KİMLER TARAFINDAN KULLANILDINIZ VEYA KİMLERİ KULLANDINIZ?

Sevgili okuyucularım, insan hayatta bazen kendi başına aşamayacağı durumlarla karşılaşır ve başkalarının yardımına ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç maddi de olabilir manevi de. Bazen borç para olur, bazen ödünç bir eşya bazen de sadece sırtınızı sıvazlayan bir el, derdinize ortak olan bir yürek… Bu çok normaldir ve insan olmanın bir gereği olarak herkes elinden geldiğince gücü ve olanakları ölçüsünde birbirine yardım eder, etmelidir de. Fakat bunun, yardımı yapanı sömürüye dönüşmemesi de önemlidir.

Yardım istemekle kullanmak arasında ince bir çizgi vardır ve onu belirleyen de yardım talebinin alışkanlık hâline gelip gelmediğidir. Birçoğunuz hayatınızın belli bölümlerinde başka insanlar tarafından kullandığınızı fark etmiş olabilirsiniz. Kim bilir, belki kullandığınızı da. Şimdi kendi içinize dönüp bakın. Başkaları sizden nasıl yardım istemiş, bunu alışkanlık hâline mi getirmiş veya siz kimden ne yardım istemişsiniz ve bunu hangi sıklıkta yapmışsınız? Bu sorulara vereceğiniz yanıtlar kimlerin sizi kullandığını veya sizin de başkalarını kullanıp kullanmadığınızı gösterecektir.

İnsan kendini kullanılmış hissettiğinde artık yardım taleplerine daha farklı bakıyor. Bir de gerçekten yardım isteyen insanlarla sizi kullanmak isteyenleri ayırt ediyorsunuz. Bazı insanlar, karşı tarafın vicdanlı ve merhametli olduğunu, özellikle hiç kimseye hiçbir şey için “hayır” diyemediğini fark ettiklerinde bundan faydalanmak ve kendi menfaatleri için kullanmak ister. Her yazımda olduğu gibi yine örneklerle açıklamaya çalışacağım.

Mutfakta kullanacağı yumurta, patates, domates vb. bir ürüne acil ihtiyacı olan bir komşunuz gelip sizden istediğinde, elinizde varsa beklentisiz olarak verirsiniz. Ama bunu sürekli hâle getiriyorsa “Nasıl olsa hep veriyor, hiç yok demiyor,” düşüncesiyle haftanın dört günü kapınızı çalıp bir şeyler istiyorsa menfaati için sizi kullanmış oluyor. Benzer şekilde yalnızca ihtiyacı olduğu zaman gelip, konuşup muhabbet ediyor ve sonra size herhangi bir şekilde uğramıyor, hâl hatır sormuyorsa yine sizi kullanmış oluyor.

Diyelim ki sivil kuruluşlara maddi yardımlar yapıyorsunuz ya da gönüllü olup çalışarak manevi yardım yapıyorsunuz. İmkânlarınızı görüp sizden talep ettiklerinde de yapabileceğiniz yardımı yaparsanız. Ama “Bu kişi ne istersek veriyor” diyerek arayıp sürekli yardım talebinde bulunduklarında artık o yardım, yardımlıktan çıkar. Kendinizi kullanılmış hissedersiniz.

Bazen de bazı insanlara yardım edersiniz fakat ihtiyacı görüldükten sonra sizi bir daha aramaz, sormaz. Bunu en çok birebir ilişkilerde yaşarız. Kendi yaşadığım bir örnekten bahsedeyim. Ama hemen söyleyeyim, benden yardım isteyen ve beni kullanan insanları tabii ki fark ediyorum. Uzun süredir görüşmediğim ve bir konuda yardıma ihtiyacı olan biri, benden yardım istediği o süreçte “Seni çok seviyorum, sen arkadaşımsın,” dediğinde, ‘gerçekten benim tercih ettiğim arkadaş davranışlarını sergiliyor mu?’ diye aramızdaki bağı yeniden gözden geçirdim. Hayır, sergilemiyordu. Çünkü yalnızca kendi ihtiyacı olduğu zaman telefonla arayıp ya da mesaj yazıp usulen bir “Nasılsın?” dedikten sonra kendi sorunlarını anlatıyor ve ardından yardım istiyor, benden yardım aldıktan sonra da yine ortadan kayboluyordu. Üstelik kendisine bu durumu söylediğimde “Haksızlık yapıyorsun, ben soruyorum,” diyordu.

Sonra ben bu konuda kendimle yüzleştim, önce ‘kendi hatam var mı?’ diye sorguladım. Aramızdaki mesajlaşmalara yeniden baktım. Bir gün olsun sadece hâlimi hatırımı sormak için yazmamış. Oysa arkadaşlıklarda hâl hatır sormak vardır. İnsan birine “arkadaşım” diyorsa ihtiyacı olduğunda ya da bir şey istemek için değil yalnızca sesini duymak için bile arar. Maalesef bunları o kişide göremedim. Bu sefer kendisini kendi davranışıyla yüzleştirdim.

Bir ay boyunca beni arayıp sormuyor, bir ayın sonunda işi düştüğü için arıyor ve bu davranış biçimini tekrarlıyorsa bu arkadaşlık değil kullanmak olur. Aslında dürüst olup “Evet, seni sadece yardım için arıyorum ya da mesaj yazıyorum,” dese yine sorun olmaz çünkü o benim tercihim olur. Kendimi kullanılmış gibi hissedersem; o duyguyu yaşarsam zaten sınırımı çizerim. Ama yardım yapmak istiyorsam yine yaparım. Dürüstçe en baştan açık açık söylese her zaman başımın üstünde yeri olur. Yeter ki dürüst olsun.

Yukarıda yazdığım gibi eğer gerçekten çok vicdanlı, merhametliyseniz, karşı tarafa “önce sen” diyorsanız, “ben” diyemiyorsanız, her zaman kullanılmaya açık olursunuz.

Örneklere devam edelim. İş yerinde çalışıyorsunuz, bir arkadaşınız her izne çıktığında yerine bakıyorsunuz ya da ne zaman iş konusunda yardım istese hemen koşuyorsunuz, “hayır” demiyorsunuz. Bir ki seferden sonra “Nasılsa bu iyi niyetli, ne zaman istesem yerime bakar ya da yardım eder,” diyerek suistimale başlıyor, işten erken çıkıyor ya da bir şey bahane edip işe gelmiyor. Tam tersi bunu yapan siz de olabilirsiniz. İşte bu durum arkadaşından destek almak değil onu kullanmak oluyor. Patronunuz size kolaylıkla izin veriyor diye bunu kullanıp sürekli bir şey bahane ederek işe gitmemeyi alışkanlık hâline getirdiğinizde bu kez patronun iyi niyetini kullanmış oluyorsunuz.

Bazen de zor koşulda olan bir insana yardım ediyorsunuz, o insanı bir iki yemeğe götürüyorsunuz fakat sonra o insan “Nasıl olsa beni götürüyor,” diyerek sürekli sizden yemeğe götürmenizi istiyorsa bu da kullanmak oluyor. Aynı şekilde birine giyecek veriyorsunuz, bir hafta geçmeden tekrar istiyor; veriyorsunuz yine 1 hafta geçmeden istiyor. Bu artık ihtiyaç değil kullanmak oluyor. Borç para istiyorlar, o anda siz yardım olarak veriyorsunuz fakat sonra arkası kesilmiyor.

İşte birini kullanmakla ondan yardım almak arasındaki fark da bu. Kullanmak, sürekli istemek ve fazlasını karşılamaktır. Yardım ise o anlık ihtiyacını karşılamaktır. Fazlasını değil.

Bir iki arkadaş ile yaşadığım olayı da anlatayım. Başka arkadaşları için benden şifa, enerji, rehberlik istediklerinde veriyorum. Ama sonra arkası kesilmiyor, “Şuna da gönder, buna da gönder,” demeye başlıyorlar. Üstelik yalnızca ihtiyaçları olduğunda ortaya çıkıyorlar.

Bir de şifa, enerji, rehberlik çalışmasını benden isteyip “Şu kişi de iyi, bu da yapıyor,” diye başkalarını övüyorlar. Bu durumda ben de tabii ki “Neden onlardan istemiyorsunuz bu yardımı da ihtiyacınız olduğunda sürekli benden istiyorsunuz?” diye sorarım çünkü aslında bu kullanmak oluyor. Size bir kere değer verip hatırınızı sormadan sadece kendi ihtiyaçları için yardım isteyen ve bu ihtiyaçları hiçbir şekilde bitmeyen insanlar her daim kullanırlar.

Bazı insanlar sizi çözdüğü zaman elinin altında tutarlar o anda neye ihtiyaçları varsa sizden isterler. Fakat bunu size şirin görünerek yaparlar.

Bir arkadaşınız seyahate gittiğinde bir, iki ve üç kereliğine o yere ait çok özel bir şeyini isteyebilirsiniz fakat her gittiği yerden istemeniz o kişiyi iyi niyetini kullanmak oluyor.

Yurtdışında yaşayan bir arkadaşınız size güvendiği için Türkiye’deki evinin anahtarını teslim ederek yardım talep eder. Evine bakmanızı, bir şey olduğunda haber vermenizi tamir işlerinde evine gitmenizi ister. Zor durumda kalmasın diye iyi niyetli olarak yardımcı olmayı kabul edersiniz. O dönemde sizinle irtibatı sürdürür, arkadaşlık yapar. Fakat artık o ev ile ilgisi kalmadığında sizi aramaz, sormaz, sizinle irtibatı keser. Bu durumda kendinizi kullanılmış hissedersiniz.

Arkadaşınız olduğu için sizden ücret almadan muayene eden doktora para almıyor diye sürekli gidip hiçbir ücret ödemeseniz bu onu kendi menfaatleriniz doğrultusunda kullanmak olur.

Aynı şekilde bir arkadaşınız, tanıdığınız, yazlığı var ve sizi çağırdı. Bir kez gidersiniz. Maddi imkânlarınız olduğu hâlde otele para vermemek için sürekli o yazlığa giderseniz o arkadaşınızı sadece yazlık gitmek için aradığınızda işte menfaatiniz için kullanmış olursunuz.

Tersi bir durum da olabilir. Siz birinin yaptığı bir işten belirli özelliklerinden faydalanmak için onu sürekli evinize çağırıyorsanız bu da kullanmak olur. Örneğin misafir geldiğinde komşunuzu yardıma çağırıyorsunuz. Komşunuz, istediğiniz zaman yardıma gelebileceğini söyledikten sonra her misafirde iş için çağırırsanız, onu kullanmış olursunuz.

Tabii ki yaşadığımız sürece birbirimize ve yardımlaşmaya ihtiyacımız var. Ama yardım isterken en baştan dürüst olmak, yardımın ne niyetle istendiğini açıkça belirtmek çok önemlidir. Bazen dürüst olmayana da insanlık gereği yardım ediyor insan. Ama şu farkındalık oluyor: Kullanan ile kullanmayanı ayırt ediyorsunuz. Sınırınızı çiziyorsunuz.


Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.cm

DOĞAL TAŞLARDAN GELEN ŞİFA – 7

Sevgili okuyucularım, doğal taşlarla ilgili bu ayki yazımda yine ilginizi çekecek bilgiler bulacaksınız.

“Hangi doğal taşı almalıyım ve bu doğal taşlar niçin kullanılır?” diyenler için Hasan Kocabaş’ın 2006’da Mozaik Yayınları’ndan çıkan “Şifalı Taşlarla Sağlıklı Yaşam” adlı kitabı ile www.sertmineral.com sitesinden derlediğim bilgileri paylaşıyorum.

Belki birçoğumuz taşların faydasına inanmayabilir, sırf renkleri ve şekilleri hoş göründüğü için kullanır. Oysa önemli olan her bir taşın nasıl bir özelliğe sahip olduğu bilgisidir. Bu bilgiye sahip değilsek kullandığımız taştan fayda göremeyiz. İçlerinde hiç duymadığımız o kadar taş var ki rengini ve şeklini beğenmediğimiz için kullanmadığımız ama çok faydasını göreceğimiz taşlardır çoğu. O yüzden renkler ve şekiller sizi aldatmasın.

İşlenmemiş, toprağın altında olduğu hâliyle kalmış taşlara doğal taş denir. İşlenmemiş taşlar kendi titreşimleri ile enerji yayar. Doğal taşlar enerjilerini kaybetmez yani bir nevi ölümsüzdür. Çok eski zamanlardan günümüze kadar birçok medeniyet, taşların enerjilerinin şifa kaynağı olduğuna inanmıştır.

Onlarca çeşit doğal taşın farklı özellikleri ve etkileri olduğu söylenir. Bu taşlardan bazıları değerli, bazıları da yarı değerlidir. Binlerce yıllık geçmişe sahip doğal taşlar, eski çağlarda iyileştirici özellikleri sayesinde tedavi amaçlı sıkça kullanılıyordu.

“Doğal taşlar ne işe yarar?” sorusunun yanıtı ise aslında çok kapsamlı. Her doğal taşın farklı bir özelliği ve iyi geldiği konu var. Doğal taşların faydalarına genel olarak değinmek gerekirse, taşıyan kişiye pozitif enerji verdiği, iyileştirici, zihin rahatlatan ve huzur veren bir etkisi olduğu biliniyor. Doğal taşların enerjilerinin direkt olarak bedenimize etki ettiği düşünülür.

Doğal taşları sürekli üstte taşımak ve enerjisinden faydalanmak için takılarda kullanmak sık tercih ediliyor. Bunun dışında avuca sığacak büyüklükteki doğal taş parçalarını da meditasyon yaparken kullanabilirsiniz. Özellikle çakraları açmada çok faydalıdır ve gerçek faydayı elde etmek için de düzenli kullanılması gerekir. Bir kez meditasyonda kullandıktan sonra bir ya da iki ay ara verdiğinizde beklediğiniz sonucu alamazsınız. Bir de kullanılan doğal taşlar taklit değil gerçek olmalı. Küçük bile olsa hakiki olması gerekiyor. Sadece ev dekoru olarak kullanmak da mümkündür fakat en güzeli enerjilerinin bedenimize direkt etki etmesidir. Özellikle meditasyon yaparken mutlaka kullanılmasını tavsiye ederim.

Doğal taşların temizliği ya akan suda ya 12 saat toprağın üstünde bekletilerek ya da dolunay zamanlarında ay ışığına bırakılarak yapılır. Bazı doğal taşlar suda çözündüğü için suya değdirmemeye dikkat etmek gerekiyor. Bazı doğal taşlarda ise kendi kendini temizleme özelliği vardır.

KALSİT   

Anahtar Kelimeler: Anlayış, berraklık, gösteriş, bağışlama

Element: Ateş, Rüzgâr

Çakra: Bütün Çakralar

Kalsit’in birçok çeşidi bulunmaktadır. Tedavi amacıyla kalsit kullanacak kişinin kullanacağı Kalsit’in özelliklerini iyi bilmesi gereklidir. Çünkü kalsit tedavi edeceği noktayı/alanı özenle seçer ve bir sorun var ise orayı iyileştirmeye yardımcı olur. Değişik renkleri bulunan kalsit bulunduğu ortama farklı titreşimler yayar. Temizleyici, tazeleyici ve canlandırıcı etkisi vardır. Engelleri kaldırır, enerji sistemlerini aktif hale getirir. Dünyaya yeni bir bakış açısı ile bakmanızı sağlar, hayattan zevk almanızı ve hayatın eğlenceli yönlerini görmenizi kolaylaştırır. Ateş elementinin harekete geçmesiyle enerjinizin çakralar arasında harekete geçmesini ve aktif hale gelmesini sağlar.                              

Beyaz (şeffaf) kalsit: Enerjinizi engelleyen sebepleri ortadan kaldırır, 3. Gözü (alın çakrasını) uyarır ve geçmişinizin olumsuz etkilerinden kurtulmanızı sağlar. Doğru yolda gerçeklere doğru yönelmenizi ve bu durumda doğru adımlar atmanıza yardımcı olur. Kişilerin birbirlerine hoşgörülü ve yardımsever davranmalarını sağlar. Metabolizmayı hızlandırır, kilo verme sürecin de destek olur ve sinirli dönemlerde yemek yeme alışkanlığı olan kişilere yememeleri yönünde yardımcı olur.

Mavi kalsit: Fiziksel yetenek, astral seyahat, duygusal zekâyı yatıştırmak amacıyla kullanılır. Boğaz ve alın (3. Göz) çakrasında etkilidir. Ciğerlerin oksijenden faydalanma oranını maksimuma çıkartır. Baş ağrılarında kullanılır. Özellikle katarakt tedavilerinde, iltihapsız göz rahatsızlıklarında tedaviye destek olur.

Yeşil kalsit: Rahatlama, duygusal denge, stresin azalması, kalp ile bağlantı. Kalp çakrasında etkilidir. Kişinin canlanmasına ve hayatında pozitif değişiklikler yapmasına yardımcı olur. Sosyal fobileri olan kişilerin rahatlamasına, kişinin dünyadaki güzelliklerden cömertçe faydalanabilmesi için kişinin dış dünyaya açılmasını sağlar. Damar tıkanıklıklarının açılmasına yardımcı olur. Yaşlanma belirtilerini geciktirmeye faydalıdır.

Turuncu (orange) kalsit: Yaratıcılık, yenilik, güven. Solar Pleksus çakrasında etkilidir. Turuncu kalsit, güneşten aldığı enerjiyi kişinin vücuduna taşır. Depresyonu engeller, uyuşukluk ve ümitsizliği ortadan kaldırır. Korkaklık ve sosyal fobilerin hafiflemesine yardımcı olur. Endokrin sistemini dolayısıyla hormonal dengeyi düzenler. Sindirim sistemi, metabolizma ve cinsel organlara faydalıdır

Pembe kalsit: İyilik, bütünlük, sağlık, kalbinizin sesi ile bağlantı ve duygudaşlık. Kalp çakrasında etkilidir. Duygusal davranışlarınızı düzenler, kendinizi güzel bir şekilde ifade etmenizi sağlar. Duygusal travmalardan kurtulmanızı destekler. Aldığımız besinlerin vücutta gerekli olan yerlere ulaşmasını sağlar.

 Sarı (honey) kalsit: Kavrama, güven, kavradıklarını eyleme dönüştürme, direnme, entellektüel güç. Kök, solar pleksus ve (3. Göz) alın çakrasında etkilidir. Öğrenme sürecini kolaylaştırır. Çevrenizdeki insanları tanımak, maneviyatınızı birçok yönden geliştirmenize yardım eder. Kendinize olan güveninizi ve cesaretinizi geliştirir. Endokrin sisteminizin dengelenmesi için çalışır. Hormon seviyenizi dengeler. Pankreasınızı güçlendirir, kandaki şeker seviyesini düzenler.

KAPLAN GÖZÜ  

Anahtar Kelimeler: Uçdeğerler arasında denge, anlayış, canlılık, güç, pratiklik, doğruluk

Element: Ateş ve Toprak

Çakra: Solar Pleksus, Kök çakra

Kaplan gözü, zihinsel açıklığın yani yoğunlaşma taşıdır. Gücünüzü doğru şekilde kullanmanızı sağlar. Özgürlüğüne düşkün kişilerin taşıdır. Kendi ihtiyaçlarınızı ve çevrenizde kişilerin gereksinimlerini fark etmenize yardımcı olur. Ne istediğiniz ve neye ihtiyacınız olduğunun arasındaki farkı anlamanızı sağlar. Yin-Yang dengesini sağlar, ruhunuzu canlandırır. Depresif ve olumsuz ruh halinden kurtulmanızı sağlar. Ruh hastalıkları ve kişilik bozuklukları tedavisinde faydalıdır. Gözlere özellikle gece görme bozukluğu yaşayan kişilere faydalıdır. Boğaz ve üreme organlarını tedavi eder. Kırık kemiklerin tedavisini kolaylaştırır. Konsantrasyonu güçlendirmek en belirgin özelliğidir. Bununla beraber iş hayatında başarı sağlamanıza, ilerleme isteği duymanıza yardımcı olur. Evlilik, aile ve iş ortamındaki olumsuz etkilerin azalması için sabırla kullanmaya devam edilmelidir. Sağ kolda taşınmalı veya kısa periyotlarla kolye ucu olarak taşınmalıdır.

KEHRİBAR 

Anahtar Kelimeler: Işık, ılımlılık, güneş enerjisi, iyileştirme, aydınlatma

Elementler: Toprak

Çakra: Solar pleksus

Fosilleşmiş reçineden meydana gelmektedir, reçinenin taşlaşmış halidir. Piyasada çokça bulunan kehribarların birçoğu sahtedir. Gerçek kehribar sürtünme sonucunda elektriklenir, etrafta bulunan hafif kâğıtçıkları veya saçınızı toplar, aynı zamanda kehribarı iki parmağınızla ovarsanız elinize çam reçinesi kokusu gelmelidir. Boyun kısmınızda kullanıldığında boğaz ve tiroit bezi enfeksiyonlarına, guatrın oluşmasını engellemeye veya yavaş yavaş tedavi etmeye başlar. Bebeklerin diş çıkartma sırasında ağrısını ve ateşini almak için kolye olarak kullanılır. Ağrıları ve negatif enerjileri emer. Stresi yatıştırır. Karın, dalak, ciğer, akciğer, mesane ve safra kesesine faydalıdır. Eklem ağrılarında ve romatizmasal ağrılarda etkilidir. Mukoza zarını güçlendirir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

 

ÇOCUK TATİLE GİTSE DE GİTMESE DE MUTLU

Ortaokul birinci sınıfa giden ve günden güne yetişkinliğe doğru ilerleyen çocuk, yine sandıktan bir anısını özgür bırakıyor.

Okulun kapanma zamanı gelmişti. İki heyecanım vardı; biri karne alacağım, diğeri de önümde üç aylık kocaman bir tatil olduğu içindi. Tatili nasıl değerlendireceğim, neler yapacağım önemliydi benim için. En çok denize nereye gideceğimizi merak ediyordum çünkü denizi çok seviyordum. Babam genellikle çalıştığı ve amcalarım da ona güvenerek rahatlıkla istedikleri yere gidip tatil yaptıkları için bizim tatil planımız belirsizliğe giriyordu. Gerçi bunda annemle babamın tercihlerinin de payı vardı.  

Annem yazlığa gitme fikrine hiç sıcak bakmıyordu, geçmişte yaşadığı deneyimleri onu yazlıktan neredeyse soğutmuştu. Üç ay boyunca akraba, tanıdık kim varsa gelir, annem bütün bir yaz onları ağırlamak için çalışır, kışlık eve hiç dinlenmeden dönerdi. Bu yüzden o yıl babam yazlığa gitmeye sıcak baktığı hâlde annem karşı çıktı. Oysa annem hiç “Hayır” diyemez, genelde babamın istedikleri olurdu ama bu kez öyle kararlıydı ki yazlığa gitme konusunda onun dediği oldu ve gidilmedi.

Aslına bakarsanız herkesin kendini düşündüğünü, olayları kendisi açısından değerlendirdiğini ileri yaşlarda anlıyorsunuz. Bu olayda annem kendince haklıydı. Sözde tatile gidiyordu ama sürekli gelen misafirlere hizmet etmekten başka bir şey yapamıyordu. O nedenle gitmek istemiyordu. Babam da herkesin bir arada olmasını istediği, kendinden çok kardeşlerini düşündüğü için böyle bir karar alıyordu. O da kendi açısından haklıydı.

Tabii insan, yaşı ilerledikçe anne ve babası, kendilerine ne zaman değer vermişler, ne zaman “ben” demişler ya da karşı tarafa hep “sen” demişler, bunu fark ediyor. Babam hayatı boyunca hiç kendini düşünmedi. Hep başkalarını düşünür, ister akraba ister tanıdık; kimin ihtiyacı olsa ona koşar, onlardan olumsuz bir davranış görse bile yine umursamaz ve aynı fedakârlıkları yapardı. Annem de öyleydi. Sadece ortanca amcamın bize karışmasından pek hoşlanmıyordu. Yine de olumlu yaklaşıp amcamın çocuğu olmadığı için böyle davranmasına babamın izin verdiğini söylüyordu. Yoksa babam bize değer veriyordu ve bunu biliyorduk. Fakat maalesef duygular ön planda ve vicdan, merhamet fazla olunca insanın kendi hakkını kendi tercihi ile yediğini, “ben” demek yerine “sen” demeye başladığını ileri yaşlarda fark ediyorsunuz. Ailemde bunu gördüm; öncelik verdikleri hep başkaları oldu.

Zaman içinde farkındalığım arttıkça anneme akrabalarda gördüğüm yanlış davranışları söylemeye başladım. Annem, anlattıklarımı dinliyor ama uygulamaya gelince yapmıyordu. Bu da onun tercihiydi.

Nihayet karnemi aldım, notlarım iyiydi. Geçtim fakat öyle teşekkür veya takdir belgesi getirmedim. Oysa amcamın en çok beklediği belge buydu. Artık orta ikinci sınıfa geçmiştim. Kardeşim ilkokul beşinci sınıfa, ağabeyim lise ikiye, ablam da üniversite üçüncü sınıfa geçti. Ablamın finalleri ve proje teslimi yaz döneminde olduğu için deniz tatilimiz onunla uyuşamayabiliyordu. Zaten erkek kardeşim ve ağabeyim yaz tatilinde babamın yanında çalışmaya gidiyorlardı. Bu yüzden o yaz, tatil programımı kendime göre belirledim ve anneme de söyledim. Yazlığa gidemesek de üç ay boyunca çok güzel günler geçirdim.

Okuldan belirli arkadaşlarımla görüşüyordum. İlkokulda beri arkadaşım olan Derya ile çok güzel vakit geçiyorduk. Hatta ilkokuldan görüşemediğim diğer arkadaşlarımla da buluştuk. Anneannemlere gidip kalıyordum ve çok mutlu oluyordum. Anneme daha çok yardım ediyordum çünkü hem vaktim vardı hem de yemek pişirirken veya diğer işlerde ona yardım etmek çok hoşuma gidiyordu. Annem, yaz boyunca bana dantel örmeyi öğretti fakat pek sevdiğimi söyleyemem; kanaviçe işlemeyi daha çok seviyordum. O yaz bir de merserize bluz ördüm. Tatilde vazgeçmediğim tek ders yabancı dil oldu. İngilizce’mi geliştirmek için bol bol çalışıyor, kasetleri teybe koyup dinliyordum. Yan bahçemizde voleybol ağı vardı, arkadaşlarla voleybol maçı yapıyorduk. Ve denize gideceğimiz zamanı bekliyordum. Gerçi uzun süreli olmasa da denize girmek için hafta içi annem ve ablamla Ada’ya gittiğimiz de oluyordu. Tabii ki bunlar bana yetiyordu.

Yaklaşık iki ayı böyle geçirdim. O yıl dini bayram tatili temmuz ayının sonuna denk geldi. Bayram tatili demek babamın işten vakit bulması demekti. Gerçekten öyle oldu ve ailece Erdek’te babamın arkadaşının oteline gittik. Küçük amcam ve ailesi de bizimle geldi. Bir haftalık Erdek tatilimiz çok güzel geçti.

Ağustos’ta halamlar geldi. Halam ve çocukları, her yıl ağustos ayında Almanya’dan Türkiye’ye gelir, bir ay kalırlardı. Bu bir ayın çoğunda bizde kaldıkları için ağustos çok hareketli geçerdi. Sadece ortanca amcamla birlikte bir haftalığına Antalya’ya denize gidip gelirler, sonra yine bizde kalırlardı. Birlikte İstanbul’u gezerdik; eğlenceli olurdu.

Bazı çocuklar ailelerinden çok şeyler beklerler ve isterler. Olmayınca da mutsuz olurlar. Bu çocuklar, ileri yaşlarda da aynı şekilde beklentileri gerçekleşmediğinde kendilerini mutsuz hissederler. Fakat çocuk elindekilerle yetinip kendini mutlu etmek için bir şeyler yapıyorsa ileri yaşlarda içinde bulunduğu koşullarla yetinmeyi ve kendi kendine mutlu olmayı bilir. Bu iki farklı durumdan hangisini yaşayacağı, insanın çocukluk döneminde nasıl bir hayat geçirdiğine bağlı, tabii bir de çocuğun ruhuna. Ben hiçbir zaman bir şey isteyip tutturan bir çocuk olmadım. İsteğimi söylerdim ama gerçekleşmezse de üzülmezdim. Çünkü mutlu edecek çok şey vardı. Yazlığa gitmedik, diye veya babam işte çalıştığı için bize vakit ayırıp tatile götürmedi, diye mutsuz olmazdım. Beni mutsuz eden şey insanların öfkesi ve sert konuşmalarıydı. Bunu ailede ortanca amcamda görüyordum. Bir de alaycı konuşmalardan hoşlanmıyordum ve bunu da bazı okul arkadaşlarımda gördüğüm için onlarla görüşmüyordum.

Aileler küçük bir çocuktan nasıl bir yetişkin yaratmaları gerektiği üzerine düşünmeli. Elbette çocuğun ruhu da önemlidir ama aile davranışlarıyla “isteklerine olumsuz yanıt versek de seni seviyoruz” mesajını verebilmişse çocuk, istekleri yapılmasa bile mutlu olmayı öğrenir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BARIŞ BENİM İLE BAŞLAR – 14

Sevgili okuyucularım, bu ay ki “ho’oponopono” adı verilen bir arınma çalışmasını paylaşıyorum. Bu ay da farklı konular için aynı şekilde yapmanız gereken bu arınma çalışmasını dört madde hâlinde paylaşıyorum. Düzenli olarak yaptığınızda gerçekten kendinizde inanılmaz bir olumlu değişiklik göreceksiniz. Özellikle zihniniz, ne kadar berraklaşırsa o kadar huzurlu olur. En önemlisi berrak bir zihin her zaman doğru karar almanızı sağlar. Çünkü zihin olumsuzluklarla dolu olduğu zaman doğru karar bile alamıyorsunuz. Disiplin ve azimle yapılan çalışmalardan her zaman olumlu karşılık alınır. Çalışmaya geçmeden önce bununla ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum. Geçen ay bu bilgiyi paylaşmıştım fakat belki ilk defa okuyacak olanlar vardır. Onlar için yinelemekte fayda görüyorum.

Ho’oponopono yöntemi; karşımızdaki insanın yaşadığı bir sorunu duyduğumuz, öğrendiğimiz anda bizim sorunumuz olarak algılayıp kendi içimizde bundan arınarak karşımızdakini de arındırma yolunu öğretiyor. Sadece insanları değil her şeyi arındırıp temizlemenin yoludur bu. Olumsuz durumlardan kurtulmanın bir yöntemidir.

Ho’oponopono, Havai halkının kullandığı bir kendini arındırma yöntemidir. Bu yöntemi Joe Vitale’in kitabı “Zero Limit” aracılığı ile batı dünyasına tanıtan ve meşhur eden kişi Dr. Ihaleakala Hew Len oldu. Doktorasını Iowa Üniversitesi’nde yapmış olan Dr. Ihaleakala Hew Len, uzun yıllar Havai Devlet Hastanesi’nin suç işleyen akıl hastaları ile ilgilenen adli biriminde uzman psikolog olarak çalışmış. Hastalarıyla elde ettiği mucizevi sonuçlar çok ilgi çekmiş. Kullandığı yöntemler öyle etkiliymiş ki zamanla yatan hastaların tümü taburcu edilmiş, sonunda dört yıl içinde birim kapatılmış. Dr. Len’in kullandığı bu yöntem, 1982 Kasım’ından beri güncelleştirilmiş Ho’oponopono uygulaması yapan Hawaiili şaman Morrnah Nalamaku Simeona sayesinde ortaya çıkmış. Tüm dünyada bu yönteme ün kazandıran, öğrencisi Dr. Ihaleakala Hew Len ve Joe Vitale oldu.

Şimdi çalışmaya geçelim:

1) İçtenlikle, açık ve net bir şekilde iletişim kurmamı engelleyen içimde, bana, aileme, atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda bütün boyutlarda bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

2) Hızlı, kolay ve etkin bir şekilde öğrenmemi, hafızamın güçlü olmasını engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda bütün boyutlarda bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

3) Bana zarar veren alışkanlıklarımdan özgürleşmemi engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda bütün boyutlarda bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

4) Kendimi sabote ederek işlerimi yarım bırakmama yol açan içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda bütün boyutlarda bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

Kaynak: Dr.Ihaleakala Hew Len ve Berna Özcan
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

YÜZLEŞMEK İLİŞKİLERİN TEMELİNİ SAĞLAMLAŞTIRIR

Sevgili okuyucularım, günümüzün önemli sorunlarından biri insanlar arasındaki iletişim. Bunu yaşadığımız her yerde görebiliyoruz. Bazen ailemizde bazen komşumuzda, iş yerimizde, arkadaşlarımızda. İlişkilerimizde iletişimin düzgün yürüyebilmesi için olması gereken en önemli unsur ise sevgi. Zaten sevgi olmadan ne dürüstlük ne saygı olur ne de güven oluşur. Her zamanki gibi temel taş sevgidir.

İlişkiler tek taraflı yürümez. Düşünün, siz sürekli bir arkadaşınızı arıyorsunuz, soruyorsunuz ama o, özel günler dâhil bir kere bile sizi aramıyor. Böyle bir durumda ne yaparsınız? Tabii ki bir daha aramazsınız. Neden aramadığını sorduğunuzda ise “Ben böyleyim” ya da “Hiç vaktim olmuyor,” der. O zaman da siz, kendinizi tanıyorsanız ve nasıl bir ilişki yaşamak istiyorsanız ona göre bir tercihte bulunursunuz. Yalnız burada ince bir çizgi var. Beklenti ile aramak başka beklentisiz aramak başkadır. Siz paylaşmayı seviyorsanız, beklentisiz arar paylaşırsınız ve karşıdakinin de aynı samimiyette olduğuna inanırsınız. Fakat sizin bu beklentisiz tutumunuza karşı o kişi sizi sadece kendi ihtiyacı için arıyorsa o ilişkiyi yeniden gözden geçirirsiniz.

Bazı insanlar da karşı tarafa ayıp olmasın, diye veya açık olarak söyleyemediği için siz aradıkça sizi dinler ama kendisi aramaz ya da mesajlarınıza yanıt vermez. Belki bu davranışı sizinle iletişim kurmak istemediğindendir. Bunu anlamak için karşı tarafa nedenini sorarsınız, dürüstçe cevap verir ve makul bir gerekçe gösterirse ilişki sağlam bir şekilde sürer.

Sıkça kullandığımız bir cümle vardır, “Her şey insanın kendisinde başlar, kendisinde biter.” Benim de “Kendini Keşfet”, “Kendini Tanı” diye ve buna benzer birçok yazım oldu. 14 Mart 2023 tarihinde “Yüzleşerek Zoru Başarmak” başlıklı bir yazı yazmıştım. O yazıda insanın kendisi ile yüzleşmesinin çok önemli olduğunu, gerçek değişimin en başta kendisinden başladığını belirtmiştim.

İletişimde bulunduğumuz kişilerde yanlış bir davranış gördüğümüzde ne yaparız? Ya bu davranışı neden yaptığını sorarız ya da sessimizi çıkarmaz, uzaklaşırız. Şimdi, yanlış davranışta bulunan biri ile o anda yüzleşmezseniz, boş verip görmezden gelirseniz ya da “Nasıl olsa görüşmüyorum,” diyerek üstünü örterseniz yalnızca bilinçaltına atmış olursunuz ve içinizde olumsuz bir duygu oluşur. Üstelik o kişi aynı yanlışı birden fazla kez tekrarladığında içinizde birikenleri dökmeye başlarsınız. Hâlbuki bu yüzleşmeyi onun ilk yanlış davranışında yapsanız içinizdekileri şifalandırmış olursunuz ve olumsuz duygu oluşmaz.

Asıl olan insanın içinde beslediği duygu ve düşüncenin ne olduğuna, kendisine bakmasıdır. Birçok insan kendisindeki olumsuzluklarla yüzleşmek istemez. Siz yüzleştirmeye kalktığınızda ise sizi suçlar. Örneğin “Öfkelisin” der, “Kızgınsın” der, “Kinci” der, “İçinde nefret birikmiş” der. Sizi bu şekilde suçlamasının nedeni, kendi gerçeklerini görmek istememesidir. Önemli olan sizin kendi duygularınızı ve düşüncelerinizi bilmenizdir.

İş yerinde size bir davranış yapıldığında ayıp olmasın, diye veya korktuğunuz için hemen o anda söylemezseniz size her gün yapılan o davranış işten soğumanıza ve etrafınızdaki bu kişilerle gülüp konuşsanız da onlara karşı içinizde kızgınlık biriktirmenize neden olur. Yapılan yanlışa göz yummanız daha sonra başka bir olayda patlama yaşamanıza neden olur. Üstelik kızgınlık ve öfkenin olduğu yerde sevgi olmadığı için işinizi severek yapmamaya başlarsınız. Mecburiyet duyarak çalıştığınızda da kazandığınız paranın bereketini göremezsiniz.

Aynı şekilde arkadaşınızın size yaptığı yanlış davranışı, o kırılmasın, diye veya sabırla beklediğiniz için söylemediğiniz hâlde o farkında olmadan aynı hataya devam ediyorsa bir noktadan sonra onunla yüzleşmeye başlarsınız. “Bu davranışın bende şu şu sebeple güvensizlik oluşturdu” ya da “Bana dürüst davranmadın” veya “Sende gerçek sevgiyi görmediğim için” diye yüzleşmelere başlarsınız. Tabii ki önemli olan bunu yaparken hiçbir insana hakaret etmemek, saygılı bir üslup kullanmaktır.

Bu yüzleşmeleri yaparken karşınızdaki kişi hiç hak etmediğiniz hâlde sizi öfkeli olmakla suçlarsa bir anda düşünürsünüz. “Ben öfkeli miyim yoksa şu ana kadar o kişinin yaptıklarına arkadaşlığımız bozulmasın diye mi göz yumdum veya merhametimden dolayı mı sustum, içimde biriktirdim. Artık ruhumun sıkıldığını görünce söylemek zorunda kaldım?” Bu sorulara vereceğiniz yanıt sizin farkındalığınız ile ilgilidir; kendinizi ne kadar tanıdığınız ve neyi niye yaptığınızı iyi bilmenizle ilgilidir.

Kendi yaşadıklarımdan örnekler vereyim. Bir arkadaşım, ablasıyla sorun yaşıyordu. Onunla tam olarak yüzleşmediği için de öfke duygusu vardı. Kendisine sorulduğunda bu duyguyu kabullenmiyordu fakat bir gün ben, ablasının annesine benzediğini söylediğimde hemen öfkelendiğini gördüm. Görüşmediği hâlde içinde öfke olduğu belliydi. Eğer öfkesi bitmiş olsaydı ben onun annesine benzediğini söylediğimde hiç tepki vermez ya da şunu söylerdi: “Tabii ki onun da annesi, bir şekilde andıracak.”

Duygularınızın bitip bitmediğini nasıl anlarsınız? Buradaki ince çizgiyi belirleyen insanlarla görüşmediğiniz dönemde ya da görüştüğünüzde içinizdeki duygulara ve düşüncelere bakıp kendi sorumluğunuzu alıp yüzleşmenizdir. Bu duyguları içinizde bitirmişseniz karşı taraf ile yüzleşme yaptığınızda onun size öfkeli, kinci veya buna benzer sözler söylemesi sizi etkilemez. Sizin için artık önemli değildir.

Aynı şekilde birisinden zarar görmüş olabilirsiniz. Ama siz o kişinin ismi geçtiğinde ya da onun iyi olduğunu duyduğunuzda veya o kişi hakkında hiçbir şey duymadığınız hâlde içinizden o olumsuz duygular geçiyorsa ya da onun kötü şeyler yaşadığını öğrendiğinizde içinizden sevinirseniz kendinizde şifalandırma yapmamışsınız demektir. O kişinin adı geçtiğinde sizi etkilenmiyor, olumsuzluk yaşamamış gibi olumlu duygular ve düşünceler taşıyorsanız artık şifalanmışsınız demektir. Önemli olan sizin kendinizi bilmenizdir.

Diyelim ki birlikte bir iş yaptığınız ortağınız size maddi ve manevi olarak zarar verdi. Doğal olarak üzülürsünüz. Bu üzüntü sonrası size zarar verdiği, ekmeğinizle oynadığı için öfke, kin, nefret duymak ve o kişinin de kötü duruma düşmesini istemek kendinizle ve onunla yüzleşmediğinizi gösterir. Bu yaşadıklarınızla ilgili olarak kendinizle ve eğer imkânınız varsa o kişi ile yüzleşmelisiniz. Aksi hâlde bu olayın içinizde yarattığı olumsuz duygularla hayat boyu yaşamak zorunda kalırsınız.

Geçmişte bana karşı yanlış davranışta bulunan arkadaşıma hiçbir şey söylemeyip sabretmeyi tercih ettim. Fakat sonra aynı hatayı devam ettirdiğini ve bana karşı samimi, dürüst olmadığını görünce yüzleştirmeye başladım. Bu sefer o kişi bana “Öfkelisin,” dedi. Bu söylediğinden etkilenmedim çünkü kendi içimi biliyordum. Amacım davranışının yanlış olduğunun farkına varıp hatasını kabul etmesini sağlamaktı. Ama o bunu yapmak istemedi. İddia ettiği gibi öfkeli miydim? Hayır. Kendimle baş başa kaldığımda içimden onun yaptıklarını düşünüp üzüldüğümde öfke duysam, kin beslesem, onun iyi olmasını istemesem haklı olabilirdi fakat bunların hiçbirini hissetmiyordum.

Size değersizlik yaşatan birisini hatasıyla yüzleştirdiğinizde yine sizi suçlar. Alınganlık gösterdiğinizden, kendinizle yüzleşmeniz gerektiğinden söz eder ama kendi sorumluğunu alıp hatasını görmez. Kendi farkındalığı ile kendini iyi tanıyan insan içindeki duygu ve düşünceleri iyi bilir.

Zaten ilişkilerde hem kendinizle hem karşınızdaki kişiyle yüzleşme yapmak yolunuza devam edebilmeniz için gereklidir. Ancak o zaman geçmiş defterler kapanır. Ama yüzleşme yapmazsanız geçmiş defterler hep açık olur, zaman zaman içinizden fışkırır. Sürekli size yapılan yanlış davranışı aklınıza ve kalbinize getirirsiniz. Üzülür ve size bunu yapan kişilere ne kadar inkâr ederseniz edin, olumsuz duygu ve düşünce duyarsınız. Unutmayın, en küçük bir kızgınlık bile olumsuz duygudur.

Kendinizde o dinginliği hissediyorsanız bu çok önemli!

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

 

HAYATIN DEĞERİ UZUN YAŞANMASINDA DEĞİL, İYİ YAŞANMASINDADIR

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi “Hayatın Değeri Uzun Yaşanmasında Değil, İyi Yaşanmasındadır”

Bu kitabın yazarı olan; Michel De Montaigne, 16.yüzyılın Fransa’sında dünyaya gelen ünlü deneme yazarı Montaigne, yüzyıllar sonrasını dahi berraklıkla görebilen güçlü bir vizyona ve öngörüye sahip ender düşünürlerden biri…”Hayat nasıl yaşanmalı” fikri üzerinde duran Montaigne, sosyal yaşamın zihinsel, duygusal ve tepkisel olarak nasıl yaşanması gerektiği yolunda önemli bir düşünüş biçimi koymuştur ortaya… “Bir şeyin  ne kadar büyük ya da küçük olduğu değil, hayat üstünde ne kadar etkili olduğu önemlidir…” diye düşünen ünlü yazar, hayat üzerinde etkili olan her şeyin daima öncelikli olduğunun da altını çiziyor.

Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.

“…Çağımız onaylanma çağı olduğuna göre, her şeyi açıkça söyleyen bir arkadaşın tercihte öncelik olduğu pek söylenemez. Kimse eksik yanıyla yüzleşmek istemez, hele ki bu eksik yanının birisi tarafından bilinmesi. Bir arkadaş ne kadar çok onaylarsa onun sevgisi de o denli yüce oluyor. Tabii bu onaylanma karşılığında biriken sevgi pek ağır olmadığı için, ilk olumsuz eleştiride o sevgi de uçup gidiyor.

Onaylanma hastalığına tutulmuş inşaların yaşadığı bir çağdayız. İnsanların onay ihtiyacı elbette her çağda vardı ama içinde bulunduğumuz çağ kadar vahim olduğu söylenemez. Durumun vahameti hangi çağda daha ciddi olursa olsun, her çağda ortak olan şey, bu konuya eleştirel bir şekilde yaklaşan insanların her daim olmasıdır.

Montaigne bu konuda çok netti; kollarını açmış bir şekilde bekliyordu hatalarını ona söyleyen dostlarını. Hem de bunu öylesine söylemiyordu. Çünkü hatasını ona söyleyen dostlarını bu şekilde daha iyi tanıma imkanına kavuşuyordu. Kim olduğunu başkaları seni incitemeyecek kadar biliyorsan, insanların seni olduğu gibi anlatmalarından onların kim olduklarını ortaya çıkarırsın. Bazen nefretlerini kusarlar; ama bu siz öyle olduğunuz için değil, o kişi size duyduğu gerçek hislerini dışa vurduğu içindir.

Montaigne düşünce çatışmalarını pek severdi. Ve bu çatışmalar onu ne kırar ne de yıldırırdı; aksine, dürter ve kafasının çalıştığını söylerdi. İnsanların çoğunluğu eleştirilmekten kaçar. Oysaki bir insan bunu kendiliğinden istemeli, gelin beni eleştirin diyebilmeli. Özellikle, bir ders değil de karşılıklı bir konuşma gibi olan eleştiri. Birisi sizi düzeltmek istiyorsa ona açılmış kollarınızı gösterin, sıkılı yumruğunuzu değil. Sözleri ve düşünceleri bir olmalı dostların. Samimiyetten yoksun bir tavır ve insanları kırma korkusu bir dostluğa rahat nefes aldırmaz, aksine o dostluğun sonu olur.”

Beni teslim alacak tek şey doğruluktur der Montaigne. İnsanlık tarihine dönüp baktığımızda herkesin aradığı ve en fazla istismar edilen şeylerden biri de doğruluktur. Çağımızda da durum aşağı yukarı aynıdır; herkes doğrunun peşinde, kimse doğru olmanın peşinde değil. Çünkü doğru birini bulmak, doğru biri olmaktan daha zahmetsiz olarak görülüyor.

Montaigne’in insan davranışları hakkında üzerinde en çok durduğu konulardan biri de doğru olmak ve doğru dostlardı. En iyi dostundan tutun uşağına kadar, hemen herkesin onunla dosdoğru konuşmasını isterdi. Lafı eğip bükmeden, acaba kırılır mı ya da kızar mı diye düşünmeden, gördüklerini olduğu gibi söyleyenleri etrafında isterdi.”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın..!
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

AİLE SEVGİSİ

Ortaokul birinci sınıfa giden ve günden güne yetişkinliğe doğru ilerleyen çocuk, yine sandıktan bir anısını özgür bırakıyor.

Okulların kapanmasına sayılı günler kalırken dersleri biraz daha sıkı tutmaya başladım. Çünkü getireceğim karne özellikle velim olan amcam için önemliydi. Bu arada önceki anı yazımda anlattığım gibi anneannemlerin İstanbul’a taşınmasıyla birlikte iki aile arasında kıyaslamalara devam ediyordum. En çok annem ve babamın çocukluktaki hayatlarını ve bize sundukları hayatı karşılaştırıyordum. Bunda biraz da arkadaşım Gizem’in hayatına dair bildiklerim etkili oluyordu. Gizem, annesi olmadığı ve babasını da ara sıra gördüğü için sürekli babaannesinden bahsedip onun davranışlarını anlatıyordu. Böylece ben de anneannem ile karşılaştırmaya başladım.

Aslında anneannem Malatya’da yaşarken az gördüğüm için bu kadar detaylı düşünmüyordum. Bize davranışları her zaman güzeldi ve onu seviyordum. İstanbul’a taşındıktan sonra ise gidip gelmeler sıklaştığı için davranışlarını ve konuşmalarını daha yakından gördükçe ayrıntıları fark etmeye başladım. Anneannem konuşmalarında hiç emir kipi kullanmıyordu. Söze “Canım,” diyerek başlıyordu, çok kibar konuşuyordu ve kullandığı kelimelerde nezaket vardı. Ayrıca en çok dikkatimi çeken kendi çocuklarına da bunu vermiş olmasıydı. Annem ve teyzemden herhangi bir küfür ve argo kelime duymamıştım, hiçbir zaman da duymadım. Ben hep güzel konuşmaları sevdiğim, ses yükselterek, azarlayarak yapılan konuşmalardan rahatsız olduğum için annemin ailesini seviyordum. Kendi aileme; anneme ve babama baktığımda, bize karşı öyle dövme, küfürlü konuşma, argo kelimeler yoktu. Babam bize kızsa bile en fazla yapmamamız gerekenleri söylerdi, o kadar. Anneme karşı da bir gün olsun, hakaret içeren, küçük düşürücü kelimeler kullanmadı. Birbirleriyle konuşurken ikisi de nazik bir üslup kullanırdı. Bunu anneannemde de görüyordum.

Buna karşın babam ve amcalarım aynı anne, babadan yetiştiği hâlde amcalarım daha farklıydı. Ortanca amcam üsluba dikkat etmez daha doğrusu karşısındakinin hatasını söylerken kırılır, üzülür mü diye düşünmezdi. Trafikte araba kullanırken bile yanlış bir durumla karşılaşınca kullandığı kelimeler üslup olarak güzel değildi. Küçük amcam da kibri nedeniyle alaycı konuşurdu. Dayım ve teyzem öyle değillerdi. Babam annemin ailesinde huzursuzluk olmadığını gördükçe mutlu oluyordu. Biz ise babam, amcalarım gibi olmadığı için kendimizi şanslı olarak görüyorduk.

Çocukken aileniz sürekli sarılıp öpmese bile size verdikleri sevgiyi hissediyorsunuz. Babam ve annem sürekli bize sarılıp öpmezlerdi. Babam, en çok başımızı okşar, ara sıra öperdi ama bizi çok sevdiğini bilirdik çünkü sözleriyle ve davranışlarıyla bunu hissettirirdi. Ebeveynin sürekli öpüp sarıldığı çocuğuna karşı kötü üslupla konuşması sevgi değildir. Babam bize saygı çerçevesinde konuşmayı öğretti. Babam ve annem sadece çocuklarla değil dışarıdaki insanlarla da amcamlarla da hep aynı şekilde konuşurlardı. Çocukken bu üslubu görünce hayatınız boyunca çevreden bunu istiyorsunuz, böyle olmayan insanları hayatınıza almak istemiyorsunuz çünkü rahatsızlık veriyor.

Evde güzel üslupla, nezaketle konuşmalar olunca sevgiyi ve huzuru hissediyorsunuz. Okulda, sınıftaki arkadaşlarınızdan da bunu bekliyorsunuz. Sınıfta bazı arkadaşlarım, hocalara veya arkadaşlara karşı argo kelimeler kullandıklarında rahatsız oluyordum. Bu durumdan pek hoşlanmadığım için de onlarla diyaloğa girmiyordum. “Aptalsın”, “Manyak mısın?”, “O geri zekâlı” gibi sözler bana çok ters geliyordu. Ailemde görmediğim için bu tür kelimeleri kullanmazdım ve böyle konuşanlarla da arkadaşlık yapmak, bunların konuşulduğu ortamlarda bulunmak istemezdim. Bunu da açıkça söylerdim.

Anneanneme sık gitmemin bir sebebi orada huzur bulmamdı. Amcamlarda o huzuru bulamıyordum. Sürekli bir eleştiri vardı. Şimdi bu yaşımda, sürekli eleştiri yapanlarla, ruhuma öğretmenlik yapmaya kalkanlarla bir türlü aynı bakış açısında olamıyorum. İnsan söyler ama sürekli eleştiri yapmaz ya da suçlamaz. İşte anneannemlerde eleştiri ve suçlama yoktu ama amcamda vardı.

Ben ister okul ister aile olsun pozitif ortamları seçiyordum. Hâlâ öyleyimdir. İnsan anne ve babasından sevgi ve saygı görmüşse ileri yaşlarda çevresi de öyle davransın istiyor ve zaten çevresine de öyle davranıyor.

Bu kıyaslamalar ve gözlemler arasında günler hızla ilerliyordu. Tabii ilkbahar olduğu için okul yolundaki bahçeli evlerin duvarlarından rengârenk çiçekler, güller sarkmaya başlamıştı. Her okul dönüşünde bir tane gül kopartıp anneme getiriyordum. Anneme o çiçeği verdiğimde çok mutlu olduğunu görmek beni de mutlu ediyordu. Gülü hemen vazoya koyardı, zaten çiçekleri çok severdi. Hâlâ çiçekleri çok sever. Annemi çok sevdiğim için gülü kopartırken dikenleri elime batsa bile vazgeçmiyordum. Çünkü annemin mutlu olmasını istiyordum.

Annem her şeyden mutlu olan bir insandır. Çok beklentileri olmaz, elindekiyle yetinir. Onun için en önemlisi ailesidir. Bu yüzden annemi mutlu etmek kolaydır. Öyle otoriterliği yoktu. Kimseye karışmaz ayrıca da huzursuzluk yapmazdı. Babam istediğini almadı ya da seyahate götürmedi, diye hiçbir zaman mutsuz olduğunu, huzursuzluk çıkardığını görmedim. Herkese hep güler yüzlü davranırdı. Ortanca yengem ise amcamdan çok şey isterdi ve o alınıncaya kadar kapris yapardı. Annem, öyle çok mecbur kalmadığı ve ihtiyacı olmadığı sürece istemezdi. Sadece ara sıra babama kardeşlerinin yaptığı haksızlık karşısında hakkına sahip çıkmasını söylerdi. Bir de babam yemek konusunda çok titiz olduğu için annem biraz zorluk çekiyordu.

Ruhuma iyi gelenleri tercih ettiğimin daha o yıllarda farkına varmıştım ama o dönemde söylemek daha kolaydı. Yaşım ilerledikçe ruhuma iyi gelmeyenleri ayıp olmasın, kırılmasınlar, diye söylemediğimi, sessiz kaldığımı gördüm. Bu sefer de üzülen ben oluyordum. İşte bunu fark ettikten sonra “Neden bu insanlara karşı koyamıyorum?” diye bunun altında ne olduğunu bulup şifalandırdım. Artık ruhuma iyi gelmeyenlerin neden iyi gelmediğini güzel üslup ile söylüyorum.

Çocuk 7 yaşına kadar aileden aldığı sevgi, saygı ve ahlak ile yetişiyor sonra çevre ve okul ile. Ama eğer çocuğun farkındalığı varsa neyin iyi neyin kötü olduğunu kıyaslama ile görüyor.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ASLA YALAN SÖYLEME

Sevgili okuyucularım, bu ayki muhteşem bilge hikâyemiz ile beraberiz.

Bundan uzun yıllar önce, eski zamanların insanları ilim öğrenebilmek için çok çalışırlar ve karşılarına çıkan her türlü güçlüklere katlanırlar, tahammül ederlerdi. Çok küçük yaşlarda köylerinden, yuvalarından ve ailelerinden ayrılırlardı ve bunu sırf ilim öğrenebilmek için yaparlardı. Yıllarca ailelerinden ve sevdiklerinden uzaklarda zor şartlar altında yaşarlardı.

Seyyid Abdulkadir’in de küçük yaşta içine öğrenme arzusu düşmüş, bunun çarelerini aramaya başlamıştı. Sonunda dayanamadı, annesine gelerek;

– Anneciğim, ilim öğrenmek için Bağdat’a gitmek istiyorum… dedi. Annesi ise;

– Senden ayrılmaya gönlüm razı olmuyor. Ancak seni de Allah yolundan alıkoymak istemem.

Annesi Abdulkadir için yol hazırlıkları yaptı. En sonunda da oğluna lazım olur diyerek, 40 altını kaybetmemesi için bir kese içinde yeleğinin koltuk altına dikti. Sonra oğlunun gözlerinin içine bakarak şöyle dedi;

– Sana son olarak nasihatim şudur ki, eğer beni ve Allah’ı memnun etmek istiyorsan asla yalan söyleme, doğruluktan ayrılma. Allah her zaman ve her yerde doğruların yardımcısıdır.

Seyyid Abdulkadir annesine söz verdi ve ağlayarak elini öptü. Bağdat’a giden bir kervana katılarak yola çıktı.

Hemedan yakınlarında dar bir geçide girdiklerinde kervanda bir bağrışma koptu. Eşkıyalar kervana saldırmışlardı. Bir anda bütün sandıklar yere yıkıldı, eşyalar yağma edilmeye başlandı. Haydutlar kervandakilerin neyi var neyi yoksa hepsini alıyorlardı. Eşkıyalardan biri de Abdulkadir’in yanına geldi. Onun fakir haline bakarak şaka olsun diye;

– Söyle bakalım senin neyin var fakir çocuk? Abdulkadir;

– Yalnız 40 altınım var, diye cevap verdi. Haydut önce şaşırdı sonra gülmeye başladı. İnanamadı ve tekrar sordu;

– Doğru mu söylüyorsun? Abdulkadir:

– Evet, doğru söylüyorum, 40 altınım var. Eşkıya meraklandı. Abdulkadir’i elinden tutup reislerine götürdü. Durumu reislerine anlattı. Haydutların başı;

– Senin 40 altının varmış, doğru mu bu? Abdulkadir;

– Evet doğru. Reis;

– Söyle bakalım. Onu nereye sakladın? Abdulkadir;

– Hırkamın içinde koltuğumun altında saklı. Bunun üzerine haydutlar hırkasının içinde, koltuğunun altında saklı bulunan 40 altını bularak reislerine verdiler. Herkes çok şaşırmıştı. Reis hayretle sordu;

– Peki evladım, sen niçin üzerinde altın olduğunu söyledin? Eğer bize söylemeseydin onları bulamazdık. Abdulkadir;

– Ben annemden ayrılırken, asla yalan söylemeyeceğime dair söz vermiştim. Arkadaşınız senin bir şeyin var mı diye sorunca, altınlarım olduğunu söyledim. 40 altın için verdiğim sözden döneceğimi mi zannediyorsunuz?

Bu sözleri duyan haydutların reisi çok şaşırdı ve derin bir düşünceye daldı. Sonra etrafındakilere dönerek;

– Yazıklar olsun bizlere. Bu çocuk kadar olamadık. Bu çocuk annesine verdiği sözünden dönmemek için her şeyini veriyor. Bizler ise Allah’a söz verdiğimiz halde, hiçbir zaman verdiğimiz sözlerde durmadık. O’nun yapma dediklerini yaptık yarın Allah’ın huzuruna çıktığımızda halimiz nice olacak?

Sonra şöyle devam etti:

– Sizler şahit olun. Şuanda bu çocuk benim kötü yoldan dönmeme sebep oldu. Şimdiye kadar yaptığım bütün günahlarım için pişman olup tövbe ediyorum. Bundan sonra iyi bir insan olup, Rabbim’in sevmediği işleri yapmayacağım.

Reislerine çok bağlı olan haydutlar hep bir ağızdan;

– Reisimiz, biz senden ayrılmayız. Sen hangi yolda yürürsen biz de o yolda yürürüz diyerek hepsi birden pişman olup tövbe ettiler.

Kervandaki insanlardan ne aldılarsa hepsini geri verdiler ve bir daha haydutluk yapmayacaklarına söz verdiler.

Seyyid Abdulkadir ise yoluna devam ederek Bağdat’a ulaştı. Orada ilim tahsiliyle meşgul oldu. Kısa bir zaman içinde çok ünlü bir alim oldu. Binlerce insanın kötülüklerden vazgeçip iyi birer insan olmalarına vesile oldu.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ÖZGÜRLEŞMEDİKÇE ANDA KALMAN MÜMKÜN DEĞİL

Sevgili okuyucularım, siz de son zamanlarda sıkça duyuyor, sosyal medyada, televizyon programlarında rastlıyorsunuzdur. “Hayat kısa. Anı yaşayın,” diye tavsiyeler veriliyor. Bu söz size ne düşündürüyor? Size göre “anı yaşamak” nedir? Önce bunu kendinize sorun lütfen ve anı gerçek anlamda nasıl yaşıyorsunuz veya yaşıyor musunuz gözden geçirin. Pek çok insan hep “Andayım” diyor. Hâlbuki bu, o kadar da kolay değildir.

Anı yaşamak, bir nefesin bile şükrünü yaşamaktır. Elinde olanların kıymetini bilip o anın huzurunu almaktır.

Farkındalığı olan insan zaten anı nasıl yaşayacağını bilir. Anı yaşamak için geçmişteki bütün hesapları kapatıp, daha doğrusu geçmiş ile barışıp tamamen şifalandırmak gerekir. Geçmişte maddi ve manevi olarak uğradığınız zararları, yaşadığınız travmaları, korkuları şifalandırırsanız ve aynı zamanda zihninizi geleceğe dair endişe, kaygı ve korkulardan arındırırsanız anı yaşayabilirsiniz. Diyelim ki bir tatile gidiyorsunuz; eğer tatil dönüşü iş yerinde yapacağınız işleri düşünüyorsanız veya zihniniz korkularınızdan herhangi biriyle meşgulse ya da geçmişe ait bir konuyu hâlâ bırakmamışsanız, kendinizi veya başkalarını affetmemişseniz, olumsuz düşüncelere sahipseniz ve duygularınız içinizde kalmışsa o zaman anda olmanız mümkün değil. Sadece o anda kendinizi kandırmış olursunuz. Çünkü anda olmak, nerede olursanız olun zihnin susup, zamanı ve mekânı duyularla kavrayan ruhun, içinde bulunduğu bedenle bütünleşmesi ve huzuru yakalamasıdır. Evinizde kitap okurken, televizyon seyrederken, tek başınıza otururken zihniniz gerçek anlamda huzurlu ve dingin ise okuduğunuzun, izlediğinizin farkındaysanız andasınız ve işte o anın keyfini çıkarıyorsunuz demektir.

Bir arkadaşınızla sohbet ederken geçmişte yaşadığınız üzüntüleri anlattığınız sırada, size o üzüntüleri yaşatanlara karşı içinizde hâlâ öfke, kızgınlık ve hatta nefret duyguları varsa anda değilsinizdir. Arkadaşınızla sohbetten keyif almak yerine yaşadığınız travmayı tetikliyorsunuzdur. Ancak yaşadığınız o üzücü olayı anlatırken içinizde herhangi bir olumsuzluk hissetmiyorsanız, anlattıklarınız artık sizi etkilemiyorsa anda kaldığınızı söyleyebiliriz. Çünkü geçmişi şifalandırmış, artık içinizde temizlemişsinizdir.

Anda yaşayamamak bedensel sağlığı da etkiliyor. İnsanlar akşam yatarken ertesi gün endişesi, kaygısı ve korkusunu yaşadıkları için sağlıklı uyku uyumaları bile zorlaşmaya başlıyor. Zihin o kadar olumsuz düşünceyle dolu iken nasıl sağlıklı bir uyku uyuyabilir? Ertesi gün bedenin sağlıklı bir şekilde güne başlaması için önce zihnin rahat olması gerekiyor. Aynı şekilde yemek yerken bile acele ile ya da bir şeye yetişme telaşı ile tadını tam olarak almadan, zihin sürekli meşgulken yenilen yemeğin sağlıklı beslenmeye ne kadar katkısı olabilir. Son dönemlerde kimi beslenme uzmanlarının “Ne yediğiniz değil hangi ruh hâliyle yediğiniz önemli,” türünden açıklamalarına siz de rastlamışsınızdır.

Bir de aşırı kontrolcülük anı yaşamayı engelliyor. Öyle ki bir eşya alırken bile gelecek için plan yapıp o anın tadına varmaktan uzaklaşanlar var. Hayatı kontrol altında tutarak kendini güvende hissetmek alışkanlığının altında, aslında korku yatıyor. Zihnin içinde bu korkular olduğu sürece nerede olursa olsun insanın anı yaşaması mümkün değil.

İşin en acı yanı, anda kalamamanın güzel hatıraları da engellemesidir. Gittiğiniz bir yeri ve orada neler olduğunu ya da okuduğunuz kitabın içeriğini seneler sonra bile hatırlayabilmeniz o anda zihninizin orada olmasına bağlıdır. Arkadaşınızla yaptığınız sohbeti ya da patronunuzun anlattığı bir projeyi tüm ayrıntılarıyla hatırlıyorsanız zihnin anda kaldığını söyleyebiliriz. Sevdiğimiz insanlara dair ayrıntıları da anda kalamadığımız için unuturuz.

İçinde bulunulan anı kavramak, insana mutluluk verir, hayattan keyif almayı sağlar. Örneğin evde yemek yapmak bir iştir ve çoğu insana çeşitli nedenlerle angarya gibi gelir. Oysa yalnızca yemeği pişirmeye odaklandığınızda; zihniniz o anda olduğunda, yaptıklarınızdan zevk alırsınız.

Bir de anda yaşadığı iddiasında olanlar var. Bir bakıyorsunuz “Andayım,” diyor ama içinde mutsuzluk ve huzursuzluk var ya da elindekilerle yetinmeyip hep daha çok istiyor. Kalbini sevgiye açmamış ama “Anda yaşıyorum,” diyor. Gerçekte ise sadece günü kurtarıyor.

Son zamanlarda moda olan bir başka konu da anı yaşamakla bencilliğin karıştırılması. En ufak olayda insanlar birbirine “Hayat kısa, hayatını yaşa,” diye tavsiyede bulunuyor. “Anı yaşıyorum, hayatın tadını çıkarıyorum, hiç kimse ve hiçbir şey umurumda değil,” diyenler var. Fakat anı yaşamak demek, ne kendine ne başkalarına zarar vermek demek değildir. Anı yaşayacağım diye başkalarının hakkına girilmemelidir.

Hayat, dünyada yaşayan bütün canlılar için kısadır. Tabii ki her canlı iyi yaşamak ister. Ama hayat kısa, diye bir başkasının kalbini kırmak ya da vurdumduymaz ve bencilce yaşamak kabul edilemez. Bir arkadaşım birine bir şey olduğu zaman “Hayat kısa,” diyordu ve geçiştiriyordu. Derken bir gün oğlu işten çıktı, artık çalışmak istemiyor, evde oturuyordu. Bu duruma çok üzülen arkadaşıma “Hayat kısa ise sen de üzülme oğlun için,” dedim. 

Andan olmak için bir kere mutlu olmak gerekir. Anda olmak için geçmişe ve geleceğe sıkışıp kalmamalıdır. Kendini özgür hissetmelidir.

İnsan doğar, yaşar ve ölür. Ama ister kısa ister uzun olsun, önemli olan insanca ve insancıllıkla yaşamaktır. “Bir karıncayı bile incitmeden,” derler ya, işte o şekilde yaşamaktır. İnsanların birçoğu hayat kısa, diye önce kendini düşünüp bencilleşmeye doğru gidiyor. Buna da “Anı yaşamak” diyor. İyi yaşamak istiyor ama o anda kimin hakkını yediğine bakmıyor. Günü kurtarmak için ya da sırf işi görülsün diye zarar verdiği insana gidip “Boş ver, hayat kısa, konuşalım,” diyor. Bu sefer zarar verdiği insan tabii ki konuşuyor ama yaptığı davranışın yanlışlığını da görsün, farkına varsın, yanlışını tekrarlamasın istiyor ve araya mesafe koyuyor. Örneğin nezaket dışı davranan, hakaret içeren sözler söyleyen arkadaşınıza sınırınızı çiziyorsunuz. Bir başka arkadaşınız gelip size “Boş ver, hayat kısa üzülmeye değmez, o kişi ile konuş,” diyor. O zaman herkes birbirine hakaret dolu sözler söylesin, değer vermesin, sevgi göstermesin veya borç para aldığınızda karşı tarafa “Hayat kısa,” deyip borcunuzu ödemeyin. İşte kimi insanlar bu, anı yaşama konusuna yanlış açıdan bakıyor.

“Hayat kısa” derken kastedilen, hiç dert edilmeyecek şeyleri boşuna dert etmemek veya üzülmemektir. Her şeyi dert eden ve takıntı hâline getiren, sürekli her şeyden şikâyetçi olan insanlara, hayatın bunlarla vakit kaybetmeye değmeyecek kadar değerli olduğunu anlatmak içindir. Örneğin evinizde bir tabak kırıldı o anda onu o kadar büyütmeye ya da o kadar üzülmeye değmez. Sizin arkanızdan konuşuyorlar, dedikodunuz yapıyorlar. Duyduğunuzda üzülürsünüz ama sonra takıntı yapmazsınız ya da gitmek istediğiniz bir tatil olsun, almak istediğiniz bir eşya olsun; alamadığınızda, gidemediğinizde o kadar üzülmezsiniz.

Geçmişin pişmanlıkları, geleceğin kaygıları ve korkularıyla bir yere varılmaz. Olumsuzluklardan ve yüklerden kurtulmadıkça insanın anda kalması mümkün değildir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com