Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi “Ne Olduğunu Anlamak İstiyorsan Ne Olmadığına Bak”
Bu kitabın yazarı olan; Patanjali, yogayı anlatan en eski kitap kabul edilen Yoga Sutralar’ın yazarıdır. Anlattığı sekiz basamaklı yolla, ruhani özgürlüğe ulaşmanın tekniğini sunar. Patanjali’nin felsefesine göre hayatın amacı insanın kendi özünü görmesidir. Özü görmenin yolu, üzerine düşünmek değil, pratik yapmaktır. Onun sunduğu pratikler, kişinin kendini tanıyıp öğrendiği bir kullanım kılavuzudur adeta. Böylece beden ve zihnin kontrolü, arzuların kaynağı, cehaletin sebebi, madde ve maddenin nitelikleri gibi pek çok konunun derinliklerine inilir.
Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.
“…
Bozulmamı, ayırt edici bilgi, bu birliktelikten özgür kalmanın yoludur. Sonsuzun, gerçek özgürlüğün saflaşmamış bir zihin ile algılanması söz konusu değildir. Sonsuz, zihinle ya da duyu organları ile anlaşılan, öğrenilen değil tam tersi; pratiklerin, deneyimlerin sonucunda idrak edilen bir şeydir. Bu noktaya ancak ayırt edici bilgiyi kullandığın, yani sürekli gerçek ne, gerçek olmayan ne ayırt ederek gerçekleştirdiğin deneyimlerin sonucunda gelirsin. Sen gerçeğin peşinde oldukça, gerçek yavaş yavaş kendisini sana göstermeye başlar. Zihnin gittikçe daha saf bir hale gelerek görünenin ötesindekini görmeye başlar.
Patanjali’nin netliğine ve sadeliğine hayran olmamak mümkün değildir. Binlerce yıldır insanların peşinden koştuğu soruların cevaplarını, çoğu zaman tek bir cümlede anlatır. Bir insanın bu kadar komplike konuyu bu kadar yalın anlatabilmesi için aslında o konunun kendisine dönüşmüş olması gerekir. Deriz ya “Avucumun içi gibi bilirim” diye, ama aslında insan kendi avucunu bile Patanjali’nin yaşamı bildiği gibi bilmez. “Elim acıyor!” dersin fakat çoğu zaman elinin neden acıdığını bilmezsin. Patanjalı bize bütün bunları sonsuzun kendisinden aktarır. Onun bu bilgiyi verme şekli bir bilme halinden değil, olma halinden kaynaklanır.
Patanjali’nin ışığını her gördüğünde kararlılıkla, güçle dolarsın. Bu öyle bir güç, öyle bir inançtır ki, yolda duracak gibi olsan da yine seni devam ettirir. Sen aydınlanmanın peşinde değilsindir çünkü o noktada aydınlanmak kavramının ne olduğunu algılayamazsın. Tek bildiğin içinde bir ateş vardır ve özgürleşmek istersin. Her adımda, bıraktığın her modifiğkasyonda sanki yeniden nefes almaya başlarsın. Meğer daha önce nefes almıyormuşsun, onu anlarsın. Bazen acı verse de kendini görmenin sonucunda yavaş yavaş ortaya çıkan özgürlüğü hissedersin. Ve bunun sonucunda da pratik senin elin kolun olur. Dört elle sarılırsın pratiğine. Seni o yolda tutacak en önemli şeylerden biri inançtır. Daha başında inancını kaybedersen, zaten bu kadar adanmışlık gereken bir yolu yürümen mümkün olmaz.
” Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla kalın!.. Nurgül AYABAKAN nurgul.ayabakan@gmail.com
Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.
Evvel zaman içinde kimi zaman aç, kimi zaman tok olan Halil isminde fakir bir adam yaşarmış.
Bu adam geçimini çöpçülük yaparak sağlar, yeteri kadar kazanamadığından açlık ile tokluk arasında bir hayat sürermiş.
En büyük sıkıntısı ailesinin geçimini sağlayabilecek miktarda para kazanamıyor oluşuydu. Onun için öncelikle çoluk çocuğunun karnını doyururmuş.
Adam şehre sırf daha çok para kazanarak ailesini daha iyi şartlarda geçindirmek için gelmişti. İlk başlarda sadece karınlarını doyuracak kadar para kazanabiliyormuş.
Günler bu şekilde geçip giderken daha çok çalışan fakir adam, en sonunda birkaç kuruş biriktirebilmiş.
Birkaç kuruşu olduğu için mutlu olan adam, büyük şehirde olduğundan hırsızların birikimlerini çalmaları korkusu yüzünden de sürekli tedirginmiş.
Günlerden bir gün onun bu haline üzülen arkadaşlarından bir tanesi dayanamayarak “Halil kardeş sürekli üzgün ve tedirgin bir halin var ne oldu.”
Halil “Ah dostum! Dediğin gibi bir derdim var. Derler ya mal canın yongasıymış. Benimde yıllardır gece gündüz demeden çalışarak biriktirmiş olduğum birkaç kuruşum var. Hırsızlar onları benden çalacak diye geceleri gözüme uyku bile girmemektedir. Bunun tedirginliği içerisinde mutsuzum.”
Arkadaşı” Aslında derdinin bir çözümü var. Benim adını çokça işittiğim tüccar Hasan isminde bir tüccar var. İstersen gidip onla konuşalım senin parayı da kendi kasasında saklaması için ondan ricacı olalım ne dersin.” demiş.
Halil “Aslında çok güzel bir fikir hemen gidelim.” demiş
İkisi beraber tüccar Hasan’ın evine gitmişler. Onun evde olmadığını ama öğleden sonra eve geleceğini öğrenen Halil ve arkadaşı işlerine dönerek öğleni beklemeye başlamışlar.
Halil için artık saatler günler gibi geçmeye başlamıştı. Halil günlerdir çekmiş olduğu sıkıntıdan kurtulma zamanı geldiğini düşündükçe mutlu oluyordu.
Şu iş, bu iş derken birden öğle ezanı okuyunca arkadaşının yanına giderek onunla arka mahalledeki Tüccar Hasan’ın köşküne gitmişler.
Kapıyı çaldıklarında, kapıyı açan tüccar “Oooo hoş geldiniz içeri buyurun.” diyerek onları içeri almış.
Halil ve arkadaşına kahve ikram eden tüccar, bu arada da kendi kendine bu çöpçüler benden ne ister diye düşünüyormuş.
Halil’in arkadaşı: “Tüccar efendi, sizin bir kasanız olduğunu işittik.” sonrada Halil’i işaret ederek “arkadaşın biraz birikmiş parası var rica etsek bizler için onu kasanızda saklar mısınız?” demiş.
Tüccar gülümsedikten sonra “Beni herkes bilir övünmek gibi olmasın çok güvenilir olduğumdan birçok kişi evime gelerek parasını kasama koyar. Senin paranıda saklarım.” demiş.
Ertesi sabah tüm parasını tüccar Hasan’a teslim eden Halil epey bir rahatlamıştı. “Ah Hasan amca bana ne kadar büyük bir iyilik yaptığınızı bir bilsen, yıllardır çalışıp biriktirdiğim üç beş kuruşun çalınma korkusu beni huzursuz ediyordu.” demiş ve tüccardan müsaade isteyerek oradan ayrılmış.
Gel zaman git zaman derken bir gün köyüne gitmek isteyen çöpçü elinde para kalmadığından ne edeyim derken en son tüccar Hasan efendinin kasasına koymuş olduğu parayı alarak köyüne gitmeye karar vermiş.
Şehrin sayılı zenginleri arasında bulunan ve neredeyse malının hesabını bilmeyen tüccar her gün daha çok para kazanırmış. Ancak bu zenginliğini düzenbazlık yaparak elde etmişti. Daima fakir fukarayı kandırarak onların paralarına el koyarmış.
Zavallı çöpçü Halil’inde paralarını da bu şekilde kullanmıştı. Hiçbir şeyden haberi olmayan Halil, pek rahatmış çünkü tüm parasını düzenbaz birine teslim ettiğini bilmiyormuş.
Halil’in karısı sormuş; “Ne zaman köye gideceğiz?”
Halil “Bugün iyi kalpli olan tüccarın kasasında bulunan paramızı alalım yarın yola koyuluruz.” demiş.
Sabah olunca çöpçü Halil tüccarın köşküne giderek kapısını çalmış, lakin kapıyı açan yokmuş, evde olmadığını düşünerek geri dönmek üzereymiş ki içeriden gelen bir ses işitmiş.
Kendi kendine adamı uykudan uyandırdım herhalde diye düşünmüş ve sonrada kapının önünde beklemiş ama kapıyı açan olmamış.
Çöpçü sonra kendi kendine; “Herhalde bana öyle geldi.” diyerek köşkten ayrılmış.
Tüccar kapıyı çalanın kim olduğuna bakıyor ona göre kapıyı açıyormuş. Günde 3 veya 4 defa köşke gelip kapıyı çaldığı halde pembe köşkün kapısını açan olmamış.
Gün geçtikçe çöpçü endişelenmeye başlamış. “Ya tüccar kaçtıysa onu bir daha bulamazsan ben ne yaparım.” diye düşünüyormuş.
O günden sonra köşkün çevrelerinde temizlik yapan Halil, tüccarın eve girdiğini görünce sevinçten elindeki süpürgeyi indirerek arkasından seslenmiş. “Hasan amca, Hasan amca.” diye bağırmış. Ona doğru giderken “Bende ne kadar kötüymüşüm adam hakkında ne kadar kötü düşünmüşüm.” diye söylenmiş.
Ona yakalandığını anlayan düzenbaz tüccar mecburen beklemiş. Yanına varan Halil “Tüccar Efendi! Senin kasana koymuş olduğum paralarımı geri alabilir miyim.” demiş.
Tüccar çöpçüyü önce bir süzmüş sonrada kaba bir sesle “Sen kimsin ne hakla benden para istiyorsun?” Demiş
Halil’in işittikleri onda şok etkisi oluşturmuştu. “Ben yıllardır biriktirmiş olduğum tüm parayı kasanda saklaman için getirip sana veren fakir bir çöpçüyüm tanımadınız mı beni?”
Düzenbaz tüccar: “Hayır, ben seni hiç görmedim ve tanımıyorum.” demiş
Zavallı çöpçü perişan bir vaziyette: “Sen ne kadar aç gözlüsün o kadar mal varlığın var yine de benim gibi fakir birinin üç kuruşuna göz dikiyorsun.” demiş ve Başını öne eğerek dalgın dalgın sokakları süpürmeye devam etmiş.
Aradan birkaç gün geçmişti. Bir sabah yaşlı bir teyze, Halil’in dalgın halini görünce “Evladım kaç gündür seni görüyorum daha geçen güne kadar mutluydun. Canını sıkan bir şey mi oldu?” diye sormuş.
Zavallı adam yaşlı teyzeye olup, biteni gözyaşları içerisinde anlatmış. Üzülen yaşlı kadın “Ben o düzenbazı iyi tanırım. Fakirlerin malını çalarak zengin oldu. Ama sen üzülme evladım. Her şeyin bir çaresi mutlaka vardır.” demiş.
Zavallı adam kısık bir sesle “Nasıl bir çare olabilir ki?”
Yaşlı kadın: “Sen öğle vakti düzenbaz tüccarın evine git ve hiçbir şey olmamış gibi paranı iste. Bende orada olacağım, mücevherlerimi onun kasasına koymak için götüreceğim. Benim mücevherlerimi gördüğü vakit mücevherleri almak için senin paranı geri verir.” demiş.
Halil’in başka bir çaresi yokmuş o gece düşünceler içerisinde yatamamış bile, öğleye doğru tüccarın evinin orasını temizlemeye başlamış.
Yaşlı Kadın hizmetçisiyle neler yapacaklarını kararlaştırdıktan sonra tüccarın evine gitmişler.
Pencereden gizlice bakan tüccar gelenin alacaklı biri olmadığını görünce hemen kapıyı açarak “Bir isteğiniz mi var hanımefendi.” diye sormuş
Yaşlı kadın: “Hasan bey! Eşim başka ülkeye iş için gitti. Bende oraya belli bir süre gitmeye karar verdim. Bu kadar mücevheri yolculukta yanımda taşımam riskli olabilir. İşittim ki sizin bir kasanız varmış. Rica etsem o mücevherlerimi ben dönene kadar kasanızda saklayabilir misiniz?”
Mücevherleri gören tüccar öyle bir mutlu olmuş ki büyük bir neşe ile “Tabii ki efendim.” der demez, çöpçü kapının önüne gelivermiş.
Tüccarın yanına ilk kez geliyormuş gibi davranan Halil “Hasan amca hatırlarsanız kısa bir süre önce size saklamanız için bir miktar para vermiştim. Rica etsem o paramı geri verebilir misiniz?” Demiş
Tüccar birkaç gün önce kapısından kovmuş olduğu Halil’e bu sefere çok farklı davranıyormuş. Kendisinin güvenilir biri olduğu imajını vermek için ikisini de içeri buyur ederek ikramlarda bulunmuş ve çöpçünün bütün parasını kasadan çıkartarak ona uzatmış. “Senin paranın hepsi burada ben bu şehrin en güvenilir tüccarlarından biriyim. Birazdan hanımefendinin de mücevherlerini bu kasada saklayacağım.” demiş.
Parasını geri almanın sevinciyle yerinde duramayan çöpçü “Müsaadeniz olursa eve gitmem gerekiyor.” demiş ve tam kalkacakken köşkün kapısı çalınmış.
Gelen kişi yaşlı kadının hizmetçisiymiş. Kapıyı açan tüccar hizmetçiyi içeri almış. Yaşlı kadının yanına gelen hizmetçi nefes nefese kalmıştı.
Yaşlı kadın: “Ne oldu kızım? Senin bu acelen ne?” diye sormuş,
Hizmetçi: “Hanımefendi, eşiniz seyahatten döndü ve hemen sizi görmek istiyor.” demiş
Bunun üzerine tüm keyfi kaçan tüccara dönen yaşlı kadın “Eşim dönmüşse mücevherlerimi saklamama gerek kalmadı.” dedikten sonra müsaade isteyerek ayağa kalkmış.
Tüccar ise büyük bir şaşkınlık içerisinde olup biteni anlamaya çalışıyordu ama kendine oynanan oyunu anlamamıştı.
Bu durumu çevresindeki herkese anlatan yaşlı kadın ve çöpçü başka insanlarında değerli eşya ve paralarını ona teslim etmemeleri için ellerinden gelen her türlü gayreti göstererek nasıl biri olduğunu tüm insanlara anlatmışlar.
Artık çevrede itibarı kalmayan ve kimse tarafından güvenilmeyen tüccar paralarını alamayanların birleşerek paralarını geri almaları sonucu yavaş yavaş tüm malını kaybetmiş ve beş parasız olarak ortada kalmış.
Kaynak: Masallar Oku
Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla kalın!.. Nurgül AYABAKAN nurgul.ayabakan@gmail.com
Sevgili okuyucularım 26 Kasım 2024 tarihinde yazdığım “Kişisel Farkındalık” başlıklı yazımda farkındalığı olan insanın kendini şifalandırmaya doğru yol alacağını ve hata yapma olasılığının azalacağını belirtmiştim.
Bugün ise bu farkındalıkla her bir olumsuz duygu ve düşüncenizi hangi nedenle bastırdığınızı belirleyerek bununla ilgili bir çalışma yapabilmeniz için izleyebileceğiniz yolları anlatacağım. Tabii ki her daim söylediğim gibi şifanın ana kaynağı, kendinizle yüzleşip bu olumsuz duyguları ve düşünceleri bırakarak ruhunuza ve bedeninize ağır gelen bu yüklerden kurutulup sevgiye geçmenizdir.
“Peki, bu nasıl olacak?” diyeceksiniz. Emekle, kendiniz üzerinde çalışarak. Çünkü insanın oturduğu yerde “Haydi, artık ben olumsuz duygu duymayacağım” ya da “Artık ben pozitif düşüncedeyim, sevgideyim,” demesiyle olmuyor. O olumsuz duygu bilinçaltınızda varsa veya tam olarak o duyguyu ve düşünceyi teslim etmemiş veya bırakmamış iseniz hayatınızın farklı dönemlerinde tekrar tekrar karşınıza çıkmaya devam edecektir.
Önce kötü duygu ve düşüncelerin bazılarını kısaca yeniden hatırlayalım. Öfke, kibir, nankörlük, bencillik, kıskançlık…
İnsanlar genelde kendilerine yapılan yanlış davranışta, o davranışı yapan kişiye veya kişilere kızar, öfkelenir. İleri aşamada içinde kin biriktirir. Nefret, duyguları intikama dönüştürür. Öfke duygusu kırıcıdır; hata yaptırır üstelik karma yaratmaya neden olur.
Kendi değerini bilmeyen, özgüveni olmayan, kendini küçümseyenler başkalarına karşı kıskançlık geliştirip kibirli davranışlar sergileyerek, onları küçümseyerek kendinde olmayanı yerine koymaya çalışır. Bir başkasından olumsuz davranış gördüğünde bütün insanları aynı kefeye koyarak “Bütün insanlar kötü, nankör, vefasız,” diyerek öfke ve kızgınlık duymaya başlar.
İnsanız, hayatta pek çok olumsuz olayla, durumla karşılaşıyoruz. Bu olumsuzluklar ister istemez olumsuz duygulara, düşüncelere bürünüyor ve bilinçaltına yerleşiyor. Farkındalıkla bunu dönüştürmek için ise emek ve çaba sarf etmek gerekiyor. Karanlık ve gölge tarafları bırakıp ışığa geçmek, aydınlanmak gerekiyor.
Bazı insanlar aşırı vericidir. Yaptığı fedakârlıklar karşısında insanlardan bencillik veya vefasızlık gördüğünde içinde öfke, kızgınlık duygularını besler ve suçlamalar başlar. En başta da kendisine kızmaya başlar. Peki, bu fedakârlığın, aşırı vericiliğin nedeni nedir? Altında yatan hangi duygu ve düşünce ya da hangi korkular var? Unutmayın her olumsuz duygunun ve düşüncenin altında yatan korkulardır. İşe bu soruların yanıtını vererek başlamak gerekiyor.
Diğer taraftan siz verici bir insansanız neden kendi özünüzden vazgeçesiniz; iyilik yapan birisi iseniz neden iyilik yapmaktan vazgeçesiniz? Olumsuz duyguların esiri olmak yerine, o duyguların farkına varıp özünüze dönmeniz sizi şifalandıracaktır.
Kendimden örnek vereyim, bir insana iyilik yapıp onun karşılığında nankörlük, vefasızlık veya değersizlik görüyorsam ya da karşımdaki sürekli almaya alışmış, emeği hiçe sayan biriyse o kişiye kızgınlık ve öfke duymam. Çünkü öfke ve kızgınlık duyarsam o kişiye değil kendime zarar vermiş olurum. Nasıl zarar vermiş olurum?
Enerjim negatif olur.
Ruhum özgürleşmez. Ruhum özgürleşmediği için bedenime zarar vermiş olurum.
Sevgiden çıkmış olurum. Karanlığa girmiş olurum.
Evrene negatif enerji vermiş olurum.
Şimdi eğer böyle insanlardan rahatsız oluyorsam zaten farkındalığım varsa rahatsız olduğumu açık olarak söylerim ve o kişiyi yaptığı yanlış davranış ile yüzleştiririm. Farkındalık veririm. Ayrıca zaten yapılan bir şeyin arkasında beklenti olmaz. Ne amaçla yaptığım konusunda, niyetim hakkında bir kere önce kendimle yüzleşme yaparım. Zaten kendimle yüzleştiğim için o olumsuz duygu olmaz. Bir de bu olumsuz duyguya sebep olan korkuma bakarım. Beni kullanan insanlara da takılmam çünkü eğer insanda tam olarak inanç ve teslimiyet varsa zaten herkesin ektiğini biçeceğini bilir. O yüzden neden olumsuz duygu duyup zihnimi meşgul edeyim ki? Vakti geldiğinde bu inanç konusunu ayrıntılı olarak yazacağım. İnsan bir şeyi sevgi ile yapıyorsa karşısındakini fazla sorgulamaz, yaşadığı olumsuzlukların kendisinde olumsuz duygular ve düşünceler oluşturup oluşturmadığına bakar.
Örneğin bir arkadaşınıza hediye almışsınız. Bir teşekkür etmeden veya o hediyeyi açmadan bir kenara atarsa veya hiç önemli değilmiş gibi değersiz göstermeye çalışırsa tabii ki üzülürsünüz. Ama bu durum o kişiye karşı olumsuz duygu, düşünce biriktirmenizi veya onu yargılamanızı gerektirmez. Bir daha hediye vermezsiniz, o kadar. Eğer o kişi size “Eskiden bana hediye getirirdin, hatırımı sorardın,” diye sitem ederse siz açık ve samimi olarak gerekçenizi anlatır, “Bu davranışını gördüm onun için,” dersiniz.
Duygularınızı her zaman sevgi ile dile getirmelisiniz çünkü getirmediğiniz zaman bunlar olumsuza dönüşür. Düşüncelerinizi de aynı şekilde. Korkunuz olmasın. Korkuya neden olan olaylara bakmanız çok önemli. Çünkü dile getiremediğiniz, o anda yüzüne söyleyemediğiniz düşünceleriniz, o kişinin arkasından konuşup dedikodu yapmanıza neden olur, aynı zamanda olumsuz bir duyguya dönüşür.
Olumsuz duygular şifalanmanızın önünü kapatır. Daha doğrusu aydınlığa çıkmayı engeller. Sevgide kalamazsınız.
Şimdi olumsuz duygularınızı şifalandırabilmeniz için yapacağınız çalışmaya geçelim. Önce elinizde bir kâğıt ve kalem olsun.
Kendinize sorun, hangi olumsuz duygulara ve olumsuz düşüncelere sahibim; bunları yazarak başlayın.
Bu olumsuz duygu ve düşünceler ne zaman başladı?
Bu olumsuz duygu ve düşüncelere yaşadığım hangi olaylar neden oldu?
Bunlara sebep olan kişileri ve onlarla yaşadığınız olayları yazın.
Bunları yaparken hangi korkularım vardı. Bu korkularımdan dolayı öfkeli oldum veya hırslı oldum ya da bağımlı oldum; yazın.
İnsanlara karşı ne zaman olumsuz duygu ve düşünce besliyorum?
Gün içinde söyledikleriniz; kullandığınız olumsuz kelimeler nelerdir, düşünceleriniz ve duygularınız nasıldır? Bunları da yazın.
Bu sorulara vereceğiniz yanıtlar, kendinize dönüp gerekli yüzleşmeleri yapmanızı sağlayacak. Burada dikkat etmeniz gereken tek şey olayları ve insanları yargılamadan, suçlamadan kendinize odaklanmanızdır. Unutmayın kendinizi şifalandırıyorsunuz. Yanıtlarınız size olumsuz duyguların kaynağını bulmanızda yön gösterecektir. O olumsuz duygu ve davranışlara neden olan duyguyu bulup sevgiye dönüştürmek için de yapmanız gereken o duyguyu bırakmak olacak. Çünkü o anda belki farkındalığınız hiç yoktu onun için yaptınız veya tecrübe kazanmadığınız için yaptınız. Ama artık farkındasınız.
İnsan olumsuzluk yaşadığı her olaya veya kişiye tecrübe gözüyle baktığında ve kendi üzerinde değişim vesilesi olarak gördüğünde zaten olumsuz duygu ve düşünceye kapılmaz. Çünkü aynı hatayı bir daha yapmaz. Ama aynı hatayı yapmamak için de önce olumsuz duyguların şifalandırılıp sevgiye dönüşmesi gerekir. Aksi hâlde insan tam olarak mutlu ve huzurlu yaşayamaz. Dinginliğe ulaşmış sayılmaz.
İnsanlar sizi sevmeyebilir, terk edilebilirsiniz, reddedilebilirsiniz. Bu durumda yapacağınız tek şey sadece samimi olarak, sevgi ve nezaket ile duygularınızı düşüncelerinizi ifade etmenizidir. Söylemediğiniz ve içinize attığınız ne olursa olsun sonra nefret duygusuna kadar gider. Olumsuz duygular yaşamamak için konuşmanız gerekir.
Örneğin bir iş yerinde çalışan hakkının yenildiğini görüp de dile getirmediğinde patrona kızgınlık ve öfke duygusu beslemeye başlıyor. Sonra başka işe giriyor ve “Kurtuldum, öfke ve kızgınlığım yok,” diyor. Hâlbuki o duygu bilinçaltını bir yere atılmış, bastırılmış olarak duruyor; söylenmemiş ve dönüştürülmemiş olarak. Eğer dönüştürülmüş olsa zaten kendisine haksızlık yapıldığını söyleyecek ve kızgınlıkla işten ayrılmayacak veya çıkarıldığı zaman kızgınlık duymayacak.
İlişkiler de öyle. Hem yapılan davranışa öfke ve nefret duygusu besleniyor, değersizlik duygusu besleniyor hem de ilişki devam ediyor. Bu nasıl sevgi oluyor? İşte burada kendinize lütfen şu soruyu sorun: “Neden ilişkiye devam ediyorum?” Böyle duygular olduğu hâlde bunun altında yatan korku nedir; bununla yüzleşmeniz gerekiyor. İşte o zaman sevgiye geçeceksiniz ve o duyguyu bırakmış olacaksınız.
Benzer şekilde başarılı olan insanı niçin kıskanıyorsunuz, bu duygunun oluşmasına neden olan nedir? Yahut kurban rolüne girmek… Buna neden olan kişiler ve olaylar neler? Neden kendinizi acındırıyorsunuz ve o kişiler size yardım etmediği zaman insanlar kötü, diye genelleme yapıyorsunuz, altında hangi olumsuz duygu yatıyor?
Her yüzleşmeyi önce kendinize karşı dürüst olarak yapmalısınız. Olumsuz duygular ve düşünceler sizi ileriye taşımaz. Bunu bilin lütfen. Onları sevgiyle özgür bırakın ve yüklerinizden kurtulun.
Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla kalın!.. Nurgül AYABAKAN nurgul.ayabakan@gmail.com
Sevgili okuyucularım, iki hafta aradan sonra yine anılarla birlikteyiz. Artık ortaokul üçüncü sınıfa geçmiş olan genç kız, sandıktan bir anıyı daha serbest bırakıyor.
Bir eğitim öğretim yılı daha bitiyordu. Okulun son günü vedalarla geçti. Okuldan ayrılacak öğretmenlerimizle ve arkadaşlarımızla vedalaşmak beni çok etkiledi; onları çok özleyecektim. Bu hüzünlü günün sonunda karnelerimizi alıp tatile çıktık. Benim karnem iyiydi. Karne deyince ailemden ortanca amcam o kadar merak ediyordu ki notlarımızı, anlatmam bunu sizlere.
O yıl birçok açıdan çok farklı ve telaşlı bir yaz geçireceğimiz belliydi, babamın yeni bir ev almasıyla değişim başlamıştı bile. Erkek kardeşim ilkokulu bitirmişti, ortaöğretim için yeni bir okul tercih edecekti. Ağabeyim, lise son sınıfa geçmişti, üniversite hazırlığı için dershaneye yazılacaktı ama hangi dershane olacağına karar verilecekti. Ablam, üniversiteden mezun olmuştu, iş aramaya başlayacaktı. Annem ise yeni eve taşınmanın heyecanı ve hazırlığı içindeydi. Ailede bir telaş vardı ve yaz tatili programıyla ilgili hiçbir şey konuşulmuyordu. Annem, “En kötü ihtimal adaya gidip denize gireriz,” diyordu ama bu kadar telaş içinde nasıl olacak belli değildi. Benim için deniz olsun da neresi olursan olsun fark etmezdi. Erkek kardeşim ve ağabeyim zaten yaz boyunca babamla birlikte işe gidiyorlardı.
Tabii öncelikli konu yeni evdi. Bir gün babam, beğendiği daireleri göstermek için amcalarıma haber verdi. Hep birlikte gittik. Ortanca amcam, babamın bizim için beğendiği daireyi beğendiğini söyledi ve “Burası benim olsun,” dedi. O gün babamın ilk defa kardeşine hayır, dediğine şahit olduk. “Hayır, burada ben oturacağım. Sen bir üst kat, bir alt kat veya karşımızdaki daireyi ya da başak dairelerden birini al,” dedi.
Annemin en büyük korkusu ise babamın ortanca amcama “Tamam, oturduğum yeri sana vereceğiz, ben başka daire alırım,” demesiydi. Babamın kardeşlerine karşı hayır kelimesini hiçbir zaman kullanmadığını biliyordu, bu yüzden böyle bir korkusunun ve endişesinin olması normaldi. Üstelik babamın beğendiği daireyi annem de beğenmişti.
Küçük amcama gelince o zaten olayın en başından beri aynı apartmanda oturmaya taraftar değildi. Çünkü ortanca amcamla aynı apartmanda ve aynı katta oturuyordu senelerdir ve artık tek başına oturmak istiyordu. Ayrıca da onun kendine göre planları varmış; babamın sonradan haberi oldu. Selamiçeşme semtinde değil Fenerbahçe ve Kalamış tarafında oturmak istediğini babam “Al,” diye baskı yapınca söyledi. Zaten annem de babama “Neden baskı yapıyorsun, oturmak istemiyor,” diyordu. Aslında babamın baskı yapmaktaki amacı bir olumsuz olay olursa birbirimize destek olmaktı. Daha doğrusu aile bir arada olsun istediğindendi. Babam paylaşmayı seviyordu, ailede ne olsa hemen gidip anlatıyordu kardeşlerine fakat küçük amcam öyle değildi; ketumdu. Bizim hep sonradan haberimiz olurdu küçük amcamın ailesinde yaşananlardan. Neyse ki eşi öyle değildi; yengem anlatırdı, zaten biz de bu sayede öğrenirdik.
Hep birlikte evi görmeye gittiğimiz o gün, küçük amcam babamın baskısı karşısında ne istediğini açık olarak söyledi. Babamın itirazı olmadı. Ortanca amcam “Bu beğendiğim daireyi vermezsen ben de bu apartmandan daire almayacağım,” dedi. Babam, kendi beğendiği daireyi veremeyeceğini söyleyince o da almaktan vazgeçti.
Tabii babam müteahhitlerle üç daire üzerinden anlaşmış ve indirim sözü almıştı. Bu durumda tek daire alınacağı için indirim de olmadı. Müteahhitler de kendileri açısından haklıydı. Üç daire satacaklar ve peşin para alacaklardı. Herkes kendini düşündüğü için karşı tarafa baskı yapıyordu. Bir de tabii para söz konusu olunca kimse zarara uğramak istemiyordu. Müteahhitlerin babamı sürekli aramasından anlamıştık bunu.
Sonunda annemin istediği gibi oldu, hem beğendiğimiz daireyi aldık hem de amcalarımla aynı apartmanda oturmak zorunda kalmadık. İlk defa hep birlikte çok şaşkındık çünkü babam kardeşlerine karşı ilk kez hayır, kelimesini kullanıp kendisinin ve annemin istediğini yapmıştı.
Amcalarımın durumu netleşip de kendi evimizi alınca bu kez bir heyecan sardı hepimizi. Yeni bitmiş bir eve taşınacaktık, üstelik bu ev hem kendi evimiz olacaktı hem de aynı semtte yaşamaya devam edecektik, bunun için çok seviniyorduk. Ayrıca da dairemizde deniz görülmesi ve adalara giden vapurları görmüş olacağız. Yalnız annemin ev ile ilgili bazı istekleri oldu. Mutfakta ek dolaba ihtiyacı vardı, ayrıca diğer odalara ve antreye de dolap yaptırmak istedi. Babam buna onay verdiği hâlde ortanca amcam “Ne gerek var, sonra yapılır, masraf etmeye gerek yok,” demeye başladı. Kendilerine gelince her şeyin alınmasına ve yapılmasına onay verirken bize gelince böyle davranmaları annemin hoşuna gitmiyordu. Ses çıkarmıyordu fakat ister istemez üzülüyordu. Babam ise ortamın yumuşak kalmasını istediği için “Boş ver, üzülme, zamanı geldiğinde yaptırırız,” diye teselli ediyordu annemi.
Babam, iş konusunda her şeyi düzgün yapmaya çalışan, olaylara serinkanlılıkla yaklaşan, kolay panik olmayan insandı. Buna rağmen yeni evimize taşınacağımız gün yaklaştıkça “Nasıl taşıyacağız?” demeye başladı. Neyse ki annem, “Neden panik yapıyorsun, kolaylıkla taşınırız. Zaten yakın, üç dakikalık mesafede. Elimizde götüreceklerimizi birlikte götürürüz,” diyerek yatıştırdı.
Hızla hazırlıklar başladı. İlk iş evin temizliğiydi, annem bir kadın bulup birlikte temizliğe girişti. Yeni inşaat olduğu için çok iş vardı, evin içi boya kokuyordu. Her şeyin yepyeni olması farklı gelmişti bana. Ablamla aynı odayı paylaşacaktık. Odamızı nasıl düzenleyeceğimize karar verdik heyecanla.
Salon, diğer eve göre küçüktü, iki koltuk takımını sığması imkânsızdı, bu yüzden annem bir takımı diğer odaya koymaya karar verdi. Mutfak ise kocamandı; bir oda kadardı. Annem en çok buna seviniyordu çünkü çok fazla misafirimiz oluyordu bizim, geniş mutfakta hareket alanı da genişlemişti. Ayrıca mutfağa masa bile koyabilecektik böylece kahvaltı ve yemek burada yenebilecekti. Eski evdeki gibi salondaki masada sofra kurmak zorunda kalmayacaktık. Babam mutfakta yemek fikrine önce itiraz etti, onun salonda televizyon karşısında yemek yeme alışkanlığı vardı. Bazı alışkanlıklardan vazgeçmenin zor olduğunu ileride kavradım. Neyse ki sonunda ikna oldu ve mutfakta yemek yemeye başladık.
Bu arada pencerelere göre perde ihtiyacı doğdu. Annem, babam ve ortanca yengem birlikte gidip birkaç yere baktılar perdeler için. Annem hep tutumluydu, gereksiz masraf yapılmasından yana olmadı hiçbir zaman. Sadece ihtiyacı neyse onu alırdı. Fakat bu yeni evde işte perdeler gibi yeni ihtiyaçlar doğmuştu. Annem evin neye ihtiyacı olduğunu iyi biliyordu. Bir de yıllarca kiracı oturduğu için isteklerini ertelemişti, kendi evimiz olunca gönlünce döşemek istiyordu. Ama yine olanaklar ölçüsünde. Fakat babam bu konuda da farklı düşünüyordu. Eşya alma konusunda cimrilik yapıyordu. Tabii bize gelince böyleydi bu. Amcamlara karşı öyle değildi.
O zamanlarda fark etmiştim. Babam yalnız çalışmış olsa kazandığı parayı kimseye hesap vermeden kullanır, istediğini alırdı. Ortak çalıştıkları için amcalarım istediklerini alırken babam “Hayır, ben bunları alacağım,” demiyordu. Aslında yine hesap vermek zorunda değildi, çünkü çok çalışıyordu, işin büyük kısmını sırtlanmıştı. Ama sorun çıkmasın diye sürekli fedakârlık yapıyordu. Tabii bütün bu fedakârlıklar ve her şeyi içine atması, belli etmemesi babamın ileride hastalanmasına neden olacaktı. Yavaş yavaş o belirtiler kendini göstermeye başlamıştı bile.
İnsan ileri yaşlarda hayır kelimesinin önemini çok iyi anlıyor, bazı yerlerde gerçekten hayır, demek gerekiyor. Çünkü insanlar çoğunlukla önce kendilerini düşünüyor, karşı tarafın üzülüp üzülmeyeceğini umursamıyor. Her insanın bir güçsüz tarafı, bir zaafı vardır. Babamın zaafı da kardeşleriydi. Onlar da babamın bu yönünü çok iyi bildikleri için nasıl olsa hayır, diyemez diye kolaylıkla her şeyi yaptırıyorlardı.
Korkular insanı derinden etkiliyor. Altta yatan korkular varsa insanı başka türlü karar almaya zorluyor ve hayatın akışının başka yöne çevrilmesine neden oluyor. İnsanda cesaret çok önemlidir. O zamanlar babamı bu konuda cesaretsiz görüyordum.
Bazı ailelerde de eşler birbirlerini sevmedikleri hâlde maddiyat veya başka korkularla mutsuz bir evlilik ve mutsuz bir hayat sürdürürler. Aslında ona evlilik demek bile güçtür; eşlerin her biri için o artık mutsuz şekilde her gün yük taşımaktır.
Cesaretsizlik insanı güvensizliğe götürür. Cesaret benim için gerçekten çok önemli unsurlardan bir tanesidir.
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com