KİŞİSEL FARKINDALIK

İnsanın farkındalığı daha çocukluktan başlıyor. Özellikle çocuk dünyaya yaşlı (bilge) ruh olarak gözlerini açmışsa. İnsan doğuştan getirdiği ruhsal özelliklere sahiptir ve yaşlı ruh da böyle bir özelliktir. Ruhun genç veya yaşlı oluşu çocukken yaptığı konuşmalardan, davranışlardan anlaşılır. Bazı çocuklar için dersiniz ya, “Bu çocuk ne kadar bilmiş; büyük insan gibi konuşuyor” ya da “Büyümüş de küçülmüş,” diye. İşte aslında çocuk size o anda bir mesaj verir farkına varmanız için ama siz hiç oralı olmazsınız, çocuk, deyip geçersiniz. Oysa farkındalığı olanlar o çocuğun ruhu yaşlı (bilge) olarak doğduğunu anlar. Çocuğun bilgeliği yüksek kişisel farkındalığındandır ve olgun davranışlar sergilemesine neden olur.

Bazı insanlar ise genç ruh ile doğar. Kişisel farkındalığı daha azdır. Kendi üzerinde yapması gereken çalışmaları es geçer, kendini tanımak için öz eleştiri yapıp eksiklerini gidermek yerine olumsuzluk yaşadığı olayları ve kişileri suçlayarak hayatını sürdürür.

Kişisel farkındalığı olan insan ise suçlamak yerine “Ben neden bu olumsuz olayı yaşadım veya yaşıyorum?” diye kendine sorar ve bunu çözmek için bilinçaltında yatan olumsuz duygu, düşüncelere ve korkulara dikkatini yöneltir. Ailesi ve çevresi tarafından hangi davranış kalıplarıyla yetiştirildiğine, bunun da hangi alışkanlıklara yol açtığına bakar ve dönüştürmek, değiştirmek için çaba sarf eder. Kişisel farkındalık ne kadar yüksek ise insanın hayatta yapacağı hataları o ölçüde azaltır. Kendi farkındalığı olmayan insanlar, hayatlarında daha çok hata yaparak hem kendine hem de başkalarına zarar verir.

Şimdi örneklerle kişisel farkındalık konusunu daha açık anlatmak isterim.

Eğer bir çocuğun farkındalığı yüksek ise anne ve babasının yalan söylediğini (beyaz yalan dâhil) anladığında bu davranışlarının yanlış olduğunu açıkça ifade eder ve kendisi de aynı yanlış yapmaz. Ailesinde dedikodu, başkalarına karşı olumsuz duygular ve düşünceler beslendiğini görerek büyüse de kendisi o alışkanlığı edinmez.

Anne ve baba kitap okumuyor veya spor yapmıyorsa çocuk, “Onlar da yapmıyor,” diye düşünmez, bunların faydasını bildiği için kendi farkındalığı ile okuma ve spor alışkanlığı geliştirir.

Bir örnek de astroloji konusundan vereyim. Çoğu insan astrolojiye ilgi duyar ama kendi doğum haritasını çıkarmak yerine kulaktan dolma bilgilere itibar edip hayatına yön verir. Etrafta konuşulan, sosyal medyada, televizyonda, gazetede yer alan örneğin “Şu burçtakilere bu yıl bolluk bereket gelecek” veya “Bu ay şu burç için şans kapıları açılacak,” yorumlarına inanıp hayatında bunlar gerçekleşmediğinde kendisini şansız addeder. Aslında kişisel farkındalığı olsa kendi doğum haritasını çıkarttırıp doğduğu anda hangi gezegenin hangi açıda, hangi yıldızın nerede yer aldığını öğrenir ve yaşam amacını ona göre belirleyerek yol alır, popüler genellemelerden etkilenmez.

Doğum haritası demişken bununla ilgili bir başka bir konuya daha değineyim. Bir iki spiritüel eğitim alan herkes şifacılığa soyunup biyoenerji çalıştığını, regresyon (bilinçaltı temizleme) yaptığını, rehberlik verdiğini hatta daha ileri gidip dünyaya şaman olarak geldiğini vb. söyleyerek insanlara birebir veya sosyal medya üzerinden şifa dağıtmaya çalışıyor. Oysa kişisel farkındalığı olan insan bunları yapmadan önce kendi doğum haritasını çıkarttırıp gerçekten şifacı mı spiritüel ile ilgili yetenekleri var mı doğuştan gelen medyumluk gibi psişik özelliklere sahip mi emin olmaya çalışır. Çünkü bunları harita zaten gösteriyor. Etrafımda böyle düşünerek spiritüel eğitimlere gelen kişilere şunu söylüyorum:

“Ne olur ilk önce doğum haritanızı çıkarıp eğer bu özellikler sizde varsa başkalarına şifa vermeye çalışın yoksa aldatma enerjisine girersiniz.”

Çünkü bazı şeyleri yapmak sadece eğitim almakla olmuyor, Allah tarafından doğuştan verilen yetenekler var. İşte bunları da kişi ancak kendi doğum haritasını çıkarttırıp görebilir. Bu yeteneğe sahip olduğunu gördükten sonra bunu iyi veya kötü yönde kullanmak ise insanın kendi farkındalığına kalıyor.

Dikkat ederseniz hangi davranışı seçeceğinin farkındalığa bağlı olduğunu belirttim. İşte bu noktada kişisel farkındalığın insan hayatına etki eden önemli bir yanı daha ortaya çıkıyor: Karar vermek. Kişisel farkındalık yüksek ise insan özgürce ve kendinden emin olarak kararlar alır. Çünkü değişimden ve dönüşümden korkmaz; korkularına ve egosuna yenik düşmez. Kendisine ve etrafına zarar vererek kendisini aşağı çeken, karma yaratan, sıkça dile getirdiğim öfke, kıskançlık, bağımlılık, suçluluk, hırs, ego gibi olumsuz duygulardan; dedikodu, yalan, suçlamak gibi olumsuz davranışlardan; negatif bakış açısı gibi olumsuz düşüncelerden arınmak için çaba sarf eder. Böylece kararsızlık veya yanlış karar vermek gibi bir ikilemden ve çevresel baskılardan uzaklaşıp içsel özgürlüğe kavuşacağından başkasına yanlış gelen ama kendisi ve bütünün iyiliği için en doğru kararı kolaylıkla alır.

Kişisel farkındalığı yüksek olan insan ruhsal açıdan olduğu kadar fiziksel açıdan da sağlıklı olması gerektiğini bilir ve kendine iyi bakar. Sağlıklı beslenir, çok yeme alışkanlığı varsa buna sebep olan ruhsal travmalarını bulup çözer, “Ben böyleyim” ya da “Çocukken ailem alıştırdı,” bahanelerinin arkasına sığınmaz, başkasını suçlamaz.

Kişisel farkındalık, aynı zamanda içsel denge, ruh dinginliği ve mutluluk demektir. Farkındalığı olan insan mutluluğunu dış etkenlerde aramaz çünkü içsel mutluluk ve huzurunu neyin engellediğini bilir.

Yaptığı işte dürüst ve adil olmazsa günün birinde kendisine veya ailesine zarar vereceğini bilir onun için hangi işi yapıyorsa dürüstlükle ve adaletle yapar.

Kişisel farkındalığı olan insan gerek özel gerek sosyal ilişkilerinde mesafeyi daima korur, etrafında fazla insan yerine az ve öz insan ister. Çok konuşmak yerine dolu konuşmayı tercih eder. Az konuşur. Hangi insandan zarar geleceğini bilir kendini korumaya alır ve başkalarının kendisini üzmesine izin vermez. Egoyu konuşturmak yerine kendi üzerinde çalışmalar yapıp eksiklerini giderir. Yüzleşmekten hiç kaçınmaz çünkü değişim ister. Kişisel farkındalıkla hata yapma oranı azaldığı gibi etrafındakilere de bu farkındalığı vererek hata yapmamalarını sağlar, suçlamak veya akıl vermek yerine sevgiyle yol gösterir.

Kişisel farkındalık yükseldikçe bilinç seviyesi yükselir. Kişisel farkındalık geliştirmiş insan geçmişinde yaşadığı olumsuz olayları şifalandırmadan geleceğe emin adımlarla yürüyemeyeceğini bilir. Dünün gittiğini, yarının henüz gelmediğini ve elinde sadece bugünün olduğunu bilir. Geçmişte yaşamak insana pişmanlık, suçluluk, şikâyet, kızgınlık ve üzüntüden başka bir şey getirmez. Gelecek ise henüz yaşanmadığı için boş yere kaygı, korku, stres ve karamsarlık yüklemek anlamlı değildir. Esas olan bugündür ve kişisel farkındalığı olan bir insan, anda (akışta) kalmanın, her saniyeyi hissederek yaşamanın sevgi, neşe, özgürlük, iyimserlik, huzur ve teslimiyet verdiğinin bilincine varmıştır.

Kişisel farkındalık hayat yolunu kolaylaştırır. Ruhsal denge, içsel huzur ve özgürlük getirdiği için insanın mutlu yaşamasını, kendi hayatını yaşamasını sağlar.

Her şey gönlünüzce olsun !
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BENDE OLAN NE VARSA SİZİN ELİNİZDE DE GİZLİ

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi “Bende Olan Ne Varsa Sizin Elinizde de Gizli”

Bu kitabın yazarı olan; Zerdüşt, Hakikat yolunun yalnız arayıcısı Zerdüşt, aklını varlığıyla bütünleştirmiş, özgürlüğün ruhuna nüfuz etmesine izin vermiş bir bilgedir. Mozart’tan Nietzcher’ye, Stanley Kubrick’ten Jung’a kadar pek çok sanatçıya ve filozofa ilham olmuştur. Kendisi “Ben Zerdüşt, doğruluğun yandaşı, sevgi ve erdemin sözcüsü, kötülerin ve yalancıların düşmanı, iyilerin yaveri…” Zerdüşt, iyi insan olmak olgularının tükenmeye başladığı bir dönemde hayatı sorgulayarak iyilik ve doğruluk felsefesine sarılmış; bu uğurda her türlü tepkiyi göze alıp özgürce başkaldırarak dönemin düşünce adamı olarak ortaya çıkmıştır. Her şeyden önce Zerdüşt’ün dünya görüşü karamsar ve kötümser değil, ümit, aşk ve muhabbetle doludur. Zerdüşt’ün öğretilerinde temelde ahlak ilkesi bulunur; insan düşünce, söz ve amelde (eylemde) düzenli ve amaçlı bir hayat sürdürmelidir. Tanrı’ya yapılacak ibadet; dürüst düşünce, dürüst söz ve dürüst dualar sergilemektir. Hakikate göre yaşamak, insanın bilgelik, adalet, doğruluk, vefa, cesaret gibi insani erdemleri elde etmek için çabalamasıyla ancak gerçekleşebilir. Zerdüşt öğretilerinin ana temelleri şu kurallar üzerine oluşturulmuştur. Birincisi, değerli olmak insana karşı mert olmak. İkincisi, davranışlarda hakikatli ve bilgili olmak. Üçüncüsü, herkese karşı açık kalpli ve doğru olup sahteliği kendinden uzak tutmak. İlk defa dünya düşünce ve felsefesine, iyilik-kötülük, aydınlık-karanlık düalizmini bir sistem olarak sokan Zerdüşt’tür.

Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.

“…

Her aydınlık günün sonunda karanlığa gebedir… Her varlıkta, her nesnede aydınlık ve karanlık yan yana ve iç içedir; birbirinin ikizidir onlar. Aydınlıktan yana olanlar ışığı büyütür, karanlıktan yana olanlar dipsiz bir kuyuya hapsolur.

Aydınlık ve Karanlık: Ölüm ve Hayat gibidir onlar; aynı bedende ve yan yanadır.

Zerdüşt aydınlığı seçer ve ışık saçan bir dünya için kötülerle mücadele eder. Yaşama anlam katmak, insanları aydınlatmak, onların gönül dünyasına ışık saçmak, gecelerine fener olmak ister. Onları nimetleriyle besleyen toprağı kötülüklerden arındırmak, daha çok ve sağlıklı mahsul almak için çabalar. Yaşam ve ölüm aynı bedende iç içedir; yaşamı seçmek demek aydınlık bir gelecek için çalışıp üretmek, toprağı bereketli kılmak, yaşamsal değerlere önem vermektir.

Zerdüşt, dünyanın aydınlık ve huzurlu olması için çok çalışır. Işık için çalışanın kendisi görür aydınlığı. İnsan bireysel ve toplumsal başarı ve mutluluk için yaratılmıştır. Hayat, iyilik ile kötülük arasındaki ezeli çekişme ve mücadeledir. Biz, her daim doğruluk ve dürüstlüğün muhafızı, iyilik yolunun yolcusu olmalı ve kötülükle, bozgunculukla ve çirkinlikle mücadele etmeliyiz. Zerdüşt, “Herkes ektiğini-ne fazla ne eksik – biçecektir…” der. Dünyada tek bir yol vardır, o da doğruluktur. Yalan söyleyeni ışığı söner.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KARPUZ ALMAYA GİDERKEN EV ALDI

Sevgili okuyucularım, iki hafta aradan sonra yine anılarla birlikteyiz. Artık ortaokul üçüncü sınıf öğrencisi olan genç kız, sandıktan bir anıyı daha serbest bırakıyor.

Yaz mevsimine doğru ailemizde ev alma konusunun gündeme geldiğini anlatmıştım. Annemle babamın ev arayışları sürüyordu. Bizim heyecanımız ise başkaydı; yaz tatili başlamak üzereydi.

Okulların kapanmasına iki hafta kala artık karneler de belli olmuştu. Öğretmenler, notları zayıf olan öğrenciler için son kez kurtarma sınavı yapacaktı. Sınıftan bazı arkadaşlar ikmale kalmamak için bu sınava ağırlık verip yoğun bir çalışmaya girdi. Doğrusu bazı arkadaşlarım yıl içinde ders çalışma konusunda biraz gevşek davranıyor ya da sevmediği dersi çalışmıyordu ama sonuç olarak bu şekilde insan yalnızca kendine zarar vermiş oluyor. Aslında yıl boyunca düzenli çalışırsanız yıl sonunda mükâfatını alıyorsunuz. Tabii benim de sevmediğim dersler vardı, bir de öğretmenden dolayı hoşlanmadığım dersler oluyordu fakat sınıf geçmek için çalışmak zorunda olduğumu biliyordum.  

Okulda arkadaşlarımın son sınav telaşı evde ise taşınma telaşı hızlanmıştı. Babam, ev sahibinin yükselttiği kirayı vermemek için acele bir biçimde satın almayı düşündüğü evi arıyordu. Bizim semtte yeni bitmiş evler vardı ama annemin istediği gibi değildi.

Bir pazar günü babam, erkek kardeşimi yanına alarak “Karpuz almaya gidiyoruz,” deyip evden çıktı. Karpuzcu bize üç dakikalık yürüme mesafesinde çocuk parkının önünde tezgâhını açıyordu, toplam on dakikada alışveriş yapıp dönmeleri gerekiyordu. Fakat oldukça uzun bir süre sonra ellerinde karpuzla geldiler.

Kapıyı açtığımda erkek kardeşim hemen “Babam ev aldı,” dedi. Çok şaşırdık. Annem, “Nasıl olur? Hangi ev aldın? Nereden aldın?” diyerek arkası kesilmeyen sorular yöneltti babama. “Şimdi anladım, köşedeki karpuzcuya gidip neden saatlerce gelmediğinizi. Merak ettim, dedim herhâlde kardeşlerine gitti,” diye de ekledi. Annemin böyle düşünmesi normaldi çünkü amcamlar beş dakikalık mesafede oturuyordu. Tabii o zamanlar cep telefonu yoktu. Annem kardeşimi eve gönderip haber vermediği için babama sitem edip ”Ben de gelip bakardım,” dedi.

Bütün aile şaşkınlık içinde babamın bu sorulara yanıt vermesini bekliyorduk. Babam, inşaatı yeni bitmiş apartmandan üç daire için müteahhit ile konuşup hem fiyat hem de alacağı daireler konusunda anlaştığını anlattı. Ev, bizim apartmanın güneye bakan dairelerinden görülüyordu aslında ama bizim oturduğumuz daire kuzeyde kaldığı için göremiyorduk. Babamın bu açıklamalarına annemden itiraz geldi. “O bina yapılırken önünden her geçtiğimde bakıyordum, balkonları küçük o evin, istemiyorum,” dedi. Fakat henüz içini görmemişti.

Babamın aslında en büyük arzusu yeni bir binada bizimle birlikte iki amcama birer daire almaktı. Bu binada da arsa sahibinin birkaç dairesi dışında müteahhide ait olanlar henüz kimseye satılmamıştı. Babamın anlattığına göre, nakde ihtiyacı olan müteahhit hemen satmak istiyormuş. Bunun için indirim yapmış, bir an önce karar verip hemen alması için de bir hayli ısrar etmiş. Fakat babam hem annemin görmesini istediği hem de kardeşlerine danışacağı için o anda karar vermemiş.

Annemin kriterleri belliydi, üst kat ve kuzeye bakan taraf istemiyordu çünkü kiracı olarak oturduğumuz ev zaten üst kattaydı ve kışın soğuk, yazın sıcak oluyordu. Tek avantajı üst katınızda bir şey silkeleyecek komşu olmamasıydı. Bir de oturduğumuz evin tek balkonu vardı ama büyüktü. Annem yeni evde de aynı şekilde ferah ve yazın masa konulup yemek yenilebilecek bir balkon istiyordu. Neyse ki babamın almaya niyetlendiği evin üç balkonu vardı ve annemin bu isteğini en azından biri karşılayabilecekti.

Tabii yeni evin başka avantajları da vardı. Bir kere aynı semtteydi, odalar ve mutfak annemin istediği büyüklükteydi. Ayrıca önün açık, manzarası güzeldi; karşısında Vakıf’ın üzüm bağı uzanıyordu. Ulaşım açısından da pek çok avantaja sahipti. Toplu ulaşıma ve okullarımıza yakındı, tren istasyonuna yedi, Bağdat Caddesi’ne beş ve minibüs yoluna on iki dakikalık yürüyüş mesafesinde; tam merkezdeydi. Babam en çok da bunun için kaçırmak istemiyordu. Gerektiğinde Kadıköy’e ve Bağdat Caddesi’ne hiçbir araç kullanmadan rahatlıkla gidilebilirdi. Bu bizi de çok mutlu etmişti.

Ben okula tren yerine yürüyerek gitmeyi tercih ediyordum. Çünkü bir durak sonra inmek yerine yürümek iyi geliyordu hem de özellikle akşam dönüşlerdeki tren kalabalığına girmeyi hiç istemiyordum. Kalabalıktan hoşlanmazdım, mesela okulda sınıf toplantıları yapıldığında o kalabalığa girmek yerine kendi anlaştığım arkadaşlarla birebir görüşme taraftarıydım. Rahatsız olmadığım kalabalık yerler yalnızca sinema, konser ve tiyatroydu. Hâlâ da öyledir ve hâlâ zorda kalmadıkça toplu taşımayı kullanmak yerine yürümeyi tercih ederim.

Babam, bir karar vermiş ise onu hemen uygulamak isterdi çünkü kendine göre doğruydu. Böyle birçok avantaja sahip bir evi bulunca kaçırmak istememişti. Tabii karpuz almaya gidip ev alması bizim için espri konusu olsa da o, ertesi günü iple çekti. Amcalarıma anlatacak ve onların da gidip evleri görmelerini isteyecekti. Fakat küçük amcam, aynı apartmanda oturmak istemediğini daha önceden sözleriyle açıkça ifade etmişti. Doğrusu, biz kardeşler de istemiyorduk. Ben hem ortanca amcam bize çok karışacağı hem de babamın kardeşlerine düşkünlüğünü bildiğimden açıkçası rahat etmeyeceğiz diye istemiyordum. Babamın kardeşlerine düşkün olması aslında bağımlı olmasından kaynaklanıyordu. Zaman içinde bağımlı olmasının sebebinin kaybetme korkusu olduğunu gördüm. Onları kaybederse bir daha geri kazanamayacağını düşünüyordu. Bu yüzden oturacakları daireleri onlara göstermeden seçmek istemiyordu. Sadece kendi oturacağımız daireyi kafasında belirlemişti. Anneme söyledi, annem, “Tamam,” dedi.

Ertesi gün müteahhitler babamı arayıp kararını sordular. Onlar da kendilerine göre haklıydı çünkü nakde sıkışmışlardı ve bir an önce o parayı alıp başka yerde inşaat başlayacaklardı, müşteri bulmuşken de kaçırmak istemiyorlardı. Aslında herkes kendini düşünüyor doğal olarak çünkü insanın doğasında bu var.

Bizim aile açısından durum netleşince annem, kardeşi gibi sevdiği, daha yakın bulduğu Aynur teyze ile hemen bu konuyu paylaştı. İki kız bir erkek kardeşi olmasına rağmen Aynur teyze de anneme karşı aynı duyguları taşıdığı için uzağa gitmesini istemiyordu. Bu yüzden yakın yerden ev alacağımızı duyunca çok sevindi. Aynur teyze ile aynı kattaydık, onun dairesi güneye cepheliydi ve salonu bizim yeni evi görüyordu. Anneme, “Balkona çıkıp sana el sallarım artık,” diyordu.

İnsan kendine en yakın hissettiği kişi ile paylaşmak ister. Annem de yaşadığı sevinçleri ve üzüntüleri Aynur teyze ile paylaşırdı. Tabii ki diğer komşularını da seviyordu annem. Bizim katta Aynur teyzeden başka iki komşu daha vardı, annem onlarlar da görüşürdü ama o kadar samimi değildi.

Aslında insanın ne istediğinden çok nelere değer verdiği önemlidir. Çünkü ona göre bir yol çiziyor. Her insanın tabii ki kusurları olur ama insan kendine yakın olan ile paylaşmak istiyor. Annem uysal olduğu için öyle direnç gösterip “İlla da bu ev olmayacak,” diyen bir insan değildir. O sadece kendi düşüncesini ve isteklerini dile getirir, istekleri olmadığı zaman hiç takıntı yapmaz, üstünde durmaz. Olanı olduğu gibi kabul eder. Öyle kendini düşünen biri olmadı hiçbir zaman.

İnsan, ileri yaşta farkındalıkları artınca bazı şeylerde önce kendini düşünmesi gerektiğini kavrıyor. Öncellikle zarar verecek insanlardan kendini korumak için mesafe koyması gerektiğini öğreniyor. Çünkü mesafe koymak insan için her zaman kazançlıdır. Ayrıca da kimin ile ne konuşacağınızı, kime güveneceğinizi biliyorsunuz ve söylediğiniz sözleri bir başkasından duymuyorsunuz; dedikodu malzemesi yapılmıyor. İşte, annemle Aynur teyze arasındaki ilişki böyleydi. Birbirlerine o güveni verdikleri için aile içinde olan olayları rahatlıkla paylaşabiliyorlardı. Bu insan hayatında çok önemli olan bir duygudur.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

IŞIK VE KARANLIK (2)

Sevgili okuyucularım, 12 Kasım 2024 Salı günü insan ruhunu karanlığa düşüren duygu ve düşüncelerle ilgili yazdığım yazıma bugün kaldığım yerden devam ediyorum.

Hatırlayacağınız gibi ilk yazımda, içinde sevgi olmayan her şeyin karanlık olduğunu belirtmiş ve o karanlık duyguların yalan söylemek, değersizleştirmek ve emeği hiçe saymak, bencillik, ikiyüzlülük, şiddet, kıskançlık, sinsilik, kibir, alay etmek, öfkelenmek olduğunu ifade etmiş ve “Devam edeceğiz,” demiştim.

Tabii ki ruhu karanlığa sürükleyen duygu ve düşünceler bunlarla sınırlı değil. Öyleyse kaldığımız yerden diğer duyguları da incelemeye devam edelim.

11.İntikam: Size yaptığı yanlış davranış nedeniyle birine karşı içinizde kin ve nefret beslemek ve zamanı gelince o insana aynı şekilde davranarak mutsuz olmasını istemek, onun karanlığına ortak olmaktan başka bir şey değildir. O zaten yanlış davranarak karanlığa düşmüştür. Bile bile neden siz de o karanlığı isteyesiniz ki?

12.Kendi ile barışık olmamak: Kendini sevmeyen insan diğer bütün canlılara karşı da olumsuz düşünce ve duygular besler. Başkalarının hayatıyla ilgilenir, onların iyiliğini ve mutluluğunu istemez. Sürekli başkalarının dedikodusunu yapar. Bunların hepsi birer karanlıktır, insanı daha dibe çeker.

13.Otorite kurmak: Gücü ellerinde tutmak, merkezde olmak isteyen dominant karakterli insanlar, sizi yönetmeye çalışır, sürekli aklı vermeye kalkıp özgür düşünmenizi engellerler. Kendileri çok bildikleri için “Şunu yap, bunu yap,” diyerek sizi manipüle eder, sağlıklı karar vermenizin önüne geçer. Aynı zamanda alacağınız kararlara saygı göstermez. Arkadaş gruplarında, iş yerinde ve akrabalık ilişkilerinde böyle insanlara rastlarsınız. Farkında olmadıkları karanlıklarıyla negatif enerji yayarlar.

14.Ön yargı: Tartışmasız karanlık bir duygudur. Birisi hakkında soru sorup öğrenmek yerine varsayımlar üzerinden konuşmak ve davranmak ruha ağır bir yüktür.

15.Nezaketsiz konuşmalar: İnsan davranışlarından çok sözleriyle kırar başkalarını. Küçümseyici, alaycı sözler, sürekli emir kipi ile konuşmak, argo ve küfürlü konuşmak, lakap takmak insanı nezaketten uzaklaştırır. İçinde nezaket olmayan sözler ise karanlıktır.

16.Cimrilik: Cimrilik deyince aklınıza yalnızca maddiyat gelmesin. Tabii ki hayatında maddiyatı birinci sıraya koyan ve her şeyin değerini para ile ölçen insanlar vardır. Başkasının emeğini hiçe sayıp maddi karşılığını ödemez hatta bir bardak çayın bile hesabını yaparlar. Aç gözlüdürler, bir türlü doymak bilmezler. Ama bir de sevgide, iyilikte cimrilik yapanlar, paylaşmayı bilmeyenler var. İster maddi ister manevi olsun paylaşmasını bilmeyen, hep başkalarından almak isteyen insanın çoğalttığı tek şey karanlıktır.

17.Kontrolcülük: Kimi insan her şeyi kendi planlayıp hayatını kontrolünü elinde tutmak için çırpınır durur. Sürekli başkalarını kontrol eder. Kontrolcülüğün temelinde de korkular ve kaygılar vardır. Korku ve kaygı da negatif enerjidir, düşük frekanslıdır.

18.Bağımlı olmak: Aklınıza gelebilecek her türlü bağımlılık karanlıktır. İnsanlara, seyahatlere, spora, televizyona, sosyal medyaya, bilgisayar oyunlarına, telefon kullanımına, sigaraya, alkole, şans oyunlarına, cinselliğe, yemeğe, işe, ilaçlara, paraya vb.

19.Alınganlık: Bazen bir insanda farkındalık oluşması için iyi niyetle bir şey söylersiniz onu değiştirmek yerine alınganlık yapar ya da çok meşgul olduğunuz için arayamazsınız bilerek aramadığınızı düşünüp alınır. Çabuk gücenmek, iyilikle bile söylenen sözlerden alınmak aslında hassaslığın değil kaprisin göstergesi. Ruhu karanlığa düşüren duygulardan biri.

20.Affetmeme: Bunu çift taraflı düşünmek gerek. İnsan geçmişte yaşadığı olaylar nedeniyle kimi zaman başkalarını kimi zaman da kendimi affedemez. Ancak ister kendisini ister başkasını olsun affetmemek ve bunda ısrar etmek insanda hem hoşgörüsüzlüğe neden olur hem de kin, nefret, öfke duygularının doğmasına yol açar.

21.İnat: Hangi konuda olursa olsun inatçılık zararlı bir duygu. Adım atılması gereken bir işte ayak diremek, cesaretli davranmamak, değişime direnmek, sağlığına bakmamak, istenmeyen bir davranışı sürdürerek başkasını üzmeye ve hatta cezalandırmaya çalışmak… Hani bazen “inatla çalışıp başardı,” deriz ya, aslında o azimdir, pozitiftir. İnat ise negatiftir, yıkıcıdır.

22.Sabit fikirlilik: Bir de dediğinde direten insanlar var. Hep kendi dediklerinin doğru olduğunu düşünürler, başka görüşlere açık değildirler. Başkalarının da doğru bildiği şeyler olabileceğini düşünmezler. Sabit fikirliliğin arkasında da aslında kibir ve inat vardır.

23.Kötümserlik: Sürekli olumsuzluk düşünmek, olumsuzluk konuşmak insanın çevresine de negatif enerji yaymasına neden olur. Kötümserliğin temelinde yaşanmış olumsuz deneyimler kadar korku ve kaygılar vardır.

24.Şikâyet: Şükretmesini bilmeyen insan sürekli her şeyden şikâyet eder, hiçbir şeyi beğenmez, hep daha fazlasını ister. Fakat bu mutluluk getirmez. Bir evi vardır, küçük diye şikâyet eder. Bir arabası vardır, modeli eskidi diye şikâyet eder. Yemek seçer, ağzının tadının olduğuna, sağlıklı olup da o yiyecekleri yiyebildiğine, o yiyeceği bulamayan milyonlarca insan olduğuna şükretmez.

25.Sabırsızlık: Çoğu zaman olacak işin bile olmasını engelleyen bir şeydir sabırsızlık. Acele ile hemen o anda olsun veya yapılsın diye uğraşmak, paniğe kapılmak, hayatın getireceği güzelliklere de kapıyı kapatmaktır aslında. Ya daha iyisi daha sonra olacaksa? Sabretmeden bilebilir misiniz?

26.Küçük dertler: Hayatta her şeyi sorgulayan, mükemmeliyetçilik peşinde koşan insanlar ufak şeyleri dert edip bundan üzüntü duyar. Oysa hayat, her şeyi dert edinecek kadar uzun değil. Nedir o küçük şeyler?

27.Takıntılar: Her türlü takıntı. İnsanlara, olaylara, geçmişe takılı kalmak, geçmişle barışamamak, gelecekten endişe ve korku duymak.

28.Kötü alışkanlık ve kalıplar.

Liste böyle uzar gider. Çünkü buna benzer, sevgi içermeyen birçok duygu ve düşünce var.

Tabii insan kendini tanıdığı, kendi ile yüzleştiği zaman bu duygularını görüyor. Bazı insanlar “Bende ego yok,” diyor. Oysa işte yukarıda saydık; hepsi ego. Korkular bir ego, endişe bir ego, kaygı bir ego, öfke bir ego, kızgınlık bile bir ego.

Bir de insanlar “Işıktayım”, “Pozitifim”, “Sevgideyim” derler. Ama yukarıda anlattıklarımdan birine bile sahip olup ışıkta olunmaz. Işığa geçmek öyle kolay değil. Aydınlanmak için önce ışığı bulmak gerekiyor. Karanlıktan kurtulmak, ışığı bulmak için de insanın her gün kendindeki mevcut olumsuzlukları törpüleyip değişim ve dönüşümüne çabalaması gerekiyor.

Bir insan gerçekten ışıktaysa kendisine yapılan yanlış davranışları sevgi ile açık ve samimi olarak dile getirir. Ancak o zaman kendisine ve karşı tarafa iyilik yapmış olur. Ama öfke ile söylerse ister istemez kalp kırıcı kelimeler dökülür ağzınızdan. Zaten böyle davranan birinin de ışıkta olduğu söylenemez. Karanlık insan, önce kendi ruhuna ve bedenine zarar verir, sonra başkalarına.

İnsan sevgi frekansında olduğu zaman ışığa kavuşur. Sevgi frekansında yukarıda yazdığım hiçbir duygu barınamaz.

Gelin birlikte sevgi frekansında bulunan duygulara bakalım.

a. Ahlaklı ve erdemli davranışlarda bulunmak

b. Ne olursa olsun dürüstlükten şaşmamak

c. Şefkat

ç. Cesaret

d. Özgürlük

e. Sabır

f. Hoşgörü

g. Nezaket

h. Açık ve samimi konuşmak

ı. Bağlılık

i. Saygı

k. Güven

l. Değer bilmek

m. Vefa

n. Anlayış

o. Güzellik

ö. Bütün canlıların iyiliğini istemek

p. Yardımseverlik

r. Paylaşmak

s. İyilik

ş. Cömertlik

t. Neşe

u. Şükretmek

ü. Mutluluk

v. Huzur

x. İyimserlik

w. Pozitiflik

y.  Sakinlik

z.  Dinginlik

İnsan kendine, içine dönüp baktığında iç mutluğu ve iç huzuru buluyor ise o dinginliğe ulaşmış ise zaten aydınlanmaya doğru ilerliyor demektedir.

Zihin berrak ve kalp çakrası açık ise gönül gözü zaten o ışığı görüyor.

İnsan kendini mükemmel görürse hiçbir zaman geliştiremez. Aydınlanmanın yolunu kapatır. Bir başkasının sizi övmesine, beğenmesine ve bunu dile getirmesine gerek de yok ihtiyacınız da.

Siz zaten dinginliğinizi, huzurunuzu, mutluğunuzu bilirsiniz.

En önemlisi de bu dinginlik, huzur ve mutluluğun emek istediğini ve ne kadar emek verdiğinizi bilirsiniz.

Emek olmadan hiçbir şey olmaz.


Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

IŞIK VE KARANLIK (1)

 

Sevgili okuyucularım 22 Ekim 2024 Salı günü yazdığım “İnsanın Ruhu Acı ise Tatlılık Veremez” başlıklı yazımda insan ruhunu acılaştıran unsurları anlatmıştım. Bugünkü yazımda ise ruhların aydınlık ve karanlık yanlarına değinmek istiyorum.

İnsan kendinde olanı görmezden gelmeye meyillidir. Her insan kendi ruhundaki karanlığı bildiği hâlde ışıkta olduğunu savunur veya karanlığın ne olduğunu bilmediği için ışıkta olduğunu zanneder.

Carl Gustav Jung’un söylediği gibi “Kimse ışığı hayal ederek aydınlanmaz. İnsanı aydınlatan karanlığı idrak etmektir.”

İnsan ancak karanlığı fark ettiği zaman ışığa çıkıp aydınlanmaya geçebilir. Peki, insan ruhu için karanlık nedir? Hiç kendinize bu soruyu sordunuz mu? Hangi düşünceleriniz ve duygularınız karanlıkta; kendinizde bununla ilgili yüzleşmeler yaptınız mı?

En kötüsü, insanın kendi karanlığını bildiği hâlde o karanlıkta kalmakta ısrarla direnmesi,  aydınlanmak istememesidir. Çünkü bazı insanlar o karanlıkla beslenir ve kendi karanlığına başkalarını çekmeye çalışır. Daha doğrusu ışığı seçmiş ve aydınlanmış insanların ışını söndürmeye çalışır. Siz eğer o ışığı fark etmiş ve ona ulaşmış, aydınlanmışsanız bir daha o karanlığa sizi sokmaya çalışanlardan uzak durursunuz.

Bir de karanlıkta olduğunu bilmeyen insanlar var. Bu insanlar için yapabileceğiniz en doğru davranış, yargılamak yerine farkındalık verip karanlıktan kurtulmalarını ve şifalanmalarını sağlamaktır.

Karanlıktan kurtulmak için insan önce kendi ile tam olarak yüzleşmeli, kendini tanımalıdır. Çünkü kendini tanımak, karanlık ve gölge yanlarıyla yüzleşmekle olur. Zaten yüzleşme olmadan şifalanma sağlanamaz. İster çocukluktan gelen travmalar ister sonradan oluşan travmalar olsun; şifalanmaz.

Peki, nasıl yüzleşeceğiz? Kendinizle yüzleşmek sadece size yaşatılan olumsuz olaylar ve kişilerle değil kendi benliğinizle yapacağınız bir muhasebedir. İçinizden geçenleri, niyetlerinizi, duygularınızı, olaylar ve durumlar karşısındaki davranışlarınızı son derece açık ve dürüst bir şekilde değerlendirerek karanlık ve gölge yanlarınızın varlığını kabul etmenizdir.

Hayatınızı gözden geçirip “Evet, şu durumlar karşısında şöyle davranıyorum çünkü içimde şu olumsuz duyguları taşıyorum,” diyebildiğinizde zaten gerekli değişim ve dönüşümü yaparsınız. İşte böylelikle bir karanlık ve gölge yanınızdan kurtulmuş olursunuz.

Bazı insanlar kendi gerçekleri ile yüzleşmekten kaçınırlar. Aslında insan ne kadar çok yüzleşme yaparsa o kadar çok ışığa kavuşur. Aydınlığın hafifliğini yaşamak varken neden karanlığın yükünü taşısın ki insan?

Gelelim yukarıda sorduğum “Karanlık nedir?” sorusunun yanıtına. İçinde sevgi olmayan her şey karanlıktır. Şimdi de bu “içinde sevgi olmayan her şey”in neler olduğuna tek tek bakalım.

1.Yalan söylemek: Yalan söylemek güvensizlik yaratacağı için karanlıktır. Bu yalan, ister pembe olsun ister beyaz; fark etmez. Çünkü bugün pembe yalan söyleyen yarın başka ve büyük yalanlar da söyleyebilir. Birçok insan korkularından dolayı yalana başvurur. Duygusal ve maddi açıdan kaybetme korkusu, yalnız kalma korkusu, kendi menfaatlerinin tehlikeye girmesi korkusu insana yalan söyletir. Örneğin menfaati için sizin imkânlarınıza ihtiyacı olan insan sizi seviyormuş gibi davranışlar sergiler, sözler söyler. Aslında bu gerçek değil yalandır. Yalanda aldatma enerjisi vardır, bu nedenle aldatma da karanlıktır. Aldatma, deyince aklınıza yalnızca kadın-erkek ilişkilerindeki sadakatsizlik gelmesin. Her türlü ilişkide verilen sözler yerine getirilmediğinde aldatma olur. Yukarıda saydığım korkular yüzünden kurulan arkadaşlıklar, iş ilişkileri, evlilikler vb. gerçek duyguları barındırmadığı için hem aldatma enerjisi oluşturur hem de insanın kendi özünü yaşayamamasına neden olur. Samimi ve içten olmayan her şey karanlıktır.

2.Değersizleştirmek ve emeği hiçe saymak: Her türlü ilişkide gerek psikolojik gerekse fiziksel şiddet içeren davranışlarla karşısındakini değersizleştirerek üstünlük sağlanmaya çalışılması, verilen maddi ve manevi emeğin hiçe sayılması karanlıktır. Nezaketsiz davrandığınızda, size zamanını harcamış, iyilik yapmış, zor zamanınızda yanınızda olmuş birinin, emeğini hiçe sayıp nankörlük yaptığınızda doğrudan karanlığa geçmiş olursunuz. Nankörlük zaten karanlıktır. Maddi ve manevi açıdan hak yemek karanlıktır. Örneğin hastanede, markette, otobüs durağında, banka kuyruğunda sıranızı beklemek işinizi bir an önce gördürmek için diğer insanların önüne geçmeye çalıştığınızda yalnızca onların hakkını yemiş olmazsınız, kendinizi de karanlığa itmiş olursunuz. Diğer deyişle kendiniz için o anda iyi bir şey yaptığınızı zannederken aslında en büyük kötülüğü yine kendinize yapmış olursunuz. Her çağırdığınızda derdinizi dinlemek, çözüm üretmek için yanınızda olan arkadaşınıza bir gün gelip sırt çevirir ve “Ne yaptın ki? Kimi çağırsam gelirdi,” diyerek emeğini değersizleştirirseniz arkadaşınıza bir şey olmaz, en fazla üzülür. Ama size çok şey olur; ruhunuz karanlıkta kalır.

3.Bencillik: İnsanın kendisinden, kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmemesi karanlıktır. Bencillikle karanlıkta kalmayı seçenler başkalarının ihtiyaçlarını, duygularını önemsemezler. Sizi bir gün arayıp sormaz yalnızca size ihtiyacı olduğunda ortaya çıkar sizinle işi bittikten sonra da yine ortadan kaybolurlar.

4.İkiyüzlülük (Riyakârlık): İnsanın içindeki neyse dışında da o yoksa; içinden geçenler başka, söze döktükleri başkaysa; karanlıktır. Özü sözü bir olmamak karanlıktır. İkiyüzlü insanların gerçek sevgi duygusunda oldukları söylenemez. Size ihtiyaçları varsa sahte bir sevgi sunarlar. Sözlerinde bolca “canım, cicim” vardır, mesajlarında kalpler, öpücükler gönderirler. Ama istedikleri şeyleri bir kez yapmazsanız o sevgi sözcüklerinin ve işaretlerinin hepsi bir anda yok olur. İşte bu davranışlar gerçek sevgi olmadığı için karanlıktır.

5.Şiddet: Canlı ve cansız varlıklara yönelik olumsuz duygu ve düşünceleri eyleme dökmek karanlıktır. Hayvanlara eziyet etmek, katletmek, bitkilere zarar vermek, kamu malına zarar vermek, karanlıktır.

6.Kıskançlık: Karşı cins olsun aynı cins olsun fark etmez; her türlü kıskançlık karanlıktır. Bu açıdan “Seven insan kıskanır,” sözü de aynı karanlığa hizmet etmekten başka bir şey değildir. Bazı insanlar kendi yapmadıkları şeyleri, kendilerinde olmayanı kıskanır maalesef. Bu yüzden sizi değersizleştirdikleri gibi emeğinizi de hiçe sayarlar. Bazılarının kıskançlığı ise kendilerinde olanı başkasına layık görmemekten ve başkasında olmasını istememekten kaynaklanır. Fakat hangi sebeple olursa olsun kıskançlık, ruhu karanlıkta bırakır.

7.Sinsilik: Yüzünüze gülüp arkanızdan iş çevirenler de karanlıktadır. Sinsi insan size karşı hep güzel sözler söyler, herkes karşı pozitif görünür, açık ve dürüst olarak konuşmaz ama sonra bir bakarsınız ki arkanızdan kuyunuzu kazmış. Bir bilse o kuyuda gördüğü karanlık kendi ruhundan yansıyandır!..

8.Kibir: En karanlık duygulardan biridir. Kalbinde kibir barındıranlar her şeyi kendisinin bildiğini sanır, kendini sürekli över, başkalarını küçümser, insanları sınıflar, ayırt eder; kişiyi mevkisine, makamına ve parasına göre değerlendirir. Aynı yerden aynı kumaşı alsanız bile kibirli insanlar kendilerini üstün tutarak daha iyi bir kumaş aldığını söyler. Kibirli insanlar her şeyi kendilerinin yaptığını sandıkları için manevi inançları zayıftır. Çünkü onlar yalnızca kendi akıllarını beğenirler, Allah’ı hiçe sayarlar ama o aklın da Allah tarafından verildiğini bilmezler. Alçak gönüllülük bilmezler.

9.Alay etmek: İnsanların farklılıklarını, kusurlarını ya da bazen sadece kendileri gibi olmalarını küçük görmek, karanlıktır. Bir insanı giyimi, eğitimi, konuşması, fiziksel özellikleri, yaşadığı ülkesi, dini, ırkı ile değerlendirmek, yargılamak, beğenmemek insanı karanlığa düşürür.

10.Öfke: İçinde şiddeti de barındıran bir duygu olduğu için öfke karanlık olduğu kadar tehlikelidir de. Çünkü öfkeli insanlar ağızlarından çıkan sözü bilmezler. Bir anda yakıp kül ederler. Bu nedenle insan bir konuda haklı bile olsa öfkelenmek yerine sakinlikle cevap vermeyi tercih etmelidir. Kızgınlık bile ruhu karanlık içinde bırakır. Her karanlık bir negatiftir ruh için.

(Devam edecek)

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BARIŞ BENİM İLE BAŞLAR – 17

Sevgili okuyucularım, bu ay ki “ho’oponopono” adı verilen bir arınma çalışmasını paylaşıyorum. Bu ay da farklı konular için aynı şekilde yapmanız gereken bu arınma çalışmasını dört madde hâlinde paylaşıyorum. Düzenli olarak yaptığınızda gerçekten kendinizde inanılmaz bir olumlu değişiklik göreceksiniz. Özellikle zihniniz, ne kadar berraklaşırsa o kadar huzurlu olur. En önemlisi berrak bir zihin her zaman doğru karar almanızı sağlar. Çünkü zihin olumsuzluklarla dolu olduğu zaman doğru karar bile alamıyorsunuz. Disiplin ve azimle yapılan çalışmalardan her zaman olumlu karşılık alınır. Çalışmaya geçmeden önce bununla ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum. Geçen ay bu bilgiyi paylaşmıştım fakat belki ilk defa okuyacak olanlar vardır. Onlar için yinelemekte fayda görüyorum.

Ho’oponopono yöntemi; karşımızdaki insanın yaşadığı bir sorunu duyduğumuz, öğrendiğimiz anda bizim sorunumuz olarak algılayıp kendi içimizde bundan arınarak karşımızdakini de arındırma yolunu öğretiyor. Sadece insanları değil her şeyi arındırıp temizlemenin yoludur bu. Olumsuz durumlardan kurtulmanın bir yöntemidir.

Ho’oponopono, Havai halkının kullandığı bir kendini arındırma yöntemidir. Bu yöntemi Joe Vitale’in kitabı “Zero Limit” aracılığı ile batı dünyasına tanıtan ve meşhur eden kişi Dr. Ihaleakala Hew Len oldu. Doktorasını Iowa Üniversitesi’nde yapmış olan Dr. Ihaleakala Hew Len, uzun yıllar Havai Devlet Hastanesi’nin suç işleyen akıl hastaları ile ilgilenen adli biriminde uzman psikolog olarak çalışmış. Hastalarıyla elde ettiği mucizevi sonuçlar çok ilgi çekmiş. Kullandığı yöntemler öyle etkiliymiş ki zamanla yatan hastaların tümü taburcu edilmiş, sonunda dört yıl içinde birim kapatılmış. Dr. Len’in kullandığı bu yöntem, 1982 Kasım’ından beri güncelleştirilmiş Ho’oponopono uygulaması yapan Hawaiili şaman Morrnah Nalamaku Simeona sayesinde ortaya çıkmış. Tüm dünyada bu yönteme ün kazandıran, öğrencisi Dr. Ihaleakala Hew Len ve Joe Vitale oldu.

Şimdi çalışmaya geçelim:

1) Gerçek sevgiyi ve şefkati hayatımda doya doya deneyimlememi engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

2) Hayatıma olumsuzluk yaşatan insanları tüm deneyimlerimi sevgiyle affederek özgürleşmemi engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono 

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

3) Duygusal, enerjik veya ruhsal olarak kendimi kısıtlamama, hapsetmeme veya engellememe yol açan içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

4) Olumlu düşünmemi ve zihinsel olarak rahat olmamı engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda bütün boyutlarda bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

Kaynak: Dr.Ihaleakala Hew Len ve Berna Özcan

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

EV ALMA HEYECANI

Sevgili okuyucularım, iki hafta aradan sonra yine anılarla birlikteyiz. Ortaokul ikinci sınıftan üçüncü sınıfa geçmeye hazırlanan ve ergenlikten genç kızlığa doğru ilerleyen öğrenci, sandıktan bir anıyı daha serbest bırakıyor.

Kış dönemi geride kalmış ilkbahar yavaş yavaş yüzünü göstermeye başlamıştı. Yine dini bayramlardan birini kutluyorduk. Bu seferki bayram kutlaması benim için farklıydı çünkü anneannemler ve dayımlar artık İstanbul’a yerleşmişti ve bayram ziyaretinde onlara gidecektik. Üstelik dayımın 3 yaşındaki ve daha 6 aylık kızlarını seveceğim.

Annem bayram hazırlıklarına erkenden başlamıştı. Bu, bizim evin vazgeçilmez klasiğiydi. Bize alınan kıyafetler, misafirlere sunulacak ikramlar için alışverişler, bayram sabahı annemin bayram yemeği yapması ve bayram gazetesi alınması o günlere özel işlerdi. Konuklara ikram edilecek çikolatayı her bayram babam ve ablam birlikte pastaneye gidip alıyorlardı.

Bayram, babam için de dinlenme fırsatı oluyordu; çalışmıyordu. Ama bazı şeyler hiç değişmiyordu. Sabahın erken saatinde kalkıp ailece o bayram yemeğini yedikten ve aile içinde bayramlaştıktan sonra babam, her bayram olduğu gibi hiç zaman geçmesini beklemeden bizi 5 dakikalık yürüyüş mesafesinde ve aynı apartmanda aynı katta yan yana dairelerde oturan iki amcama göndermek için sabırsızlanıyordu. Annemin sakin yapılıydı, “Niye acele ediyorsun? Çocuklar giderler,” diyordu ama babam aceleci bir yapıya sahip olduğu için ne yapılacaksa bir an önce olsun bitsin istiyordu. Zamanla bu aceleciliğinin hem kendisini hem de karşı tarafı yorduğunu fark ettim. Çünkü acele ederken bazen ters giden olaylar oluyordu. Ama işte babam da hem kendi dediğinin yapıldığını görmek hem de amcamlarım bir yerlere gitmeden onları ziyaret etmiş olmamızı istiyordu.

Babam hep bir sonraki olayı, bir sonraki adımı düşünürdü. Bizi de bu disiplinle yetiştirdi. Değerlere önem vermemizi, örf ve âdetlere uygun davranmamızı isterdi. Özellikle bayramda sabah erken kalkmak, birlikte bayram yemeği yemek ve büyükleri ziyaret etmek, bayramda şehir dışına çıkmayıp akraba ziyaretleri yapmak ve onları ağırlamak önemsediği konulardı. Babam için bayram demek, aile ile bir arada olmak demekti. Bu yüzden bayramlarda herhangi bir arkadaşımıza söz vermemizi istemezdi.

Benim için ise bayram, yeni kıyafetler giyinmek ve kapıya gelen çocukların bayram şekeri toplamasıydı. Bunlar sevdiğim ritüellerdi. Tabii ki amcalarımı ziyaret etmek ve onların verdiği bayram harçlıkları bizim de hoşumuza giderdi. İnsan büyüse de maddi gücü yerinde de olsa hediye almak güzel bir şey. Babam anneme arada sırada da olsa hediye alırdı. Hediye alıp vermeyi ailede öğrenmiştik.

O bayram ve sonraki bayramlarda biz dört kardeş (Ablam, ağabeyim, ben ve erkek kardeşim,) amcalarımdan sonra trenle hemen dayımlara gitmeye başladık. Ben, dayımlara gitmek için can atıyordum, onlarla bir arada olmayı gönülden istiyordum çünkü orada ortam daha neşeliydi. Anneannem yöresel yemekler yapar, baklava açardı. Biz gidince akşama kadar oturmamızı ister yemek yedirmeden de göndermezdi. Anneannemin yemekleri her zaman çok lezzetli olurdu. Bunda, kullandığı malzeme kadar elinin lezzeti oluşunun da etkisi vardı.

Bir arada olduğumuz o ilk bayramda dayımın evden olması bizi daha çok mutlu etti. Çünkü dayım yurt dışına nakliyat (lojistik) firmalarının mallarını götürüyordu. Bazen on beş gün bazen de yirmi iki gün evde olmazdı. Sürekli tır kullanıyordu. Annem ve anneannem buna karşıydı. Onun İstanbul’da bir şirkette çalışmasını istiyorlardı. Böylece belirli bir çalışma düzeni ve tatilleri olur ailesinden de uzakta kalmazdı. Babam önceden ve o dönemde dayıma çalışması için iyi iş imkânları buldu ama o istemedi. Böyle kendini daha iyi hissettiğini ve mutlu olduğunu söylüyordu.

Neşeli bayram günleri çabucak geçti ve yeniden okula başladık. Yaz tatiline girmemize az kala bu sefer ev taşınması gündeme geldi. Ev sahibi kiraya zam yapınca babam, “Artık ev alma zamanı geldi,” dedi. Babam ev almayı hep düşünüyordu ama aradığı koşullar vardı. Oturduğumuz semtte yeni yapılmış bir binada üç daire almalıydı. Amcalarımla aynı apartmanda olmak istiyordu. Bu arada babamın ticaret anlayışı yatırım yapmak üzerineydi. Ev almadan önce başka şeylere yatırım yapmanın hep avantajlı olduğunu düşünüyordu.

Ev alma fikri annemi ve bizi çok sevindirdi. Babam gibi bizim de evin aynı semtte olmasını tercih ediyorduk. Okullarımıza yakınlığını ve toplum ulaşım kullanma olanağı bulunmasını önemsiyorduk. Bir de insan çocukluğundan beri hep aynı semtte oturunca arkadaşlarından kopmak, o alışkanlığı bırakmak istemiyor. Annem de en çok komşularını özleyeceğini, aynı semtte olursa onlarla aynı sıklıkla görüşeceğini söylüyordu. Mesela annemin kardeşi gibi sevdiği Aynur teyze onlardan biriydi. Her gün mutlaka bize gelir, bir kahve içer, sohbet ederdi. Annem taşınacağımızı söyleyince hem gideceğimize çok üzüldü hem de ev sahibi olacağımız için çok sevindi.

Aslında oturduğumuz evin sadece mutfağı küçüktü. Salon çok büyüktü; iki oturma takımı alıyordu. Diğer üç oda ve balkon da büyüktü. Aynı zamanda kocaman bahçesi vardı. Çocukluğum o bahçede geçti; en çok da kışın kartopu oynamayı ve kardan adam yapmayı severdik. Bu yüzden yeni evimizin merakı sarmıştı hepimizi, “Babamın alacağı ev bakalım nasıl olacak?” diye kardeşler arasında konuşuyorduk. Odalarımıza alacağımız yeni eşyaları planlamaya başlamıştık.

Hafta sonu babam ve annem ilanlara ve emlakçıların tavsiyelerine göre bizim semtte ev bakmaya gidiyorlardı. Annem, önü açık ve ferah, mutfağı ve balkonu büyük ev istiyordu. Taraftar olmadığı tek konu amcalarımla aynı apartmanda oturmaktı. Daha rahat olmak istiyordu çünkü aynı apartmanda olunca gidiş gelişler çoğalacak, özellikle ortanca amcam ve yengemin sürekli karışma isteği ve kontrol etme durumu olacaktı. Annem önceden; aynı evi paylaştıkları günlerden bunun tecrübesini bildiği için istemiyordu.

Babam ise evin büyüklüğüne ve bulunduğu konuma önem veriyordu. Tek düşüncesi aynı apartmanda üç boş daire bulabilmek ve kardeşlerine de ev almaktı. Annem ve babamın her ev bakma sonucu semtimizde bulamayacakları ümitsizliği ile noktalanıyor ve bu konuşmalarına yansıyordu. Her şeye rağmen annem her zamanki pozitif, sakin bir yapısını korumaya çalışıyordu. Babamın aceleciliği ve daha gerçekçi bakışı vardı, zaman zaman kendini karamsar olarak da görürdü. İşte ev konusunda da istediğini bulamayınca karamsarlığa kapılmıştı.

Tabii insanın bazı alışkanlıkları oluyor ve zaman içinde onlardan vazgeçmek giderek zorlaşıyor. İnsanın özellikle çocukluğunun geçtiği semtin dışına çıkmak istememesi de böyle bir alışkanlık. Çünkü kendini orayla bütünleşmiş hissediyor, beraber büyüdüğü arkadaşlarından uzaklaşmak, kopmak istemiyor. Bir de anlaştığı arkadaşları olunca…

O süreçte anneme de çok hak verdim; komşuluk ilişkileri çok iyiydi ve bunu kaybetmek istemiyordu. Akrabadan çok komşularla vakit geçiyor üstelik daha iyi anlaşıyordu. Bazı akrabalar maalesef tam olarak akrabalık yapmıyordu. Yalnızca kendi menfaatlerini düşünüyor ve sessiz sakin olduğu için annemi kullanıyorlardı.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

MÜCEVHER

 

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, ülkelerden birinin küçük bir köyünde, Bilge Hoca derler, bir filozof yaşarmış. Filozofun bilgeliği bütün ülkede bilinir, dara düşen herkes danışmak için ona gelirmiş. Günün birinde filozofun kapısı çalınmış. Filozof kapıyı açtığı zaman karşısında bir delikanlının durduğunu görmüş. Tanrı misafiridir diyerek genci içeriye davet etmiş. Hal hatır sorduktan sonra, genç derdini anlatmaya başlamış:

“Ben, babamla hiç geçinemiyorum. Ne yapsam ona beğendiremiyorum. Hoş bana kızmakta da haksız değil. Ben beceriksizin biriyim. Bu yaşa geldim, hala bir baltaya sap olamadım gitti. Elimden hiçbir iş gelmiyor. Neye elimi atsam, elimde kalıyor. Bende bu şans varken, zem zem kuyusuna gitsem, onu bile kuruturum. En son geçen hafta, babamın tek ineğini otlatmaya götürmüştüm. İnek otlarken ben de bir ağaca yaslanıp oturdum. Orada uyuya kalmışım, inek de kaçmış gitmiş. İneği bir daha bulamadık. Babam da bana çok kızdı. ‘Senden ne köy olur ne de kasaba. Defol git, gözüm görmesin seni diyerek beni kovdu.’ ‘Ama babacığım ! Ben şimdi ne yaparım, nereye giderim ?’ diye sorunca da bana ‘Bilge Hoca’ya git, seni adam etsin. Adam olmadan da geri dönme !’ dedi. Ben de bunun üzerine tasımı tarağımı topladım, yollara düştüm ve kapınıza dayandım. Ocağınıza düştüm. Hocam, Allah rızası için bana bir yol gösterin!

Çocuğu dikkatle dinleyen filozof, başını sallayarak gülümsemiş: “ Bir dakika bekle beni” diyerek içerdeki odaya geçmiş ve bir süre sonra elinde pırıl pırıl parlayan bir şeyle odadan çıkmış: “Şimdi seni bir denemeden geçireceğim. Bu gördüğün elmas, ülkenin en değerli mücevheridir. Bütün ülkede ondan daha değerli bir pırlanta yoktur. Değeri en az bir para eder. Senden bu mücevheri şehire götürerek satmanı istiyorum. Ama zinhar, sakın ola ki değerinden düşük bir fiyata satmayasın. Bu görevi başarıp başaramayacağına bakarak senin değerli bir insan olup olmadığını hepimiz göreceğiz.”

Çocuk o gece filozofun evinde yatıya kalmış. Ertesi gün erkenden kalkmışlar. Kahvaltı ettikten sonra çocuk veda edip yola koyulmuş. Şehre vardığındakarşısına çıkan ilk kuyumcu dükkanına girmiş: “Merhaba!” Kuyumcu uykulu gözlerle çocuğa bakmış: “Merhaba!” “Bu mücevheri satmak istiyorum, kaça alırsınız?” Kuyumcu mücevhere küçümseyen bir tavırla baktıktan sonra sormuş: “Nereden buldun bunu?”

Çocuk gerçeği söylemek istemediği için aklına gelen ilk şeyi söylemiş: “Yolda yürürken yerde buldum.” Kuyumcu alaycı bir tavırla: “İki paralık bir cam parçası bu, ufaklık!” demiş. “Ama istersen bunun için sana dört para veririm.” Çocuk mücevheri kapmış, öfkeyle dükkandan dışarı çıkarken: “ Canın cehenneme! Şehirdeki tek kuyumcu sen değilsin ya” demiş kendi kendine.

Biraz yürüdükten sonra başka bir kuyumcu dükkanı bulmuş: “Merhaba! Bu taşı satmak istiyorum. Sizce ne kadar eder?” Kuyumcu taşı elinde birkaç kez evirip çevirdikten sonra, kaşlarını çatmış ve kuşkulu gözlerle çocuğa ters ters bakmış : “Nereden buldun bunu, yoksa çaldın mı ?” “Babamdan miras kaldı da!” “Baban bunun değerini sana söylemiş miydi?” “Hayır.” “Aslında beş para etmez ama hadi ben sana on para vereyim.” Çocuk üzüntü içinde dükkandan çıkarken “Ters tarafından kalkmış galiba” diye söylenmiş.

Sonra üçüncü bir kuyumcuya girmiş: “Merhaba! Bu elması satmak istiyorum da. Ne verirsiniz bunun için?” Kuyumcu elması dikkatle incelemiş: “Nereden buldun bunu?” Çalışarak kazandım. Ustam maaş olarak verdi: “Maaşın ne kadar?” “Ayda yüz para. Bu ay ustam paraya sıkıştığı için maaş yerine bunu verdi.” Kuyumcu bıyık altından gülmüş: “Tamam, sana iki yüz para veririm. Böylece maaşını aldığın gibi yüz para da ikramiye almış olursun.” diyerek bir de göz kırpmış. Çocuk oradan da ayrılmış.

Akşama kadar şehir kazan o kepçe dolaşmış durmuş. O kuyumcu senin bu kuyumcu benim diyerek şehrin altını üstüne getirmiş. Girip çıkmadığı kuyumcu dükkanı bırakmamış ama hiçbir kuyumcu elmasa gerçek değerini verememiş. Akşam olup da güneş batmaya başlayınca çocuk çaresizlik içinde köyün yolunu tutmuş. Yolda kendi kendine: “ Babam ne kadar haklıymış !” diyormuş. “Benden ne köy olur ne de kasaba. İşte bu işi de beceremedim ve ne kadar değersiz bir insan olduğumu gösterdim.”

Köye varınca doğru filozofun evine varmış. Olan biteni aynen anlatmış ve utanç içinde kafasını önüne eğmiş.

Filozof çocuğun başını şefkatle okşadıktan sonra şunları söylemiş: “Evladım, bu olaydan çıkarman gereken ders şudur, ruhunda taşımakta olduğun mücevhere asla ve asla, şunun, bunun, ötekinin, berikinin lafıyla değer biçme. Onun gerçek değerini, baban da dahil olmak üzere, hiçbir kimse bilemez. Onu ancak ve ancak sen takdir edebilirsin!”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com