FARKINDALIKLARIM YAŞIMLA BİRLİKTE BÜYÜYORDU
Sandık her zamanki yerindeydi, yeniden açılacağı anı bekliyordu. Aradan iki hafta geçmiş çocuk sandığın yanına gelmemiş, sandığın kapağı açılmamıştı. Nice sonra küçük çocuğun ayak sesleri duyuldu uzaklardan. Yavaş yavaş sandığa doğru ilerliyordu, belliydi yine aynı seremoni gerçekleşecekti. Galiba sandıkta alışmıştı belirli aralıklarla kapağının açılmasına. İçindeki yükler bir bir gün yüzüne çıktıkça sanki oda hafifliyor, nefes alıyordu. Çocuk elinde anahtarla sandığın yanına geldi, usulca yere oturdu. Bir süre sessizce bekledi sonra tüm heyecanını kenara bırakıp anahtarı deliğe yerleştirdi ve sandığın kapağını açtı. Sırası gelen anıyı ellerinin arasına aldı, ardından sandığın kapağını yeniden kapattı, kilitledi ve anahtarı cebine, aynı yere koydu. Şimdi sıra ellerinin arasındaki o anıyı dillendirmeye gelmişti. Yeni macera böylece başladı.
- “Karnemi aldıktan sonra üç ay sürecek büyük bir tatil başlayacaktı. Yaz Tatili! Yaz boyunca, tamı tamına üç ay boyunca sınırlama olmaksızın dilediğimce oyun oynayacaktım, ayrıca denize de gidecektik. Değmeyin keyfime! Koskoca ve eğlenceli kışı geride bırakmıştık. Okul, yağan kar ve muhteşem oyunlarla dolu bir kış… Yaz mevsiminin gelmesine ve okulların kapanmasına çok az kalmıştı. Karne alacak olmanın heyecanı beni çoktan sarıp sarmalamıştı. İlk karnemi alacaktım nasıl heyecanlı olmayayım?
Okulların kapanmasının ardından dayımın düğünü için Malatya’ ya gidecektik. Annem düğün hazırlıklarına çoktan başlamıştı. Kıyafet alışverişi bu hazırlığın en büyük bölümünü oluşturuyordu. Annemle, çarşıya kıyafet alışverişi için gittiğimiz o günü hiç unutmam. Bir mağazaya gitmiştik, annem birkaç kıyafet denedi, ardından bir döpiyesi belirledi ve parasını ödemek için kasaya gittik. O zamanlarda kıyafetlerin üzerinde fiyat etiketleri pek bulunmadığından kıyafetlerin parasının ne olduğunu ancak kasada öğrenebiliyordunuz. Kasaya geldiğimizde kıyafetin fiyatı anneme yüksek geldi. Önce kasiyere teşekkür etti, ardından yanında bu kadar para olmadığını parayı denkleştirdikten sonra geleceğini bu kıyafeti ancak o zaman alabileceğini söyledi. Kıyafetlerde fiyat etiketleri olmadığı gibi, o dönemlerde kartla da alışveriş yapılamıyordu, her şey nakit olarak ödeniyordu. Böylece mağazadan çıktık ve ilerideki başka bir mağazaya gittik. Annem orada başka bir kıyafet beğendi, yanındaki parası bu kıyafeti satın almaya uygun olduğundan onu satın aldı. Annem istediği kıyafeti istediği fiyata bulmuştu, sonra rotamızı eve doğru çevirdik. Evet, her şey normal görünüyordu, ama kime göre? Bana göre bu alışverişte bir yanlış vardı. Nemiydi? Annem bir mağazaya girmiş, beğendiği ama parası yetmediği için alamadığı o kıyafet için kasiyerlere parasına denkleştirip geleceğini söylemişti. Buna rağmen başka bir yerden kıyafet aldı ve geri geleceğini söylediği mağazaya yeniden gidip durumu anlatıp neden onlardan alışveriş yapmadığını anlatmamıştı. Bu dürüstçe bir davranış değildi, bu doğru değildi. Bir süre bu duygular yorulmaksızın zihnimde dans edip durdu. Sonradan bu duygularımı annemle paylaşmam gerektiğini düşündüm. Ona çocuk dilimle, alışveriş esnasında yanlış davrandığını, alacağını söylediği halde o kıyafeti almadığını ve bu durumu o mağazaya gidip izah etmesi gerektiğini söyledim. Annem benim sözlerime güldü, hatta birazda benimle dalga geçti. Bana dedi ki: ‘Ben o mağazada kıyafeti ayırttırmadım, sadece paramı denkleştirip alacağım dedim. Üzerinden bunca zaman geçmiş sanki halen benim için tutuyorlar, satmadılar.’ Annemle aynı fikirde değildim. Çünkü bir söz verilmişse mutlaka yapılmalıydı. Söz tutulamıyorsa da gidip olan biten anlatılmalıydı. Söze sadık olmak öylesine önemliydi ki benim için, başkalarının verdiği ve tutulamayan o sözler bile bende mahcubiyet duygusunu oluştururdu. (Halen de benim için sözünde durmak çok mühimdir. Ya yerine getiremeyeceğin bir sözü verme ya da her ne olursa olsun verdiğin o sözü tut.)
Okullar kapanmış ve ilk karnemi almıştım. Elbette karnemdeki tüm notlar ‘Pekiyi’ idi ve ben çok mutluydum. Yaşasın oyun özgürlüğü! Malatya’ ya gitmek için son hazırlıklar yapıldı, otobüs biletlerimiz alındı. Annem, ağabeyim, ablam ve kardeşim. Babam işlerinden dolayı gelemiyordu. Her zaman çok yoğun çalışırdı, sadece Pazar günleri tatil yapardı. İşleri yoğundu ama zaten çalışmayı da çok severdi. Annem yolculuğumuz için çok güzel yiyecekler hazırlamıştı, onları özenle paketlemişti. Yolculuk için her bir detay düşünülmüştü ve biz artık otobüs yolculuğu için hazırdık. Her ne kadar tren yolculuğu kadar muhteşem olmasa da otobüs yolculuğumuzda güzeldi. Benim tek sıkıntım arabanın midemi kötü yapması yani beni tutmasıydı. Kısa mesafelerde dahi araba yolculuğu benim için zorlayıcı olabiliyordu. On altı saat süren yolculuktan sonra Malatya’ya, anneannemlere ulaşmıştık. İçimde babaannemin yokluğunun verdiği derin sızıyı hissetmiyor değildim. Geçen yıl babaannemlerde kaldığım günleri, hatta anları bir bir aklımdan geçirdim. Kendimce çalışkan babaannemi yad ettim. İlk defa bu kadar yakın bir akrabamın düğününe şahit oluyordum. Dayımın yeri bende her zaman başkadır. Ablamla şakalaşmaları, bana aldığı o güzel bebek (halen saklarım). On beş gün kadar Malatya’ da kaldık ardından evimize, İstanbul’ a döndük. Malatya’ da düğünden sonraki günlerim nasıl mı geçti? Düğünden sonra tebrik için anneannemlere hemen her gün misafir geldi. Ev adeta misafirlerle dolup taştı. Biz çocuklar evin kalabalığından kaçıp sokakta oyunlar oynuyorduk, ağabeyimle de maç yapıyorduk. Ablamsa üniversite sınavlarına hazırlandığı için kitaplarını yanında getirmiş, hemen her fırsatta ders çalışıyordu. Tatil ve ders, hiç de güzel bir ikili değildi.
Malatya’ da çok akrabamız olduğundan neredeyse her gün birilerinin evine davete gidiyorduk. Baba tarafından bir akrabamız bizi gidecekleri pikniğe davet etmişti. Bu davete hayır denilebilir mi? Piknik için enfes yemekler hazırlanmıştı, her biri birbirinden lezzetliydi. Pikniğe, yol boyunca güle oynaya, şarkılar söyleyerek gitmiştik. Birlikte gittiğimiz ailenin beş kızı vardı, anne ev hanımı, baba fabrikada işçi idi, bir de hasta babaanneleri vardı. Öyle varlıklı bir aile değildi, hani denir ya kendi yağlarıyla kavruluyorlardı. Ama çok mutluydular, uzaktan dahi onlara bakan herkes bu mutluluğu görebilirdi. Piknik boyunca hem eğleniyor hem de etrafı gözlemliyordum. Bu ailenin mutluluğu beni de çok mutlu etmişti. Sadece paranın mutluluk için yeterli olmadığı, hatta çok para olmadan da mutlu olunabileceği farkındalığını, aslında bilinçli olarak fark etmeden ilk o gün edindim. Aile neşe içindeydi, hep gülüyorlardı, öyle uzaktan bakınca zannedilir ki bu insanların hayatı dört dörtlük ve onun için de çok mutlular. Oysa gerçek öyle mi, onların da sıkıntıları vardı, aldıkları maaş belliydi ve o maaştan kaç kişi ekmek yiyordu. Ama sevgi dolu, her yerinden mutluluk fışkıran bu aileye bunlar engel değildi. Bir onlara baktım bir de çevremde gördüğüm paraları çok ama mutluluğu bulamamış, sorun çıkması için adeta sebep üreten insanları düşündüm… Amcamlar tam da böyleydi. Onlarla gezmeye giderdik, ortada hiçbir sebep yokken, yok yere babamla sert sözlerle konuşup, tartışma çıkarırlardı. Oysa ne babam ne de annem hiç sert konuşmazdı. Bizim evimizde çoğu insan için sıradanlaşan, normalleşen kaba kelimeler kullanılmazdı. Biz bilmezdik öyle kelimeleri, kullandığımız kelimeler saygı ve sevgiyle dolu olurdu. İşittiğimiz azarlarda bile kötü kelimeler olmazdı. Gezmeye gitmişiz, maddi manevi derdimiz yok, her şeye sahibiz, ama o anın mutluluğu yaşanmaz, onun yerine işle ilgili konuşmalar ve ardından gelen tartışmalar. Babam iki amcanla birlikte çalışıyordu. Bir araya gelindiğinde keyifli konuşmalar olacağına, hep huzursuz konuşmalar olurdu. Babam amcamların sert konuşmalarına hiç cevap vermez, ortam bozulmasın diye hep susardı, Annem ve yengemler amcanlara hep iş hakkında konuştukları için kızarlardı. ‘İşi iş yerinde konuşun eğlencemizi bozmayın’ derlerdi. Babam Pazar günleri amcamlarla birlikte gezmeye gitmeyi çok severdi. Yeşil Chevrolet bir arabamız vardı, ortanca amcam arabayı kullanır, biz çocuklar arka kasada otururduk, yol boyu arkada kardeşimle oyunlar oynardık. Küçük amcamda, çocukları ve yengemle birlikte kendi arabasıyla gelirdi. Her şey çok güzelken neden tartışmalar, atışmalar olurdu, sert, kırıcı sözler söylenirdi, bunu anlamaya çalışırdım. Derdim ki kendi kendime; her şeye sahip olmak mutluluk için yeterli değil, bu mutluluk denilen şey sahip olunan maddiyatta değil insanın içinde. Bu duygumu annemle de paylaşmış, hatta Malatya’ da pikniğe gittiğimiz akrabalarımızın mutluluğunu da örnek olarak vermiştim.”
Verilen sözün yerine getirilmesinin önemini çocuklara anlatırken yetişkinlerin de bu konuya kendi davranışlarında dikkat etmesi gerekir. Çocuklar örnek aldıkları ebeveynlerinin kendilerine öğrettiklerinden farklı davranışlar sergilemesi karşısında bocalarlar. Neyin doğru olduğu konusunda tereddüde düşerler. Tıpkı anıların sahibi o çocuk gibi. Bir ressamın elindeki fırçayla tablosunda yapacağı yanlış bir dokunuşla mahvolan bir resim gibi yanlış bir örneklem de çocukta yanlış karakter oluşumuna yol açabilir. Çocuk yetiştirmek sanattır ve bu sanatı doğru icra etmek gerekir.
Eşitliğin bir tarafında paranın diğer tarafında da mutluluğun olmadığını hem piknik sayesinde hem de amcamlardan oluşan geniş ailemle gittiğim gezilerde öğrenmiştim. Belki de hayata dair en mühim farkındalığımı o günlerde keşfettim. Para, maddiyat yaşam standartları için mühimdir elbette. Ne var ki bunlar mutluluğun anahtarı ya da tek yolu değildir. Mutluluk, neşe, paylaşmak, huzur insanın içinde yeşeren bir tohumdur, hiçbir şeyin onu sizden almasına, köreltmesine izin vermeyin.
Mutluluğunuz daim, farkındalığınız yüksek olsun…