İNSAN NEYİN PEŞİNDEYSE ODUR

“Hayat bir uyanma sürecidir. Olma sürecidir. İnsanın daima olduğu şey haline geldiğini bilme sürecidir. Ayrılamaz olanı bir araya getirme sürecidir ve bu gerçek bir bir araya getirme işlemi değildir; sadece ayrılmanın hiçbir zaman meydana gelmediğini yeniden bilmektir.” (Neale Walsh)
 
“Uyanışın temel bir parçası, uyanmamış olan sizi tanımaktır; yani diğer bir değişle egonuzu. Egonuzun nasıl düşündüğünü, nasıl konuştuğunu ve nasıl hareket ettiğini anlarken, sizi sürekli olarak uyanmamış durumda tutan, şartlanmış zihinsel durumda tutan şartlanmış zihinsel durumu da kavrayacaksınız.”(Eckart Tolle- Var Olmanın Gücü)
 
Kendini tanımanın iki yönü var;
1. Egosal yönlerimizi tanımak,
2. Egosal yönlerimizden arındıkça öz varlığımızı tanımak ve onu ortaya çıkarmak-gerçekleştirmek
 
Kendimizi bilmemiz, özümüzü bulmamız…
İnsan kendini tanıtmak istediği zaman, “ben neyim?” , “ben kimim? “ sorularını sormakla başlıyor ve ardından genellikle aşağıdaki yanıtlar ile kendini tanımlamaya çalışıyor.
–         Cinsiyetimiz
–         İsmimiz
–         Mesleğimiz
–         Sosyal kimliğimiz
–         Toplumsal niteliklerimiz
 
Bu tanımlamalar ile kendimizi bildiğimizi sanırız. Oysa bunların hepsi sadece bir etiket. Hepsini değiştirebilme şansınız (hemen hemen) vardır. Bu etiketler ile kendimizi dışarı ile özdeşleştiriyor ve içimizi (özümüzü) unutuyoruz.
 
Örneğin mesleğimiz. Biz mesleğimiz miyiz? Yoksa o işi mi yapıyoruz? Kendimizi bazen işimiz ile öylesine özleştiririz ki, işimizde oluşan değişikliklere bile direniriz. Bildiğimiz ve sahiplendiğimiz şekilde kalmasını ister, gelişmesini bile istemeyebiliriz.
Etiketlerin hepsi değişebildiğine, hatta bazıları gelişebildiğine göre, biz kendimizi bu etiketlerle tanıttığımız anda aslında “ne olmadığımızı” söylemiş oluyoruz. Kendimizi keşfetmek istediğimizde, gerçek kendimizi bilmek istediğimizde bütün bu etiketlerden kurtulmamız gerekiyor. Hiç birisi bizi tam olarak tanımlama konusunda yeterli değil. Dahası, değiştikleri anda tamamen yanlış tanımlamalara dönüşebiliyorlar. 
 
Kendimizi dışarısı ile özdeşleştirdiğimiz bu etiketlerin hepsi, aynı zamanda  bilincimizde birer küçük benlik oluşturmakta. Ne kadar uzun süreli o benliklerimizi yaşarsak, o kadar çok onlara bağımlı oluyor ve arkada esas olan gerçek varlığımızı algılamakta o kadar zorlanıyoruz. Öyle ki bazen “anne” olmanın (bu aslında bu yaşamımızda oynadığımız rollerden sadece biri olmasına rağmen), öyle etkisi altında kalabiliyoruz ki, kendi hayatımızı yaşamayı bırakıp çocuklarımızın hayatını yaşamaya veya sadece onlar için yaşamaya kadar ilerletiyoruz. Bunun sonucunda da, genellikle, kendi olamadıklarımızı onların olmalarını, kendi sahip olamadıklarımıza gene onların sahip olmalarını isteyerek onların özgürlüklerini de kısıtlamakta olduğumuzun farkına varamıyoruz. 
 
Bu olmak istenilen şeyler de bizim dışımızdaki bir şeyler ve öze ait şeyler değil… Yani kendimizi dışımızdaki etiketlerle özdeşleştirdiğimizde, etrafımızdakilerin de o etiketler ile özdeşleşmesi için çaba harcıyor, toplumsal olarak herkesin hakikatten uzaklaşması için etkin bir ortam yaratıyoruz. Etiketlerin etkisi altında ne kadar çok kalınırsa, o kadar çevrenin, başkalarının etkisi altında kalıyoruz. Bağımlılıklar yaratıyoruz. Saplantılar içinde kalıyoruz. Başkalarını da bu bağımlılıkların ve saplantıların içine çekiyoruz. Toplumsal kuralların bir kısmı bizi köleleştiriyor. Bu insanların tümü için:
 
. birbirinin kölesi olma,
. toplumun sınırlarının dışına çıkamama,
. şartları değiştirememe,
. çevreyi değiştirme gücünün tükenmesi gibi gittikçe insanı kısıtlayan bir yaşam şekline dönüşüyor.
 
Ancak, zaman zaman yaşadığımız kimi olayların etkileri ile süregelen yaşamımızın içerisinde birden bire farklı bir algılayış içerisine girebiliriz. Örneğin, çevremizden veya yakınlarımızdan birisi öldüğü zaman benzer bir durumda kendimizi düşünmeye çalışır ve bir an için gerçeği görebiliriz. Ölen kişi birisi için sadece baba olabilir, bir başkası için patrondur. Fark ederiz ki o etiketler aslında daha derinde var olan bir şeye ait yüzeysel tanımlamalar. Yani etiket sahibinin, aslında kim ve ne olduğu düşüncesi, bedenin ölmesi ile terk edilen tüm o etiketlerden geriye kalanın ne olduğu ve nerede olduğu düşüncesi ortaya çıkar ve bu sorunun yanıtını  aramaya başlarız.
 
Önceleri yanıt o beden bir ruha sahipti ve şimdi artık değil diye düşünülür. Bir süre sonra yanıt, o ruh bu bedene sahipti, şimdi bedenini bıraktı ve gitmesi gereken yere gitti diye değişir. Asıl varlık beden değil ruhtur. Yani “bizler bir ruha sahip insanlar değiliz, bizler bir bedene sahip ruhlarız” aslında. Bu bedende bir etiket gibi değişebilir. Genellikle acı veren bu tür olaylar sonrasında kendimizin dış özdeşleşmelerini bırakıp, içe yönelmeye başlarız. Yaşanılan çok derin bir acının ardından insan acıyı hissedemez olur ve bir an için acının yerini derin bir dinginlik içinde sanki farklı bir pencereden bakılıyormuşçasına oluşan yeni düşünceler ve hissedişler alır.. İşte o anda gerçek kendimiz ile baş başayızdır. Bir an olsun dış dünyadan soyunmuş, dingin, sevgi ve güven içinde…Korku bitmiştir, kabulleniş gelir…
 
Ruh olduğumuzun bilincine vardığımızda (ruha uyanmak) var olan her şeyin değeri bir anda içimizde değişir. Olaylarda artık hissettiklerim sahip olduklarımın önünde gelmeye başlar. Ruhuma huzur, sevgi, güven, neşe, saflık ve bana içsel bir güç veren şeyler daha değer kazanır. Hani “haklı olmaktansa mutlu olmak”, ya da “zengin olmaktansa aşık olmak” gibi değişimleri yaşarız içimizde…
 
Aslında, sevgi olabilme, aşk olabilme konusunda en önemli adım korkularımızdan arınmamızdır. Tanımlamak gerekirse de kendini tanımak; dinginlik içerisinde bir an bile olsa, sevgi ve aşk olarak var olabildiğimiz o anda başlar. Yaşamımıza baktığımızda, karşılaştığımız en önemli ve bizi etkileyen olaylar hep korkularımızla yüzleştiğimiz olaylardır. Yaşadığımız her bu tür olay karşısında yüzleştiğimiz korkumuzun farkına vararak onu dönüştürdüğümüz anda, sevgi olmaya bir adım daha yaklaşmış oluruz. Korkularımızla yüzleşerek arındıkça da basamak basamak ruhun uyanışı gerçekleşir.
 
Arınmak, insanın insan olma değerlerine ulaşabilmesi ve öz varlığı ile uyumlu bir titreşime ulaşabilmesi için gerekli. Öz varlığımızın temel özellikleri sevgi, neşe, huzur, saflık, güven. İnsanın kendi öz varlığı ile bütünleşmesi veya onun varlığının farkındalığı ile yaşayarak, hayatının her aşamasında, ondan farkında olarak destek alabilmesi, aydınlanmanın bir tanımı olarak verilebilir. Özü ile buluşmuş insanlar hayatı yaşayış nedenlerini bilen, ve özlerinin sahip olduğu özellikleri her anlarında yaşayan, daha doğrusu onları Olan ve Yansıtan insanlardır. Yani sevgi olurlar, neşe olurlar, huzur olurlar, saflık olurlar, güven olurlar. Olmakla kalmaz, etraflarına yansıtırlar. Onların yanında tüm bunların varlığını hisseder ve solursunuz…
Özü bulmak, içimizdeki cevheri ortaya çıkarmaktır.
 
İşte bu yolculuğu yapabilmenin, o noktaya ulaşabilmenin ilk yoludur arınmak… Kendini tanımak arınmak ise egomuzun hakimiyetinden çıkmak, egosal yönlerimizi dönüştürmek demektir. Bu dünyada yaşıyor olmamızın nedenidir insan olmayı öğrenmek. İşte bu “Kendini Gerçekleştirmektir”.
 
İnsan olabilmenin basamaklarından çıkmaya genel olarak tekamül diyoruz. Tekamül bu anlamda, dünyadaki maddi gelişimimiz değildir. Dünyada yaşadığımız hayatı kendi manevi bütünlüğümüzdeki eksikliklerimizi ya da gelişim aşamalarımızı tamamlamak için kullanırız. Tekamül dünyevi değildir, dünya ve buradaki yaşam bunu sağlamak için kullandığımız bir araçtır.
 
Bilinçli bir şekilde de olsa, bilinçsiz de olsa, ruh varoluş amacını gerçekleştirmek için yaşar. (E.Tolle) Varoluş amacımızın ne olduğunu bilmek, kendini bilmek ve tam olarak bulmak konusunda bir adımdır.
 
Yıllarca engellendiğimiz ya da bir türlü yapamadıklarımızı, farkındalık sürecinden sonra inanılmaz bir hızla uygun şartların oluşarak yapabilir hale geldiğimizi görebiliriz. Çünkü, varoluş amacınıza uygun eylemler içerisinde olmamız; bizi desteklenmemizi ve bu sayede başarılı olmamızı, mutluluğu, daha yüksek farkındalığı ve “hayatın akışı içinde, suda yüzen bir yaprakmışçasına direnmeksizin yol almamızı” beraberinde getirir.
 
Unutmayın,  “Kendi içinizdeki olumsuz bir durumun farkına varmanız başarısız olduğunuz anlamına gelmez; tam aksine başarılı olduğunuz anlamına gelir.” (Eckart Tolle)
 
ALINTI
 
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com
 

ANCAK İÇ HUZURU OLAN KİMSELER BAŞKASINA HUZUR VEREBİLİR…

 
 “Bir gün bir kral ama halkı tarafından sevilen bir kral, huzuru en güzel resmedecek sanatçıya büyük bir ödül vereceğini ilan eder.
 
Yarışmaya çok sayıda sanatçı katılır. Günlerce çalışırlar birbirinden güzel resimler yaparlar.
 
Sonunda eserleri saraya teslim ederler. Tablolara bakan kral sadece ikisinden hoşlanır. Ama birinciyi seçmesi için karar vermesi gereklidir.
 
Resimlerden birisinde sükunetli bir göl vardır. Göl bir ayna gibi etrafında yükselen dağların görüntüsünü yansıtmaktadır. Üst tarafta pamuk beyazı bulutlar gökyüzünü süslüyorlardı.
 
Resme kim baktı ise onun mükemmel bir huzur resmi olduğunu düşünüyordu.
 
Diğer resimde de dağlar vardı. Ama engebeli ve çıplak dağlar. Üst tarafta öfkeli bir gökyüzünden yağmurlar boşanıyor ve şimşek çakıyordu. Dağın eteklerinde ise köpüklü bir şelale çağıldıyordu. Kısaca resim hiç de huzurlu gözükmüyordu.
 
Fakat kral resme bakınca, şelalenin ardında kayalıklardaki çatlaktan çıkan mini minnacık bir çalılık gördü. Çalılığın üstünde ise anne bir kuşun örttüğü bir kuş yuvası görünüyordu.
 
Sertçe akan suyun orta yerinde anne kuş yuvasını kuruyordu.
…harika bir huzur ve sükun örneği.
 
Ödülü kim kazandı dersiniz.
Tabi ki ikinci resim. Kralın açıklaması şöyle idi; Huzur hiçbir gürültünün sıkıntının ya da zorluğun bulunmaması ve sıkıntının olmadığı yer demek değildir. Huzur bütün bunların içinde bile yüreğimizin sükun bulabilmesidir.”
 
La Rochefoucauld der ki;  “Huzuru kendi içimizde bulamazsak başka yerde aramak boştur.”
 Huzur insanın kendi içindedir. Eğer insanın içinde huzur yoksa, onu satın alamayız…İç huzur olmadan insan nerede olursa olsun ve neye sahip olursa olsun huzurlu bir yaşam süremez… Çoğu insan mutluluk ve iç huzuru karıştırırlar çünkü mutluluk anlık bir duygudur. Yaşadığımız süreçte hayatımızda olması istediğimiz (para, evlilik, aşk, iş, kariyer, başarı, çocuk, seyahat , çikolata yerken, içki içmek, eğlenmek, mal ve mülk) vb. bunlar elde ettiğimiz zaman kendimizi çok mutlu hissederiz. Fakat bir zaman sonra artık bu arzularımız ve isteklerimiz kavuştuğumuz için tekrar içimizde iç huzur yoksa tekrar mutsuzluğa başlayız. Çünkü rutin bir yaşama dönüşür.
İç huzur, iç dinginliktir, mutluluk ise sevinçtir, neşedir. Sevinç ve neşe bir şeyleri başarmak, sahiplenmekle gerçekleşen duygu iken, iç huzur, hiçbir şeye sahip olamadığımız da yaşadığımız duygudur. Huzuru yanlış yerlerde, yanlış işlerde ve yanlış varlıklarda aradığımızda beyhude arayışları içerisinde oluruz. Bu halimizi şuna benzer “Akmakta olan suya avcumuzu uzatırız da bir türlü suyun altına sokmayız” bu bize hiçbir şey kazandırmaz, susuzluğumuz gitmediği gibi yorulduğumuzda yanımıza kar kalır.
Unutmayın ki mutluluğun annesidir iç huzur… İç huzur olursa mutluluk doğar, büyür ve yaşar. İç huzurun sihirli bir formül yoktur. Onun içimizden bulup çıkarmak için önce istemeliyiz. İnsan önce kendini tanımalı ve bilmeli. İç huzuru bulmak için önce içindeki sevgiyi ortaya çıkartmak ve pozitif duygulara, düşüncelere sahip olmak. Aynı zamanda kendi ile gerçekten barışık olmalı. Düşünün ki; negatif duygulara ve düşüncelerine sahip insanlar (Öfke, kıskançlık, bencil, kibirli, nefret, intikam) vb. nasıl iç huzuru olabilir ki? 


Kendi iç huzuru olan kimse başkalarını da besler ve geliştirir. Fakat kendinden hiçbir şey kaybetmez. Aksine iç huzuru artar. Bizim iç huzurumuz ne kadar güçlü olursa, dış etkilere karşı o kadar dayanıklı oluruz. 


İç huzur maneviyattır.


Her şey gönlünüzce olsun!

Sevgi ve ışıkla kalın!..

Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

 

YAŞANAN ZORLUKLARA RAĞMEN İÇ GÜZELLİĞİ YAKALAMAK, LOTUS ÇİÇEĞİ GİBİ…

 
“Aynı kırmızı, mavi veya beyaz lotus çiçeğinin bataklıkta doğup, büyüyüp, su üzerine çıkması ve bataklığın onu kirletememesi gibi ben de dünyada doğdum, büyüdüm ve dünyanın üstesinde geldim; ama dünya beni kirletemedi.” Gautama Buddha
 
Vietnam halkı çocuklara hayatlarını lotus çiçeği gibi yaşamalarını ve çocuklarına lotus çiçeği gibi her zorlukla baş çıkabileceklerini öğretiyorlarmış.
 
Hayatımızı sürdürmek için, gerekli olan dürtülerimiz için kendi düşüncelerimizin, umutlarımızın, tutkularımızın ve duygularımızın ötesinde herhangi bir şey olamayacağını düşünsek bile, doğa bize her zaman karşılık verir. Bunun en güzel örneği Lotus çiçeğinde verebiliriz.
 
Lotus çiçeği, kendi içimizdeki gölgelerimizden ve karanlığımızdan sıyrılıp, iç huzurumuza dönüşümüzü tamamlamak gibi çok derin anlamlar taşıyan bir çiçektir.
 
Karanlığın ve çamurlu suyun içinden geçerek yüzeye çıkan, ışığa ulaşan ve çiçek açandır. Karanlığa doğmuş olan ruhun saflaşmasını ifade eder. Çamurlu suyun üzerine yükselme gayretinde olanın sabırla ve inançla ilerlemesini anlatır. İçinde bulunduğu tüm zor koşullara rağmen lotus çiçeği gücünü korur ve tüm engelleri aşarak suyun yüzeyine ulaşır. Saf, parlak, canlı ve zarif bir güzelliğe sahiptir. Ortam onu şekillendirmez, ruhu her zaman saf ve temizdir.
 
Lotus insanın ulaşması gereken saflığı, sabırı, arzulardan ve hırslardan arınmışlığı, kendini bilmeyi, ruhsal gelişim esnasında inancın tam olması, sıkıntılardan sıyrılarak yücelmeyi, cahilliğe bürünmemiş ve aydınlık olan öz varlığını, hakiki doğasını simgeler.
 
Kişinin neşet ortam ne olursa olsun, her zorluklara rağmen iç güzelliğini yakalayıp olgunlaşarak ortama güzellikler saçması gerektiği gibi.
 
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com