeyi veren karşısındakine o hediyeyle enerjisini geçirir. Yine kendimden örnek vereceğim. Yeri geldi öyle zarif, öyle samimi hediyeler aldım ki onların bende olması  beni çok mutlu ediyor. Veren kişinin güzel enerjisini hissediyorum, keyifle kullanıyorum. Yeri geldi öyle hediyeler de aldım ki; sadece verilmek için verildi. Hiçbir mana yüklenmemiş, bana ben olduğum için hiç değer verilmeden, beni hiç düşünmeden adı hediye olan hediyeler. Ne içime sindirebildim, ne de kullanabildim. O hediyelerden biri var ki değinmeden geçemeyeceğim. “Ne olduğu değil ne şekilde verildiği mühim olan bir hediye almıştım. Şimdilerde daha iyi anlamlandırabiliyorum ki; hediyeyi veren kişinin hediyeyi verme esnasında gözlerinde garip bir şekilde anlamsız bir böbürlenme ve kibri görmüştüm. Sanki sadece o vardı dünyada, sadece bir hediyeyi verebilecek güce o hakimmiş gibiydi. Oysa verilen o şeyde ne onun yüreğinden bir iz ne de benimkinden bir iz vardı. Hediyede sadece o kişinin kibri ve negatif enerjisi vardı.” Hediyeye yazık oldu, çünkü o iyi bir yürekten gelseydi simgesel anlamı gerçekliğini bulacak ve göklerin özgürlük hissini etrafa yayacaktı.

Gerçekten içinde ben olan hediyeleri almak benim için mühim ama ondan sonra mühimi içine beni, yani kendimi katarak verdiğim hediyeler. Çok önemlidir hediye seçmek benim için. Kime neyi alacağımı özenle düşünür tartar, kalbimin sesini dinlerim, çünkü amacım sadece hediye vermek değil karşımdakini gerçekten mutlu edebilmektir. Hediye vermek hayatı güzelleştiren ve zenginleştiren bir sanattır ve bu sanat bilgi, beceri ve incelik gerektirir. Her zaman hediyenin kalpten geldiğinden emin olun ve karşınızdakine uyacak şekilde kişiselleştirin ve kendinize özgü hale getirin.

Eğer birini ona hediye verecek kadar seviyor, önemsiyor ve değer veriyorsanız tüm davranışlarınızla da bunu göstermeli, karşınızdakine bu duyguları yaşatmalısınız. Bugün hediye verip yarın canını yakıyorsanız burada yanlış bir şeyler var demektir. Canını yakmış, üzmüşsünüz nasıl kullanacak o hediyeyi, ona her baktığında üzüntüsü gelmez mi aklına? Bir güzelliği gerçekleştirirken onu yerle yeksan etmemeye özen göstermelisiniz. Yapılan her şey, atılan her bir adım beraberinde sürekli devam edecek olan sorumlulukları beraberinde getirir. Bir kere mutluluk verdiyseniz bunu devam ettirmeye çabalayın, ancak dünya böyle  güzelleşir…

Hediyeler, kalplerimizden süzülüp geldikçe güzel ve anlamlıdır. Bir hediye iki mutluluk demektir…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com 

“ŞU ANIN” ASLI NEDİR

Geçmiş zaman, şimdiki zaman ve gelecek zaman… Hayatın tüm dengesi bu üç unsurun iç içe geçmişliğinde gizlidir ve böyle olmaya da devam edecektir. Fiziksel olarak şimdiki zamanda olsak da zihin bazında diğer zamanlara da geçiş yapıyoruz. Hatta oralarda takılı kaldığımız bile oluyor. Geçmişi hep şu an gibi yaşıyoruz ya da şu andan uzaklaşıp sadece gelecekte olabileceklerle ilgili kurgular içine doğru koşuyoruz.

Geçmiş ve gelecek bir yanda dursun çoğu insan bunlar hiç olmamışçasına ya da olmayacakmışçasına sadece her şeyin şu andan ibaret olduğunu söylemektedir. Birçoklarının dilinde anı yaşamakla ilgili onlarca sözcük, sloganlar var, hatta bu konuyla ilgili her gün birçok yazıya da rastlıyoruz. Bu ifadeleri tişörtlerde, bilgisayarlar ya da telefonlarda ki ekran resimlerinde, sokaklarda ki reklam tabelalarında, çantalarda, vücutlarda ki dövmelerde görmemiz çok olası. Carpe diemBe in nowYarın yok gibi yaşaAnda kal” bunlardan en revaçta olanları.

Hiçbir şey bugünden değerli değildir. Dünü tekrar yaşayamazsınız. Yarına ise ulaşamazsınız. Ne var ki bu üç cümleyi iyi kavramak ve anlamak gerekiyor. Aslında hiçbir zaman dilimi birbirinden bağımsız olmamıştır. Biliyorum benim bu söylemime karşı duracak birçok düşünce var. Ama benim görüm bu şekilde. Bu düşüncemle ilerleyerek konuyu biraz daha açacağım.

Yediğin yemekten, tatlıdan, içtiğin kahveden, işinden, yaptığın yürüyüşten, spordan, alışverişinden veya şu an yaptığın her ne ise ondan, onu yaptığın andan keyif almak zihninde birçok olumlu duygunun ortaya çıkmasını ve bu olumlu duyguların sürdürebilirliğini sağlamaktadır. Tüm bunlar şimdiki zamanda yani anda yapılmaktadır. Ama tüm bunları yapabilmeye erişmek geçmişte yaptıklarınızdan geçiyor. Şu anda yediğiniz yemek ya da tatlı, yapmakta olduğunuz alışveriş tüm bunlar ve birçokları için paraya ihtiyacınız var, para içinse işe. Bunları şu an yapabiliyor olmak için zamanında çabalamış olmanız gerekiyor ki o kazancı sağlayacak işiniz ve paranız olabilsin. Yoksa kimse önünüze bunları sermez. Yapmakta olduğunuz spor, yürüyüş. Yine aynı şekilde, bunları yapabiliyor olmanız için sağlıklı bir vücudunuz olmalı, bu vücuda sahip olabilmek için de geçmişten beri sağlığınıza dikkat ediyor olmalısınız ki bu günde sağlığınız bunları yapabilmeye elverişli olsun. Sadece iki küçük örnekle geçmişin bu günümüzü nasıl etkilediğiniz görmemiz mümkün. Keza gelecekte aynı şekilde geçmişimiz ve bu günümüzün etkileriyle şekillenecek.

Şöyle diyenleri duydum:

O kişi: Bugün çok kötü şeyler yaşıyorum, günüm berbat, neden oluyor bunlar.

Ama bu an geçecek gelecekte daha iyi olur inanıyorum.

Bende ki İç Ses: Tamam inanmaya devam et. Ancak bugün yaşanan o olumsuzluğun sebebi 

Geçmişte yapılan hangi hatalar? Arkanı dönüp şöyle bir geçmişe baktın mı?

Bakmalısın! Gelecek güzel olacak diyorsun. Bugün ne yapıyorsun o olumsuzluğu ortadan kaldırmak için, çaban ne? Bir şeyler yapmalısın ki gelecek güzel olsun.

İşte üç kayıp zaman dilimi. Geçmiş, şimdi, gelecek. Derslere ihtiyacımız var…

Bir çiftçi tarlasına gereken özeni gösteriyor, bakımını yapıyor, temizliyor, sürüyor, ekiyor. Bunların hepsini şu anda yapıyor. Ama bakın şu an geçti ve an” geçmişte kaldı yani artık o geçmişte ki zaman, yeni bir şu an geldi. Ve o yeni şu anda da geçmişte iyi baktığı tarlasından mahsullerini alıyor. Gelecekte uzaktan göz kırpıyor, çünkü kış gelecek ve çiftçi geçmişte tarlasına çalışarak şimdi, şu anda topladığı mahsullerinden un yapacak ve kışın onları ekmek yapıp, yemek yapıp yiyecek. İşte iç içe geçmiş üçlü döngü. Geçmiş, şu an ve gelecek.

İşin esası şu ki; psikolojik açıdan geçmişin olumsuzluklarını her an yanımızda taşımamak, yaşanmışlıklardan dersler çıkartmak, hataları tekrarlamaya çalışmamak yani kötü olan her şeyi yerinde bırakmak, geçmişte bırakmak. Tabii ki kazanımlar edinerek geçmişi geçmişte bırakmalıyız, derslerimizi almalıyız. Güzel olan yaşanmışları da zihinlerimizde taze olarak tutmalıyız ki bizi, bizim şu anımıza daha güçlü ve mutlu kılsın. Anımızı, bu günümüzü en güzel şekilde yaşamalıyız. İçtiğimiz kahvenin tadına sonuna kadar varmalıyız, dost sohbetlerinin keyfini çıkartmalıyız, işimize, hayatımıza sahip çıkmalıyız, aldığımız nefes için binlerce kez şükretmeliyiz.

Anı yaşamak, öylesine umarsızca, hedefsizce yaşamak demek değildir. Sadece kendin için en iyi olanı yaşamak başka hiçbir şeye önem vermemek hiç değildir. Anı yaşamak, yaşadığımız anın öneminin, kavrayıp, şimdiki zamana karşı farkındalığımızı arttırmak demektir. Alınan her nefesin öneminin, manasının farkına varmak ve ona göre yaşamalı, hayatta hiç bir şeyi kaçırmamalı, hiçbir şeye geç kalmamalı. (Anı yaşamak” ile ilgili düşüncelerimi ileri günlerde paylaşacam.)

Şu anımızda geçmiş zaman olacak ve gelecek zamana geçmiş olacağız. Bunun için geçmişe uğurlayacağımız her anın kendimiz için dünyamız için sorumluluğunun bilerek yaşamalıyız.  

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ÖZGÜRLÜĞÜN YOLU; “HAYIR”

Evet – Hayır birbiriyle sırt sırta duran iki düşman kelime. Biri varsa diğer yok, biri yoksa diğer var gibi. İkisi iki heceden oluşuyor ve ağızlarımızdan bir çırpıda çıkıveriyor. Bu günkü yazımı “Hayır” kelimesi üzerine kurguladım bakalım neler çıkacak karşımıza.

Kimilerinin diline pelesenk olmuştur, kolaycacık her zaman Hayır derler, kimileri ise bu kelimeyi neredeyse lügatlarından çıkartmışlardır, çok zorda kalmadıkça kullanmamaktadırlar. Aslında bu kelimeyi kullanmalı mıyız, kullanmamalı mıyız ya da nerede, ne zaman, ne sıklıkta kullanmalıyız, bu kelimeyi hiç kullanmadığımızda kendimize zarar verdiğimiz olur mu, yerli yersiz kullandığımızda da neleri kaybederiz? İşte bu detayların üzerinden küçük dokunuşlarla geçeceğiz.

Dünya dillerinin tamamında en zor, en güçlü, en keskin, en olumsuz ve en büyük etki yaratan kelimenin ‘hayır’ olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bunun içindir ki özel ilişkilerimizde, arkadaşlıklarımızda, iş hayatımızda bu kelimeyi kullanmaktan olabildiğince kaçınırız. Oysa bu kelimeyi kullanmamız gereken öyle çok sebep, öyle çok durum var ki.

Peki, neden “hayır” diyemiyoruz? Bu soruya cevapları şöyle sıralayabiliriz; “kaba olmamak, karşımızdakini kırmak istememek, bencil olarak algılanmaktan korkmak, ilişkimizi bozmaktan, kaybetmekten, o bağımlılığımızı yitirmekten korkmak, herkesi memnun etme ihtiyacı hissetmek, çatışmalardan kaçınmak, uyumlu biri olmayı istemek…”

Tamam, ilk değerlendirmede bunlarda hiçbir yanlış yok gibi. Ancak eğer bir sınır koyamıyorsak ve ‘hayır’ demek istediğimiz halde diyemiyorsak, eğer başkaları için hayat dengemiz bozuluyor, stres yaşıyorsak ve en çok da “hayır” diyemediğimiz için kendimize kızıyorsak önceliklerimizi gözden geçirmemizin zamanı gelmiş diyebiliriz.  Hayatımızın her hangi bir noktasında, iş ya da özel hayatlarımızda gerektiği zaman “hayır” diyememek ve zamanla bu “hayır”ların sayısının artması; kişinin kendisine olan saygısının azalmasına, yaşama ve insanlara karşı ciddi öfkeler biriktirmelerine, gerginliklerin üst düzeye tırmanmasına neden olabilir ve bu gerginlikler uygun olmayan zamanlarda ve aşırı dozlarda tepkilere neden olur. Kimimiz etrafımızdakileri kırmamak için kimimiz ise belki farkında bile olmadan bize sunulan birçok öneriye ‘Evet’ diyoruz. Bu ofiste bize verilen ekstra bir proje ya da aynı hafta sonu davet edildiğimiz üç ayrı doğum günü partisi olabilir. Tüm bunların sonucunda, kendimizi belki de çok istemediğimiz bir şeyi yaparken bulabiliyor ve daha da önemlisi asıl yapmak istediklerimizden vazgeçebiliyoruz.

Benim de negatif enerji yayan insanlara karşı dahi onları kırmamak adına “hayır” diyemediğim, onları hayatımdan çıkartamadığım zamanlarım oldu. Maalesef ki onların varlığı hayatıma ağır yükler getirdi, bu yüklerse beni bir kafesin içine itti ve özgürlükten uzak kaldım.

Yıllar önce bir dostum yaşadıklarını paylaşmıştı benimle. Şöyle anlatmıştı: “Bir arkadaşım var ve her seyahatimde mutlaka benimle birlikte oluyor, ruhunun negatifliğini de her zamanki gibi beraberinde getiriyor. Seyahatler tatsız tuzsuz geçiyor, negatifliğini bana da geçiriyor mutsuz oluyorum. Ama o kırılmasın, gücenmesin diye seyahatlere onunla gitmek istemediğimi söyleyemiyorum, ona “hayır” diyemiyorum. Bir gün bütün cesaretimi topladım ve ona artık seyahatlere beraber gitmek istemediğimi söyledim, ona “hayır” dedim. Bunu duyar duymaz sadece seyahatlerimden değil, hayatımdan da çıktı. ”İşte böyle bazen “hayır” kelimesinin etkileri çok da farklı olabiliyor.

Nasıl “Hayır” diyeceğiz? ‘Hayır’ diyebilmeyi öğrenmek aslında düşündüğünüz kadar zor değil, burada hatırlamamız gereken önemli bir nokta var: İletişimin her alanında olduğu gibi bu konuda da ‘hayır’  sözcüğünü nasıl kullandığımız önemli; yani söyleme şeklimiz, üslubumuz fark yaratabiliyor. Kırmadan yakıp yıkmadan en makul şekilde hayır diyebilmeliyiz. Bunu öyle bir söylemeliyiz ki, “hayır” kelimesini duyan kişi bu söze hak vermeli.

“Hayır” yerine “Evet” dediğimizde hayatımızdaki hangi öncelikleri ötelemek veya onlardan vazgeçmek zorunda kalıyoruz. Bu bazen ailemiz, bazen daha önemli bir proje, başkalarına verdiğimiz sözler, bazen de kendimize ayırmamız gereken bir vakit olabilir. Her zaman kendimize sormamız gereken soru “şu anda en önemli olan ne?” sorusu olmalıdır. Kendi yaşantınızın dümenini elinizde tutabilmek için “hayır” diyebilmek gerekiyor.  Kendine güvenebilmek için “hayır” diyebilmek ve “hayır” diyebilmek için de kendine güvenmek gerekiyor. “Hayır” diyebilmenin özgülüğünüzün yolunu açacağını unutmayın.  Bu paylaşımımla farkındalığınızın artmasını, kendiniz için en iyi olanı nasıl yapmanız gerektiğini unutmamanızı diliyorum.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

HAFTANIN MESAJI (SEBEPSİZ VERİLEN HEDİYE PAHA BİÇİLMEZ)

Hayat insanların birbirlerine sunacağı, kimi zaman ansızın, kimi zaman sebepsiz, kimi zamansa belirli bir güne atfen verilen hediyelerle renklenir, keyiflenir… Hediye alanın mutlu olması kadar hediye verende onun mutluluğu ile mutlu olur çünkü o kişinin mutluğunu paylaşmak. Köşe başındaki çiçekçiye, simitçiye, apartmanınızın görevlisine, sokaklarımızı temizleyen emekçilere, market çalışanlarına, kuaförünüzde çalışanlara küçük hediyeler vermek ne güzel olur… 

Büyük maddi değerli hediyeler değil, evde yaptığınız bir kek, kurabiye, aldığımız bir çikolata, tatlı, bir çorap, eldiven… Hediyeyi alan kişinin mutluluğunu görmek en büyük servettir. Onun yüzündeki gülümseme, kalbindeki mutluluk bilin ki evine gittiğinde hane halkında geçecektir. İşte domino etkisi. Hayat paylaştıkça güzel, sevgi paylaştıkça özel…

 

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

SINIFLANDIRILDIK MI? SINIFLANDIRDIK MI?

  İnsanları sınıflandırma konusuna iki açıdan yaklaşılması gerektiğini düşünüyorum. Birincisi bilişsel açıdan sınıflandırma. Bu sınıflandırma kişileri hep belirli özelliklerine göre sınıflandırırız. İyi, kötü, yardımsever, anlayışlı, nazik, dışa dönük, içe dönük, ya da kaba, öfkeli, kinci, bencil, kibirli şeklinde davranışlarına göre belirli kararlar veririz. Bu kararlarımız bilişsel açıdan bizlere kolaylık sağlar çünkü her seferinde karşımızdaki kişiyi yeniden değerlendirmeye almamız bizi içinden çıkılmaz bir hale sokar ve zihnimiz yorulur.

Şimdi diğer açıdan sınıflandırmaya bakalım. Bu sınıflandırma şeklide insanları maddesel olarak, varlıklarına, statülerine göredir. Nedir bizi ‘sınıflaştıran’ ya da ‘kategorize eden’?

Sosyal sınıf ayrımcılığı, işte başa bela olan, insanları karanlığa sürükleyen bir konu. Hepimiz yaşantılarımızda, çevremizde çok defa karşılaşmışızdır bu durumlarla. Birkaç hafta önce sizinle paylaştığım bir yazımda insanları dilleri, dinleri, ırkları, varlık durumları gözetmeden eşit olarak görmek gerektiğini onları bu şekilde sınıflandırmanın yanlış ve acımasız bir davranış olduğundan bahsetmiştim. Demiştim ki çoğumuz  “ben böyle bir ayrım yapmam herkes eşittir” der ancak iş sosyal hayatlarda uygulamaya geldiğinde iş değişmektedir. Şimdi konuyu bu noktadan alalım ve örneklerle, durumlarla hatta toplumsal yaklaşımlarla değerlendirelim. Tıpkı matematikte ki sayıların çözümlenmesi gibi bizde konuyu çözümleyelim.

Toplumsal sınıflar, çeşitli biçimlerde tanımlanmışlardır. Üst sınıf; toplumdaki ekonomik kaynakların büyük bir kısmının sahibi olanlardır. Orta sınıf; nitelikli işçi ve serbest meslek sahipleri. Alt sınıf ise; ücretli sanayi işçileri, köylüleri kapsar. Aslında bir nevi insanların kültür seviyesi, ten rengi ve ekonomik durumları sosyal sınıflandırmayı doğurmuş ve beslemiştir. İnsanlıkta bu kategorize konusunu ister bilinçaltı diyebilirsiniz ister bilinç üstü, bir şekilde kendilerini “sen – ben kavgaları”, “ben senden üstünüm düşünceleri”, “benim gücüm var çünkü paraya sahip olan beni yaklaşımlarıyla” dolu bir dünyaya köle olmaya itmiştir. Bu keşmekeş kavga, en ilkel kabilelerden tutun kendini en gelişmiş ülke ya da medeniyet olarak gören, sözde gelişmiş birçok toplumda maalesef kök salıp büyümektedir. Bizim toplumuzda da doğuda ayrı batıda ayrı sürer gider bu karanlık dolu insanları sınıflandırma mevzusu.

Yeri gelmişken aklıma gelen bir örneği paylaşayım hemen. Çok zaman önce bir tanıdığım sosyal medyaya bir ünlü fotoğrafını koymuş, altına da sanki yıllanmış bir dostluğu ve paylaşımı varmışçasına bir sürü methiye dolu sözler sıralamıştı. Bir başkası da bu fotoğrafı ve yazılanları yorum yapmış, sanki o ünlü o kişinin de can dostuymuş gibi; “ben onu çok seviyorum ne olur benim için sarıl ona, öp onu” şeklide yazmıştı. Peki, şimdi soralım. Paylaşılan o fotoğraf ünlü birine ait değilse, paylaşan kişinin evinde ki yardımcısına ait olsaydı yine aynı sözler yazılır mıydı? Başka bir soru daha geliyor. Ünlü fotoğrafı paylaşan o kişi yardımcısınınkini paylaşır mıydı? Ünlülere duyulan sevgi hayranlık tamam kabul edilebilir bir şeydir. Ancak haddinden fazla bir ilgi alaka hiç de makul değildir, hele ki örnekte olduğu gibiyse durum. Çünkü resmi paylaşan sadece bakın ben kimlerle aynı ortamda demek için yapmıştır bunu, yorumlayanda paylaşanla aynı mantıktadır. O kişiyi tanıdığım için söylüyorum bunu. Sadece boş bir statü çılgınlığına kapılmış kişiler… Gariptir ki bu statü ve sınıflandırmaya meraklı insanlar içten içe bilirler; aslında ne denli öz güvensiz yitik insanlar olduklarını.

Dikkat edin.! Taksiye bindiğinizde o taksiyi kullanan kişi bir makine mühendisi ya da kendi fabrikası olup şimdi o takside çalışmak zorunda olabilir. Aynı şekilde markette istemiş olduğunuz siparişi getiren kişi atanamamış bir kimya öğretmeni olabilir. (Bunlar gerçekten yaşanmış olaylar) 

Bütünü parçadan ayıran, insanı yozlaştıran yeğane tabudur sınıflandırmalar. Unutulamamalıdır ki, her bir insan bu evrenin en özel yaratılmış parçasıdır ve her bir parça bütünü oluşturur. Rahat bırakın birbirinizi, çıkarıp atın, tüm etiketleri, sınıfları kaldırın, herkes sadece insan olduklarını hatırlayarak bakın. Kendinizi de karşınızdakileri de özgür bırakın… Yüreklerinizi temizleyin… Siz sınıflandıran mısınız yoksa sınıflandırılan mı? Buna gerçek cevabı verin.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

GERÇEK OLAN KÜRK Mİ YOKSA SİZ MİSİNİZ?

Eminim vatanımız toprakları üzerinde yaşayan herkes o büyük üstadın söylediklerinin bir şekilde duymuş, yüzlerinde kimi zaman muzip gülüşler, kimi zaman düşündürücü ifadeler bıraktıklarına şahit olmuştur. Evet, ondan Nasrettin Hoca’ dan bahsediyorum. Onun muhteşem hikayelerinden birini örnek alarak bu yazımı sizlerle paylaşıyorum. Bu hikaye eminim gibi sizlerde de hem gülümsemeye sebep olmuş, hem de düşünceler alemine kısa da olsa bir yolculuğa çıkmanızı sağlamıştır.

Akşehir’in beyleri Hoca’yı yemeğe davet etmişler. Hoca nereden bilsin; davete, günlük kıyafetiyle katılmış. Katılmış ama ne hoş geldin, ne sefa getirdin diyen var. Herkes, allı pullu kıyafetlilere el peçe duruyormuş. Hoca, bir koşu evine giderek, sandıktaki işlemeli kürkünü giyip yemeğe geri dönmüş. Az evvel hoş geldin bile demeyenler, önünde yerlere kadar eğilmişler. Hoca’yı, yere göğe sığdıramayıp başköşeye oturtmuşlar. Kuzunun en hasını önüne koymuşlar. Herkes Hoca’nın yemeğe başlamasını bekliyormuş. Hoca, bir taraftan kürkünün kolunu sofrada sallamaya, bir taraftan da “Ye kürküm ye, ye kürküm ye!” demeye başlamış.

– İlahi Hoca, demişler, kürkün yemek yediğini kim görmüş?

Hoca taşı gediğine koymakta gecikmemiş;

-Kürksüz adamdan sayılmadık… İtibari o gördü, yemeği de o yesin.

Kim şahit olmamıştır Hoca’nın olayıyla benzerlik gösteren durumlara? Hikaye her ne kadar gülümsetiyorsa da aslında inceden dokunuyor yüreklere. Maalesef para, şana şöhrete verilen amansız değerler birçok insanın ruhunu, hayatının heba olmasına sebebiyet vermiştir. Nice değerli insanlar sırf cebi boş diye hor görülmüş, dışlanmış, insan yerine dahi konulmamıştır. Sonunda da kişinin değeri anlaşılamadan yitip gitmiştir hayattan. Bu durum sadece bizim toplumumuzda görülen bir durum değildir elbette. Yüzyıllardan beri hatta insanlık tarihinin başından biri her daim gücün karşılığı para olmuş ve bunun içinde aslında insanlığa hiçbir faydası olmayan, bencil, ego tutkunu insanlar başköşelerde ağırlanmıştır.

Nedir insanlığı paranın gücüne hayran bırakıp da gerçek insanı unutturan şey? Para, çoğumuzun hayatında, satın alma gücü sağlamanın ötesinde bir anlama sahip.  Parayı değerli kılan satın alma gücü kadar temsil ettiği sembolik anlamlardır. İşte hatalarda bu sembolik anlamları hayatlarımızın merkezine oturtmakla başlıyor. Bunu o metaya (paraya meta demekte sakınca görmüyorum, çünkü dilimizde, gündelik yaşamda, sanatta, ekonomide birçok farklı ifadenin yerine kullanılmıştır, bende para yerine kullanıyorum, oldukça da uygun oldu.), sahip olanda yapıyor, o metaya sahip olanın etrafındakilerde yapıyor. Aslında kişiye değil metaya değer veriliyor. Ancak yazı ki insanlar bu gerçekliği görmüyorlar. Üzgünüm ama gözlerinizi açmanız gerekiyor her şey paradan ibaret; yani ona verilen değerden. Şayet sizinle gönülden bir bağ kurmamış kişi, herhangi biri sizi kapılarda karşılıyorsa ve size bir ikram, bir ağırlama, kocaman bir gülümseme sunuyorsa size düşünmenizde fayda var derim. Konu siz misiniz yoksa banka hesabınız mı? Bir tanıdık anlatmıştı kendine dair benzer bir şeyi, o da sanıyordu ki asıl olan kendisi. Oysa…

Kimileri doğup büyüdükleri evde görüyor maddi güçle her şeye erişilebileceğini (sanki gerçek buymuş gibi). Her istediği alınıyor, gezmek, almak, yemek, içmek çok kolay onun için. Para hep satın almış istenileni. Tabi çocukluk bu, her şey çok kolay olur. Ancak yetişkinlik günleri geliyor ve o kişinin çocuk dünyası bir yerlerde durduğundan ansızın çıkıveriyor ortaya. Zannediyor ki para var, her şey tamam, alırım, yaparım, güç benim. Ama gerçek bu değil ki?

Çünkü insanın parayla satın alabileceği şeylerin sayısı da sınırlıdır. Parası olan insan çok pahalı bir ev satın alabilir ama evin içindeki insani ilişkileri, o evi yuva yapacak sevgiyi, bir evi güzelleştirecek zevki satın alamaz. İnsan çok lüks bir tatil satın alabilir ama hiç unutamayacağı güzellikte anılar satın alamaz.

Aristo’nun dediği gibi inşaat malzemeleri güzel bir evin nasıl yapılacağını söylemeyeceği gibi, para da insanın nasıl daha iyi bir hayat yaşayacağını söyleyemez. Daha rahat için para elbette önemlidir ama “güzel bir bakış açısı ve sahip olduklarımızın kıymetini bilmek para kadar hatta paradan daha değerlidir.  

Çocuklarımıza en çok da bunları öğretmeliyiz, kürkler eskir, yitip gider, yetersiz kalır, sona ulaşır. Ama sevgi öylemi, merhamet, dostluk, paylaşmak öyle mi? Onlar bitmez, yitip gitmez. Her durum ve koşulda sahip olduğumuz en büyük değer insanlığımızdır, gerçek olan, asıl olan ve esas aydınlığı taşıyan şey biziz…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BAĞIMLILIKLARI BIRAKIN GİTSİN

Sevgiyi Bağımlılıktan Uzak Tut adını verdiğim yazımı sonlandırırken, bağımlılık konusunda dair söyleyecek çok söz var ve yeni anlatımlarım için vakit yakındır demiştim. O vakit geldi, bağımlılığa yeniden dönüyoruz. Bağımlılığı farklı açılardan ele alacağız, bakalım bu sefer ne hikayeler çıkacak karşımıza. Sizleri benim baktığım pencereden konuya bakmaya davet ediyorum.

Çoğu zaman sorun olarak görmediğimiz, zihnimizde meşrulaştırdığımız her türlü bağımlılık bizi kendisine bir şekilde aşık ederek kendisini vazgeçilmez kılmaktadır. Bu durumlar da maalesef onları hayatlarımızda çok büyük yerlere koyup onlardan oluşturduğumuz sahte gölgeliklerde yaşayabiliyoruz.

Bilim genelde bağımlılıkları duygusal ve fiziksel bağımlılıklar olarak ikiye ayırır. Fakat bütün bağımlılıkların esasında bir duygu kontrolü-idaresi vardır.

Dolayısıyla her bağımlılık önce psikolojiktir. Bağımlılıkların fizyolojik altyapısı bir süre sonra oluşmaya başlar. Fizyoloji bağımlılıklarda kişi kendisini rahatlatmak ve ona ağır gelebilen duygu yükünden uzaklaşmak için çeşitli maddeleri kullanmayı tercih edebilmektedir. Duygusal bağımlılıklardaysa kişi kendini değerli hissetmek, çevresinden sevgi görebilmek ve onay alabilmek için bitmez bir arayış içindedir. Bu durumda da kişi çevresindekilerin kendisiyle ilgili duygusal ilişkisini yönetmeye ve onları sürekli kontrol etmeye odaklayabilir. Bağımlılıklar insan hayatında küçük küçük, yavaş yavaş girmeye başlar. Önce kaçıştır, sonra sığınmadır, sonrasında parçan olmaya başlar. Öyle ki kişinin tüm hayatı, bağımlılıklarına odaklanır. Fiziksel ya da duygusal hiç fark etmez, ikisi birbirinin şekil değiştirmiş halleridir ve ikisi de bir şekilde kişiye zarar verir.

Başka bir ifadeyle konuyu irdelersek şu sonuca varmak kaçınılmaz oluyor; bağımlılıklar birçok davranış bozukluğunda ki gibi bir duygusal açığın-açlığın yerinin doldurulma çabasıdır. Bu duygu çeşitli kritik zihin oyunlarıyla değişimlere uğrayarak kişinin hayatına sinsice yerleşir ve içten içe onu kemirmeye, yok etmeye, bir başkasına dönüşmeye iter. Gerek fizyolojik gerekse duygusal bağımlılıkların kişinin çocukluk dönemleriyle ilintili olduğu söylemek yanlış olmayacaktır. Çünkü zihnin kritik oyunları çocukta henüz oluşmadığından aşamalı şekillenmenin en mümkün olduğu dönemdir. Örneğin oldukça başarılı bir kişi eleştirilme kaygısı üzerinden beğenilme ve onaylanma ihtiyacı geliştirmiş olabilir. Kişi, sevgiyi hak etmek için başarılı olmak zorunda hissedebilir kendisini. Belki de bu hissiyatı daha çocuk yaşlardayken o kalabalık ailesinde fark edilmek için, bende varım  diyebilmek için verdiği mücadele sonucunda oluştu. Yıllar boyunca da çeşitli etkilerle değişimlere uğradı ve beğenilmeye, onaylanmaya, başarılı olmaya karşı bağımlılık duygusunu oluşturdu. Sadece bu örneğimiz adına söylemiyorum, çoğunlukla bağımlılıklara baktığımızda buna köle olan kişi durumun şuurunda dahi değildir. Çünkü sorunun temelinde şu yatıyor: farkında olmadan, birilerine, bir şeylere veya bazı duygulara ve düşüncelere bağımlı olunabiliyor. Kişi negatiflerini, eksikliklerini korkularını, endişelerini veya kuşkularını geçiştirmek için bağımlılıklarını kullanıyor. Gerçek olanı yüzleşmek istemiyor. İstememenin ötesinde onları göremiyor bile. Maalesef gözlerinde ki bu perde ile yaşamaya devam etmek isteyen birçok insan tanıyorum.

Derler ya her zaman bilinçaltında neler yatıyor, her şey orada gizli. Evet, orada neler olduğunu, neyin nereye hangi olay sonunda hangi sebepten ötürü gizlendiğini kolay kolay bilemezsiniz. Ama bir pusulamız olmalı bilincimiz gün yüzüne çıkartacak, bizi zaaflarımızdan, negatiflerimizden, korkularımızdan arındıracak. Hadi bırakalım bir tarafa arınmayı, en azında farkında olmamızı sağlayacak. Çünkü fark etmeye uyanışın başlangıcıdır. Kendini izlemek farkında olmaktır. Duygularımız elimizde oturalım ve kendimizi izleyelim, anlamaya çalışalım. Bağımlılıklarımızı fark edip onlardan arındıkça özgürleşeceğiz.

Okuduğum ve hakikatten bağımlılığı en ince yerinden yakalamış bir hikayeyi de sizlerle paylaşarak Bağımlılıkları Bırakın Gitsin diyorum.

Bir gün adamın biri zamanının Sufi üstatlarından birini ziyarete gelmiş ve ona şu soruyu sormuş:

“Bağımlılıklarımdan nasıl kurtulabilirim?”

Üstat ona cevap vermek yerine ayağa kalmış ve yakınında bulunan bir sütuna kollarını dolayarak bağırmaya başlamış:

“Beni bu sütundan kurtarın!!! …

Adam şaşkınlıkla bakarak, Üstadın deli olduğunu düşünmüş ve ona şöyle demiş:

Neden böyle yapıyorsun? Ben senin akıllı birisi olduğunu düşünerek ruhsal bir soru sormaya geldim. Ama görüyorum ki sen delinin tekisin, Sütunu Sen Tutuyorsun, Sütun Seni Tutmuyor! Bırak Gitsin !”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

İÇTE OLAN DIŞTA, DIŞTA OLAN İÇTEDİR

Eylül ayında paylaşımda bulunduğum Her Şey İçimizde Saklı adını verdiğim yazıma devam niteliğinde ki, bu yeni yazımda yeniden bolluk ve bereket konusuna farklı notalardan yaklaşacağım. Bu yeni notaların ahengiyle düşüncelerimi kelimelendireceğim.

Bolluk ve bereket hem maddiyat hem de manevi zenginlik demektir. Ben konunun manevi tarafına değinip onu yine yaşanmışlıklarla örneklendirip, anlatacağım.

Başlangıcımız anlamak, değer vermek, kıymet bilmek noktasında gerçekleşir. Öyle ki; sahip olduğumuz her bir duygunun manasını, onu nasıl yaşadığımızı ve hayatımızda ki yerini kavramalıyız. Bu bilinç bize iyice yerleşmeli, ancak bu şekilde yönümüzü tayin edebilir ve yolumuzu seçebiliriz. Seçilen yollar hayatımızda ki kayıpların ve kazanımların belirlenmesinde çok büyük etkiye sahiptir. Çünkü hep bahsettiğim gibi kayıplarımızdan dersler çıkartarak ve kazanımlarımızı arttırarak rahatlığa, huzura ve mutlak mutluluğa erişebiliriz.  

Bolluk ve bereket bir enerjidir. Biz bolluk ve bereketi çekecek enerjiyi üretirsek bolluk ve bereket bize gelmeye başlar. Peki; “bu enerjinin kaynağı nedir?” dersek… Elbette cevabımız “kayıtsız şartsız kişinin kendisidir” olacaktır. Neye nasıl bakarsak, neyi nasıl yaşar ve yaşatırsak o gerçeklik gün gelir bir yerlerde, bir şekilde bizi bulur ve karşımıza dikili verilir. Karşımıza çıkan şeyin karanlık mı aydınlık mı olacağını yine biz belirleriz. Yani yaptıklarımız, yaşadıklarımız, yaşattıklarımız belirler, kısacı “biz” belirleriz.

Kıssadan hisse diyelim ve bir yıllar öncesinden tanıdığım bir kişi ile yaşadığım bir olayı paylaşayım sizinle. Onunla aramızda geçen diyalog şu şekilde olmuştu:

O: Pazardan alışveriş yapıyorum, sebze veya meyve alıyorum, bir bakıyorum 2 gün geçmeden hepsi bozulmuş ve çöpe atıyorum bunca para verip de aldığım her şeyi.  Bu bir değil iki değil hep böyle oluyor. Bu pazarcılarda bütün suç, hep kötü, çürük çarık ne varsa onları veriyorlar bana.

Ben: Sende oradan alma her hafta başka bir pazarcıdan al.

O:  Zaten hep aynı pazarcıdan almıyorum. Bunların hepsi böyle, hepsi bana kötülerini veriyor. İşte her aldığım meyve sebze iki günde çürüyor, hep aynı şey.

Ben: Birçok insan pazardan alışveriş yapıyor herkesin aldığı iki günde bozulsa kimse pazarlara bu kadar rağbet göstermez. Bana kalırsa başka bir sebep olmalı.

O: Ne sebebi olacakmış, insanlar kötü, bana da kötülük yapıyorlar bu kadar basit.

Bu son cümlenin ardından sustum.  Onu tanıyordum ve bu vakitten sonra ona söylenecek her hangi bir sözün hiçbir faydasının olmayacağını biliyordum. Çünkü o henüz kendi içsel karanlığının farkına varmamış ve bu karanlığı ona anlatsanız da asla kabul etmeyecek ve her daim kayıtsız şartsız karşısındakini suçlayacak birisiydi.

Oysa ona şunları söylemeyi isterdim. (Ben):Yaptığın alışverişin sana faydalı olmamasının sebebi, bolluk ve bereketin sana yaklaşmaması ya da yaklaşamaması. Çünkü senin negatif enerjin, kaybetme korkuların(en çok da para kaybetme, parasız kalma korkun) oldukça kazancının bolluğunu ve bereketini yaşayamazsın. Başkalarının aldığı bir kilo domates onların sofrasında sanki kilolarca alınmışçasına bereketli olurken senin aldığın beş kilo domates sana iki gün bile fayda sağlamıyor, çürüyüp gidiyor. Kazancının sana sağlaması gereken bolluk ve bereketi yaşayamıyorsun. Ancak burada ki durum maddi olan değil, maneviyatta eksik kaldığın için bolluk ve bereket eksikliği hayatının her noktasında bir şekilde kendini gösteriyor.

Zaman zaman hepimiz konuşuruz kişilerden örnekler veririz. Filancanın aylık geliri çok yükseksen yine ayın sonunu getiremiyor, sürekli olur olmaz bir yerlere para harcıyor, başından sıkıntı gitmiyor. Filanca da kazandığı azıcık parayla neler yapıyor, evini bile aldı… Nasıl oluyor bunlar, bir yerlerde bir karışıklık var sanki? Aslında her şey gün gibi ortada “Paylaşarak çoğalma, sevgiyle büyüme”.

Ruhunuzu arındırın, yaptığınız her şeyi sevgiyle yapın, işinize sevgiyle gidin, arkadaşlarınıza, ailenize, tüm insanlığa, evrene sevgiyle bakın, onlara içinizden geldiği için hediyeler alın (boyutu hiç mühim değil), çıkar duygusu gütmeyin, sınırsız gülümseyin… Yüreğiniz ne denli temizse ömrünüze bolluk da bereket de o denli temiz gelecektir. 

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com