Sevgili okuyucularım, aylık olumlama serimize bugün sevgi olumlaması ile devam edeceğiz. Belki gene çoğunuz, “Ben sevgideyim zaten ne için olumlama yapacağım?” ya da “Bu olumlamayı yaparsam kendimi ya da başkalarını sevecek miyim?” diye içinizden konuşacaksınız. Her zaman belirttiğim gibi olumlamaların faydası var, tabii ki düzenli yapılırsa.
Ağzımızdan çıkan sözlere bakalım, sevgi dolu mu yoksa kırıcı, negatif, olumsuz sözcükler mi? Önce şu soruları kendimize soralım: Gün içinde ağzımızdan ne kadar negatif kelime çıkıveriyor? Yine gün içinde oturduğumuz yerde kendimize ve başkalarına ne kadar sevgi gönderiyoruz? Düşüncelerimiz ve duygularımızın ne kadar sevgi dolu olduğu konusunda kendimiz ile yüzleşmemiz gerekiyor.
Bu arada bu olumlamaları yaparken bilinçaltımızda sevgisizliğe yol açan blokajları, travmaları şifalandırmak gerekiyor. Sadece bir olumlama, işe yaramıyor diye şikâyet etmeyin. Azim, sevgi ve disiplin ile yapılan her çalışma mutlaka sonuç verir. Yeter ki hiçbir zaman vazgeçmeyin. Sabırla yapacağınız bu olumlamalar sayesinde bir gün kullandığınız kelimelerin değiştiğinin farkına varacaksınız ve diyeceksiniz ki, “Ben eskiden gün içinde ne kadar olumsuz kelime kullanıyormuşum, şimdi artık o kelimeleri sarf etmiyorum.”
Sizden çıkan sevgi kelimeleri evrene pozitif enerji olarak gidecek ve bir bumerang gibi geri dönecek. Onun için sözcükleriniz sevgi içerirse size de sevgi dolu sözcükler gelir.
Sizler için https://www.bilgierdemdir.com web sayfasındaki sevgi olumlamasını aşağıda paylaşıyorum. Şifa olsun.
Yaşadığımız her şey, iyisiyle kötüsüyle birer deneyim oluşturuyor hayatımızda. Geçmişe dönüp bakıyorum, film şeridi gibi geçerken dokuz yaşındaki çocuğu görüyorum yine sandığın başında. Açmış kapağını gülümseyerek bakıyor içinde gördüklerine. Gelin hep birlikte bakalım neye gülümsediğine. Sandıktan gelen seslere kulak verelim, seremoni başlasın ve yeni bir anı demeti daha beni sizlerle buluştursun.
Nisanı ayının sonlarına doğru gelmiştik. Dördüncü sınıf ile aramda birkaç ay ve yaz tatili kalmıştı. Her insanın kendince nedenlerle sevdiği bir mevsim vardır. Çocuklar ise en çok yaza girmeyen hazırlanan ilkbahar günlerini severler çünkü o günler tatilin de habercisidir. İlkbahar, yeni bir uyanışın, yeni umutların habercisi gibidir.
Nisan ayının en güzel günü olan 23 Nisan’a çok az zaman vardı. Okulumuzda 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı hazırlıkları hummalı bir şekilde ve keyifle başlamıştı. Şiirler okunacak, piyesler oynanacaktı ve bir de belirlenen bir güzergâhta resmigeçit yapılacaktı. Resmigeçide katılacaktık sınıfça, onun heyecanı vardı tabii ki. Evet, önceki iki sene de törenlere katılmıştım fakat insan her defasında çok farklı duygulara sahip oluyor. Bu seferki benim için daha özel olacaktı çünkü benden bir yaş küçük olan ilkokul ikinci sınıftaki erkek kardeşim 23 Nisan törenine bandoda trampet çalarak katılacaktı. Bandoya seçilince teneffüste koşarak yanıma gelip “Gül, bayramda ben de trampet çalacağım,” dedi. Bana ailede, arkadaşlar arasında Nurgül yerine Gül diye hitap ederlerdi genellikle, hâlâ da öyledir. Kardeşim heyecanla gelip bandoya seçildiğini söyleyince sevinçten havalara uçtum. Törende onun kıyafetleri benimkinden başka olacaktı.
Bando kıyafetlerini okul yönetimi veriyordu ama kardeşim hatıra olarak kalmasını istiyordu. O yüzden satın almamız gerekecekti. Bunun için de o hafta sonu annemle ben birlikte alışverişe gittik. Mağaza mağaza dolaşmak benim hiç sevmediğim bir şeydi ama o gün neşe içinde eşlik ettim anneme çünkü istediğimiz şeyleri alıyorduk. Hayatımda yaptığım en mutluluk dolu alışverişlerden biriydi o.
Bando kıyafetlerini eksiksiz alıp eve geldik heyecanla. Artık kardeşim ile ben evde bayram havası estiriyorduk. Kardeşim prova yaparken ben de onunla birlikte tempo tutuyordum. Ablam mimarlık okuduğu için o, başını projelerinden kaldıramıyordu. Ağabeyim ise ortaokul birinci sınıfta olduğundan 23 Nisan törenine daha farklı katılacaktı. Ama kardeşim ve ben o günü iple çekiyorduk. Hele kardeşim, o bando kıyafetlerini giymek için sabırsızlanıyor, bayram gününün bir an önce gelmesini istiyordu. 23 Nisan aynı zamanda kardeşimin doğum günüydü. Kısacası iki sevinci beraber yaşayacak ve iki kutlama yapacaktık. Nihayet 23 Nisan günü geldi. O sabah erkenden kalkıp hazırlanmaya başladık. Kardeşim, kıyafetlerini giydi, ya çalarken hata yaparsam, diye heyecandan sabaha kadar uyumamıştı. Oysa törenden önce okulda kaç kez prova yapmışlardı, evde de sürekli çalıyordu. Fakat gene de sakin görünüşüne rağmen heyecanına engel olamıyordu. Ben de ona, “Çok iyi yapacaksın,” diyordum. Hazırlığımızı tamamlayıp okulun yolunu tutuk. Annem, ablam ve ağabeyim ile birlikte gittik. Babam işe gitmesi gerektiği için bizimle gelmedi.
Bütün öğrenciler toplanınca bando önde biz diğer öğrenciler arkada, okuldan çıktık. Önümde başka öğrenciler olduğu için kardeşimi göremiyordum ama ne yapıyor acaba, diye de onu düşünüyordum. Marşlar söyleyerek, düzenli adımlarla yürüyorduk. Yolun iki yanında sıralanmış bizi izleyen insanlar alkışlıyor, coşkuyla marşlarımıza eşlik ediyordu. Çok büyük bir zevkti bu. Sonunda tören bitti, fotoğraflar çekildi. Kardeşim hiç hatasız çalmıştı trampetini.
Hep birlikte, çok mutlu hâlde eve döndük. Kardeşimin de doğum günü olduğu için dönerken bir de pasta aldık, akşam babam gelince kutlama yapacaktık. Akşam oldu, babam geldi, gün boyunca yaşadıklarımızı mutlulukla anlattık. Babam bizi gülen gözlerle dinledi. Mutlu bir şekilde doğum günü kutlamamızı yaptık. Babam ulusal ve milli bayramlara çok önem verir. Bazen çok yoğun çalıştığı için gelmeyebiliyordu ama bizim bayram kutlamalarında yer almamızdan gurur duyardı. Ben de kardeşim ile çok gurur duymuştum. Onun trampetini en iyi şekilde çalarak başaracağına inanmıştım.
Aileler çocuklarına ulusal bayram ve dini bayramları öğretmelidir. Çocuğun törenlerde görev almasını teşvik etmelidirler. Görev almasının mümkün olmadığı durumlarda ise en azından çocuğun törende hazır bulunmasını sağlayabilirler. Çocuk, küçük yaşta öğrenmeye başlar toplumsal değerleri.
Sevgili okuyucularım, hatırlayacaksınız üç gün önce yargılamak konusunu yazmış ve yargılama ile düşünceyi söylemek arasındaki farkı bugün anlatacağımı belirtmiştim. Tabii bunu yaparken konuyu yine örneklerle detaylandıracağım.
Yargılama ile düşünceyi söylemek sıkça birbirine karıştırılır. Oysa ikisi arasında çok ince bir çizgi vardır. Yargılamada, insanların hayatlarını öğrenmeden, neler yaşadıklarını bilmeden hemen sonuç çıkarmak söz konusudur ama düşünceyi söylemek, bir kişi ya da konu hakkında yeterli bilgiye sahip olduktan sonra değerlendirme yapmak ve dile getirmektir. Konu ya da kişi hakkında bilmeniz gerekenleri öğrendiğinizde size uymayan bir şeyler varsa onu açık olarak belirtisiniz. Burada dikkat etmeniz gereken husus, karşınızdaki insana düşüncenizi söylerken bile sevgiyle ve açık olarak söylemenizdir.
Tatile gittiğim bir arkadaşım ve seyahat ettiğim bir turdan örnek vereyim. Birlikte tatile gittiğim arkadaşım bana negatif duygular yaşatırsa açık olarak, “Sen bana bunu yaşattığı için de senle bir daha tatile gitmem” veya “Seninle aynı kişilik, karakter ve görüşe sahip değiliz,” derim. Seyahatlere her zaman gittiğim bir tur var. Sonra o tur ile gitmemeye başladım. Bana, “Neden gelmiyorsun? Eskiden geliyordun şimdi başka turla gidiyorsun,” diye sorduklarında neden gitmediğimi açıklayıcı olarak söylerim. Dikkat ederseniz, burada bir yargılama yok sadece düşüncemi söylüyorum. Hiçbir şekilde küçümsemeden ve alay etmeden sevgi ile neden olmadığını anlatıyorum. Soru soruluyor ve cevap veriliyor. Hepsi bu.
Bir doktorun çok iyi bilgisi var fakat hastalara yeteri kadar açıklayıcı bilgi vermiyor. Bu durumda ben, “Bu doktor iyi olabilir, bilgisinde çok iyi ama yeteri kadar açıklayıcı bilgi vermiyor, bir de ilgilenmiyor o anda, öyle muayene ediyor,” derim.
Örneğin, kıskanç bir insan size zarar veriyorsa kendisine, size zarar verdiği için görüşmek istemediğinizi söylersiniz. Onun kötü olduğunu söylemiyorsunuz ya da kötü düşünce beslemiyorsunuz sadece size zarar verdiğini söylüyorsunuz.
Diyelim ki size bir kitap öneriyorlar, siz o tarz kitapları okumadığınızı söylüyorsunuz. Burada amacınız kendinizle ilgili bir açıklama yapmak, karşı tarafı bilgilendirmektir. O kitabın yazarını yargılamıyorsunuz, “Bak nasıl yazmış, böyle yazılır mı?” demiyorsunuz. Sadece kendinize uygun olanları dile getiriyorsunuz.
Bunun ilgili iki hafta önce bir olay yaşadım. Bir arkadaşım, “Sosyal medyada şu kişiyi takip et,” dedi. Önerdiği kişinin yaptığı paylaşımlarının davranışlarıyla aynı olmadığını gördüm. Arkadaşıma da samimi bulmadığım için takip etmeyeceğimi söyledim. Ben, sadece bana samimi gelmediğini söyledim, yoksa o önerilen kişi nasıl paylaşım yaparsa yapsın, ben yargılamam.
Sevgili okuyucularım, sizlerin de bu konudaki yorumlarınızı beklerim.
Salı günü belirttiğim bir noktayı tekrar hatırlatarak konuyu noktalayalım. Eğer yargılamaya başlarsanız sevmeye zamanınız kalmaz. Kendinize bu kötülüğü yapmayın.
“Olmaz dediğin ne varsa hepsi olur. Düşmem dersin düşersin, şaşmam dersin şaşarsın. Öldüm der durur yine de yaşarsın.” – Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî
Sevgili okuyucularım, bu hafta yargılama ile düşünceyi söylemek arasındaki farkı örneklerle anlatmaya çalışacağım. Fakat konuyu detaylı ele aldığım için bugün yalnızca yargılama üzerinde duracağım. Düşünceyi söylemek ile arasındaki farkı ise 18 Şubat Cuma günü sizinle paylaşacağım ikinci yazımda değineceğim.
İnsanlar hakkında karar verirken en kolay yöntem yargılamak ve suçlamaktır. Peki, neye dayanarak yargılama yapıyoruz? Yargılamanın altında hangi duygu var ki bunu yapıyoruz? Kendimizi çok mu mükemmel görüyoruz? Kendimizi çok mu beğeniyoruz? Kendimizde hiç hata yok mu? Karşımızdaki kişiye soru sorup öğrenmek yerine neden hemen yargılıyoruz?
Bir insan birini yargıladığında aslında yargılanan küçülmüyor, yargılayan kendini küçültmüş oluyor. Kendini sütten çıkmış ak kaşık zanneden ve mükemmel gören, içinde sevgi olmayan, empati yoksunu, Allah’a tam inancı olmayan insanlar yargılama yaparlar.
İnsan, aslında yargıladığı kişinin yaşadıklarını bir gün kendisinin de yaşayacağını bilse o yargılamayı asla yapmaz. Yargıladığı şeyin kendisine döneceğini bilmez. Başına geldiğinde bile yaptığını hatırlamaz, söyleseniz kabul etmez, yok ben öyle demek istemedim, yok sen yanlış anladın gibi geçiştirmeler yapar. Yargılama yapan insanın yüz ifadesine bakın, derler ya bıyık altında gülüyor, diye; yüzünde öyle alaycı bir gülümse olur. Ses tonu bile alaycı bir hâl alır.
Peki, yargılamanın altında yatan duygu nedir biliyor musunuz? “Kibir”…
Her insan kendi içinde değerlidir. Allah her insanı değerli olarak yaratmıştır. Allah’a olan inançlarından bahsederler sonra da başka bir insanın dili, dini, ırkı, eğitimi, fiziksel görüntüsü, zekâsı, kıyafeti, oturduğu semt, konuşması, ses tonu, yetiştirilme tarzı vb. hakkında yargılama yaparlar. Aslında bilseler ki o kişiyi yargılamıyorlar, Allah’ı yargılıyorlar!..
Düşünün, bir insanı görüyorlar, kilolu ise hemen ne kadar kilolu, diye yargılama yapıyorlar. Neden kilolu olduğunu öğrenme nezaketini göstermiyorlar. Belki hasta olduğu için kullandığı bir ilaç var ya da çok büyük bir üzüntü yaşamış, o duygusal travma sonucu kendini yemeye vermiş. Bunları bilmeden hemen, “Ne kadar kilolu, çirkin bir görüntüsü var,” diyorlar. Önce soru sormalı sonra düşünce söylenmeli. Aslına bakarsanız bazen soru da sorulmamalı. Çünkü sorduğunuz soruyla bile yargılamış ve hatta karşınızdaki kişiyi incitmiş olabilirsiniz.
Bazı insanlar vardır, iyi eğitim almışlardır, özel okullarda okumuşlardır. Devlet okullarında okuyanları ya da hiç eğitim almayan insanları yargılarlar. İyi eğitim aldıkları için her şeyi en iyi kendilerinin bildiğini zannederler. Bitirdikleri okullar nedeniyle kendilerini başka bir sınıfa koyarlar. Kendileri gibi eğitim almayan insanlar hakkında konuşulurken “O ne bilecek, cahil, benim kadar eğitim almamış ki” derler. Aslında bir gün kendilerinin de o cahil dedikleri insana muhtaç olabileceğini bilemezler. O eğitim alamamış insanın şartlarına bakmadan hemen cahil yargısını yapıştırırlar. Niçin eğitim alamamış ya da niçin devlet okullarında okumuş, onun koşullarını bir öğrenin ondan sonra ne söyleyecekseniz söyleyin.
Evinde hayvan beslemeyen insana hemen, “Sen hayvan sevmiyorsun” ya da “Sen hayvan besle, koşulsuz sevgiyi öğren,” diyen insanlar var. İşte size yargılama! Evinde hayvan beslemediği için o insanın hayvan sevgisi olmadığını, hayvanlara yardım etmediğini, koşulsuz sevgiyi bilmediğini kim söyleyebilir? Sadece hayvan besleyenlerin hayvansever olduğunu ve koşulsuz sevgiyi bildiğini kim iddia edebilir?
Bir insanın zekâsı, aklı ile veya ses tonu ile alay edenler bir gün kendi zekâ, akıl veya seslerinin bir saniyede gideceğini bilseler bu yargılamayı yapmazlar. Aynı şekilde bir insanın oturduğu semti küçümseyip “Aaa… Orada mı oturuyor? Nasıl oturulur orada?” diye yargılayanların, kendilerinin bir gün o semtte oturacakları ve daha kötü şartlarda yaşayacakları akıllarına gelmez.
Yaşadığım bir örnekten bahsedeyim. Arkadaşlarla bir araya gelmiş, yemek yiyip sohbet ediyorduk. Benim de tanıdığım bir arkadaşlarının yaşadığı üzücü bir olayı anlattılar. Bu sözünü ettikleri kişiyi bir arkadaşı üzmüş. Bunu anlatırken üzen kişi hakkında yaptıkları yorum dikkatimi çekti. İçlerinden biri diyor ki, “Dua etsin de arkadaşım o kadar yurt dışında okuduğu hâlde onun gibi bir kasiyerle yıllarca arkadaşlık yapmış.” Yani orada kasiyer diyerek bir insanı mesleğinden dolayı yargılıyor ve küçümsüyor. Kendi arkadaşlarını ve kendilerini başka bir sınıfa koyuyorlar. İşte bu kibir örneğidir. Oysa akıllarına gelmez, kendileri ister en iyi okulları bitirsinler, en iyi işlerde çalışsınlar, bir gün o yargıladıkları kişinin mesleğini yapmak için iş arayıp da bulamayabilirler bile. Bu nedenle nasıl bir yargılama yaptığına dikkat etmesi gerekir insanın.
Yargılama yapan kişinin niyetinin sevgi içerdiği ve öğretici olduğu söylenemez, orada direkt küçümseme ve alay vardır. Bir insanın diksiyonu bozuk olabilir, kelimeleri hatalı söyleyebilir. Onu küçük düşürücü yargılama yerine öğretici olacak biçimde yol gösterirseniz daha iyi olur. İşte o zaman sevgiden söz edilebilir. Zaten hem sevgiden bahsedip hem de yargılamak tutarlı değildir.
Düşünün, bir gün önce seni seviyorum, diyorsunuz, ertesi gün aynı kişiyi elinde bir torba, içine deniz kıyafetlerini koymuş denize giderken gördüğünüzde yargılayıp alaycı bir gülümseme ile “Plaj çantası yerine poşete koymuş,” diyorsunuz. Aslında niçin poşete koymuş olabileceğini düşünmeyi denemiyorsunuz. Belki arkadaşları çağırmış, “Denize gidiyoruz sen de gel,” diye ve o da gitmek istemiş ama plaj çantası yok ve alacak parası da yok ya da plaj çantasının sapı kopmuş ve aceleyle poşete koymak zorunda kalmış. Önce nedenini öğrenin sonra yorum yapın. Eğer bilmiyorsa bile o kişiye, “Bir dahaki gelişinde deniz kıyafetlerini böyle çantaya koyabilirsin,” diye fikir verin. Bunu gibi çok örnek verebilirim.
Eğer yargılamaya başlarsanız sevmeye zamanınız kalmaz. Zamanınızı ve ömrünüzü yargılamayla geçirirsiniz. Yargılamanın olduğu yerde çözüm yoktur sadece negatif enerji yüklemesi vardır. Biliyorsunuz hep söylüyorum, negatif enerjinin olduğu yerde de sevgi yoktur.
Sevgili okuyucularım, yukarıda da belirttiğim gibi bu konuya cuma günü devam edeceğiz ve düşünceyi söylemek ile yargılamak arasındaki farkı yine örneklerle anlatacağım.
Yine hayatlarınıza dokunacağını düşündüğüm keyifli bir bilgelik hikâyesiyle birlikteyiz. Birkaç paragraftan oluşan kısacık bir hikâye belki bu paylaşımım ama anlattıkları onlarca paragrafla ifade edilemeyecek derinlikte.
Her bilge hikâyede o kadar öğretici dersler var ki bunları okudukça her birimiz alacağımız dersi alıyoruz. Sadece okumak değil içindeki öğretiyi sindirmek, içselleştirmek çok önemli.
Sizlerle paylaşacağım bugünkü hikâye hakkında aslında çok şeyler yazılır. Fakat birkaç satır yazmakla yetinmeyi tercih ediyorum.
Hani deriz ya “Nasıl tatlı dilli, güler yüzlü insan, saatlerce sohbet etmek istedim,” diye, aslında o sözünü ettiğimiz kişiyi sevdiren, güler yüzlü ve tatlı dilli olmasıdır. İnsanı insan yapan tatlı dil ve güler yüz aynı zamanda sihirli bir değnektir, açılmayan kapıları açtırır, insanı sevgiye, mutluluğa ve huzura götürür.
Tatlı dilli ve güler yüzlü insan kendi bolluğunu ve bereketini getirir. Alışveriş için bir dükkâna gireriz, bize her şartta uygun olan bir ürünü, satıcının asık suratı ve ters cevap vermesi yüzünde almaktan vazgeçeriz. Bunu birçoğumuz yaşamıştır. Bazen de almayacağımız bir ürünü sırf satıcı ilgilendi diye alırız. Çünkü bizi etkileyen tatlı dili ve güler yüzü olmuştur.
Çoğu insan kendi sivri dili ve asık suratı yüzünden yalnızlığa mahkûm olur. Etrafa öyle negatif enerji yayarlar ki böyle insanlarla konuşmaktan herkes çekinir. Alacağı cevabı bildiğinden hiç kimse bir şey sormak istemez.
Hayatta bazen olumsuz şeyler de yaşayabiliriz ama bu olumsuzluklar tatlı dilli ve güler yüzlü olmamızı engellemesin.
EKŞİ YÜZLÜNÜN BALI
Tatlı dilli, güler yüzlü bir delikanlı bal satardı. Bu, öyle yakışıklı, öyle sevimli bir gençti ki gönüller onun şeker gülüşünden yanar tutuşurdu.
Genç satıcı, beli boğumlu bir şeker kamışını andırırdı. Sinekten çok, müşterisi vardı. Öyle ki hani zehir satsa, onun elinden diye herkes bal şerbeti gibi içerdi.
Bir gün kaba saba bir adam, bu delikanlının satışını gördü, kazancını kıskandı. Ertesi gün kendisi de başında bal, yüzünde sirke, şehri dolaşmaya başladı. Bağıra çağıra, bir o yana bir bu yana mahalle arasında geziniyor, malını satmaya çalışıyordu. Fakat ne hikmetse balına değil müşteri, tek sinek bile konmadı.
O gün eline hiç para geçmedi. Akşam olunca sıkıntı içinde evine döndü. Fena hâlde kızmıştı. Suratını cezadan korkan suçlular gibi asmış, kaşlarını bayramda zindanda kalan mahpuslar gibi çatmıştı.
Karısı ona şaka yollu şöyle söyledi: “Yüzü ekşi olanın balı acı olur!”
Evet, geldik yine anılara… İlkokul üçüncü sınıftaki anılarıma kaldığım yerden devam ediyorum. Dokuz yaşındaki çocuk tekrar sandığın başına geçip kilidi açtı ve bir anıyı daha serbest bıraktı.
On beş gün önce yazdığım anımda halamın Almanya’dan gelişinden ve getirdiği hediyelerden, o hediyelerin bizim için ne kadar değerli olduğundan, onları nasıl itinalı kullandığımızdan bahsetmiştim.
O yıl halam bana pötikareli, kapüşonlu yağmurluk getirmişti. Okul yıllarında kapüşonlu giyecekleri çok severdim hele bir de pötikareliyse bayılırdım. Annem giyecek manto ve elbise alırken ya da diktiği zaman mutlaka kapüşonlu ve pötikareli olmasını isterdim. İşte bu yüzden halamın getirdiği yağmurluğu çok severek giyiniyordum ayrıca da özenle kullanıyordum.
Annem bize eşyalarımızın kıymetini bilmeyi öğretmişti, “Kolay kolay alınmıyor, temiz kullanın,” diyordu. Babam bu konuda cömert davranmıyordu. İçimizde, eşyalarına en çok sahip çıkan ve onları son derece temiz kullanan ablamdı. Bir şeyinin zarar görmesi ve kaybolması onu üzerdi. Ben de aynı şekilde çok sevdiğim bir şey kaybolursa ya da zarar görürse çok üzülürdüm. Onun yerine yenisi gelse bile o ilkinin verdiği mutluluk ve sevinci yaşayamazdım.
Bahar mevsimi gelmişti, aylardan nisandı. Halamın getirdiği yağmurluğu severek giyinip okula gidiyordum. O günü hiç unutamıyorum, son ders zili çaldı, eve döneceğiz, yağmurluğumu giyerken arka kısımda bir delik gördüm. Çok üzüldüm. Annem bizi almaya gelince suratımın asık olduğunu gördü, ne olduğunu sordu, yağmurluğumu gösterip “Delinmiş,” dedim. Annem, “Bir yere takmışsın, dikkat etmemişsin” dedi. Fakat ben bir yere takılmasına sebep olacak bir davranışta bulunmamıştım, sokakta oynarken öyle takılacak yerlerde durmamış, duvarlardan atlamamıştım. O anda içimden bir ses sınıfta bir kız arkadaşımın yaptığını söylüyordu. Çünkü sabah astığımda sapasağlamdı. Bunu anneme söyledim ama üzerinde durmadı, “Sen onu takmışsındır bir yere. Üzülme bir şekilde ben orayı kapatırım, giyersin,” dedi. Fakat ben başkasının yaptığından emindim.
Sınıftaki o kız arkadaşımdan şüphelenmemin nedeni ise onun bakışlarının, davranışlarının beni rahatsız etmesiydi. O zamanlar isimlendiremiyordum ama şimdi anlıyorum ki bakışlarında, tavırlarında kıskançlık vardı ve ben bundan hoşlanmıyordum. Bu arkadaşım bir gün resim yaparken benden birkaç renk pastel boya istedi ben de verdim. Geri verdiğinde hepsi kırıktı. Neden kırdığını sorunca, “Sen verdiğinde kırıktı,” dedi. O anda yalan söylediğini ve zarar vermek istediğini hissettim. Çünkü gülüyordu, yüzünde kasıtlı yaptığını belli eden bir ifade vardı. Bir gün de beden eğitimi dersine hazırlanırken spor ayakkabımı alıp kaçırdı, sınıfın penceresinden dışarıya attı. Ben sessiz kaldım, öğretmenime bir şey söylemeden gidip aldım ayakkabımı. “Niye böyle yapıyorsun?” dediğimde şaka yaptığını söyledi ama şaka değildi, zarar vermekti amacı. Anneme anlattım bunları ama gene üstünde durmadı.
Spor ayakkabısı olayı beni çok üzdü. O günden sonra o arkadaşıma karşı hep dikkatli oldum. Davranışlarını sürekli izliyordum, kime ne yapıyor, diye. Teneffüste oyun oynadığımızda gelip bizi yere itiyordu. “Niçin bunu yapıyorsun? Biz oyun oynarken birbirimizi itmiyoruz,” dediğimde “Ben itmiyorum, sizinle oynamak istiyorum,” diyordu. Onu bu konuda uyardım ama baktım ki hep zarar verme niyetinde. Bir gün de halamın getirdiği kar botlarını görüp, “Ne kadar güzel botların var,” diyerek üstündeki tüyleri çekmeye başladı. O kadar çok zarar vermişti ki bana, yağmurluğumu delen kişinin de o olduğunu düşünüyordum. Fakat bunu ispatlayamazdım. Annem bile inanmadı ama ben haklı olduğumdan emindim.
Artık o arkadaşımla konuşmuyor, oynamıyordum. Aradan birkaç hafta geçtikten sonra gidip kendisine “Yağmurluğumu sen kestin, biliyorum,” dedim. Beni öğretmene şikâyet edeceğini söyledi. Ben de “Söyle,” dedim, “O zaman ben de anlatırım. Sen yaramaz bir çocuksun, eşyalarıma zarar verdin.” Başka da bir şey söylemedim. “İyi olmuş,” dedi yağmurluğum için. Ben sesimi çıkarmadım ve kimseye bir şey söylemeden uzaklaştım.
Sonra annem yağmurluğumu tamir ederken gördük ki makas ile kesilmiş. İlk gördüğünde üstünde durmamıştı ama annem de anladı kesildiğini. Bizim resim derslerimizde kullandığımız küçük makasımız vardı, “Bu makas ile kesmiştir,” dedim. Annem, kesilen yeri güzelce onardı, ben tekrar giymeye başladım.
Şimdi anlıyorum ki arkadaşım kıskançtı ve bunu davranışlarıyla, bakışlarıyla belli ediyordu. Oysa biz öyle büyümemiştik. Biz kardeşler arasında hiçbir zaman ve hiçbir konuda kıskançlık olmadı. Hiç kimseyi de kıskanmadık. Babam hep söylerdi, her zaman birbirinize sahip çıkıp destekleyeceksiniz, aranızda kavga ve küslük olmayacak, diye. Çünkü babam kendi kardeşlerine bir baba gibi sahip çıkmıştı, bizim de aynen kendisi gibi olmamızı istiyordu. Ayrıca da başkalarının eşyasına veya kendi eşyamıza zarar vermemeyi öğrenmiştik.
Öncelikle her aile çocuklarını dinlemeli. Anne babaların bildiği her zaman doğru olmayabilir. Annem beni dinledi ama üstünde durmadı, kendi düşüncesine inandı. Ancak o yağmurluğu tamir için eline alıp dikkatli bakınca bana hak verdi. Baştan önyargılı olmadan çocuğu dinleyip karar verilmelidir. Çünkü çocuk her zaman hisseder.
Çocukluk zamanında başlayan kıskançlıklar şifalanmazsa ve dönüştürülmezse yetişkinlik döneminde de devam eder. Her kıskançlık aslında karşı tarafa zarar veriyor ama asıl insanın kendisine zarar veriyor. Kıskançlık dönüştürülemezse sevgi engellenmiş olur. Çünkü kıskançlık negatif bir duygudur ve negatif bir duyguda sevgi olmaz.
Ailelere burada büyük iş düşüyor. Küçük yaşta başlayan ve en çok da kardeşler arasında yaşanan kıskançlığı göz ardı etmemeleri gerekiyor. Çocuğun neden kıskançlık duygusu taşıdığını bilmeleri ve bu zararlı duygudan kurtulması için ellerinden geleni yapmaları gerekiyor. Ben şimdi çok açık görüyorum ki yetişkinlerde görülen kıskançlık çocukluk zamanına dayanıyor. O bilinçaltına yerleşiyor ve yaş büyüdükçe daha da çoğalmasına neden oluyor. Eğer bir insanda kıskançlık hissederseniz ondan uzaklaşın, o zehir kendisinde kalacaktır.
Kıskançlığı bir bakış ile bir davranış ile bir konuşma ile anlarsınız.
Sevgili okuyucularım, önceki aylardaki yazılarımda yedi çakrayı anlatmıştım. Her ay bir çakrayla ilgili bilgileri detaylı olarak paylaşmıştım.
Bugünden itibaren de her ay metafiziksel duyularla ilgili bilgiler paylaşacağım. Bilimin tanımladığı beş fiziksel duyuya ilaveten insanın sahip olduğu dört metafiziksel duyu daha vardır. Bunlar duru biliş, duru görü, duru sezgi ve duru işiti olarak adlandırılır. Bugünkü yazımda size bu duyulardan duru bilişi anlatacağım.
Allah insanoğlunu yeteneklerle yaratmıştır. Önemli olan bu yetenekleri fark etmektir. Bazı insanların yukarıda bahsettiğim duru biliş, duru sezi, duru görü, duru işiti yetenekleri gelişmiştir. Peki, bu yetenekler ne işe yarar? Şimdi bunu duru biliş üzerinden ele alalım.
Duru biliş tepe çakraya karşılık gelir. Tepe çarka, Allah ile aramızdaki bağı simgeler. Allah ile olan bağımız ne kadar güçlüyse bilişimiz o kadar güçlü çalışır. Diğer bir ifadeyle duru biliş için tepe çakrasının açık olması gerekir. Duru biliş, görmeden, yaşamadan herhangi bir durumu aniden bilme, hissetme ve o anda gelen doğru bilgidir. Kısacası ani alınan bilgilerdir. Aynı zamanda berrak biliş olarak adlandırılır.
Ego düşüncelerimiz olan endişe, kaygı, öfke, bencillik, kibir, korku gibi olumsuz düşünce ve duygulara sahipsek, sürekli endişe, korku, kaygı ile yaşıyorsak, mantık ile kararlar veriyorsak, hayatı maddi, dünyevi önceliklerle yaşıyorsak duru biliş olmaz. Yargılama varsa duru biliş olmaz. Nasıl, niçin, neden, acaba, hangisi vb. sorular olursa duru biliş olmaz.
Duru biliş için zihnin tamamen berrak olması gerekir. Mantık ile hareket etmemek, mantığı dinlememek gerekir. Örneğin, hiç tanımadığınız ve ilk kez gördüğünüz bir kişi hakkında aniden gelen bilgiler doğrudur. “Daha ilk görüşte anladım,” diye de ifade ettiğimiz şey aslında onun hakkında aniden bilmektir ve her zaman ilk bilgi doğrudur. İşte burada iyi veya kötü ayrımı yapmamızı sağlayan ilahi rehberliktir.
Bir örnek daha vereyim. Hava son derece açık, güneşli, yağmur yok, meteoroloji bültenlerinde yağmur uyarısı yok. Ama içinize aniden bir mesaj gelir, yanına şemsiye al, diye. O mesajı dinler ve yanınıza şemsiye alırsınız. Birkaç saat sona bir de bakarsınız ki yağmur yağıyor. İşte burada yanınıza şemsiye aldıran duru biliştir ve siz onu, “İçimden bir ses dedi ki” diye anlatırsınız. Benzer şekilde, diyelim ki bir eşyanız kayboldu, o eşyanızın nerede olduğunu bilip hiç aramadan elinizle koymuş gibi bulmaktır duru biliş.
Duru bilişi olan kişi, kendisine anlatılan olumsuz olaya ya da o olaya neden olan kişilere göre değerlendirme yapmaz. O anda gelen bilgiye göre olumsuzluğu yaşayan kişinin nasıl bir yol alacağına rehberlik eder. Duru bilişle rehberlikte kim haklı veya kim haksız muhakemesi yapılmaz. Gene söylüyorum mantık ile hareket edilmez. Çünkü mantık duru bilişi engeller.
Duru biliş yeteneği sayesinde bilgi içe doğma şeklinde gelebilir ve bu bilgiye her zaman kesinlik ve emin olma hissi eşlik eder. Duru biliş yüksek bilinç seviyesinde gerçekleşir. Bilinç ve enerji düzeyi yükseldikçe bilme hâli daha belirgin olur.
Kendi yaşadığım bir durumu örnek olarak anlatayım. 2016 yılının Aralık ayıydı. Hava soğuk ve karlıydı. Hiç neden yokken içimden gelen ses hafta sonu günübirlik olarak Konya’ya Mevlana’nın türbesine gitmemi söylüyordu. Ben hiçbir sorgulama yapmadan gittim. Gittiğim güne kadar bir hafta boyunca Konya’ya hava muhalefetinden dolayı hiçbir uçak kalmamış. Gittiğim gün uçak kalktı ama Konya’da yine kar vardı. Hava şartları hafta içine göre biraz daha iyi olsa da yerde 30 cm kadar kar vardı ve buzlanma sürüyordu. Kendi kendime, nasıl gideceğim, bu havada gidilir mi, bu havada gitsen ne anlayacaksın, ya orada zorluk ile karşılaşırsam ya akşama uçak kalmasa nasıl döneceğim gibi sorular sormadan o anda aniden içimden geleni dinledim ve rahatlıkla gittim. Konya’da her şey yolunda gitti ve akşam da sorunsuzca döndüm. Bu benim duru bilişle yaptığım bir şeydi. Hemen hatırlatmak isterim ki burada çok ince bir çizgi var. Gelen bilgi iç sesinize mi ait zihin sesinize mi? Bunu iyi ayırt etmeniz gerekiyor. Zihin sesini iç sesi ile karıştırıp “Bana da böyle olmuştu, kalkıp gittim ama sorun yaşadım, demek ki sezgiler pek de işe yaramıyor,” diyenler çıkabilir. Onlara söyleyebileceğim duyduklarının iç sesleri olmadığıdır. Çünkü duru biliş sahibi değilseniz, zihniniz sizi yanıltabilir ve olumsuz sonuçlarla karşılaşabilirsiniz. O yüzden “İçimden geldi, ben de kalkıp gideyim,” demenizi önermem. Önce duru bilişi ortaya çıkarmalı, geliştirmelisiniz.
Duru biliş için en iyi yöntem meditasyonla egoyu susturup zihni berrak hâle getirmektir. Bu konu ilgili ile daha fazla bilgi edinmek istiyorsanız sizlere Doreen Virtue’nün “İlahi Rehberlik” adlı kitabını tavsiye ederim.
Sevgili okuyucularım, bugünkü yazımda iyimserlikten bahsedeceğim. İyimserliğin karşıtı olan kötümserlik konusuna bir başka yazıda değineceğim.
Dünyanın lideri Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Ben hayatımın hiçbir anında karamsarlık nedir tanımadım,” sözünü anımsatarak neden iyimser olmak gerektiğine dikkat çekmek isterim.
Hayatımızda birçok olumsuz olay yaşarız ve üst üste gelen olumsuzluklar bakış açımızı değiştirir, bizi iyimserlikten uzaklaştırır. Artık karşılaştığımız her duruma olumsuz yaklaşmak içimizdeki ışığı söndürür. Çünkü kötümserlik insanın içindeki ışığı görmesini engeller.
Ben her zaman en olumsuz olayda bile iyimser olmanın o olayı olumluya dönüştüreceğini düşünürüm. Yaşadığımız süreçte kötümser ve iyimser olan insanlarla karşılaşmışsızdır. Düşünelim, bugüne kadar hayatımızdaki insanlardan iyimser olanlar bize ne kazandırdı, kötümserler ne kazandırdı? Kendimize şu soruları soralım: Hangi insanlarla birlikte olduğumuzda olaylara bakış açımız ya da düşüncelerimizde bir iyileşme oluyor? İyimser bir insana yaşadığımızı bir olayı anlatırken kendimizi nasıl hissediyoruz ya da bunun tam tersi? Şimdi bir de içimize dönelim ve kendimize dürüst olup soralım biz iyimser miyiz? Bir sorun yaşadığımızda bardağın hangi tarafını görüyoruz? Dolu mu, boş mu? Bu konu ile lütfen yüzleşelim, kendimizi tanıyalım.
İyimserlik her işi ve her düşünceyi iyi olarak değerlendiren kişilik özelliğidir. Bireyin yaşadığı her şeyin iyi yanını gören ve her durumda iyi bir çıkış yolu düşünen bir dünya görüşüdür.
Bu konuyla ilgili Avusturyalı psikiyatr ve nörolog Viktor Frankl’ın çok güzel bir sözü vardır: “Durumu değiştiremiyor musunuz? Size acı veren bir durumu değiştirmeye gücünüz olmasa bile bu acıyla yüzleşirken takınacağınız tavrı seçmek elinizdedir.”
İyimserler her zaman hayata olumlu bakan ve pozitif düşünen kimselerdir. İyimserlik bir işi başarmanın mutlaka bir yolu olduğuna inanmaktır ve bireyin yaşadığı başarısızlıkları veya olumsuz koşulları kolaya çevirir.
Diğer yandan iyimserlik Polyannacılık ile karıştırılmamalı. Burada çok ince bir çizgi var. Tabii ki gerçekler var, iyimser olan insanlar gerçekleri göz ardı etmiyorlar. Sadece negatif enerjiye teslim olmuyorlar. Kendilerine güveniyorlar. Eğer enerjiye inanıyorsanız evrene iyimser pozitif enerji mi yoksa kötümser negatif enerji mi vermek istersiniz, düşünmenizde fayda var.
Bundan üç ay önce yaşadığım bir olayı anlatayım. Kastamonu gezisinde grupla bir kanyona gidiyorduk fakat o kanyona gitmek kolay değil, tur aracı (otobüs) belli bir noktaya kadar gidiyor, sonrasını ise yürümemiz gerekiyor. Yürüyerek yola koyulduk. Bu arada tur kapsamında zaman sınırlı, kanyona gidip gelmek zaman kaybettirecek ve gezinin bir sonraki durağına gidişimizi etkileyecek. Ama grupta kimse kötümser değil, yürümeye devam ediyoruz. Derken bir kamyon geldi, hemen kamyonun kasasına bindik, iki kişi de şoför mahalline geçti. Neşe içinde, gülerek kanyona gidip döndük. Grupta herkes hâlinden memnun, “Hiç böyle güzellik yaşamadık,” dedi. Yola çıkarken hiçbirimiz kötümser düşünüp ne yapacağız, nasıl gideceğiz, niçin geldik buraya ya da diğer yere gidemeyeceğiz gibi sorularla zihnimizi meşgul etmedik. Bu iyimserlik sonucu kolaylıkla kanyona gidip geldik.
Sevgili okuyucularım, iyimserlik, dilde söylemekle olmuyor. Gelin şimdi hep beraber iyimserlik kavramının neler içerdiğine tek tek bakalım. Böylece kendi iyimserliğimize dair de ipuçları edinmiş oluruz.
İyimserlikte sevgi, kendi ile barışık olmak vardır.
İyimserlikte akılcı, yapıcı ve kalıcı düşünceler vardır.
İyimserlikte umudu umut etmek vardır.
İyimserlikte yaşam da daha iyidir ve iyimserler her şeyden mutlu olurlar.
İyimser insanlar daha az hasta olur ve hastalıklardan daha çabuk kurtulur. Çünkü bireyin takındığı pozitif psikoloji sayesinde bağışıklık sistemi güçlüdür.
İyimserler, kendilerine ve etrafa pozitif enerji yararlar. Bu da sosyal, fiziksel ve psikolojik açıdan büyük avantaj sağlar.
İyimserlerin sosyal ilişkileri kuvvetlidir. Sağlıklı ilişkiler kurabilir insanların iyi yanlarını ortaya çıkarırlar. İyimser insanlar kalp kırmazlar. Düşüncelerini ve fikirlerini açık ve net olarak sevgi ile ifade ederler.
İyimser insanlar yargılamak ve eleştirmek yerine çözüme giderler.
İyimser insanlar neşelidir. O andaki olumsuz ortama hemen bir güzellik katarlar.
İyimser insanlar yaşadıkları olumsuzluklara ve hatalarına bakarlar, onlardan ders alarak yollarına devam ederler, başkalarını suçlamazlar. “Ah, vah!” ile günlerini geçirmezler. Kendilerini olumlu yönde değiştirip dönüştürürler. İyimserlikte hümanizm vardır.