BARIŞ BENİM İLE BAŞLAR – 18

Sevgili okuyucularım, bu ay ki “ho’oponopono” adı verilen bir arınma çalışmasını paylaşıyorum. Bu ay da farklı konular için aynı şekilde yapmanız gereken bu arınma çalışmasını dört madde hâlinde paylaşıyorum. Düzenli olarak yaptığınızda gerçekten kendinizde inanılmaz bir olumlu değişiklik göreceksiniz. Özellikle zihniniz, ne kadar berraklaşırsa o kadar huzurlu olur. En önemlisi berrak bir zihin her zaman doğru karar almanızı sağlar. Çünkü zihin olumsuzluklarla dolu olduğu zaman doğru karar bile alamıyorsunuz. Disiplin ve azimle yapılan çalışmalardan her zaman olumlu karşılık alınır. Çalışmaya geçmeden önce bununla ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum. Geçen ay bu bilgiyi paylaşmıştım fakat belki ilk defa okuyacak olanlar vardır. Onlar için yinelemekte fayda görüyorum.

Ho’oponopono yöntemi; karşımızdaki insanın yaşadığı bir sorunu duyduğumuz, öğrendiğimiz anda bizim sorunumuz olarak algılayıp kendi içimizde bundan arınarak karşımızdakini de arındırma yolunu öğretiyor. Sadece insanları değil her şeyi arındırıp temizlemenin yoludur bu. Olumsuz durumlardan kurtulmanın bir yöntemidir.

Ho’oponopono, Havai halkının kullandığı bir kendini arındırma yöntemidir. Bu yöntemi Joe Vitale’in kitabı “Zero Limit” aracılığı ile batı dünyasına tanıtan ve meşhur eden kişi Dr. Ihaleakala Hew Len oldu. Doktorasını Iowa Üniversitesi’nde yapmış olan Dr. Ihaleakala Hew Len, uzun yıllar Havai Devlet Hastanesi’nin suç işleyen akıl hastaları ile ilgilenen adli biriminde uzman psikolog olarak çalışmış. Hastalarıyla elde ettiği mucizevi sonuçlar çok ilgi çekmiş. Kullandığı yöntemler öyle etkiliymiş ki zamanla yatan hastaların tümü taburcu edilmiş, sonunda dört yıl içinde birim kapatılmış. Dr. Len’in kullandığı bu yöntem, 1982 Kasım’ından beri güncelleştirilmiş Ho’oponopono uygulaması yapan Hawaiili şaman Morrnah Nalamaku Simeona sayesinde ortaya çıkmış. Tüm dünyada bu yönteme ün kazandıran, öğrencisi Dr. Ihaleakala Hew Len ve Joe Vitale oldu.

Şimdi çalışmaya geçelim:

1) Kendi ihtiyaçlarım yerine başkalarının ihtiyaçlarını önemsememe ve kendime öncelik vermeme yol açan içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono “

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

2) Fiziksel, duygusal, zihinsel ve ruhsal olarak özgürleşmemi engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono”

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

3) Hayatımda gerekli olan değişimleri görmemi ve bu değişimleri kolaylıkla yapmamı engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono”

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

4) Kendime, insanlara ve hayata karşı öfkeli olmama yol açan içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono “

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

Kaynak: Dr.Ihaleakala Hew Len ve Berna Özcan

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

 

YENİLİK

Sevgili okuyucularım, iki hafta aradan sonra tekrar anılarla beraberiz. Sandıktan çıkarılan her anı, insanı eskilere götürüp o günleri yeniden yaşatıyor. İşte, daha sandığın kapağını açarken ortaokuldaki ergen kız oluyorum yeniden.

Yaz dönemi artık bitmişti. Yeni eve taşınma, yerleşme, halam ve kuzenlerimin her yıl olduğu gibi Almanya’dan gelip bizde bir ay kalması derken artık eylül ayı gelmiş, okullar açılmıştı.

O yıl erkek kardeşim ortaöğretime başladı. Kendisi Fenerbahçe Lisesine gitmek istiyordu. Bunun için birden fazla nedeni vardı. Fenerbahçe takımını tutuyordu, ilkokuldan bazı arkadaşları da aynı okula gidecekti, üstelik okul, bize 15 dakikalık yürüme mesafesindeydi. En önemlisi de hem ortaöğretim hem de lisesi olduğundan liseyi de orada okuyabilecekti. Böylelikle Fenerbahçe Lisesine kaydı yapıldı.

Ağabeyim mesela, bu konuda sıkıntı yaşamıştı. Ortaöğretimde gittiği Göztepe Ortaokulunun lise kısmı olmadığı için ticaret lisesinde okumaya başlamıştı. O yıl ağabeyim için de önemliydi. Lise son sınıfa geçmişti. Üniversiteye hazırlık için iyi bir kursa yazılmak istedi ve yazıldı. Beşiktaş’ta Fen Bilimlerine gidiyordu. Hafta sonları kursa devam ettiği için artık cumartesi günleri babamın yanına gitmiyordu. Hafta içi öğleden sonra, okul dönüşü gidiyordu. Ağabeyim üniversitede mühendislik eğitimi almak istiyordu kendisi fen dalında başarılıydı.

Bu arada ablam da üniversiteyi bitirmiş ve iş aramaya başlamıştı. Ortanca yengem kendisine “Niye bu kadar acele ediyorsun? Biraz dinlen, tadını çıkar,” diyordu fakat ablam o niyette değildi, bir an önce çalışma hayatına atılmak, mesleğini yapmak istiyordu. Ablamın karakteri evde oturmaya yatkın değildi, o daha çok dışarıda olmaktan, gezmekten, çalışmaktan mutlu oluyordu.

Ben, ortaokul üçüncü sınıfa başladım o yıl. Bütün yazı, hangi öğretmenlerle devam edeceğimizin merakı içinde geçirmiştim. Önceki sene gelen öğretmenlerden yine gelmesini arzu ettiklerim vardı. Çünkü hem memnun olduğum hem de alıştığım öğretmenlerin değişmesini istemiyordum. Ders işleme, not verme ve sınav biçimini bildiğiniz bir öğretmenin yerine başka bir öğretmen geldiğinde insan ister istemez önyargılı davranıyor. Belki o anda farkında olmuyor o önyargılı davranışının fakat zaman ilerleyip farkındalıklar artınca görüyor bunu.

Öğretmenlerimde değişiklik olunca ilk baktığım öğrencilere yaklaşımı olurdu. Hani derler ya, gelen gideni aratır, bu söz her zaman için geçerli değil. Ben bunu okul yıllarında yeni gelen bazı öğretmenlerimde yaşadım. Ders anlatım biçimlerinin, öğrenciye yaklaşımlarının ne kadar iyi olduğunu gördüm ve önyargılı davranmamak gerektiğini kavradım. Çünkü sonra insan söylediği sözden pişman olabiliyor. Tabii ki bazı öğretmenlerin ve arkadaşların yeri doldurulmaz. Bu da o insanın davranışıyla; davranışlarının sevgi dolu olması ve değer vermesiyle ilgili.

O dönemlerde beni üzen hiçbir arkadaşım yoktu çünkü kendim seçiyordum. Beni üzmeyecek kişilerle arkadaşlık yapıyordum. Fakat tabii ki öğretmenlerimi seçemiyordum. Gelen öğretmeni sert bulmuşsam, öğrencilere nasıl davrandığını anneme anlatırken o zaman ego ne demek bilmediğim için “Çok ters ve sinirli,” diyordum. Annem, “Sınıfta bir şey yapıyorsunuz ki sinirleniyor,” deyince “Hayır,” diyordum, “kimse bir şey yapmasa da öğretmenin yüzünden sinirli olduğu görünüyor.”

Gerçekten öyledir, bazı öğretmenler daha sınıfa girer girmez yüzlerinde sert bir ifade belirir. Sanki kavgacı bir yapısı var gibi görünür. Burada yine önyargılı davranmış olsam da genelde o görüntü gerçek oluyordu. Çünkü gerçekten insanın içindeki kargaşa yüzüne vuruyor. Sakin olan öğretmenler daha farklı davranıyor ve ders anlatıyordu. Benim hayatımda bazı öğretmenler ve arkadaşlar iz bırakmıştır. Özellikle tarih öğretmenim Süreyya Hanım ve edebiyat hocam Bengisu Hanım.

Okulumuzun iki binası vardı, eski olan tarihi binada sınıflar büyük, koridorlar uzun ve tavanlar yüksekti. Diğer bina daha yakın tarihlerde yapılmıştı. Ortaokul üçüncü sınıfta eski binaya geçtik. Buna çok sevindim çünkü bu binayı seviyordum. Koridorların uzun olması, sınıf kapılarının üst kısmının cam oluşu, kapıda uzanıp camdan içeri bakınca hangi sınıfta hangi öğretmenin olduğunu görmek, sınıf pencerelerinin hem daha yüksek olması hem de bahçeye bakması hoşuma giden şeylerdi. Soğuk havalarda dışarı çıkamadığımızda arkadaşlarımla o uzun koridoru baştan başa yürüyerek sohbet ederdik.

Sınıfımıza yeni arkadaşlar da gelmişti. Ayrıca ikmali veremeyip sınıfta kalan arkadaşlarım da olmuştu. İçlerinden birkaçına üzülmüştüm. Çünkü ders bakımdan tembel olabilirlerdi ama karakter olarak anlaşıyordum.

Kardeşim yeni okuluna hemen adapte oldu. Arkadaşlık konusunda sıkıntı çekmezdi çünkü herkesle konuşur öyle çok fazla gözlemlemezdi. Onun amacı arkadaşlarıyla oyun oynamak ve eğlenmekti; eğlenceyi seviyordu. Derslerini ihmal etmezdi ama ders çalışmaya ağabeyim gibi düşkün de değildi. Arkadaşlarına ise çok bağlıydı özellikle anlaştığı arkadaşlarını kolay kolay bırakmıyordu.

Bu arada apartmanda boş olan daireler yavaş yavaş doluyordu. Bazıları ev almış bazıları kiracı olarak gelmişti. Yeni komşularımız olmaya başlamıştı ama annem hemen öyle giderim ve tanışırım, diyen bir yapıda değildi. Zaten buna pek vakti de yoktu. Evi işlerinden ve sürekli hem oturmaya hem de yatıya gelen akraba ve tanıdıklardan fırsat olmuyordu. Kapının zilini çalan geliyordu, bize önceden sormak yoktu. Bu kalabalık yaşantının içinde en çok hoşuma giden ise annemin misafirler için yaptığı çeşit çeşit kurabiyelerdi.

Ablamın iş arayışı sürüyordu. Bir gün bir arkadaşı babamın işyerine gidip bir şirketin eleman ihtiyacı olduğunu, ablamın da mutlaka başvurmasını söylemiş. O sırada ortanca amcam da orada olduğu için haberi duyunca çok ilgilenmiş. Ortanca amcam bizim her türlü sorunumuzla ilgileniyordu. Babam akşam gelip söyleyince ablam sanki yeniden üniversiteyi kazanmış gibi çok sevindi. Ertesi gün gidip hemen başvuracaktı.

Evde konuşulan, ablamın işe girmesinin, bu işte sadece tecrübe kazanması ve işi öğrenmesinin önemli olduğuydu. Amcam, “Maaş önemli değil. Az da verseler kabul et, iş tecrübesi edinmek daha önemli,” dedi. Ertesi gün ablam, Altunizade’ye gidip Sezai Türkeş ve Fevzi Akkaya’nın şirketine mimar olarak başvurdu ve kabul edildi. Ne zaman başlayabileceğini sorduklarında ablam hemen başlayacağını söylemiş. Ortanca amcam çok mutlu olmuştu çünkü o da ablamın çalışmasını ve mesleğinde ilerlemesini çok istiyordu.

Ablam da heyecanlıydı çünkü hayatının yeni bir dönemi başlıyordu; iş hayatına atılıyordu hem de mesleğini yapacaktır.

Ablamı böyle heyecanlı görmek, iş hayatına girmesi beni de çok heyecanlandırdı ve heveslendirdi. Hemen büyümek ve okulları bitirip iş hayatına girme isteği uyandı içimde. Ama daha orta son sınıftaydım. Hangi alana yöneleceğimizi lisede belirleyebiliyorduk. Bunun için fen ve edebiyat dallarından birini seçme hakkımız vardı fakat fen sınıflarında okuyabilmek için ortaokuldayken fen ile ilgili derslerin yüksek olması gerekiyordu. Ben edebiyat sınıfını tercih etmeye daha ortaokuldayken karar vermiştim. Çünkü edebiyat ile ilgili dersler daha çok ilgimi çekiyordu ve seviyordum. Sosyal alanında okumayı düşünüyordum.

İnsan kendini tanıdığı zaman daha öğrenciyken bile hangi alanda başarılı olacağını bilir. Sözel bölümlerden birinde okursam daha mutlu olacaktım. Ayrıca sporu da çok sevdiğim için spor dalında başarılı olacağımı da biliyordum.
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

MANEVİYAT ENERJİSİ RUHU ÖZGÜRLEŞTİRİR

Sevgili okuyucularım, 14 Haziran 2022 tarihli “İlahi Adalete İnancı Olanlar Yapmaları Gerekeni Bilirler” başlıklı yazımda zamanı geldiğinde maneviyat enerjisinden bahsedeceğimi söylemiştim. Aradan iki buçuk yıl geçti ve artık bu konudan söz etmenin zamanı geldi.

“Tıpkı bir mumun ateş olmadan ışık veremeyeceği gibi, bir insanın da maneviyat taşımadan aydınlanabilmesi mümkün değildir.” (Buddha)

Maneviyat enerjisini herkes bakış açısına göre farklı tanımlar ve yaşamında uygular. Bu yazımda kendi düşüncelerimi belirteceğim.

Bana göre maneviyat enerjisi tam olarak insanın iç huzuru ve mutluğunu yakalamış olmasının bir sonucudur.

Bu iç huzuru ve mutluğunun kaynağı ise ruhunun dinginliğe kavuşmasıdır. Tabii buna ulaşmak için insanın önce kendi ile ilgili sorunlarını çözmüş, kendisi ile barışmış olması gerekiyor.

Maneviyat enerjisine sahip olan insanlar birçok zorluğun üstesinden gelir çünkü devreye inanç girer. Gerçek anlamda inancı olan insanın içindeki sevgi güce dönüşür ve her türlü zorluğun aşılmasını sağlar. Manevi enerjinin iki temel taşı sevgi ve gerçek anlamda, tamamen inançlı olmaktır.

Kabul edelim ki hayat her zaman güzellikler sunmuyor, kendimizi değiştirmemize neden olan sınavlar da getiriyor. Eğer tamamen inanmışsak içimizde büyüttüğümüz sevgi, sınavları geçmemizin anahtarı olur. Gerçek anlamda inançlı olmaktan kastım tam teslimiyettir.

Tabii herkesin inancı kendine göredir. Elden hiçbir şeyin gelmediği, çaresiz kalınan zor durumlar karşısında kimi Allah’a dua eder kimi meditasyon yapar kimi namaz kılar. Önemli olan ne yaptığından çok nasıl yaptığıdır. Tamamen inanarak ve tamamen teslimiyetle yapılan her şey sevgiyi ve maneviyat enerjisini çoğaltır. Yoksa ihtiyaç duyduğunda inanıp sonra inanmamakla olmaz.

Bir başka nokta da şu: Birçok insan “Maneviyat enerjisi var bende,” diyor ve dua ettiğinden, namaz kıldığından ya da meditasyon yaptığından söz ediyor ama olumsuzluklar yaşadığı zaman o korkular, endişeler, kaygılar öfkeler yeniden devreye giriyor. Daha doğrusu yine zihni başlıyor çalışmaya ve o ruhunun dinginliği kayboluyor çünkü kontrolü kendisi tekrar eline alıp o olumsuzluktan çıkmaya çalışıyor. Bu durumda sevgiden, inanç ve teslimiyetten, sonunda da maneviyat enerjisinden uzaklaşmış oluyor.

Diğer taraftan bazı insanların hayatında maddiyat önceliklidir. Sevgiye,  mutluluğa ve huzura maddiyat ile kavuşacağını, sorunların çözüleceğini sanır. Aslında insanın gerçek anlamda iç mutluluğunu bulması için o öz sevgiyi yakalaması gerekiyor.

Bir başka önemli nokta ise insanların şu büyük ön yargısıyla ilgili: “Bir kimse dua ediyor, namaz kılıyor, oruç tutuyor ise maneviyat enerjisi yüksektir, o kimseye zarar vermez.” Hâlbuki maneviyat enerjisi sadece bunları yapmak demek değil ya da bunları yapan kişi gerçek anlamda ahlaklı bir davranış gösterecek demek değil.

Maneviyat enerjisine sahip olmak gerçek anlamda (evrensel) sevgi enerjisine sahip olmaktır. Evrensel sevgi, Allah’ın yarattığı bütün canlılara konuşmadan, görüşmeden de o sevgiyi akıtmaktır.

Seyahatlerimde, özellikle de Güney Asya ülkeleri Laos ve Sri Lanka’da bu maneviyat enerjisini çok hissettim. İnsanlar öyle doğal ki tanışıp konuşmadan, yolda yürürken bile o sevgi enerjisini hissediyorsunuz. Yüzlerine baktığımda iç mutluluğu bulduklarını rahatlıkla gördüm. Maddeden uzak bir anlayıştalar, hayatlarında birinci sıraya maneviyatı koymuşlar. Kaldığım otellerde odalara ücretsiz yiyecek ve içecek bırakıyorlar.

Şimdi o insanların durumuna bakıp hiçbir sorunlarının olmadığını, hiç parasızlık yaşamadıklarını söyleyebilir miyiz? O insanlar sadece sevgiyi hayatlarına geçirmiş. Çoğu insan sevgi ya da maneviyat enerjisini dilinden düşürmeyip yaşantılarında başka türlü davranırken bu insanlar sizi olduğunuz gibi kabul ediyor.

Maneviyat enerjisine sahip olan insan etrafına güzellik verir. Herhangi bir cimrilik yapmaz. Gelecek ile ilgili korkusu olmaz. O sadece ruhunun aydınlanmasını sağlamak, güzel bir ruh olmak ister. O ruh ile önce kendine sonra etrafına faydalı olur.

Maneviyat enerjisine sahip olanlar insanları kategorilere ayırmaz; mevkisine, ününe, malına mülküne bakmaz; sadece insanlığına bakar. Herhangi bir menfaat için yanaşmaz. Dürüstçe söyler. Beddua etmez, kötü sözler söylemez. Kötü düşüncelere kapılmaz çünkü maneviyat enerjisi ile kendi içsel yolculuğu esnasında karşılaştığı bütün zorlukların üstesinden geleceğini bilir.

Bundan iki sene önce bir arkadaşım telefonla arayarak bir zorluk yaşayan çok yakın arkadaşının şifalanması konusunda benden yardım istedi. Ben de kabul ettim. O konuşmamızda arkadaşının maneviyat enerjisinin çok yüksek olduğunu da söyledi. Bir yorum yapmadım ama o anda içime gelen hisle arkadaşımın söylediğine inanmadım çünkü ona göre öyledir.

Sonra söz ettiği o arkadaşıyla yaptığımız telefon görüşmesinde bir baktım ki maneviyat enerjisinden eser yok. Konuşmamız boyunca sevgi enerjisini hissetmedim. Sürekli dünyevi şeyleri almaktan söz etti. Elinde iki tane ev varsa üçüncüsünü almak istiyor, çok kazanmak istiyor, mutluluğu dışarıdaki imkânlarla bulmak istiyor. Maddi istekleri neredeyse sonsuz…

Onu bana yönlendiren arkadaşımla bir sonraki görüşmemizde “Maneviyatı yüksek dediğin arkadaşın sürekli mal mülk yapmak istiyor. Bu nasıl maneviyat enerjisi? Elindekine hiç şükretmek yok, hep istemek peşinde,” dedim. Arkadaşım hayal kırıklığı içinde “Konuşurken öyle değildi,” dedi. İşte insanların en büyük yanılgıya düştüğü ya da ön yargılı davrandığı nokta da bu! Maneviyat enerjisine sahip olduğunu söyleyen ya da ağzına Allah kelimesini alan herkes tam olarak inançlı veya maneviyat enerjisi sahip demek değil.

Maneviyat enerjisinde sevgi olduğu için ona sahip olanlar elindekilere şükreder, aç gözlülük yapmaz, kimsenin hakkına girmez. Kendisine zarar veren kişilere herhangi bir olumsuzluk düşünmeden, kimsenin kötülüğünü istemeden hayatını tam olarak sevgi içinde, iç huzuru ve iç mutluluğunu bulmuş olarak yaşar.

Güney Asya ülkelerinde yaşayanlar için Lotus çiçeği çok önemli. Bataklıkta yetişen Lotus çiçeği saf kalabilmeyi temsil ediyor. İnsanların da her türlü kötülüğe rağmen bir Lotus çiçeği gibi özünde saf kalabilmesi için ruhun aydınlanması gerektiğine inanılıyor.

Peki, maneviyat enerjisinin varlığı nasıl anlaşılır? Maneviyat, belirli bir iç huzuruna eriştiğinde kişinin içinde uyanır. İnsan, bedeni, zihni ve ruhu ile bir olur. Hiçbir şey onu korkutmaz. Her zaman huzuru kendinde aradığı için mutlu olur. Açık bir kalp ve zihin ile tüm zorlukların üstesinden gelir. Madde olan hiçbir şeyi sevmez. Hayatını sadeleştirmiştir, sade ve doğal yaşar. Her türlü gösterişten uzaktır. Manevi enerjiye sahip olan insan için sadece ruhen özgür olmak önemlidir.

Maneviyat enerjisine sahip insan Allah’a tamamen teslim olur, teslimiyetinin derecesi koşullara göre değişmez. Korkulardan vazgeçip (yalnızlık, reddedilme, terk edilme, başarısızlık, parasızlık vb.) mutlu taraflarını yakalamaya odaklanan insanın maneviyat duygusu çok güçlü olur. Manevi enerjiye sahip insan sürekli para konuşmaz, dedikodu yapmaz, olumsuz duygular ve düşünceler barındırmaz.

Dünyayı daha iyi hâle getirmek için olumlu düşünceler, duygular besler. Sözlerinde nezaket vardır. Her zaman yardım eli uzatmanın yollarını arar.

İbadetlerini yerine getirdikten sonra olumsuzluk yapan insanın maneviyat enerjisinden söz edilemez çünkü ibadet ile sadece görevlerini yerine getirmiştir. Oysa maneviyat enerjisinde dürüst olup hiç kimsenin maddi ve manevi hakkını yememek, dünyanın malından mülkünden uzak olup ruhu zenginleştirmek vardır.

Ruhu zenginleştirmek için o ruhu aydınlatmak çok önemlidir. Birçok insan manevi enerjiye sahip olduğunu düşünür ama ruhunun özgürleşmediği görülür. Ben manevi enerjiyi ruhun özgürleşmesi ve aydınlanması olarak, Allah’a teslimiyet olarak görürüm. İbadet edenin manevi enerjisi vardır ama yüzeyseldir, derinlik yoktur. Maneviyat enerjisine sahip olan karma almaz.

Yaşadığım bir örneği anlatayım. Akraba, tanıdık, arkadaş; etrafımdakilere bakıyorum oruç tutup dua ediyorlar ve namaz kılıyorlar ama sonra dedikodu yapıyorlar, bizzat şahit oldum. Sizin de etrafınızda vardır. Bir arkadaşa  “Önce kalbini temiz tut,” deyince “Kalbim temiz değil mi?” diye sormuştu. Ben de “Yüzüme söyleyemediğin şeyi arkamdan konuşup sonra yüzüme gülüyorsun. İşinin görülmesi için yaptığın gülücükler ve sevgiler sahte,” demiştim. Bu insan da oruç tutup namaz kılıyordu. Hep söylediğim gibi, insan önce ruhunu arındırmalı. Ben burada kimsenin ibadetini yargılamıyorum, eleştirmiyorum. Sadece manevi enerjiye ben böyle bakıyorum.

Egolar, korkular ve dünyanın malına tapmakla maneviyat enerjisi olmaz.

Manevi enerji ne kadar yüksek ise ruh o kadar aydınlanıyor.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve Işıkla!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

 

DIŞA BAKAN RÜYA GÖRÜR, İÇE BAKAN UYANIR

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi “Dışa Bakan Rüya Görür, İçe Bakan Uyanır”

Bu kitabın yazarı olan; Carl Gustav Jung, 20. Yüzyılın en önemli filozof-psikiyatrlarındandır. O bir ruh çözümlemecisidir. Freud’dan ayrıldıktan sonra kurduğu analitik psikoloji ekolüyle bir devrim yaratan Jung, günümüz psikolojisinde de halen kullanılan psikoloji tipler, kolektif bilinçdışı, kompleksler ve çağrışım testi gibi kavramların sahibidir. Jung hepimize bir bireyleşme süreci vaat eder, bunun rotasını da insanın içine baktığı bir deneyim yolu olarak çizer. Deneyim yolu gereklidir çünkü “kendi içine bakmaya cesareti olmayan herkesin yaşamı bulanıktır”, dahası bu bulanıklık dünyayı da bulandırır.

Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.

“…

İnsan kendine körken, tüm uğraşılarında bilinçsiz bir karanlığı taşırken, yolunu düzgün bir şekilde nasıl görebilir? Bastırılan her şey varlığını başka bir yerde sürdürür, hiçbir yere kaybolmaz ve ayrı bir kişilik sistemi oluşturur.

Bir çocuğu gözlemlediğinizde ondaki tutkuyu, benmerkezciliği, kavgacı tutumu rahatlıkla görürsünüz. Yetişkinlikte ise tüm bu davranışlar geri plana itilir, anne babalar, eğitimciler ve toplum kabul edilemeyen bu davranışların geri plana atılması gerekliliğini salık vererek yetiştirir çünkü bizi. İçten gelen bu eğilimlerin unutulduğunu sanan yetişkinlerse kendini bazı roller kaptırır. Kendisinin muazzam renkte ve güzellikte çiçeklerin olduğu bir bahçede yaşadığını düşünür. Ancak bahçede “göremediği” yabani otlar vardır.

Bu yabani otlardan biri “persona”dır.

İnsanın dış dünyayla uzlaşma çabası üzerine taktığı bir maskedir persona.

Persona kolektif bilinçdışına ait bir parça olmakla birlikte aynı zamanda kişiliğimizin dış dünyaya ait olan bölümüdür. Aslında ne olmadığımızdır. Adının antikçağda aktörlerin oynadığı rolü belirtmek için yüzlerine taktığı maskeden alır.

Bilinçli ya da bilinçsizce taktığımız bu maske ile kendimize bir vitrin oluştururuz ve bu vitrine yapay parçalar ekleriz. Dış dünyadaki ilişkilerimizi bu maskeyle düzenleriz. Toplum da bizden bunu ister, böylece neysek o oluruz. Bir öğretmen öğretmen gibi davranır, bir rahip ise rahip gibi. Herkes vitrinine göre davranır.

Persona insan için iki tehlike barındırır. Gelişimi önemsemediğinde dünyada konumunu belirlemekte sıkıntı yaşayan huzursuz insan ortaya çıkar. Fazla benimsendiğindeyse kişi kendisini rolüne fazla kaptırır ve kendine yabancılaşır. Bir nevi VR gözlüğüyle oynadığı oyunda kaybolmak gibi…

Oysa gerçek kişilik, maskenin altında gizlidir.   

Bahçenin yabani otlarından bir diğeri “gölge”dir. Çocukluğumuzdan itibaren şekillenmeye başlayan personada aile ya da toplum tarafından onaylanmayan, kabul görmeyen şeyleri bastırma, benimsenenleriyse parlatma ihtiyacında oluruz. Bastırılanlar kişisel bilinç dışına itildiğinde ortaya gölgemiz çıkar.

Tıpkı bedenimize vuran gün ışığının yerde gölge yaratmasına benzer şekilde egomuz da bilincimizin ışığında bir gölge oluşturur.

Gölge, içimizde engellenenleri yapmak isteyen, olamadığımız her şeydir.  


Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

AKRABA KISKANÇLIĞI

Sevgili okuyucularım, bir ay aradan sonra yine anılarla birlikteyiz. Artık sandıktan çıkan anılarda ortaokul üçüncü sınıfa geçen öğrencinin ergenlik döneminin getirdiği daha fazla farkındalık var. Şimdi bunlardan birini serbest bırakıyorum.

Bir önceki anımda bahsettiğim gibi aynı semtte yeni ev alıp taşınma telaşı ve yerleşmemiz biraz zaman aldı. Bu zaman içinde apartmanda sadece biz vardık, daha kimse daire almamıştı. Fakat boş dairelere gelip bakanlar oluyordu.

Apartman yeni olduğu için ismi yoktu. Müteahhitler babama sormuş, “Apartman ismi ne oldun?” diye. Babam “Gül” olsun demiş. Kabul etmişler. Bu defa aile içinde bana “Baban seni daha çok seviyor. Bak senin adını apartmana verdi,” demeye başladılar. Çünkü nüfus kayıtlarında adım Nurgül olduğu ve sosyal hayatta böyle hitap edildiği hâlde aile içinde kısaca Gül, diyordu herkes bana.

Aslında annem ve babam hiçbir zaman evlatlarını ayırt etmediler, birimizi diğerimizden üstün tutmadılar. Belki sürekli sarılıp öpmezlerdi ama biz dört kardeşe eşit ve adil bir şekilde sevgilerini hep hissettirirlerdi. Annemin bize sarılması, öpmesi babama göre fazlaydı ama ikisinin de sevgisinden emindik, bunu hissediyorduk.

Tabii apartman yeni olduğu için yeni ihtiyaçları vardı. Bunlardan biri de apartman görevlisi ihtiyacıydı. Apartmanın ismi belli olduktan sonra bu sefer apartman görevlisi arayışı başladı. Müteahhitler yine babama sormuş, “Siz bu semtte eskiden beri oturuyorsunuz, önerebileceğiz biri var mı?” diye çünkü müteahhitler beş kardeşti ve ikisi bizim oturduğumuz apartmanda oturacaktı. Babam, konuyu anneme söyleyince o da oturduğumuz eski apartmanın görevlisini önerdi. Çünkü gerçekten son derece dürüsttü ve işini çok iyi yapıyordu. Üstelik onlar da ailece o apartmandan ayrılmak istiyorlardı, oturdukları daire hiç güneş görmüyordu, penceresi yoktu.

Annemle babamın bu önerisini beş müteahhit kardeşten dördü onaylarken biri onay vermedi. Oysa kardeşlerden, bizimle aynı apartmanda oturacak olan ikisi hemen kabul etmişti. Buna rağmen dört kardeş itiraz eden kardeşin isteğini kabul edince babamın önerdiği kişi gelmedi. Başkasının önerdiği bir görevli geldi. Tabii yeni gelen görevli biraz zor durumda olduğu için tercih edilmişti, o yüzden kimsenin itirazı olmadı.

Burada beni şaşırtan şu olmuştu: Kendi aileme bakarken babamın hep amcalarımın sözünü dinlediğini görür ve bunun yalnızca bizim aileye özgü olduğunu sanırdım. Oysa şimdi başka ailelerde de bunların yaşandığına şahitlik ediyordum. Müteahhitlerin beş kardeş olması, ortak iş yapmaları ve birinin istemediğine diğerlerinin uyması; benzer durumlardı.

Bu olayda beni rahatsız eden, kimin apartman görevlisi olacağına apartmanda oturacak kardeşlerin değil oturmayacak kişinin karar vermesiydi. Üstelik tanımadığı bir insan hakkında olumsuz görüş bildirmişti. O kişiyi bilip de karşı çıksa yine anlarım ama böyle peşin hükümlü davranması beni rahatsız etmişti.

Aile içinde birbirinin alacağı kararlara, özgürlüğe karışılmasına biraz farklı bakıyorum. İnsan tabii ki ailesine danışır, bir mesele varsa etraflı konuşulur, herkes fikrini söyle ama karar vermek bireyin kendisine kalmıştır. “İlle de bunu yapacaksın!” diye ısrar etmemelidir. İnsanın ruhu sıkılıyor ısrarda.

Evi alınca annemin ve babamın akrabalarından duyanların bazıları telefonla arayıp hayırlı olsun, dileğinde bulundular bazıları eve geldiler. Benim dikkatimi çeken, eve hayırlı olsun diye gelen akrabalardan bazılarının çok yakın olmamıza rağmen herhangi bir hediye getirmemeleriydi. Oysa maddi durumları hediye getirecek kadar iyiydi.

Mesela eski apartmandan annemin komşuları hayırlı olsuna geldiklerinde hepsi de birer hediye getirmişti. Bizim akrabaların bazıları “Biz alışmadık,” diyorlardı ama başkalarına götürüyorlardı. Dolayısıyla alışmakla ilgili değildi bu davranışları, sadece dürüst davranmıyorlardı; aslında anneme ve babama değer vermiyorlardı. Nasıl olsa sessizler, bir şey demezler, diye kendilerini bu şekilde savunuyorlardı.

Babam bize çocukluğumuzdan itibaren hediye almayı öğretmişti. Hediye almanın bir görgü kuralı olduğunu söylerdi, annem de öyle. Eğer birisi doğum yapmış, evlenmiş, ev almış veya hasta ise babam da annem de bir şey almadan gitmezdi. Aileden bunu görünce insan kendi hayatında da uyguluyor. Uygulamayanı ise o yaşta bile garip karşılıyordum. Tabii eğer insanın içinden gelmiyorsa zorla hediye alması da beklenemez.

Ben içten ve kalpten gelerek alınan hediye ne olursa olsun her zaman kabul ederim. Hediye almak kadar vermesini de severim. Yakın arkadaşlarıma doğum günü ve yılbaşı hediyesini alırdım. Babam bize, “Hediyenin büyüğü küçüğü olmaz, herkes bütçesine göre hediye almalıdır. Önemli olan niyetlerin iyi olmasıdır,” derdi.

İşte bu yüzden evimize hayırlı olsuna gelenlerin küçük de olsa hediye getirmemesini yadırgıyordum. Aslında bırakın hediyeyi bazılarının ağzından söylediğini kalbiyle söylemediği,  kıskançlık duyduğu maalesef hissediliyordu. Bunu anneme söylediğimde “Boş ver,” diyordu. Kıskanç insanların enerjisinin iyi gelmediğini hep söylüyordum anneme. Onu o yaşta görmüştüm; kimlerin ruhunun kıskanç olduğunu. Babam bir şey aldığı zaman sürekli kıskanç imalarda bulunurlardı, içten ve kalpten konuşmazlardı. Fakat maalesef annem ve babam onları eve kabul ettiği için saygıdan dolayı yanlarına çıkmak zorunda kalıyorduk. Eğer ayrı yaşamış olsaydım o akrabalarla görüşmezdim.

Tabii bu akrabalar eve geldiğinde veya telefon açtığında annemi soru yağmuruna tutuyordu. Evi kaça aldığımız, ne kadar verdiğimiz, başka ev alıp almayacağımız, amcalarımın nereden ev alacağı gibi soruların ardı arkası kesilmiyordu. Annem fazla uzatmak istemezdi. Niyetlerini bilir ama yüzlerine bir şey söylemezdi. Bazı akrabaların ve tanıdıkların arkamızdan yaptığı dedikoduları duyunca onlardan iyice soğuyordum. Yine de annem ve babam onlarla görüşmeyi sürdürdüğü için evimize geldiklerinde ben de aynı evde yaşadığım için mecburen ve saygıdan dolayı konuşmak zorunda kalıyordum.

Babam ve annem, bize çocukken “Bir başkasının evine gittiğinizde hiçbir yeri karıştırmayın, izinsiz buzdolabını açmayın,” diyerek büyütmüşlerdi. Bu yüzden benim o yaşta en çok şaşırdığım şeylerden biri evimize gelen bazı tanıdıkların bizden izinsiz buzdolabımızı açıp bakmasıydı. Hatta içlerinden biri dolapta ne olduğuyla ilgili başka bir akraba ile dedikodu yapmış ve annem bunları başka yerden duymuş yine de bir şey söylememişti.

Ben olsam “Neden dedikodumu yapıyorsunuz?” diye yüzlerine söylerim çünkü çocukluğumdan beri bana hitap etmeyen tek şey, bu akrabalar arasında olsun, komşularda ve diğer sosyal alanda olsun; dedikodu yapılmasıdır. Hem yüzüme gülecek hem de arkandan dedikodu yapacaklar; bunu kabul edemem.

Annem maalesef böyleydi, insanlara sesini çıkarmıyordu. Tabii bazı akrabalar ve tanıdıklar da onu sessiz bulunca “Nasıl olsa hataları söylemez,” diye düşünüyordu. Aslında annem her şeyin farkındaydı ama söylemiyordu, sessiz kalmayı tercih ediyordu. Babam da öyleydi, kimsenin hatasını söylemezdi. Bu sessizliğinden faydalan akrabalar ve tanıdıklar bu durumu çok iyi kullanıyordu.

Mesela babamla küçük amcamın iş ile ilgili tartışma sebeplerinden biri de babamın araba parçası alımlarında ve arabaya yapılan tamirde akrabalardan para almamasıydı. Baba tarafından uzak bir akraba parça aldığı zaman parasını vermediği için küçük amcam sinirlenir arabasını bakıma getirdiğinde yapmak istemezdi. O zamanlar akraba olarak bakıyorduk ve bu davranışı için küçük amcamı eleştiriyorduk fakat ileri yaşlarda onun haklı olduğunu gördüm. Çünkü bazı akrabalar bunu suiistimal ediyordu. “Nasıl olsa akrabayız para alınır mı?” ya da “Akrabadır, tabii ki yapacak!” diyorlardı.

Evet, akrabalar arasında bunu fark etmiştim, kendileri için bir şeyler bekliyor ama onlar bizim için hiçbir şey yapmıyordu. Onun için akraba her zaman yanında olur veya hakkını verir, sana karşı olumsuzluk düşünmez ve yapmaz diye düşünmek yanlıştır. İnsan ruhu akrabaya veya tanıdığa bakmıyor. 

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

EKMEK ÇALAN ÇOCUĞUN HİKAYESİ

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

Son zamanlarda dilden dile dolaşan ve sosyal medyada en beğenilen hikayeler arasında yer edinen, ekmek çalan çocuğa hakimin verdiği ibretlik karar, okuyanı duygulandıracaktır.

Söz konusu hikaye Amerika’da yaşayan küçük bir çocuğun marketten ekmek çalarken yakalanarak, yargıya teslim edilmesiyle başlamaktadır.

Daha yeni 15 yaşına girmiş olan bir çocuk, marketten ekmek çaldığı esnada dengesini yitirerek bir yere zarar verince market sahibi tarafından yakalanır.

Ekmek çalan çocuğun yargılandığı davayı yürüten hakim, dava sonunda verdiği kararla ekmek çalan çocuğun yerine mahkemede bulunanları cezalandırması tüm ülkede büyük yankı uyandırmıştır. 

Market çalışanlarının polise şikayet etmesi üzerine yakalanan çocuk, ertesi gün hakim karşısına çıkarılır. Hakim, karar vermeden önce çocuğa bakarak “Niçin Çaldın?” diye sormuş.

Çocuk : Açtım, ekmeğe ihtiyacım vardı.

Hakim : O ekmeği çalacağına bir ekmek alamadın mı?

Çocuk : Hayır çünkü bir ekmek satın alacak param yoktu.

Hakim : Ailenden bir ekmek parası isteyebilirdin

Çocuk : Annem ile beraber yaşıyoruz. Annem hem hasta hemde işsiz. Evde yiyecek kalmadığından biraz ekmek ve peynir çalmaya kalkıştım.

Hakim : Peki sen çalışıyor musun?

Çocuk : Yıkamacıda çalışıyordum. Ama annem hastalanınca ona bakacak kimse olmadığından ona hizmet etmek için izin istedim. Bu yüzden işten kovuldum

Hakim : Peki size yardım edecek akrabanız yok mu?

Çocuk : Her sabah evden çıkıp iş arıyorum. Eleman arayan işyerleri ile iletişime geçtim ama iş veren olmadı. En sonunda bende hırsızlık yapmaya karar verdim.

Çocuğun savunmasının ardından salondaki herkes hakimin vereceği kararı bekler. Hakim, meraklı bakışlar arasında orada bulunan herkesi şaşırtan kararını açıklamaya başlar. “Hırsızlık, özelliklede bir ekmek çalmak gerçekten utanç verici bir suçtur. İşte bu salonda bulunan ve bulunmayan herkes bu çocuğun suçundan sorumluyuz. Biz dahil…”

Salonda bulunanlar daha da şaşırmıştı. Hakim sözlerine devam etti. “O zaman mahkeme heyetini 10 Dolar ile cezalandırıyorum. Herkes bu çocuğa 10 dolar verecek.”

Market Sahibine Bakan Hakim. “Çocuğa ihtiyacı kadar ekmek vermeyen markete çocuğa verilmek üzere 1000 dolar para cezası verir.”

Karar sonrası gözyaşları içinde ağlayan çocukla beraber şu sözleri söyleyen hakim gözyaşları içerisinde salonu terk eder: “Bir birey sadece karnını doyurmak için ekmek çalarken yakalanıyorsa, bu durumdan hem toplum hem de devlet utanmalıdır.”

Hakimin, gerekçeli kararda belirttiği, “Çalmak, özellikle de temel ihtiyaç olan ekmeği çalmak çok ama çok utanç verici bir suçtur. Bu suçtan hepimiz sorumluyuz” ifadeleri şimdi bile okuyanları ağlatmaya yetiyor.

Kaynak: Masallar Oku

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com