FARKINDALIKLARIM YAŞIMLA BİRLİKTE BÜYÜYORDU

Sandık her zamanki yerindeydi, yeniden açılacağı anı bekliyordu. Aradan iki hafta geçmiş çocuk sandığın yanına gelmemiş, sandığın kapağı açılmamıştı. Nice sonra küçük çocuğun ayak sesleri duyuldu uzaklardan. Yavaş yavaş sandığa doğru ilerliyordu, belliydi yine aynı seremoni gerçekleşecekti. Galiba sandıkta alışmıştı belirli aralıklarla kapağının açılmasına. İçindeki yükler bir bir gün yüzüne çıktıkça sanki oda hafifliyor, nefes alıyordu. Çocuk elinde anahtarla sandığın yanına geldi, usulca yere oturdu. Bir süre sessizce bekledi sonra tüm heyecanını kenara bırakıp anahtarı deliğe yerleştirdi ve sandığın kapağını açtı. Sırası gelen anıyı ellerinin arasına aldı, ardından sandığın kapağını yeniden kapattı, kilitledi ve anahtarı cebine, aynı yere koydu. Şimdi sıra ellerinin arasındaki o anıyı dillendirmeye gelmişti. Yeni macera böylece başladı.

  • “Karnemi aldıktan sonra üç ay sürecek büyük bir tatil başlayacaktı. Yaz Tatili! Yaz boyunca, tamı tamına üç ay boyunca sınırlama olmaksızın dilediğimce oyun oynayacaktım, ayrıca denize de gidecektik. Değmeyin keyfime! Koskoca ve eğlenceli kışı geride bırakmıştık. Okul, yağan kar ve muhteşem oyunlarla dolu bir kış… Yaz mevsiminin gelmesine ve okulların kapanmasına çok az kalmıştı. Karne alacak olmanın heyecanı beni çoktan sarıp sarmalamıştı. İlk karnemi alacaktım nasıl heyecanlı olmayayım?

Okulların kapanmasının ardından dayımın düğünü için Malatya’ ya gidecektik. Annem düğün hazırlıklarına çoktan başlamıştı. Kıyafet alışverişi bu hazırlığın en büyük bölümünü oluşturuyordu. Annemle, çarşıya kıyafet alışverişi için gittiğimiz o günü hiç unutmam. Bir mağazaya gitmiştik, annem birkaç kıyafet denedi, ardından bir döpiyesi belirledi ve parasını ödemek için kasaya gittik. O zamanlarda kıyafetlerin üzerinde fiyat etiketleri pek bulunmadığından kıyafetlerin parasının ne olduğunu ancak kasada öğrenebiliyordunuz. Kasaya geldiğimizde kıyafetin fiyatı anneme yüksek geldi. Önce kasiyere teşekkür etti, ardından yanında bu kadar para olmadığını parayı denkleştirdikten sonra geleceğini bu kıyafeti ancak o zaman alabileceğini söyledi. Kıyafetlerde fiyat etiketleri olmadığı gibi, o dönemlerde kartla da alışveriş yapılamıyordu, her şey nakit olarak ödeniyordu.  Böylece mağazadan çıktık ve ilerideki başka bir mağazaya gittik. Annem orada başka bir kıyafet beğendi, yanındaki parası bu kıyafeti satın almaya uygun olduğundan onu satın aldı. Annem istediği kıyafeti istediği fiyata bulmuştu, sonra rotamızı eve doğru çevirdik. Evet, her şey normal görünüyordu, ama kime göre?  Bana göre bu alışverişte bir yanlış vardı. Nemiydi? Annem bir mağazaya girmiş, beğendiği ama parası yetmediği için alamadığı o kıyafet için kasiyerlere parasına denkleştirip geleceğini söylemişti. Buna rağmen başka bir yerden kıyafet aldı ve geri geleceğini söylediği mağazaya yeniden gidip durumu anlatıp neden onlardan alışveriş yapmadığını anlatmamıştı. Bu dürüstçe bir davranış değildi, bu doğru değildi. Bir süre bu duygular yorulmaksızın zihnimde dans edip durdu. Sonradan bu duygularımı annemle paylaşmam gerektiğini düşündüm. Ona çocuk dilimle, alışveriş esnasında yanlış davrandığını, alacağını söylediği halde o kıyafeti almadığını ve bu durumu o mağazaya gidip izah etmesi gerektiğini söyledim. Annem benim sözlerime güldü, hatta birazda benimle dalga geçti. Bana dedi ki: ‘Ben o mağazada kıyafeti ayırttırmadım, sadece paramı denkleştirip alacağım dedim. Üzerinden bunca zaman geçmiş sanki halen benim için tutuyorlar, satmadılar.’ Annemle aynı fikirde değildim. Çünkü bir söz verilmişse mutlaka yapılmalıydı. Söz tutulamıyorsa da gidip olan biten anlatılmalıydı. Söze sadık olmak öylesine önemliydi ki benim için, başkalarının verdiği ve tutulamayan o sözler bile bende mahcubiyet duygusunu oluştururdu. (Halen de benim için sözünde durmak çok mühimdir. Ya yerine getiremeyeceğin bir sözü verme ya da her ne olursa olsun verdiğin o sözü tut.)

Okullar kapanmış ve ilk karnemi almıştım. Elbette karnemdeki tüm notlar ‘Pekiyi’ idi ve ben çok mutluydum. Yaşasın oyun özgürlüğü! Malatya’ ya gitmek için son hazırlıklar yapıldı, otobüs biletlerimiz alındı. Annem, ağabeyim, ablam ve kardeşim. Babam işlerinden dolayı gelemiyordu. Her zaman çok yoğun çalışırdı, sadece Pazar günleri tatil yapardı. İşleri yoğundu ama zaten çalışmayı da çok severdi. Annem yolculuğumuz için çok güzel yiyecekler hazırlamıştı, onları özenle paketlemişti. Yolculuk için her bir detay düşünülmüştü ve biz artık otobüs yolculuğu için hazırdık. Her ne kadar tren yolculuğu kadar muhteşem olmasa da otobüs yolculuğumuzda güzeldi. Benim tek sıkıntım arabanın midemi kötü yapması yani beni tutmasıydı. Kısa mesafelerde dahi araba yolculuğu benim için zorlayıcı olabiliyordu. On altı saat süren yolculuktan sonra Malatya’ya, anneannemlere ulaşmıştık. İçimde babaannemin yokluğunun verdiği derin sızıyı hissetmiyor değildim. Geçen yıl babaannemlerde kaldığım günleri, hatta anları bir bir aklımdan geçirdim. Kendimce çalışkan babaannemi yad ettim. İlk defa bu kadar yakın bir akrabamın düğününe şahit oluyordum. Dayımın yeri bende her zaman başkadır. Ablamla şakalaşmaları, bana aldığı o güzel bebek (halen saklarım). On beş gün kadar Malatya’ da kaldık ardından evimize, İstanbul’ a döndük. Malatya’ da düğünden sonraki günlerim nasıl mı geçti? Düğünden sonra tebrik için anneannemlere hemen her gün misafir geldi. Ev adeta misafirlerle dolup taştı. Biz çocuklar evin kalabalığından kaçıp sokakta oyunlar oynuyorduk, ağabeyimle de maç yapıyorduk. Ablamsa üniversite sınavlarına hazırlandığı için kitaplarını yanında getirmiş, hemen her fırsatta ders çalışıyordu. Tatil ve ders, hiç de güzel bir ikili değildi.

Malatya’ da çok akrabamız olduğundan neredeyse her gün birilerinin evine davete gidiyorduk. Baba tarafından bir akrabamız bizi gidecekleri pikniğe davet etmişti. Bu davete hayır denilebilir mi? Piknik için enfes yemekler hazırlanmıştı, her biri birbirinden lezzetliydi. Pikniğe, yol boyunca güle oynaya, şarkılar söyleyerek gitmiştik. Birlikte gittiğimiz ailenin beş kızı vardı, anne ev hanımı, baba fabrikada işçi idi, bir de hasta babaanneleri vardı. Öyle varlıklı bir aile değildi, hani denir ya kendi yağlarıyla kavruluyorlardı. Ama çok mutluydular, uzaktan dahi onlara bakan herkes bu mutluluğu görebilirdi. Piknik boyunca hem eğleniyor hem de etrafı gözlemliyordum. Bu ailenin mutluluğu beni de çok mutlu etmişti. Sadece paranın mutluluk için yeterli olmadığı, hatta çok para olmadan da mutlu olunabileceği farkındalığını, aslında bilinçli olarak fark etmeden ilk o gün edindim. Aile neşe içindeydi, hep gülüyorlardı, öyle uzaktan bakınca zannedilir ki bu insanların hayatı dört dörtlük ve onun için de çok mutlular. Oysa gerçek öyle mi, onların da sıkıntıları vardı, aldıkları maaş belliydi ve o maaştan kaç kişi ekmek yiyordu. Ama sevgi dolu, her yerinden mutluluk fışkıran bu aileye bunlar engel değildi. Bir onlara baktım bir de çevremde gördüğüm paraları çok ama mutluluğu bulamamış, sorun çıkması için adeta sebep üreten insanları düşündüm… Amcamlar tam da böyleydi. Onlarla gezmeye giderdik, ortada hiçbir sebep yokken, yok yere babamla sert sözlerle konuşup, tartışma çıkarırlardı. Oysa ne babam ne de annem hiç sert konuşmazdı. Bizim evimizde çoğu insan için sıradanlaşan, normalleşen kaba kelimeler kullanılmazdı. Biz bilmezdik öyle kelimeleri, kullandığımız kelimeler saygı ve sevgiyle dolu olurdu. İşittiğimiz azarlarda bile kötü kelimeler olmazdı. Gezmeye gitmişiz, maddi manevi derdimiz yok, her şeye sahibiz, ama o anın mutluluğu yaşanmaz, onun yerine işle ilgili konuşmalar ve ardından gelen tartışmalar. Babam iki amcanla birlikte çalışıyordu. Bir araya gelindiğinde keyifli konuşmalar olacağına, hep huzursuz konuşmalar olurdu. Babam amcamların sert konuşmalarına hiç cevap vermez, ortam bozulmasın diye hep susardı, Annem ve yengemler amcanlara hep iş hakkında konuştukları için kızarlardı. ‘İşi iş yerinde konuşun eğlencemizi bozmayın’ derlerdi. Babam Pazar günleri amcamlarla birlikte gezmeye gitmeyi çok severdi. Yeşil Chevrolet bir arabamız vardı, ortanca amcam arabayı kullanır, biz çocuklar arka kasada otururduk, yol boyu arkada kardeşimle oyunlar oynardık. Küçük amcamda, çocukları ve yengemle birlikte kendi arabasıyla gelirdi. Her şey çok güzelken neden tartışmalar, atışmalar olurdu, sert, kırıcı sözler söylenirdi, bunu anlamaya çalışırdım. Derdim ki kendi kendime; her şeye sahip olmak mutluluk için yeterli değil, bu mutluluk denilen şey sahip olunan maddiyatta değil insanın içinde. Bu duygumu annemle de paylaşmış, hatta Malatya’ da pikniğe gittiğimiz akrabalarımızın mutluluğunu da örnek olarak vermiştim.”

Verilen sözün yerine getirilmesinin önemini çocuklara anlatırken yetişkinlerin de bu konuya kendi davranışlarında dikkat etmesi gerekir. Çocuklar örnek aldıkları ebeveynlerinin kendilerine öğrettiklerinden farklı davranışlar sergilemesi karşısında bocalarlar. Neyin doğru olduğu konusunda tereddüde düşerler. Tıpkı anıların sahibi o çocuk gibi. Bir ressamın elindeki fırçayla tablosunda yapacağı yanlış bir dokunuşla mahvolan bir resim gibi yanlış bir örneklem de çocukta yanlış karakter oluşumuna yol açabilir. Çocuk yetiştirmek sanattır ve bu sanatı doğru icra etmek gerekir.

Eşitliğin bir tarafında paranın diğer tarafında da mutluluğun olmadığını hem piknik sayesinde hem de amcamlardan oluşan geniş ailemle gittiğim gezilerde öğrenmiştim. Belki de hayata dair en mühim farkındalığımı o günlerde keşfettim. Para, maddiyat yaşam standartları için mühimdir elbette. Ne var ki bunlar mutluluğun anahtarı ya da tek yolu değildir. Mutluluk, neşe, paylaşmak, huzur insanın içinde yeşeren bir tohumdur, hiçbir şeyin onu sizden almasına, köreltmesine izin vermeyin.

Mutluluğunuz daim, farkındalığınız yüksek olsun…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ŞÜKÜR OLUMLAMASI

Sahip olduklarımızı şöyle bir gözden geçirip en son ne zaman şükrettiğimizi kendimize sorarak yola sürekli bir şeylerden yakınıp duruyoruz. Bu yüzden de hep bir doyumsuzluk, hep bir hoşnutsuzluk, doğal olarak da mutsuzluk içindeyiz. Oysaki en zor zamanlarımızda sırtımızı dayadığımız bir dost, soframızda bize eşlik eden bir çift göz, hatta zaman zaman şikâyet ettiğimiz sokak gürültüsü ve daha nice şeyin aslında bize sunulmuş birer nimet olduğunu fark edebilirsek ne kendimizi çıkmaz yollarda buluruz ne de kendimizi boş yere mutsuz ederiz. Hep daha iyisi için kendimizi hırpalarken, elimizdekilerin kıymetini pek bilmiyor ve sanki hayatımızda güzel olan hiçbir şey yokmuşçasına kötü şeylere odaklanıyoruz.

Oysa sahip olduklarımızın her an farkında olarak mutluluğumuzu taçlandırabiliriz.
Su içmek ya da yemek yemek gibi şükretmeyi de hayatımızın olmazsa olmazı haline getirmemiz hayata karşı daha olumlu bakmamızı sağlar.

Şükretmeyi alışkanlık edinerek, başımıza çok kötü şeyler geldiğinde dahi şükredecek bir şeyler buluruz; çünkü hayatta güzel şeyler kadar kötü şeylerin de yer aldığını ve tüm bunların bizi şekillendirip güçlendirecek birer deneyim olduğu öngörüsünü kazanmışızdır. Böylece, dış dünyada neler meydana gelirse gelsin huzur içinde oluruz.

Kendimizi keşfetmenizi sağlayan diğer yöntemlerde olduğu gibi farkındalığımız artar. Bizi sınırlayan benliğimiz ve fani dünyadan daha da uçsuz bucaksız bir şeyin parçası olduğumuzu hissederiz zamanla. Şükrederek kendimizi dünyanın merkezine koymaktan vazgeçer ve evrendeki yerimizi fark ederiz.

Sıkıntıların, dertlerin içinde kaybolan, şuursuzca oradan oraya savrulan insanları görüyorum. Sonra kendimi sorguluyorum ve diyorum ki: ‘Bu bile benim için büyük bir şükür sebebi.’ Neden mi? Derdim olmadığından mı? Öyle değil elbette. Benim şükretmem dertsiz, sıkıntısız olduğumdan değil, olaylara olan bakış açımı değiştirdiğim, değiştirebildiğim içindir. Sahip olduklarımın kıymetini biliyorum. Yaşadığım her bir mutluluk, her bir acı, her bir dert beni büyüttü, geliştirdi ve bugün ki ben yaptı. Kendi değerimi biliyorum ve Yaratana şükrediyorum. Şükretmek yerine her daim ve her durumda şikâyet eden taraf olursak mutluluğa giden yolu bulamayız. Ruhlarımız ancak şükürle doyar, şükürle şifa bulur.

Bugün sizlere, benim de yürekten inanarak yaptığım sevgili R. Şanal’ ın olumlamasıyla geldim. ‘Şükür Olumlaması’. Paylaştığım ve paylaşacağım her bir olumlama için dikkatinizi çekmek istediğim en mühim detay şu ki: ‘Olumlamanın bilinçaltına yerleşebilmesinin anahtarı, ona kaliteli bir zaman ayırarak düzenli bir şekilde yapılmasıdır.’ Lütfen bu detayı göz ardı etmeyin. ‘Şükür Olumlamasının’ sizlere şifa getirmesini kalpten diliyorum.

★★★★★

“Minnettarlık duyduğum şeyi kendime çekerim

Öncelikle şükrederim hiç yoktan var olduğum için

O’nun bendeki özüne şükrederim.

Beni özene-bezene yarattığı ve bana akıl verdiği için

Alemlerde kimseye vermediğini bana verdiği için; seçme özgürlüğünü

Aklımda tasarlayabildiğim, plan yapıp-hayal kurabildiğim için

Bana deney yapma imkânı verdiği için

İstediğim kişi olma imkanını verdiği için

Deneyebildiğim için

Bana bu deneyleri yapacak bir alan, dünya ve yaşam verdiği için

Benle birlikte gelişen yol arkadaşlarım için

Onlar olmasaydı kendimi tanıyamazdım

Bana yardımcı olan melekler için

Çevremdeki binlerce çeşit hayvan için

Biz onlarla bu yolculuğu yapıyoruz.

Kediler, kuşlar, böcekler, atlar ve diğerleri için

Düşünebildiğim için

Gülebildiğim için ağlayabildiğim için

Kahkaha atabildiğim için çünkü böylece her şey birden anlam kazanıyor

Ağlayabildiğim için, çünkü böylece kirlerimden arınıyorum.

Acılarını ve sevinçlerim için, çünkü onlar benim kalbimin güçlü olmasını sağlıyorlar

Ailem için, çünkü onlarla yalnızlığımı paylaşıyor ve kendi benliğime anlam veriyorum

Gözlerim için, onlarla çevremi açık, berrak ve renkli görüyorum

Yanlışlarım için şükrederim, çünkü onlar sayesinde öğreniyorum

Kıyafetlerim için, kitaplarım için, seyrettiğim filmler için, güzel gösteriler için şükrederim

Çocuklar için şükrederim onlar bana hayatı sevdiriyorlar

Yeteneklerim için şükrederim, onlar kendime saygı duymamı sağlıyorlar

Aptallıklarım için şükrederim, onlar beni akıllı yapıyorlar

Şükredebildiğim için şükrederim

Bana acı veren insanlar için şükrederim, onlar sayesinde kendimi tanıyorum

Ellerim için, kollarım için, ağzım ve burnum için şükrederim. Onlar benim harika araçlarım

Ayaklarım için, onlar beni istediğim yere götürüyorlar

Dostlarım için şükrederim, onlarla acıları küçültüyor, sevinçleri çoğaltıyoruz.

Bana düşmanlık yapanlar için şükrederim onlar bana kirlerimi gösteriyorlar

Şükrettikçe çevremde yüksek nitelikli bir alan yaratıyor ve bütün yüksek nitelikli araçları kendime çekiyorum

Mutluluğu, gücü, sevgiyi, neşeyi yaratacak araçları kendime çekiyorum

Şükrettikçe sağlıklı oluyorum ve gücüm artıyor. Ve yine şükrettiğim için şükrediyorum

Rüzgâr için yüzümü yalayıp geçen esintiye şükür. Ağaçlar için yüce dağlar ve küçük tepeler için

Güneşin sıcaklığı için, içimi ısıtan aydınlatan güneş ve ay için

Toprağa bastığımda onun yumuşaklığı için

Bulutlar için ve masmavi gökyüzüne şükürler

Tadabildiğim için

Koşabildiğim için ve oturabildiğim için

Her bir eylemi yaparken hissettiğim özgürlük duygusu için

Etrafımdaki insanlar için

Onların yüzleri sesleri ve orada oluşları bile anlamlı benim için

Hepsi ayrı bir dünyanın kapılarını açıyor bana hepsi bana bir şey öğretiyor

Üzerinde rahatça dolaştığımız dünya için

Var olduğum için bir kez daha

Hata yapabildiğim için seçebildiğim için ve seçimlerimin sonuçlarını yaşadığım için

Duygularım için ağladığım ve güldüğüm için şükrederim

Özel yeteneklerim için

Farkına vardıklarım ve varmadıklarım için

Ve şükrederim, şükredebildiğim için…”

★★★★★

Kaynak (R. Şanal Beyin Kuantum Olumlama Kitabı)

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KORKULARIN BİZİ ELEGEÇİRMESİNE İZİN VERMEYECEĞİZ (2)

Birkaç günlük aradan sonra kaldığımız yerden devam ediyoruz. Korkuyu tanımladık, bu duygunun nasıl oluştuğunu ve çocukluktan itibaren bizi nasıl etkilediğini konuştuk. Hatta korku duygusunu bir mahalleyle özdeşleştirip ve mahallenin her bir sokağına da türlü korkuların adlarını verdik. Sonunda da dedik ki: ‘Korkularımızla yüzleşmeliyiz, onların kaynağına inip çıkış yolları bulmalıyız ve sevgiyle onları defetmeliyiz.’ Şimdi örneklerle kısa kısa korkulardan bahsedeceğiz nihayetinde de hangi yöntemlerle onlardan kurtulabileceğimizi göreceğiz.

Mutlu olmakla ilgili bir sürü hayal kurarız, buna rağmen gerçek mutluluğu elde etmek için gerekenler değişiklikleri ise ya nadiren yaparız ya da hiç yapmayız. Böyle davranmamızın ardında güçlü ve büyük bir neden vardır. Korku!  Hayal kırıklıkları, değişimler, sahip olduklarımızı kaybetme düşüncesi, gerçekleşmemiş bir durum adına yersiz telaş… İşte bunlar gibi birçok korku, mutlu olacağımız adımdan uzak durmamıza neden olabilir. Bu korku bizi hareketsiz kılar, akabinde de düşünceler sarmalının içine giriveririz. Sadece amansız ve olumsuz düşüncelere tutsak olur hiçbir şey yapmadan öylece dururuz.

Çok güzel bir işiniz var, ancak bir anda işten çıkarılıyorsunuz. Çünkü işyeriniz finansal sıkıntılardan ötürü küçülmeye gidiyor. Siz de yeni bir iş arayışında oluyorsunuz ve başka çok iyi bir iş buluyor, orada çalışmaya başlıyorsunuz. Ancak yine bir sebepten ötürü bu işten de çıkarılıyorsunuz.  Arda arda yaşanan bu olumsuzluklar sizde işten çıkarılma korkusunun oluşmasına yol açıyor. Sorgulamalar başlıyor. ‘Yeni bir iş bulsam ya yine aynı şeyleri yaşarsam? Her şey çok güzel giderken yine işten çıkarılırsam ne yaparım?’ Buna benzer bir sürü soru beyninizde dönüp duruyor. Yaşananlar sizde işten çıkarılma korkusunu oluşturuyor ve bu sorularda o korkuların tetikleyicisi oluyor. İçinizde ateş zaten yanmış sizde o ateşi körüklüyorsunuz. Bu duygu karmaşasıyla yeni bir işe girseniz dahi verimli olamazsınız, işinize aitlik duyamazsınız, sevgiyle görevlerinizi yerine getiremezsiniz. Korkunuz sizinle her sabah işe gelecektir. İçinizdeki negatif duygunun yaydığı enerji herkese ulaşacak ve olumlu olabilecek durumlar bile olumsuzluğa dönecektir. Daha önceki bir yazımda demiştim ki: ‘Negatif duygular bulaşıcıdır.’ 

Birisi hastadır, belirtileri şu şekildedir… Sonra kendimizi dinlemeye başlar bizde de benzer belirtiler var mı diye sürekli bedenimizi sorgularız. Hastalığa; ‘hazırım, bende de o kişiyle benzerlik gösteren bulgular var, hadi gel’ çağrısında bulunuruz. Birinin başına kötü bir olay gelmiştir, bunu duyarız ve onun için üzülürüz, mümkünse ona yardım etmeye çalışırız. Ama işimiz bitmemiştir, sıra kendimiz için korkmaya gelmiştir. ‘Ya bende aynı şeyi yaşarsam ne yaparım? Bende mi aynı şeyleri yaşayacağım? ’ Birinin kaybını duysak yine oku kendimize çevirir; ben ne zaman kimi kaybedeceğim diye korkmaya başlarız.

Bir gezi planınız olduğunu varsayalım. Vapurla yapacağınız bir gezi. Açık havada oturmayı seçtiniz. Yanınızdakiler rüzgârın sizi hasta edebileceğini söyleyip, içinize hastalık korkusu tohumlarını göndermeye çalışır. Oysa siz gereken tedbiri alırsanız, şalınızla, montunuzla kendinizi muhafaza ederseniz hastalık riskini ortadan kaldırırsınız. Geriye, denizin, martıların, manzaranın sefasını sürmek kalır. Hastalık korkusunu içinizde taşıyarak anın tadını yaşamaktan kendinizi alıkoyarsınız. Korkuları bertaraf etmediğiniz sürece sizi her yerde her zaman takip eder.

Hayata böyle devam edilmez, ya da başka bir deyişle hayat böyle duygularla zindana çevrilmez, çevrilemez. Bu şekilde onlarca, yüzlerce korkudan bahsedebiliriz. Her bir durum için yaşanmış ya da yaşanması muhtemel olan her şey için korku yatırımı yaparsak kendimizi ayakta tutacak gücü kaybetmiş oluruz. Yapılan şey korkulara kucak açmak olur.  Mühim olan korkularımızın kaynağına inmek ve onları şifalandırmak, tedavi etmek. Aksi durumda hayatımıza sahip olan biz değil korkularımız olur. Tıpkı Nietzesche’nin söylediği gibi; ‘hayatı sadece seyrederek yaşarız.’ Özgür olmayan, korkunun esaretindeki hayatımız mutsuzluğun, dertlerin, korkuların arasında yerle yeksan olur.

 Neymiş korkularımız? Vakit bu vakittir, yüzleşelim onlarla! Korku için kendinden beslenen canavar denir. Bu ne demektir? Bir şeyden korkuyorsunuz ve bu korkuyla yüzleşmekten kaçıyorsanız, aslında o korkuyu besliyor ve onun pervazsızca büyümesine izin veriyorsunuz demektir.  Daha iyi bir yaşama kavuşabilmek için, mutluluğunuza engel olan korkularınızı yenmeniz gerekiyor. Evet, daha mutlu olma ihtimaliniz var, ancak bunun için, kendinize çizdiğiniz sınırları aşmanız gerekmektedir.

Korkularımızla yüzleşiyoruz ve ilk adımdı atıyoruz: ‘Korkunuz üzerine kafa yorun. Konuşun kendinizle. Korkmayın ve kendinize şunu sorun. ‘Gerçekten korktuğum şey ne?’ İkinci adım: Korkularınızı elinizden geldiğince doğru teşhis edip onları tanımaya çalışın. Ona engel olmayın bunun yerine bırakın su yüzüne çıksın ve kendisini apaçık size göstersin. Onu kabullenip kaynağına inin. Çünkü neredeyse birçok korku bilgi eksikliğinden ya da bilinmeyenden kaynaklanır.’ Üçüncü adım: ‘Kendi değerlerinizi, gücünüzü tanıyın. Korktuğunuzda kendinizi aciz, perişan hissedersiniz. Gerçekten de korku, sahip olduğunuz güç dahil size her şeyi unutturur. İçimizi yiyen bir kurt gibi hareket eder ve kendinizi eli kolu bağlı hissetmenize hatta hareket edebilme gücü dahi olmayan biri gibi hissetmenize yol açar. Bunun için perspektifinizi değiştirebilmek çok önemlidir.’ Dördüncü adım: ‘Korkularınızın olmadığı bir hayatı hayal edin. Sizi perişan eden o korkular olmasa nasıl bir hayatınız olurdu? Gözünüzde canlandırmaya çalışın. Korkunuzun yükünü taşımanız gerekmeseydi her şey nasıl değişirdi düşünün ve bunları liste haline getirin. Korktuğunuz şeye elinizden geldiğince yaklaşmaya çalışın. Mesela, kalabalık karşısında konuşma yapmaktan korkuyorsanız, etkinlik ve konferanslara katılın konuşan kişiye yakın olmak için en ön sıraya oturup onu gözlemlemeye çalışın. Beşinci adım: ‘Eyleme geçin. En önemli şey, korkunuzu hemen yenmek değil, eyleme geçip adım adım bunu başarmaktır. Korktuğunuz şeyden gerçekten kurtulmak istiyorsanız, karşı gelmemeniz gereken tek emir şudur: Korktuğunuz şeyin karşısında asla nedensiz yere pasif olmayın.” Korkunun sizi mağdur etmesine izin vermeyin. Ne kadar zor olursa olsun yüzleşme vakti geldiğinde korkularınıza her zaman cevap verebileceğinizi kabul edin. Unutmayın, çoğu durumda en zor olan şey, eyleme geçme ve size işkence eden şeyle yüzleşme kararını vermektir. Bunu yapabildiğinizde, her şeyin kafanızda olduğunu fark edeceksiniz. Tehdidin, hayal ettiğiniz kadar büyük olmadığını fark edeceksiniz. Aslında korktuğunuz şeyin, korkunun kendisi olduğunu sonunda göreceksiniz. Zaten içinizdeki korku canavarını büyüten de bu olmuştur.’

Korku tohumlarının ruhunuzda kök salmasına izin vermeyin. Her bir tohumu yok edin, onların yerine sevgi tohumları ekin. Kendinizi sevin, kendinizle barışın, kendiniz için mutlu olmayı seçin. Böylece; ‘korkulardan arınacak, ruhunuzu aydınlatacak ve huzurlu bir yaşama merhaba diyecekseniz.’

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KORKULARIN BİZİ ELEGEÇİRMESİNE İZİN VERMEYECEĞİZ (1)

İçimizde amansızca büyüyen bir canavar var. Nedir mi o? Korku!

Neymiş bu korku denilen duygu? Önce tanımsal olarak konuya giriş yapalım.

Korku, üzülmek, sevinmek, kızmak, sevinç ya da üzüntü gibi doğal bir duygudur. Korku tehlike yaratan bir durum karşısında devreye giren bir savunma mekanizmasıdır, dışarıdan gelen tehlikeye karşı duyduğumuz duygusal tepkidir. Duygular yaşama aittir ve insan olmanın temelinde yatar, her insan bu duyguları yaşar. Korku, canlı varlıkların, görünen ve görünmeyen tehlikeler karşısında gösterdikleri en doğal tepkilerdir. Fobi de bir çeşit korkudur. Normalde korkulmayacak belli durum ve nesnelere karşı ortaya çıkan korkuya fobi diyoruz. Aslında korkumuzun olay ya da nesneyle orantılı olmadığını biliriz. Anlamsızlığına, gereksizliğine de inanırız. Ama korkumuzla baş edemez ve korktuğumuz durumla karşılaşınca, karşılaşma olasılığı olunca uzaklaşmaya çalışırız. Bir de korkuyla karıştırılan kaygı duygusu vardır. Korku ile ilintili olmakla beraber ondan farklıdır. Korku hemen şimdi ortaya çıkacak bir tehlikeye karşı iken kaygı daha çok gelecek yönelimlidir, yani gelecekte olacak tehlikeye karşı bir savunma ya da kaçıştır. Kaygı daha yaygın, daha yavaş ortaya çıkan ve daha uzun süren bir duygudur. Başka bir deyişle, kaygı, açık olmayan korku veya bir temel ihtiyacın karşılanmaması durumunda meydana gelen huzursuz edici ve gerginlik yaratan duygudur.

Tanımsal ifadelerden sonra konuyu çocukların dünyasından başlayarak, örneklerle ve yaşanmışlıklarla detaylandıralım.

Korkular duygusal ve bilişsel yolla çeşitli durumların neticesinde edinileceği gibi kimi bilim adamlarının belirttiği üzere genetik sebeplere de dayanmaktadır.

Özellikle çocuklar, büyürken anne ve babalarını çok dikkatli bir şekilde gözlemlerler. Onların olaylar karşısında verdikleri tepkileri taklit eder ve uygulamaya çalışırlar. Örneğin, o güne kadar köpeklerle çok fazla bir araya gelmemiş bir çocuğun köpekle ilgili herhangi bir düşüncesi veya duygusu yoktur, ama annesi her köpek gördüğünde reaksiyon verip korkuyorsa çocuk da bunu kolaylıkla öğrenir ve aynılarını taklit etmeye başlar. Böylece korku davranışı öğrenilmiş olur. Tam da bu noktaya denk gelen ve arkadaşımla çıktığım seyahatte yaşadıklarıma hep birlikte bakalım. “Seyahatimiz esnasında gittiğimiz bir mekânda küçücük yavru bir köpek yanımıza yaklaştı. Arkadaşım çığlık çığlığa bağırmaya başladı, ben ne olduğunu anlayamamıştım. Arkadaşım köpekten korkmuş olmazdı çünkü her zaman hayvanları ne çok sevdiğinden bahsederdi. Meğer köpekten korkmuş, çığlıklarının sebebi de korkuymuş! O korku ve telaşla: ‘Çok korktum, benim köpek korkum var.’  Dedi.  O sakinleştikten sonra bu korkunun nereden geldiğini, nasıl oluştuğunu konuşmaya başladık. Bu korku ailesinden mi, yoksa başkaları etkisinden mi ya da yaşadığını olumsuz bir deneyimden mi kaynaklanıyordu? Bu sorulara birlikte cevaplar aradık. Nihayet cevabı bulduk. Ailesi ona çocukluk döneminde iken köpeklere yaklaştığında ısırılacağına, canın acıtılacağına dair sürekli olumsuz düşünceler yüklemiş. O da hayvanları sevmesine rağmen bugüne kadar o korkuyla gelmiş. Bu korkusundan kurtulması için birlikte bilinçaltını temizlenme ve arındırma çalışmaları yaptık. Ailesi tarafından kendisine yerleştirilmiş olan korkuyu dönüştürdük, yerine sevgiyi koyduk. Farkındalığa ulaştı ve şifalandı. Şimdi evinde bir köpeği var hatta sokaktaki o büyük köpekleri elleriyle besliyor.    (Yazımın devamında korkulardan kurtulmak için neler yapabileceğimizi göreceksiniz.)

Prof. Dr. Nevzat Tarhan diyor ki: ‘anne, baba ve çocuk iletişiminde duygusal aktarımın önemi büyüktür. İletişimin %20’ si sözel, %80’ i duygusal aktarımdır. Ses tonu, eşit algı vurguları, mimik ve jestlerle çocuklara iyi anlatım yapmalısınız. Örneğin, deprem, kaza gibi durumlarda anne baba soğukkanlı duruyorsa çocuk ben güvendeyim der. Ebeveyn kaygı ve panikteyse çocuk daha fazla panik yaşar. Hal dişlinde çocuklara örnek oluyoruz. Hal dili söz dilinden daha da etkilidir, bunu bilmek gerekir. Diğer taraftan çocukların hayatın korkularını öğrenmesi gerekir. Korkuları tanıyarak ilerlemesi lazım. Korkunun ne olduğunu ve korkuyu yönetmeyi öğrenemeyen çocuk bu seferde korkudan korkmaya başlar. İyice eli kolu bağlanmış oluyor.’

Unutmayın; ‘korkular ile baş etmenin yolu korkuyu bastırmak, yok saymak değil korku ile uygun şekilde başa çıkmayı öğrenmektir.’

Büyük bir şehir ve o şehirde bir mahalle düşleyin. Bu mahalle çokça sokaktan oluşmuş. A Sokağı, B Sokağı, C Sokağı… Böyle onlarca sokak… Şimdi bu şehri kendi duygu dünyanız olarak düşleyin. Gelelim çok sokaklı o mahalleye. Mahallenin adı olmasın mı? Elbette olsun! Korku! Şimdi Korku Mahallesi’ nin sokak isimlerine bakalım. Kaybetme Korkusu Sokağı, Mutsuz Olma Korkusu Sokağı, Değersizlik Korkusu Sokağı, Hasta Olma Korkusu Sokağı, İşsiz Kalma Korkusu Sokağı, Hayvan Korkusu Sokağı, Yalnızlık Korkusu Sokağı, Parasızlık Korkusu Sokağı, Reddedilme Korkusu Sokağı, Ölüm Korkusu Sokağı…

Korku Mahallesi ve bir sürü sokak, saymakla bitmiyor. O sokaklar içimizde yaşıyorsa eğer yapılacak çok iş var. Onları teker teker tedavi etmeliyiz ve sonra her bir sokağın adını yenisiyle değiştirmeliyiz. Önce yüzleşeceğiz, kabul edeceğiz ve her bir korkuyu yok saymadan itinayla ele alacağız. Aldous Huxley’ in bir sözü vardır: ‘Sevgi, korkuyu defeder ve aynı şekilde korku da sevgiyi kovar. Korku sevgiyi kovmakla kalmaz; zekayı, iyiliği, güzellik ve iyiliğe dair her türlü düşünceyi de uzaklaştırır ve geriye sessiz bir çaresizlikten başka hiçbir şey kalmaz. Sonunda korku, insandan insanlığını kovar.’ Biz buna izin vermeyeceğiz bunun için de harekete geçeceğiz.

Salı günü yazımın devamında görüşmek üzere sözleşelim… Korkularımızın bizi nasıl yönlendirdiğini ve onları nasıl yenebileceğimizi konuşacağız.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

NELERİ KENDİMİZE YÜK ETTİK

Çocuk sandığa yaklaştıkça duyduğu seslerin gücüde artmaya başlamıştı. Bir sürü ses geliyordu sandığın derinliklerinden. Önce anlam veremedi, neydi bu, sandık konuşuyor muydu? Anahtarıyla usulca sandığı açtı, gördükleri karşısında hayrete düştü. Her bir anı öne çıkmak, dile gelmek için birbirleriyle yarışıyor, sen ben kavgası ediyordu. Oysa hepsinin bir sırası vardı, sırasıyla gün yüzüne çıkacaklardı. Çocuk onları anlayışla ve tebessüm selamladı. Biliyordu ki çocuk dünyasında sabırsızlık, acelecilik vardı ve nihayetinde bu anılar bir çocuğa aitti, anıların böyle sabırsız olması da çok normaldi. Vakti gelen anıyı aldı, bir çırpıda sandıktan çıkarttı ve onu dillendirmeye başladı.

  • Birinci sınıf çok güzel geçiyordu ve zaman ilerleyip günler geçtikçe derslerdeki başarımla kendimi göstermeye başlamıştım. Sınıfta okuma yazmayı erken öğrenen birkaç çocuktan biriydim. Öğretmenimin anlattığına göre, bu başarımız ödüllendirilecek bize Teşekkür Belge’ si verilecekmiş. Bu belgenin anlamını öğretmenime sordum. O da usulünce anlattı. Bu belge başarılı öğrencilere verilirmiş, bu belgeyi almak için ders notları çok iyi olmalıymış. Nasıl mutlu olmuştum! Ben Teşekkür Belgesi alacak başarılı bir öğrenciydim. Motivasyonum koşar adım yükselmişti. Sadece okuma yazma konusunda değil, diğer tüm derslerimde de iyiydim. Hele bu belgeyi alacağımı aldıktan sonra daha da çok çalışmaya başlamıştım, daha çok kitap okuyor, daha çok sayıların o inişli çıkışlı yolunda koşturuyordum.

Teşekkür Belgesi’ni düzenlenecek bir törenle alacaktık. Bu tören okulun salonunda yapılacak, bizler sahneye çıkacaktık. Öğretmenimiz sahnede oynamamız için bir piyes hazırlamıştı ve o piyeste benim de bir rolüm vardı. Piyesin heyecanı belge alacak olmamın önüne geçmişti. Sadece heyecan mı? Korkular, endişelerde başlamıştı. Ya sahnede rolümü unutursam ya sözlerimi unutursam ya hata yaparsam! Okuma yazmayı öğrendiğim için başarı belgesi alacaktım ama ya piyeste başarısız olursam ne olacaktı? (Bir kere başarılı olmanın elbisesini giyerseniz o elbiseyi hem giymek istiyorsunuz. Kendinizi buna şartlıyor ve ilerleyen hayatınızda olası başarısızlıklarda yıkılıyorsunuz.) Her ne kadar aktif bir çocuk olsam da çekingen bir tarafımda bir vardı. Sahneye çıkmaksa, işte onu ilk defa tecrübe edecektim. Törene ailelerimizde gelecekti, amcamda orada olacaktı. Yanlış bir şey yapar da amcam bana yine kızarsa… Çünkü daha dört yaşında yaşadıklarımı unutmamıştım. Düştüğüm için bana kızmıştı, ona göre yanlış yapmıştım. Yine yanlış yaparsam kim bana ne derdi?

Neredeyse tüm dünyam piyesteki rolüm olmuştu. Evde elimde defter sürekli ezber yapıyordum. Annemin kahvaltı hazırladığı bir gün, mutfakta fırının yanına oturmuş rolümü okuyordum. Rolüme heyecanına kapılmış olacağım ki, ocağa fazla yaklaşmışım, önce defterim alev aldı sonra da bir tutam saçım. Annem hemen müdahale etti, defterdeki ve saçlarımdaki ateşi söndürdü.  İşte o gün ateşe karşı korkum başladı. Ateşten hele ki yangından çok korkar olmuştum. Ateş kötüydü, zarar verirdi.

Rolüme ve derslerime çalışmadığım zamanlarda kardeşimle evde, bahçede oyunlara devam ediyordum. Mahalle arkadaşlarım bize gelirdi, evde türlü oyunlar oynardım. Annemin yaptığı mis kokulu kurabiyeler oyunlarımızı süsler, masa başında o kurabiyelerin pişmesini beklerdik. Ah bir de kek yapıldıysa! Ne keyiflidir karıştırma kabında kalan kekten kalanlar. Kardeşlerimle o kabı sıyırmak için adeta sıraya girer, birbirimizle yarışırdık. Gelelim mutfaktaki ilk yemek yapma deneyimime. Annem beni yanına çağırdı, su böreği yapacağını ve bana da nasıl yapıldığını öğreteceğini söyledi. Pür dikkat onu dinledim, söylediği her şeyi harfiyen yerine getirdim. İşte olmuştu, annemle ilk su böreğimi yapmıştım! (Halen mutfakta marifetliyimdir… Birisi bir şeyler anlattığında pür dikkat dinlemek o günlerde edindiğim bir davranıştır…)

Tören gününe az kalmıştı, piyeste giyeceğimiz kıyafetleri öğretmenimiz belirlemiş, annelerimize de bildirmişti. Kareli etek, beyaz yakalı tişört, beyaz çorap ve beyaz ayakkabı. Kareli eteğimi annem dikmişti. Kıyafetlerimizi annem dikerdi genellikle. Kazaklarımızı, hırkalarımızı örerdi. Bayram gibi müstesna günler dışında mağazalardan nadiren kıyafet alırdık.

Nisan ayının o en güzel, en mühim günü gelmişti. Öylesine bir heyecana kapılmıştım ki, bu heyecan okula başladığım ilk günün heyecanını aşmıştı. Özenle kareli eteğimi, beyaz tişörtümü, beyaz çorabımı ve beyaz ayakkabımı giymiş okulun yolunu tutmuştuk. Ah o okul yolları! Sahneye çıktım, piyesi hiç hata yapmadan oynadık. Zafer bizimdi! Tabi ki sırada o süslü belgeyi almak vardı. Adım okundu, tekrar sahneye çıktım, belgemi aldım ve ailemin yanına geçtim. Öyle gururluydum ki, bu belgenin anlamını çok iyi biliyordum, ben başarılıydım! (Teşekkür Belgemi halen ilk günkü gibi muhafaza ediyorum.) O günle başarılı olmak ve sonraki adım olan mükemmeliyetçiliğe doğru o amansız eğilim bilinçaltıma yerleşmeye başlamıştı.

Sadece Matematik, Türkçe mi? En sevdiğim dersler arasında Beden Eğitimi’ de vardı. Topla oynanan tüm oyunlara bayılıyordum. Teneffüste nasıl oyunlar oynayıp eğleniyorsak bu dersimizde de öyle eğleniyorduk.  Teneffüste oynadığımız oyunlar bol koşturmalı olanlardandı. Yine o koşturmaların birinde takılıp sol bileğimin üstüne düşmüştüm. Canım acımış ama ağlamayıp düştüğüm yerde öylece oturmuştum. Bileğimin rengi yavaştan mora doğru dönmeye başlamıştı. Sağ elimi sol bileğimin üzerine koyup, içsel sesimle bileğimle konuşmaya başladım. ‘Bir şey olmayacak, geçecek.’ O sırada zil çaldı, sınıfıma gittim, sırama oturdum, derste yine aynı şekilde hem bileğimi tuttum hem de bileğimle konuştum. Eve gittiğimde biraz ağrım vardı. Ama kimselere bu durumu anlatmadım, anlatamadım. Çünkü düşmüş ve hata yapmıştım. Ya bunu herkes duyarsa ya bana kızarlarsa! Sabah uyandığımda her şey normale dönmüştü bileğim gayet iyiydi. Enerjim ve iç sesim bileğimi iyileştirmişti.  Çok mutluydum, şimdi aileme düştüğümü anlatabilirdim, anlattım da. Annem bileğimi kontrol etti, baktı ki bir şey yok, hepimiz rahatladık. Bu arada ben solağımdır. Çok uğraştılar sağ elimi kullanayım diye ama olmadı. Özellikle amcam çok zaman harcadı bu uğurda, ama ben sol elimden vazgeçmedim.”

Başarılı olmanın tadına varmak çok güzel bir duygudur. Bununla birlikte başarısızlığı kabullenmekte çok mühimdir. Sürekli başarılı olmak isteği başarısızlıkla karşılaşıldığında kişiyi depresif bir durum içine sokabilir. Özellikle çocuk yaşlarda bilinçaltına yerleşen başarılı olma zorunluluğu duygusu yorucu, yaralayıcı bir hal alabilir. Her daim başarılı olmaya çalışmak beraberinde mükemmeliyetçiliğe doğru bir sürüklenme getirir. Aşırı mükemmeliyetçilik duygusu kişinin ruhunda olumsuz duyguları da oluşturur.  Sosyal hayatta, iş hayatın da okul hayatın da ruhsal gelişim de insanın özgürleşmesini engeller.  Sanki bir komutanın direktiflerine uymak zorundaymışsınız gibi sizi kontrol altına alır. Mükemmeliyetçilik; ‘mükemmeliyetçi olma’, ‘her şeyi mükemmel yapmaya ya da sürekli mükemmel olmaya çalışma’ ve ‘her şeyi en iyi, tam, eksiksiz, yanlışsız ve kusursuz yapmaya ya da oldurmaya çalışma’ halidir.  Mükemmeliyetçilik bir bakıma “kusursuzluğu arama” olarak da tanımlanır. Bu tarz bir mükemmeli arama içinde olan kişiler genellikle başarısızlığa aşırı derecede odaklanır, başarılarını görmezden gelme eğilimde olur, hatalarına olduğundan daha büyük anlam yükler ve kendi ile ilgili olumsuz duygular besler.

Çocukluk yıllarında başarılı olmama zorunluluğu hissetmenin ve mükemmeliyetçiliğin gelişimini önlemek için ebeveynlerin çocuklarından aşırı beklentiler içine girmemeleri, başarısızlığın veya hata yapmanın da kabul edilebilir ve yaşamın bir parçası olduğu mesajını vermeleri, başarı için çocuklarını motive ederken bunun yaşamda tek amaç olmadığını vurgulamaları önemlidir.

Hata yapmak bu dünyada en çok çocukların hakkı!

İlerleyen günlerde o sandık açıldıkça mükemmeliyetçiliğe dair ne anılar çıkacak…Başarı güzeldir, başarısızlık ise gerçektir ve kabul edilmelidir. Mükemmellik ise kişiden kişi değişir ve kölesi olunmaması gerekir. Biz insanız ve her durum bizim için vardır. Bu asla unutulmamalıdır. Esas olan kabullenmek, sizi olumsuzluğa, negatife götüren tüm duyguları dönüştürüp şifalandırmaktır. Mükemmeliyetçiliğin yükünü taşımak zorunda değilsiniz. Bu yükten ben kurtuldum, sıra sizde…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

DÜŞÜNCELERİNİZİN KAZANANI HANGİSİ SİZ KARAR VERİN (2)

Konumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz…

Pozitif Düşünceler, Pozitif İnsanlar! Koşul tanımaksızın alternatif üretebilen, bizi sınırlayan kalıpların ötesine geçebilen, değişime ayak uyduran, çözüme yönelik, gerçekçi, uzlaşmacı düşünceler pozitif düşüncedir. Pozitif düşünceyi var eden kaynakların en önemlisi aslında gerçekçiliktir. Her durumu olduğu gibi, iyi ve kötü yanıyla ve negatifliğini de hiçe saymadan gören, değerlendiren ve ona göre ilerleyen bakış açısıdır pozitiflik. Bütüne birlikte bakmak, her şeyi aynı potada toplamak vardır bu bakış açısında. Olumsuzlukları görmek, tedbir almak için gereklidir. Birçok sıkıntılı durumun üstesinden gayret etmekle gelinebilir. İnsanoğlu hayatta karşılaşabileceği olumsuz durumlara da hazırlıklı olmalıdır, bu hayatın doğal bir parçasıdır. Fakat olabilecek olumsuzluklara odaklanmak kişinin yaşama sevincini ve enerjisini azaltmaktadır. Pozitif enerjiyi açığa çıkararak karamsar düşüncelerden kurtulmaya çalışan, hayata gülen gözlerle bakabilen, gayret etmeyle kazanabileceği güzel özelliklere, güzel şeylere odaklanan kişinin bağışıklık sistemi kuvvetlenir. Nitekim tebessüm, serotonin gibi mutluluk verici hormonları artırır.

Sanıldığı gibi olumlu düşünce veya pozitif düşünce olarak ifade edilen düşünme tarzı Pollyanna’ cılık oynamak, bardağa her zaman dolu tarafından bakmaktan demek değildir. Birçoklarının pozitif düşünceye nasıl Pollyanna’ cılık olarak baktığını ama aslının öyle olmadığını düşünceleri karşılaştırarak bakalım.

Pozitif düşünen insan olaylara gerçek dışı bakar (Pollyannacı). Kesinlikle olayları kalpten duygularıyla değerlendirir ve olayların iyiye gideceğine olan inancını yükseltir (Pozitif).

Pozitif düşünen insan hayali düşünür (Pollyannacı).  Hayır gayet gerçekçi düşünür. Buna (optimist) iyimser bakış açısı diyebiliriz (Pozitif).

 Pozitif düşünmek sizi hataya sürükler (Pollyannacı).  Hayır kesinlikle pozitif düşündüğünüzde daha fazla seçenek olduğunu göreceksiniz (Pozitif).

Pozitif düşünmek imkânsız veya gayet zordur (Pollyannacı).  Hayır pozitif düşünmek gayet kolaydır (Pozitif).

Kendinizi irdelerken, hislerinizi anlamlandırma çalışırken dikkat etmelisiniz ki; olumsuz düşünceler ve inançlar bilinçaltınızda derinlere kadar inmişse birçok olumlu düşünceniz ve hissiniz arka planda kalır. Siz bu durumun farkında olamayabilirsiniz. Bu nedenle birçok insanda pozitif düşünce gücü yeteri kadar işe yaramaz. Beyninizde yer eden olumsuz düşünceler o kadar fazladır ki pozitif düşünceleriniz üste çıkmaz ve olumsuz düşüncelere karşı pasif durumda kalır. Bunu düzeltmek için neler yapabiliriz? Sizlerde de farkındalık oluşturacağına inandığım birçok faydalı öğretiye değinelim şimdi.

Zihninizi kemirmek için bekleyen negatif düşüncelere karşı savaş başlatıyoruz. Zihninizin merkezine odaklanın, kaynağa inin, negatif düşünceler varsa bir yerlerden onları bulup çıkartın. Sonra onları yok etmek için harekete geçin. Negatif ortamlardan, insanlardan uzaklaşın. İnsanlara yardım edin. Dokunacağınız her bir hayat sizi ruhsal olarak ferahlatacaktır. İyilik yapmış olmanın vereceği duygu zihninizi de arındıracaktır. Şükretmek pozitif düşüncenin anahtarıdır. Sahip olduklarınıza şükredin. Farkındalık yapın. Pozitif düşünmek için farkındalık egzersizleri çok önemlidir. Eğer negatif düşüncenin sizin içinizde nasıl ilerlediğini fark ederseniz pozitif düşünceyi seçebilirsiniz. Farkında olun! Negatif bir düşünce zihninizi sardığında yapmanız gereken aynı cümlenin pozitifini düşünmektir.

“Düşüncelerin neyse hayatın da odur. Hayatın gidişini değiştirmek istiyorsan düşüncelerini değiştir.”  William Shakespeare.

Kendinize yanlış sorular sormayı, yanlış cümleler kurmayı bırakmamız gerekiyor. Olumsuz bir durum karşısında doğru soruları sorarak, o durum içerisindeki size kucak açmayı bekleyen fırsatları keşfedebilirsiniz. Yavaş ve emin adımlarla ilerleyin. Ne kadar hızlı giderseniz hayattaki durumlar gözünüzde o kadar büyür. Bu durum stresinizi arttırır, sizi iyimser bakış açısından uzaklaştırır. Sadece durun ve sakinleşmeyi deneyin. Hızlı hareket etmek yerine daha sakin hareket edin. Sonrasında zihniniz ve bedeniniz sakinleşecek. Daha sağlıklı ve net düşüneceksiniz, bu da olaylar karşısında iyimser bir bakış açısı bulmanızı kolaylaştıracak. Önünüzdeki düz yolları büyük dağlar yapmaktan vazgeçin. Özellikle stresliyseniz ve çok hızlı gidiyorsanız, perspektifi kaybetmek çok kolaydır. Bu durumdan uzaklaşmak için yine sakin olun, yavaşlayın. Korkularınızın esiri olmayın.

Osho diyor ki: “Hayat korkularınızın bittiği yerde başlar.”  Başkalarının hayatına değer ve pozitiflik katın. Dünyaya ne verirseniz size aynı şekilde dönmektedir, çevreye verebileceğiniz yegâne şey sevgidir. Sevginizi paylaşın. Arkadaşlarınız, aileniz, çevrenizdekilere onları sevdiğinizi söyleyin ve kendi hayatınıza, aynı zamanda çevrenizdeki hayatlara değer katmak için, yardım edin, dinleyin, gülümseyin. Düzenli beslenin, düzenli uyuyun. Kullandığınız kelimelere dikkat edin.  Sabırla kendinizi yenileyin…

“İnsanlar arasındaki fark ufaktır. Ancak bu ufak fark büyük farklılığa neden olur. Ufak fark tutumlardır. Büyük farklılık ise bu tutumun olumlu veya olumsuz olduğudur.” Clement Stone

Bir yaşanmışlık paylaşımını yaparak yazımızın sonuna yavaş yavaş yaklaşıyoruz. Mutlaka pozitif ve negatif düşünceye dair yorumlarınızı, görüşlerinizi bekliyorum.

Yaklaşık iki ay öncesiydi. Hemen hemen yirmi dört, yirmi beş yaşında olduğunu tahmin ettiğim çiçekçi bir kadınla bir sebepten dolayı konuşmaya başladım. Kalbim onun sohbete, paylaşmaya, uyanmaya ihtiyacı olduğunu söylemişti. Sohbet esnasında ard arda yaşadığı olumsuzluklardan bahsetti. Kendisine şansın hiç gülmediğini, hep kötü şeyler yaşadığını anlattı. Ben de ona: ‘Neden hep olumsuzluklar yaşadığını, bunların neden ard arda geldiğini gözlemledin mi?’ diye sordum.  Sustu… Düşünce şeklinin negatif mi yoksa pozitif mi olduğunu sorduğumda aldığım cevap beni pek de şaşırtmamıştı. Negatif!  Karamsar olduğunu, her şeyin önce en kötüsünü düşündüğünü anlattı. ‘Yağmur yağsa ardından kar yağacağını düşünürüm. Tezgahımı açtığımda satamasam ne yaparım diye düşünürüm.’ Bir sürü negatif düşünceyi sıraladı durdu. Burada ki en önemli detay şu ki; ‘ Kendinin, düşüncelerinin farkında. Yani negatifliğini kabul ediyor.’ Ona: ‘Pozitif bir zihne sahibi olmak ister misin?’ diye sorum. ‘Tabii ki abla, neden istemeyeceğim ki, yeter ki ben şu karamsarlıktan kurtulayım ve enerjim değişsin’ dedi. İşte, negatifliğini, karamsarlığını fark edip, bunu değiştirmek için çaba sarf eden, yardım isteyen ve tabii ki şansını açmak için mücadele veren bir kişi. Kendini yenilemek için neler yapması gerektiğine dair uzun uzun konuştuk.  Geçen hafta yanına uğradığımda iki ay önceye göre daha iyi göründüğünü konuşmalarında hemen hemen hiç olumsuz ifadelerin yer almadığını anlattı.  Zafer onundu, çünkü kendini değiştirmek için yapması gerekenleri yapmıştı.

“Tekrar iyi hissetmekten sadece bir düşünce uzaktayız.” Paul Ferrini

 

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

DÜŞÜNCELERİNİZİN KAZANANI HANGİSİ SİZ KARAR VERİN (1)

“Düşüncelerin neyse hayatın da odur. Hayatın gidişini değiştirmek istiyorsan düşüncelerini değiştir.” diyor William Shakespeare.

Yaşadığımız evrende sadece sakin sakin akan nehirler, hafif hafif esen meltemler, mis kokulu çiçekler yok… Yanardağlar, kasırgalar ve türlü türlü olumsuzluklar da var. Bizler de doğanın bir uzantısı olarak; sevgi, şefkat, mutluluk, huzur, pozitiflik gibi duygulardan ibaret değiliz. Öfkemiz de var, acılarımız da kızgınlıklarımız da negatif düşüncelerimiz de… bunun içindir ki; başlangıcımız kabullenmekten geçmektedir. Her bir duygunun, her bir olayın gerçekliğini kabullenirsek çıktığımız yolda emin adımlarla yürürüz. Herhangi bir algıyı düşünce sistemimize yerleştirmeden önce kendimizi anlamaya, keşfetmeye çalışmalıyız. Hayattaki gerçek kazanımlar emeksiz edinilmiyor, almak için vermek gerekiyor. Bunun için kendimizi bilmeye emek harcamalıyız. Buradan yola çıkarak ‘Pozitif Düşünce’ ve ‘Negatif Düşünce’ konularının derinliklerine doğru yelken açalım…

Pozitif’in Latince kökenlerine baktığımızda bunlardan biri “Positum” kelimesidir. Positumun kelime anlamı da ‘elde olan, gerçek olan, var olandır.’ Sadece pozitif gibi görünen, sadece iyi olan şeylere değil artısıyla eksisiyle bir bütün olarak, gerçekçi şekilde bakmaktır. Rahatsız eden duyguları da göz önünde tutmak, belli sorunları da aynı potada düşünebilmektir.

Negatif sözcüğü Fransızca’ dan alıntıdır. Fransızca bu sözcük de Latince negativus sözcüğünden alıntıdır. Bütünde kelime ‘değillemek, yadsımak’ anlamına gelmektedir. Negatiflik kulağınızda yankılanma şeklinden dahi anlaşılacağı üzere iyiyi kötüye çeviren, onu karartan bir düşünce şeklidir.

Düşüncelerimiz güçlü bir enerji kaynağıdır. Bu kaynağı meyve veren bir ağaç gibi düşünelim. Ağacın bakıma, suya, güneşe ihtiyacı vardır, hatta belirli dönemlerde aşılanmaya ihtiyacı var ki daha sağlıklı meyveler verebilsin diye. Bu ağacın elma ağacı olduğunu varsayarsak, aşılamanın da sağlıklı bir elma mahsulü alabilmek için o niteliğe uygun olması gerekir. Elma ağacı, armut ağacının aşılaması yapılamaz, yapılsa dahi ortaya kim bilir nasıl sonuç çıkar. Olması gereken ne ise o olmalıdır. O ağaç elma ağacı ve mahsulü elma olmalı. Ağaç ve bizim düşüncelerimiz, gelelim bağlantıya… Düşüncelerinizi ne ile ve nasıl beslerseniz alacağınız mahsulde o olur.

Çoğu insan kendisinin koşulsuz şartsız, her zaman pozitif olduğunu düşünür. Hatta buna öyle inanmıştır ki aksini söyleyenleri, ondaki negatiflikleri görüp de bunu değiştirmesi için yardım eli uzatanları ya görmezden gelir ya da geri çevirir. Oysa yağmur yağdığında, rüzgârın çıkacağını düşünüp, şemsiyesinin kesinlikle bu rüzgârda kırılacağını düşünen odur. Kar yağsa, karlı havada işe nasıl gideceğini, trafiğin yoğunluğundan ya da yolların karlı olmasından bir sürü sıkıntı yaşayacağını düşünen odur. Doktora gideceği zaman karşısına ya anlamayan doktor çıkarsa diye endişe duyan odur. Evde yeni masraflar çıkarsa aldığı maaş bu ay yetmezse diye kaygılanan odur. Çocuğu sınava girmeden evvel, ya başarısız olursa diye telaşlanmaya başlayan odur. Yaşadığı bir olumsuzluğu tüm hayatına mal eden ve kendine şanssız yaftası yapıştıran yine odur. Dikkat edin, saydığım hiçbir durum henüz gerçekleşmedi, durum gerçekleşmeden kaygılar başladı, negatiflik dağları her bir tarafta ardı ardına yükseldi. Ama sorsanız o negatif değil aksine pozitif bir insandır!

Negatif Düşünceler, Negatif İnsanlar! Araştırmalar, negatifliğin bulaşıcı olduğunu ve az miktarda negatif beyin aktivitesinin bile bağışıklık sistemimizi zayıflatıp bizi hastalıklara daha yatkın hale getirebileceğini gösteriyor. O nedenle yaşamınızda özellikle çok yakınlarınız arasında bu tür insanlar varsa, onlara yardım ellinizi uzatıp, negatiflerini pozitife çevirmeyi yardım edin. Bu yardımları kabul etmeyenler için aranıza mesafe koymaktan başka yol yoktur! Kendi enerjinize odaklanın ve olumlu insanlarla bağlar kurun.  Negatif insanlar ‘ama’ kelimesini çok kullanırlar. Negatif bir kişi olumlu bir açıklama yaptığında onun da bir kez olsun mutlu olduğunu düşünürsünüz. Ne yazık ki daha siz rahat bir nefes almadan önce, “Ama” diyerek, olumlu yorumlarını bir şekilde olumsuz yönde değiştirirler. “İyi bir restorandı, ama çok gürültü vardı.” Onlara iyi haberlerle gitseniz bile, olumsuz bakmanın bir yolunu bulurlar. Heyecanla maaşınızdaki artışın haberini verdiğinizde, “İyi ama hayat o kadar pahalı ki aldığın artış bir işe yaramayacak!’’

Karşınızda sürekli yakınan, olumsuzlukla perçinlenmiş şekilde konuşan kişiye konuşması bitince şunu sorun: “Şimdi bana olumlu bir şey söyleyebilir misin?’’ Büyük olasılıkla olumlu hiçbir şeyin olmadığı cevabını verecektir. Ona, yaşamın sunduğu, sahip oldukları güzellikleri hatırlatın. Şükretmenin önemini anlatın. Değişmesine ve iç görü kazanmasına yardımcı olun.

Asla göz ardı etmeyin ki; olumsuz insan sizseniz, değişmeye başlayın!

David J. Polley der ki;

“Birçok insan çöp kamyonları gibidir. Çöple dolu, negatiflikle dolu, öfkeyle dolu, dolaşır durular. Çöpleri biriktikçe, dökecek bir yere ihtiyaç duyarlar. Ve eğer izin verirseniz, onu size boşaltırlar.  Birisi size çöpünü dökmek istediğinde, üstünüze almayın. Sadece gülümseyin, el sallayın, iyilikler dileyin ve yolunuza devam edin. Bunu yaptığınız için mutlu olacaksınız.’’

Daha anlatacak çok şeyim var bunun için konumuzun devamını Cuma günü sizlerle paylaşacağım. Pozitif Düşünceler, Pozitif İnsanlar! Yaşanmışlıklar! Bu detayları da konuşacağız.  Bu vakte kadar sizlerden gelecek yorumları, değerlendirmeleri bekliyor olacağım.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

“SENİ YAŞATAN NEYDİ?” DEVAMI NİTELİĞİNDE

Geçtiğimiz ay paylaştığım yazımda şöyle bir bölüm vardı: “Şu koca evrende bir canlı, hayatın bir yerlerine sıkışıp kalan küçücük bir can… Peki ya bizler hayatımızın nerelerine, neler sıkıştırdık ve neleri sıkıştıkları yerde öylece bıraktık? Ya da biz hayatın neresinde, ne şekilde sıkışıp kaldık? Ne umutlar, hayaller, sevgiler, aşklar, yaşanmışlıklar, ya da yaşanmamışlıklar, yaşanıp da unutulanlar, anılar, kitapların arasında unutulmuş çiçekler… Nerede onlar, biz neredeyiz? Belki de yeniden gün yüzüne çıkmayı bekliyorlardır, belki de memnundurlar oldukları, unutuldukları yerden…” İşte şimdi yarım kalan, bir yerlerde bizim kendisine yeniden dokunmamızı umutla bekleyen duygularımıza doğru yolculuk yapacağız.

Olumlu ya da olumsuz, acı ya da tatlı, iyi ya da kötü… Ömrümüzün birçok dönemde farklı duygular içinde bir o tarafa bir bu tarafa yolculuklar yaparız. Kimi duyguyu sonuna kadar hesapsızca yaşarken kimi duyguyu da yaşanması gerektiği gibi yaşamadan ya da yaşayamadan zamanın bir yerlerine bırakırız. Yarım kalan o duyguları bilinçaltına bir şekilde hapsederiz. O duygular gün gelir bilinçsizce su yüzene çıkar ve bizi hiç olmayacak zamanda etkisi altına almaya başlar. Bunun için her anı ve o her anın getirdiği duyguyu sonuna kadar yaşamaya dair açık yürekli olmalıyız. Hissetmek adına doyuma ulaştığımız duygular bizi büyütür, olgunlaştırır ve bizi olduğumuz kişi haline getirir. Bu duygularda sınıflandırma yapmıyorum. Duygunun her türlüsünden bahsediyorum, iyisiyle kötüsüyle… Bizi, biz yaparken eksikliklerimize sebep olanlar yarım kalan yaşanmışlıklardır.

 “Ben’i” bir bütün olarak deneyimlemek için, hissedilen her bir duyguyla temas halinde olmaya, yaşamaya ihtiyaç vardır. Yaşanamayan duygular, ruhumuzda bir kambur oluştururcasına, ağırlaşarak bizi artık yola devam edilemez bir noktaya getirebilir. Bu duygularla aranıza bir ayraç, bir mesafe koyduğunuzda, aslında kişi kendisine dair parçalarıyla da bağlantısını kesmiş oluyor. Yaşamaktan korkulan duygular bir kutuya koyulup, ağzı sıkıca kapatılmaya çalışılıyor. Yalnızlaşma ve beraberinde de kendine yabancılaşma da tam o an başlıyor. Kabul edilmelidir ki; üzülüp öfkelenebildiği kadar mutlu, huzurlu da olabilir insan. Duygular bir bütündür, birinin hakkı verilemiyorsa diğeri de eksik kalır.

Hadi, şimdi duyguların çeşitliğine bir göz atalım ve onları dillendirelim.

Yarım kalan acı, dert, öfke! Herhangi bir kaybınızdan ya da yaşadıklarınızdan duyduğunuz hisleri saklamayın ruhunuzda. Acıyı, üzüntüyü, dertlenmeyi, öfkeyi yaşamaktan korkmayın. Serbest bırakın hislerinizi. Ağlamaksa ağlayın, kızgınlığınızı anlatmaksa anlatın, derdinizi haykırmaksa haykırın, öfkenizi dillendirin, kimin içinse duygularınız açıkça ifade edin… Yeter ki bu duyguların içinizde düğümlenmesine izin vermeyin. Duyguları kendinize yük etmeyin, yüklerinizden kurtulduğunuz sürece özgürsünüz. Sonuna kadar yaşadığınız duygularınızdan sonra ruhunuzda mutlak rahatlama gerçekleşecektir.

Yaşanamayan ya da yarım kalan aşk! Aşk bazen karşılığını bulamayabilir, sizin hissettiklerinizi o hissetmeyebilir. Gönül bu ya… İçinizde de olsa sonuna kadar hissettiğinizi yaşayın, tek kişilik aşkınızı da tek kişilik acınızı da. Ama bunun için kendinizden hayatınızı çalmayın. Gerçeği kabul edin, kabullenebilmek kendinizi daha yormanıza ve daha az yıpranmanıza yardım edecektir. Sizin böylesine güzel bir duyguyu hissedebilecek kadar güzel bir kalbiniz var. Elbette gönül ister ki tek kişilik yaşanmasın aşk, ama her istediğimizin o an için gerçekleşememe durumu da bir gerçektir. Bilin ve inanın ki, karşılık bulamadığınız o yürek sizin için en güzel olan değildir, mutlaka aşkınızın can bulacağı başka yüreklere erişeceksiniz.

Kendinizi, hissettiklerinizi açığa çıkartmaktan korkmayın, çekinmeyin. Siz insansınız ve tüm duygular insanlar içindir. Ayıplanacak, yadsınacak hiçbir şey yok. Esas olan sizsiniz. Ruhunuzu arındırmanızın yolu; hayatının bir yerlerine hapsettiğiniz olumsuzluk yüklü duygularınızı açığa çıkartmaktan, onları sonuna kadar yaşayıp, kendinizle yüzleşmekten geçiyor. Bu duygularınızın tüm devinimini sonuna kadar tamamlamasına izin verin. Sonra da onları yeniden ve yeniden hayatınıza almayın, onların içinizde gizli gizli yaşamasına müsaade etmeyin. Yaşayın ve sonlandırın. İyi hissetmenin yolu, insanın içini olduğu gibi açabilmesinden, akışa kendisini bırakabilmesinden yani anda kalabilmesinden geçiyor. İçsel dünyada olup biteni bastırmadan, yok saymadan yaşayabilmek ve paylaşabilmek insana içsel huzur ve barışı getirebilecek olandır.

Yaşamaktan mutluluk duyduğunuz, keyif aldığınız ama hayatın koşturmacasında bir yerlerde unuttuğunuz duygular! Hani bir arkadaşınızla içtiğiniz tadı halen damağınızda olan çay… Ne güzel bir andı onunla paylaştığınız, nasılda mutlu olmuştunuz. Kim bilir kaç zaman geçti üzerinden, aylar mı, yıllar mı? Yeniden yaşayın o anı, yeniden aynı yere, aynı arkadaşınızda gidin, yeniden o enfes çaydan için. O gün çok mutluydunuz, işte o mutluluğu tekrar kendinize armağan edin. Sizi çok güldüren o film. Yeniden izleyin, yeniden gülün. O parkta yaptığınız piknik ne keyifliydi, yeniden yaşayın o keyfi. Hadi hazırlayın piknik çantanızı! Neredeyse bir saat telefonla konuşmuştunuz o arkadaşınızla, sohbet sohbeti açmış, zamanın nasıl akıp gittiğini fark etmemiştiniz. Telefonu kapattığınızda, muhabbetin verdiği keyiften ötürü yüzünüzdeki o gülümseme ne hoştu. Yeniden arayın arkadaşınızı, yeniden sohbet edin… Yeniden yüzünüz gülsün.

Yaşayamadıklarınız, yaşamadıklarınız, yaşamak istedikleriniz… Her şey, her duygu kucak açmış sizi bekliyor…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

SEZGİLER DİLE GELİYOR SUSMAK İSTEMİYOR

Çocuk sandığın başına yeniden geçti, ama bu sefer elinde anahtar yoktu. Neredeydi anahtar?  Kaybetmiş miydi, yoksa sandığın içinden çıkacaklara dair kaygısı olduğundan bile isteyerek anahtarın yerini mi unutmuştu? Gözlerini kapatıp, sessizce bir süre sandığın başında oturdu, ardından dudağının kenarında bir gülümseme hasıl oldu. Yavaşça montunun sağ cebini yokladı, anahtar oradaydı. Oysa sandığın başına gelirken tüm ceplerini kontrol etmiş, anahtarı bulamamıştı. Nasıl olduysa şimdi oradaydı. Anladı ki sandığı yeniden açma anı tamda o andı. Elini cebine usulca soktu, büyük bir öz güvenle anahtarı çıkarttı, sandığın deliğine yerleşti ve sandık açıldı…

  • “Babaannem dünyamızdan gideli 22 gün olmuş, benim de okula başlama vaktim gelmişti. Her ne kadar annem, babam, ağabeyim ve ablam okul hakkında bana bilgiler vermiş olsalar da o büyük gün gelmişti işte ve ben çok heyecanlıydım. Artık okullu olacaktım, çok mutluydum. Gerçekten büyüdüğümü hissediyordum, yüreğim pır pır ediyordu, kanatları olsa uçacaktı sanki. Ama yüreğimin bir tarafına da garip bir burukluk hakimdi, bunu görmezden gelemiyordum. Ben okulda olacaktım ama kardeşim evde olacaktı. O dilediğince oynamaya devam edecekti, bense, okulumdan, derslerimden fırsat buldukça o muhteşem oyunlarımı oynayabilecektim. Artık zamanım yeni sorumluluklar için bölünüyordu ve oyun zamanım küçücük kalmıştı. Peki ya oyuncaklarım? Onlar ben okuldayken, yani bensizken ne yapacaklardı? Bizim öyle çok oyuncağımız yoktu, bir oyuncakçı gördüğümüzde isterdik o yeni oyuncaklardan, ama illaki alalım diye de tutturmaz, alınmadığında da öyle çok da üzülmezdik. Annem bize elimizdeki oyuncaklarla yetinmeyi, onların kıymetini bilmeyi öğretmişti. Onlarla çok keyifli oyunlar oynardık ve asla oyuncaklarımıza zarar vermezdik. Hemen her kız çocuğu gibi bende bebekleri çok severdim. Dayım yurtdışından öyle güzel bir bebek getirmişti ki bana, o benim en kıymetlim olmuştu. Ona gözüm gibi bakmıştım, zarar görmemesi için korumuştum. (O güzeller güzeli bebek halen ilk günkü haliyle durur ve onu anı köşemde sevgiyle saklarım.) Her zaman oyuncakçıdan alınan oyuncaklar değildi eğlencemiz. Biz kendi oyuncaklarımızı kendimiz yapardık. Yaratıcılık bu ya! Evimizde yeşil, tahta bir sandalye vardı, kardeşim onu ters çevirir, ön kısmına kendisi oturur, beni de arkasına oturturdu. O şoför ben de müşterisi olurdum. Nereye gidiyoruz? Gezmeye gidiyoruz! Nasıl mutlu olurduk arabacılık oynarken…  Ah bir de o pazar günleri… Ablam pastaneye gider baton pasta ve her birimize de gofret alırdı. Ne güzeldi o tatlar…  

Ağabeyimle aynı okula gidecektim, o servisle giderdi ve tabii ki bende servisle gidecektim. Sabahçıydım, sabah başlayacak, öğleden sonra son bulacaktı okul. O sabah, kahvaltı sofrasına oturduk, annem hep söyler çok iştahlı bir çocuk olmadığımı ama o ilk gün daha da iştahsız olmuştum. Heyecandan ağzımdaki lokmalar sanki birer kaya gibi geliyordu bana, yutabilmek ne mümkün… Her ne olursa olsun kahvaltı yapmadan evden çıkılmazdı bizde, annemde babamda bu konuda çok titizdiler. Babamın kahvaltı yapmadan işe gittiğini hiç bilmem. Kahvaltımızı yaparken annemde bir taraftan beslenme çantamı hazırlıyordu. Beslenme çantam hiç eksik olur mu? Annemin yaptığı keklerden, böreklerden, kurabiyelerden oluşurdu beslenme çantam. Ah bir de süt! Ben o sütü içmez eve geri getirirdim. Yemek seçerdim, öyle her şeyi yemezdim, sebzeyle de aram hiç iyi değildi.  Oysa kardeşlerim yemek seçmezdi, sadece ben. Bu da bende ki olumsuzluktu maalesef. (Zaman içinde yemekleri ayırt etmemdeki yanlışlığımı, olumsuzluğumu düzeltmem gerektiğinin de farkına vardım. Bu farkındalıkla Allah’ın vermiş olduğu tüm nimetleri zevkle yemeye başladım, özellikle de sebzeleri.)

Siyah önlüğüm, kar gibi bembeyaz yakam, örgülü saçlarım, yepyeni defterim, kalemim, silgim ve beslenme çantam. İşte ben okulluydum artık! İlk gün beni okula annem götürdü.  On beş dakikalık yürümenin ardından nihayet okula varmıştık. Öğrenciler bahçede sıra olmuştu, annemde beni sınıfım olduğu sıraya götürdü, ağabeyimse koşa koşa arkadaşlarının yanına, oradan da sınıfına gitti. Öğretmenimiz geldi, biz çocuklarını sınıfına götürdü. Her şey sakince ilerliyordu. Sınıfımıza girdik, öğretmenimin gösterdiği yere oturdum ve can kulağıyla onun ağzından çıkan her bir kelimeyi dinlemeye başladım. Annem beni bahçedeki sırama bıraktıktan sonra ne yapacağımı görmek için bir süre beklemiş. Acaba ağlayacak mıydım? Çünkü ağabeyimden tecrübeliydi annem, o okulun ilk günü ağlamış, ben ne yapacaktım? Bakmış her şey yolunda, hemencecik eve geri dönmüş.

İlk gün arkadaşlarımla, öğretmenimle tanışmakla geçmişti ve saat öğleni gösterdiğinde ağabeyimle birlikte servisimize binip evimize dönmüştük. Eve döndüğümüzde, salonda annem misafirlerimizle birlikte ikramlıkları yemekle meşguldü. Misafirler hiç de sürpriz olmamıştı, çünkü bizde misafir hiç eksik olmazdı. Annem başta olmak üzere evdeki herkes bana okulun ilk gününün nasıl geçtiğini sordu. Bende ki cevap: “Doktor olmama az kaldı!” Cevap bu ya, ardından yeni sorular geldi. Ne doktoru olacaksın? Çocuk doktoru! Başka ne olabilirdim ki? Öyle ya, biz hasta olduğumuzda çocuk doktoruna giderdik. O bizi türlü ilaçlarıyla iyileştirir çok sevdiğimiz oyunlarıma kavuşmamızı sağlardı. Çocuk doktoru bizi sadece iyileştirmezdi, bizi mutlu ederdi. Bende çocukları mutlu etmek için, onları çok sevdikleri oyunlarına kavuşturmak için çocuk doktoru olmalıydım.

Babamın işleri yoğun olduğundan derslerimize annem yardımcı olurdu. Annem evdeki öğretmenimdi. Okuma yazma öğrenmeme, matematik çalışmama annem yardım ederdi, bende onu pür dikkat dinlerdim. Hatta kardeşimin de benimle çalışmasını okula başlamadan bir şey öğrenmesini istemiş bunun içinde çok uğraşmıştı. Ama nafileydi, oyun dururken dersler istenir miydi? Benim okul telaşım böyle başladı ve peşinde bir sürü anıyı da sürükleyerek keyifle devam etti…

Okula servisle gitsek de bazı günler annem alırdı okuldan bizi. Yolda tanıdıklara rastlardık, annem ayaküstü sohbet ederdi onlarla. O kişilerden kimilerini içime sindiremezdim, bunu da anneme söylerdim. Onları tanımazdım ama hissederdim. Bu sözlerimi evimize gelen kimi misafirler içinde söylediğim olurdu. Fakat annem sezgilerimle söylediğim o sözleri saygısızlık olarak nitelendirir, beni susturdu. Ben yedi yaşındaydım, ama sezgilerimin yaşı yoktu. Ben çocuktum, ama sezgilerim çocuk değildi. (Gün geldi annem de nihayet sezgilerimin doğruluğunu yaşayarak gördü.)  Tertemiz ruhum, aydınlık sezgilerim insanların taktıkları maskelerin ardını çoktan görmeye başlamıştı. Ama yazık ki ben gerçekleri söylerken, annem o gerçekleri saygısızlık olarak addetmişti. Annemin bu yargısı, gerçekleri söylemekten yana beni korkutmuş, sindirmişti.  Allah bana sezgilerin gücünü sunmuştu ama ben ayıplanma ve saygısızlıkla suçlanma karşında korkuyla susturulmuştum. Her ne kadar dillendiremesem de kişilerde gördüğüm olumsuzlardan sonra kendimce bir yöntem geliştirmiştim. Onlardan uzak duruyordum. Ama bu seferde gördüklerimi, hissettiklerimi içime atar olmuştum.”

Yaşadığım bir olaydan sonra, çocukluğumda bilinçaltıma yerleşen, saygısızlık yargılamasıyla karşılaşmak ve dışlanmaktan korkmak duygusuyla nihayet yüzleşebildim. Allah’ın vermiş olduğu durugörü, durubiliş, duruişiti, durusezgi ve rehberliği kullanarak bilinçaltımda yanlış anlamlanan saygısızlık, korku kalıplarını şifalandırdım. Vakti geldiğinde bu oluşumu da size detaylarıyla anlatacağım. Artık hissettiklerimi, gördüklerimi karşımdakine sevgiyle anlatıyorum. Kabul edilir ya da edilmez… İnsanlar kendi gerçekliklerini karşısındakinden duymaktan çok da hoşlanmaz. Bunu iyi biliyorum. Lakin sizi birileri uyandırmalı… Lütfen buna müsaade edin.

Kalp gözü açık, farkındalığı yüksek nice çocuk vardır ki, o çocuklar bu artılarından dolayı gerek aileleri gerekse çevreleri tarafından baskılanmaktadırlar.  Oysa çocukluk insanın en saf evresidir. Şayet öğretilmediyse ego yoktur, kibir yoktur, öfke, nefret yoktur onlarda. Bırakın, onların yüreklerini susturmayın. Konuşsunlar, anlatsınlar, kendilerini kendi dilleriyle ifade etsinler. Anlamadan, dinlemeden sürekli bastırılan, yargılanan çocuklar içsel yeteneklerini yitiriyorlar ve bu yeteneklerinin bir daha ortaya çıkması neredeyse mümkün olmuyor. Düşündüklerinden ve onları dile getirdiğinden dolayı sürekli yargılanan, eleştirilen çocuklar özgüvensiz, korku dolu, mutsuz bireyler oluyorlar. Çocukların ruhsal, düşünsel özgürlüklerini ellerinden almayın. Onlara hissettiklerini en doğru şekilde nasıl ifade etmeleri gerektiğini öğretin. İşte o zaman her şey yolunu bulacaktır. Çocukların yüreklerini aydınlatın, korkuyla kararmasına izin vermeyin.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com