NE KADAR KÖTÜMSERSİNİZ?

Sevgili okuyucularım, 1 Şubat 2022’de yazdığım ”Ne Kadar İyimsersiniz?” başlıklı yazımda iyimserlik konusunu ele almıştım. Bugün ise kötümserlik konusuna değinmek istiyorum. Bizi tanımak isteyenlerin sorduğu “İyimser misin, kötümser mi?” sorusuna çoğumuz hiç düşünmeden “İyimserim,” diye yanıt veririz. Olaylara nasıl baktığımızı dikkate almadan, kendimizi analiz etmeden verilen bir yanıttır bu.

Peki, kötümserlik deyince siz ne anlıyorsunuz? Ya da kötümser insanlar sizi nasıl etkiliyor, nasıl bir enerji veriyor? Şimdi bunlara hep birlikte bakalım.

Bana göre kötümser, her şeyin en kötüsünü ele alan ve her durumda karanlığı gören, en kötüyü bekleyen kişidir. Kötümserlik bir anlamda karamsarlıktır. Kötümser bakışı olanlar hayal kuramazlar. Kötümser olan kişilere ben hayallerimi anlatmam. Geçenlerde birisi ile sohbet ederken konu hayallere geldi. Ben de bir hayalimden bahsettim. Bana hemen şunu söyledi: “Bu hayalin olması için kaç sene bekledin? Bir de olacağı kesin mi? Ya olmazsa? Olmayacak hayaller insanı hüsrana uğratır.” Eskiden olsa bu yorum üzerine birçok açıklama yapardım. Şimdi artık böyle karamsar bakan insanlara karşı sessiz kalmayı tercih ediyorum. Çünkü siz açıklama yapsanız bile onun bakış açısı farklıdır ve anlattıklarınızı o açıdan gördükleriyle değerlendirecektir.

Sizler de çevrenize baktığınızda ya da hayallerinizi anlattığınızda size negatif enerji veren, kötümser hava estiren insanlarla karşılaşıyorsunuzdur. Kötümserlik negatif enerji içerir. Bu bakış açısına sahip olanlar hayattan zevk alamazlar, mutlu ve neşeli olamazlar. Kendilerini neşeli sanırlar ama iç huzurunu ve mutluluğu bulamamışlardır. Sürekli şikâyet eder hâldedirler. Böyle insanlara sorduğunuzda “Biz gerçekleri görüyoruz. Sonunda hüsrana uğramaktansa baştan olaylara böyle bakıyoruz ki bir sürprizle karşılaşmayalım,” derler. Hâlbuki o anda olaya negatif enerji vermiş olurlar.

Gerçekleri görmek ile bir fırsatı zorluk olarak görmek çok farklıdır. Bu konuyu daha ayrıntılı olarak ele alalım. Diyelim ki dışarıda hava şartları olumsuz, kar yağıyor; bu bir gerçek. Ne yaparız? Ona göre dışarıya çıkarız. Örneğin araba ile gitmek elverişli değilse ya arabamızla ilgili tedbirleri alır ya da başka bir seçeneği değerlendiririz. Bu olayda kötümser insan, “Dışarıda kar yağıyor ama gitmem de gerekiyor. Gittiğim yerde ya mahsur kalır da dönemezsem ya araba yolda kalırsa?” diye düşünmeye ve söylenmeye başlar. Her şeyin yolunda gitmesi gerekirken yaydığı bu negatif enerji yüzünden bu sefer olmayacak şeyler olmaya başlar. Kötümser insanlar her zaman en kötü sonucu bekleme eğiliminde olurlar. İyimser olan insan ise o zorluk karşısında fırsatı görür her şeyin yolunda gideceğini düşünür.

Kötümser bakış açısı olan birine sordum, “Niçin olaya kötümser olarak bakıyorsun?” Yanıtı, “İyi olursa seviniriz,” oldu. Örneğin, bir iş alıyor fakat o işi aldığına o anda fazla sevinmiyor. “İşin parası gelsin ondan sonra sevineceğim. Ya işi yaptıktan sonra parası gelmezse?” diyor. Aslında o işe endişe, kaygı ve korku ile negatif enerji yayıyor farkında olmadan. Kötümserliğin temelinde endişe, kaygı ve korku vardır.

Mesela iş görüşmesi iyi geçmiş olmasına ve görüşme yapılan pozisyon için istenen her özelliğe sahip olmasına rağmen o işe kabul edilmeyeceğine veya gireceği sınava çok iyi hazırlanmasına rağmen kötü geçeceğine inanır.

Kötümser düşünen insanlar, hedeflerine ne kadar yakın olurlarsa olsunlar sonunda başarısız olacaklarına inandıkları için o hedeflerinden vazgeçerler. Kötümserlik zehir saçan bulaşıcı bir hastalık gibidir. Kişi o zehirle yaşayıp hayattan zevk almadığı gibi etrafa da o zehiri saçar.

Kötümserlikteki tehlike, iyi olan her şeyi gözden kaçırmanıza neden olacak kadar güçlü hâle gelebilmesidir. Bu olduğunda, hızla depresyona girebilir ve endişelenebilirsiniz. Dahası, çok fazla karamsarlık, felç edici bir korkuya neden olabilir ve ilerleme yeteneğinizi reddedebilir.

Kötümser düşünen, olaylara kötümser bakan insanlara bir şey anlatamazsınız çünkü olacak bir işte bile negatif enerji vereceği için sizin de umudunuzu kırar ve endişeye, kaygıya ve korkuya kapılmanıza neden olur.

Almak istediğiniz ürünü aylarca takip edersiniz indirime girecek mi, diye. Bütçenize uygun olduğunda tam o ürünü almaya karar verdiğinizde eğer karamsar bir insansanız hep bir endişe ve kaygı ile yaklaşırsınız. “Acaba o ürün satılmadan alabilir miyim, ya başkası alırsa?” gibi kendi kendinize kötümser bir bakış açısı oluşturursunuz. Yaydığınız bu negatif enerjiyle gittiğinizde o ürünü sizden önce başkasının aldığını öğrenirsiniz. Bu sefer de “Bak, ben biliyordum işte alamayacağımı. Bende şans mı var?” diye kendi kendinize söylenirsiniz. Şimdi bu olayda iyimser birisi olsa ne yapardı bir bakalım. Birincisi; endişe, kaygı ve korku yaymadan, o ürünün kendisinin olacağına inanarak gider alışverişe. İkincisi de mağazaya gidip ürünün kalmadığını gördüğünde o anı kendine zehir etmez. “Nasip değilmiş, kısmetimde varsa başka yerde yine bulurum,” der ve sorun yaratmaz.

Diyelim ki bir iş kurmaya çalışıyorsunuz, kötümser bakan insan hemen “Bu devirde iş mi kurulur? Bütün paranı batıracaksın, herkes tek tek batarken sen iş kurmaya kalkıyorsun,” diye sizin bütün enerjinizi emer. Hâlbuki şunu söyleyebilir: “İş kuruyorsun, iyi düşündün mü, iyi araştırdın mı, yapacağın bu iş ile ilgili biraz da olsa tecrübe var mı?” Bu tür olumlu bir yaklaşım ile düşüncelerini söyleyebilir.

Bir örnek daha vereyim: Seyahate çıkacaksınız ve gideceğiniz ülkeler daha az güvenilir. Kötümser bakan kişi, “O ülkede ne işin var, başka yer mi kalmadı gidecek?” diyebilir. Oysa iyimser bir insan, “Değişik bir ülke, coğrafyası bakımından. Ama duyduğum ve seyrettiğim kadarıyla yeterince güvenli değilmiş, ne olur sen gene de dikkat et,” diyecektir.

İyimser; yaşamın daha parlak yanına bakar, kötümser ise hayatın daha karanlık tarafına bakar.

Yazımı Winston Churchill’in iyimser ile kötümser arasındaki farkı anlatan sözü ile noktalıyorum:

“Kötümser, her fırsatta zorluk görür. İyimser, her zorlukta fırsat görür.”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BARIŞ BENİMLE BAŞLAR

Sevgili okuyucularım, biliyorsunuz önceki aylarda, ayda bir kere de olsa olumlamalar paylaşıyordum. Bu ay da bilinçli ve bilinçdışı anıların, olumsuzlukların temizlenmesi için yapılan ve “ho’oponopono” adı verilen bir arınma çalışmasını paylaşacağım sizlerle. Bu çalışmayı belki birçoğunuz biliyor, yapıyorsunuz ya da sadece biliyor ama yapmıyorsunuz. Bazılarınız, bunu yapsam ne faydası olur, diye içinizden geçirmiş olabilirsiniz. Aslında kendiniz için yapacağınız her çalışmadan, altını çizerek söylüyorum, düzenli disiplinli olarak yapıldıktan sonra mutlaka bir sonuç alınıyor. Sizin ışığınız parladıkça geleceğinizi de aydınlatmaya başlarsınız. Çünkü dış dünyadan beklediklerimiz aslında bizim iç dünyamızın bir yansımasıdır. Ara ara sayfamda bu çalışmalardan örnekler paylaşacağım. Çalışmaya geçmeden önce bununla ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum.

Ho’oponopono yöntemi; karşımızdaki insanın yaşadığı bir sorunu duyduğumuz, öğrendiğimiz anda bizim sorunumuz olarak algılayıp kendi içimizde bundan arınarak karşımızdakini de arındırma yolunu öğretiyor. Sadece insanları değil her şeyi arındırıp temizlemenin yoludur bu. Olumsuz durumlardan kurtulmanın bir yöntemidir.

Ho’oponopono, Havai halkının kullandığı bir kendini arındırma yöntemidir. Bu yöntemi Joe Vitale’in kitabı “Zero Limit” aracılığı ile batı dünyasına tanıtan ve meşhur eden kişi Dr. Ihaleakala Hew Len oldu. Doktorasını Iowa Üniversitesi’nde yapmış olan Dr. Ihaleakala Hew Len, uzun yıllar Havai Devlet Hastanesi’nin suç işleyen akıl hastaları ile ilgilenen adli biriminde uzman psikolog olarak çalışmış. Hastalarıyla elde ettiği mucizevi sonuçlar çok ilgi çekmiş. Kullandığı yöntemler öyle etkiliymiş ki zamanla yatan hastaların tümü taburcu edilmiş, sonunda dört yıl içinde birim kapatılmış. Dr. Len’in kullandığı bu yöntem, 1982 Kasım’ından beri güncelleştirilmiş Ho’oponopono uygulaması yapan Hawaiili şaman Morrnah Nalamaku Simeona sayesinde ortaya çıkmış. Tüm dünyaya bu yöntemin ününü, öğrencisi Dr. Ihaleakala Hew Len ve Joe Vitale getirdi.

Ho’oponopono’nun ana ifadesi şudur: “Barış benimle başlar!”

Bu sevgi ifadesi, gerçek anlamda, ta atalarımızdan gelen, DNA’mızda kayıtlı bilinçli ve bilinçdışı anıların arınması ve sevgiye dönüşmesi için kapıları açar.

Bu ayki arınma çalışmasını üç madde hâlinde paylaşıyorum. Şifa olsun.

1) “Kurban bilincimi yaratan, sürdüren, bundan fayda elde eden, içimde bana, aileme, atalarıma ait her ne varsa, her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum” (Bu güçlü ifade, kendiniz veya başka bir kişi veya durum için hissettiğiniz tüm olumsuzlukları temizler.)

“Özür dilerim” (Bu sayede pişmanlıklarınızı gösterirsiniz.)

“Lütfen beni affet” (Bu ifade, düşüncelerinizdeki olumsuz bir durumun istemeden yaratılması için özür dilemenizdir.)

“Teşekkür ederim” (Bu ifade, herhangi bir durumu, hatta olumsuz olanları kabul ettiğinizi ve size sundukları ders için minnettar olduğunuzu anlamanızı sağlar.)

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

2) “Tüm alanlarımda ve tüm sistemimde bulunan para ile ilgili bütün eksilik, yokluk, sınırlılık, kıtlık, güçsüzlük ve çaresizlik duyguları, anıları, verileri ve kodlamaları tüm zamanlarda, tüm boyutlarda, tüm evrenlerde temizlenip, arınıp, sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum” (Bu güçlü ifade, kendiniz veya başka bir kişi veya durum için hissettiğiniz tüm olumsuzlukları temizler.)

“Özür dilerim” (Bu sayede pişmanlıklarınızı gösterirsiniz.)

“Lütfen beni affet” (Bu ifade, düşüncelerinizdeki olumsuz bir durumun istemeden yaratılması için özür dilemenizdir.)

“Teşekkür ederim” (Bu ifade, herhangi bir durumu, hatta olumsuz olanları kabul ettiğinizi ve size sundukları ders için minnettar olduğunuzu anlamanızı sağlar.)

Niyeti bir kere sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

3) “Hızlı kararlar vererek sonradan pişman olacağım şeyler yapmama veya sözler söylememe yol açabilecek, içimde bana, aileme, atalarıma ait her ne varsa, her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum” (Bu güçlü ifade, kendiniz veya başka bir kişi veya durum için hissettiğiniz tüm olumsuzlukları temizler.)

“Özür dilerim” (Bu sayede pişmanlıklarınızı gösterirsiniz.)

“Lütfen beni affet” (Bu ifade, düşüncelerinizdeki olumsuz bir durumun istemeden yaratılması için özür dilemenizdir.)

“Teşekkür ederim” (Bu ifade, herhangi bir durumu, hatta olumsuz olanları kabul ettiğinizi ve size sundukları ders için minnettar olduğunuzu anlamanızı sağlar.)

Niyeti bir kere sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

Kaynak: Dr.Ihaleakala Hew Len ve Berna Özcan

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ÇOCUKLUKTA YAŞANANLAR İZ BIRAKIR

Yaşadığım kimi olaylar geçmişe götürüyor beni, bazen bir ortanca bazen bir apartman bahçesinde oynayan çocuklar… Film şeridi gibi geçiyor çocukluğum gözlerimin önünden; mutlu olduğum zamanları ya da bana üzüntü veren olayları hatırlıyorum hüzünle ya da tebessümle. Unutmuyor insan; en çok da çocukken yaşadıklarını. Anılara kaldığımız yerden devam edelim, bakalım sandıktan bu kez ne çıkaracak her gün biraz daha büyüyen çocuk?

Evet, artık mayıs ayı gelmiş, okulların kapmasına çok az zaman kalmıştı. Tabii ki dersleri tamamen boşlamamıştık ama biraz daha az çalışıyorduk. Artan zamanlarda da kardeşimle, kendimizi hemen evimizin yakınındaki çocuk parkına atıyorduk veya apartmanın büyük bahçesinde oynuyorduk. Oyunlarımıza, aynı apartmanda oturduğumuz karşı komşumuzun kızı da katılıyordu. O da kardeşimle aynı yaştaydı. Üçümüz birlikte bahçede oynarken en büyük korkumuz birinci katta, bakkalımızın hemen üstünde oturan komşumuzdu. Onun evinin salon balkonu olmadığı için sürekli pencereden bakardı, bahçede oynayan biz çocukları gözetlerdi. Çocuklara karşı maalesef hoşgörüsü yoktu. Çocuk sesinden rahatsız olurdu ve pencereyi açıp sürekli bağırırdı. Ona göre hiç ses yapmadan oynamamız gerekiyordu. Bir çocuk nasıl ses yapmadan oynar? Kışın kar topu oynarken, yazın top ile veya saklambaç gibi oyunlar oynarken sessiz kalmak mümkün olabilir mi?

Bakarken bizi görürse ya pencereyi açıp bağırıyor ya da camın arkasından kaşlarını çatıp parmağını sallayarak kızıyordu, sanki bir kabahatimiz varmış gibi. Bu davranışı bile tedirgin olmamız için yetiyordu. Ben de kardeşimle arkadaşımı sessizce alıp onun görüş alanında uzaklaştırıyordum. Neyse ki bahçemiz büyüktü de yan tarafına geçip orada oynuyorduk. Fakat oyun için en elverişli alan kızgın komşumuzun gördüğü ön bahçeydi ve o, ön bahçe kendisine aitmiş, kimse orada bir şey yapamazmış gibi davranıyordu. O çatık kaşlı, gülmeyen, asık yüzlü ifadesini hiçbir zaman unutmam.

Bahçemizde ortanca çiçekleri o kadar çoktu ki çocuk olmamıza rağmen bir gün bile o çiçekleri ezmeden, koparmadan oynadık. Çünkü annem bize, bahçemizdeki ya da başkasının bahçesindeki çiçekleri hiçbir zaman koparmayı öğretmişti. Ama komşumuz bizim böyle bir terbiyeyle büyüdüğümüzü bilmiyordu. Bahçedeki çiçeklere ilgi göstersek koparacak mıyız, diye bakışlarıyla kontrol ediyordu. Bir keresinde gülleri kokladığımı görünce hemen pencereyi açıp “O koparılmaz!” dedi. Ben de “Biz hiç çiçek koparmayız. Sadece kokluyorum,” dedim fakat o, her çiçek kokladığımızda pencereyi açmaya devam etti.

Komşumuzun kızı ona “cadı” lakabını takmıştı, “O bir cadı,” diyordu. Kardeşimle ben, öyle bir şey söylemiyorduk. Çünkü ailem bize her zaman büyüklere saygılı davranmak zorunda olduğumuzu söylüyor, “Onlara hitap ettiğinizde isimlerinin sonuna teyze veya amca kelimesini ekleyerek hitap edeceksiniz, büyükleriniz soru sormadıkça cevap vermeyeceksiniz,” diyordu. Bir gün o komşumuz yine pencereye çıkıp bize bağırdığı sırada arkadaşımın kendisine “cadı kadın” dediğini duydu. Sanırım bizi şikâyet etmiş. Annem, kardeşimle ikimize “Siz mi o kelimeyi söylediniz?” diye sordu. Biz de gerçeği anlattık. Annem bize inandı çünkü hem bizim nasihatine uyacağımızı ve kimseye lakap takmayacağımızı hem de ne yaparsak yapalım her zaman dürüstçe söyleyeceğimizi biliyordu.

O olay olunca annemle paylaştım yaşadıklarımızı. Bize çok sert baktığını, gürültü yapmadığımız hâlde kızdığını, apartmanda ondan başka kimsenin bize öyle davranmadığını, bağırmadığını söyledim. “Galiba çocukları sevmiyor,” dedim. Çünkü merdivenleri kullandığımda bazen kapısı açık misafir karşılarken veya apartman görevlisi ile konuşurken rastlıyordum da bana dövecek gibi bakıyordu. Bu bakış beni çok rahatsız ettiğinden ya da kızacağından korktuğumdan merdivenle çıkarken kapıda olduğunu görünce ya içeri girip kapısını kapatmasını bekliyordum ya da hemen gerisin geri inip asansöre biniyordum. Ondan resmen kaçıyordum. Çünkü suçsuz yere kızılmasından hoşlanmıyor öfkeyle söylenen “Bahçede oynamayın!” cümlesini tekrar tekrar duymak istemiyordum. Daha doğrusu o yüzü görmek istemiyordum. Bahçeye her çıkışım korku içinde oluyordu. Birilerinin kızacağı korkusu bilinçaltıma yerleşmeye başlamıştı.

Annemle beraber bir yerden gelirken bu komşuyu görünce annem konuşuyordu, bense hemen yanlarından uzaklaşıyordum. Öfke ile konuşan, kırıcı davranışta bulunan insanlardan her zaman uzaklaşırdım böyle. Bu komşumuzun da bir şey yapmadığımız hâlde bize kızacak gibi bakması hoşuma gitmiyordu. Bir gün anneme, “Bu komşunun çocuğu yok mu? Onun için mi çocukları sevmiyor? Bize hiç sevgi ile yaklaşmadı, hep kızıyor ya da sert bakıyor. Apartmandaki çocuklar onu görünce, ‘kaçın cadı kadın geliyor,’ diye bağırıyorlar. Tabii ki kardeşim ile ben öyle bir şey söylemiyoruz,” dedim. Annem, “Çocuğu var ama sizden yaşça büyük,” deyince çok şaşırdım.

Bazı insanların yüz ifadesi hep serttir veya asık suratlıdır. Tabii ki bu, insanın elinde olmayabilir, nedenini öğrenmek için içindeki duygulara bakmak gerekir. Bazı insanlar gülmez; belki yaşadığı olumsuzluklar, üzüntüler hayata karşı gülmeyi unutturmuştur ona. Bazıları ise doğuştan sert bir ifadeye sahip olabilir. Fakat sert ifade başka sürekli kızmak başkadır. İkincisinde hoşgörü yoktur. Bizim o komşumuz da hoşgörüsüzdü, bir gün olsun bizi gördüğünde güzel bir söz söylemedi ya da başımızı okşamadı, sevgi göstermedi. Üstelik sadece çocuklara değildi bu tavrı. Apartmanda da pek kimseyle görüşmüyordu, diğer komşular birbirine gidip gelirken o katılmıyordu. Apartman kendisine aitmiş gibi davranıyordu. Başka apartmanda oturan komşulara bahçeyi kullandıkları için sert davrandığını, onlarla kavga ettiğini gördüm. Bunu arkadaşıma söyledim, “Yalnızca bize kızmıyor, bak, diğer komşulara da kızıyor. Hiç kimseyle güzel bir konuşması yok,” dedim. Arkadaşım, “Onun adı cadı kadın olduğu için herkese cadı gibi davranıyor,” dedi. Ben de “Bir daha söyleme öyle,” dedim arkadaşıma, annemin büyüklere hitap şeklimizle ilgili nasihatini anlattım.

Şimdi anlıyorum ki insan kendi ile barışık olmadığı zaman her olaya farklı bakıyor ve kavga çıkarmak, kızmak için bir bahane buluyor. İnsan kendi ile barışık değilse bazı şeyleri dışarıya yansıtıyor. Her zaman bir kusur buluyor, ne kadar her şey yolunda gitse de bir bahanesi oluyor kızmak için. Bizim komşumuz da öyleydi. Onun sürekli negatif enerji içinde olduğunun yaşım ilerledikçe farkına vardım. İnsan aslında ne yapıyorsa kendine yapıyor. Biz, o çocukluk dönemi geçtikten sonra onu nasıl hatırlıyoruz? Sürekli kızan, sert bakışlı, hiçbir zaman güzel söz söylemeyen biri olarak. Diğer komşularımızı ise bize sevgi ile yaklaşan, kurabiye verip başımızı okşayıp bizi öpen, güzel davranan insanlar olarak hatırlıyoruz. Bir gün kardeşimle merdivenleri çıkarken çok güzel bir pasta kokusu aldık. Kardeşim, “Ne güzel koku,” dedi. Bir baktık bizim dairenin yanında oturan komşumuzun kapısı açık ve koku oradan geliyor. Meğer komşumuz da konuşmalarımızı duymuş, hemen tabağa o yaptığı pastadan koyup bize verdi. Onu hiç unutmam çünkü bize sevgi ile yaklaşmıştı. Çok mutlu olmuştuk. Böyle insanlardan hiç kaçmıyorduk, bu komşumuz bize misafirliğe geldiği zaman hemen yanına çıkıyorduk.

İnsanı sevdiren her zaman davranışlar ve sözlerdir. Çocuklar tabii ki oynarken ses çıkarır, yaramazlık yapar ama bunu söylemenin de bir üslubu vardır. Apartmanda yaşadığımıza göre herkesin birbirine nezaketle yaklaşması gerekir. Varsa hatalar kavgayla, öfkeyle değil, güzel üslupla dile getirilmelidir. Ayrıca da bahçe gibi yerler ortak alandır, apartman sakinlerinin hepsinin kullanımına açıktır. Bu komşumuz kendi bahçesi gibi davranıyordu. O, bahçeyi kullandığı zaman kimse ses çıkarmıyor fakat annem ya da başka komşular bahçeyi bir ihtiyaçtan dolayı kullandığında “Bahçede bir şey yapılmaz,” diyordu. Şimdi farkına varıyorum ki yaptığı bencillikmiş. Tamam, belki kendine göre haklı sebepleri vardı fakat bunun için öfkelenmesi mi gerekiyordu? Bazı insanlar haklı olmakla öfkeli olmayı karıştırıyor birbirine.

Ne olursa olsun çocuklara her zaman sevgi ile yaklaşılmalıdır. Çünkü çocuklar hiçbir şeyi unutmaz. Bazı insanlar çocuk sevmezler, buna saygı duyuyorum fakat çocuk sevmiyorlar diye hiçbir çocuğa sert davranmaya ve sert söz söylemeye hakları yoktur. Ayrıca kendi çocuklarına iyi davranıp üzülmemesi için elinde geleni yapan ama başkalarının çocuklarını önemsemeyip onların üzülmelerine neden olanların davranışları da son derece yanlıştır. Bu da bencilliğe giriyor çünkü hangi yaşta olursa olsun her çocuk ailesine göre kıymetlidir. Çocuklara sevgi ile davranmak gerekiyor. Sevgisiz yetişen çocuklar ileri yaşlarda sosyal veya özel ilişkilerinde sorunlar yaşıyor.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

EN ÖNEMLİ AN, EN ÖNEMLİ KİŞİ, EN ÖNEMLİ İŞ…

Sevgili okuyucularım, sıra geldi bu ayki bilgelik hikâyemize. Her bilgelik hikâyesi bizler için önemlidir, her bir cümlesi bir şeyler öğretir. Önemli olan sadece okumak değil bu bilge hikâyelerin öğretilerini hayatımızda uygulamaktır. Bazen yazıları okuyup sadece geçiştirme yaparız. Hâlbuki derinlemesine baktığımızda bilgelik konusunda ne kadar eksik olduğumuzun farkına varırız.

Aşağıda paylaşacağım bilgelik yazısı öncesinde birkaç cümle ile kendi duygularımı paylaşmak isterim. Hepimiz biliriz bütün canlılara iyilik yapmanın ne kadar önemli olduğunu fakat iyilik yaparken hiçbir beklentimiz olmamalıdır. Karşınıza bir insan çıkar sizden yardım ister o anda onun gerçekten ihtiyacı var mı yok mu diye araştırıp ona göre yapmazsınız iyiliği. O anda istedi, yaptınız, bitti. Sonra “Yok, yapmasaydım, bak durumu iyiymiş” ya da “Beni kandırdı” gibi sözler söylemezsiniz. Yapacağız iyiliğin ileride size lazım olacağını veya iyilik yaptığınız kişiyi kendinize borçlu bırakmayı düşünerek de yapmazsınız. Dua almak için de yapılmaz iyilik. Hayatımızda bunun gibi çok örnekle karşılaşmışızdır. Çünkü insanın ne zaman, nerede, nasıl olacağını bilinmez. İyilik hesap işi değildir. Plan ve program ile olmaz. Hiç ummadığınız bir kişi günün birinde zor durumda kaldığınızda size yardım eder. Yardımı sadece maddi olarak düşünmeyin öyle bir manevi yardıma ihtiyaç duyarsınız ki o, hiçbir maddiyatın karşılayamayacağı bir yardım olur. En güzel iyilik kalpten yapılan iyiliktir. Aşağıda paylaştığım, yazar Lev Nikolayeviç Tolstoy’un “İnsan Ne ile Yaşar” kitabında yer alan “Üç Soru” isimli hikâyesini keyifle okumanızı dilerim.

Tolstoy’dan Üç Soru…

Bir zamanlar kralın biri, şayet bir işe doğru zamanda başlamayı bilirse, kimin sözüne kulak verip kimden uzak duracağını bilirse ve de hepsinden önemlisi, her zaman yapması gereken en önemli şeyin ne olduğunu bilirse, giriştiği hiçbir işte başarısızlığa uğramayacağını düşünmüş.

Bu düşünceden hareketle bütün krallığına kendisine bir iş için en doğru zamanın ne zaman olduğunu, kendisi için en gerekli insanların kimler olduğunu ve yapılması gereken en önemli şeyin ne olduğunu öğretecek kişiye büyük bir ödül vereceğini duyurmuş.

Bunun üzerine âlimler kralın huzuruna gelmişler. Sorularına verilen bütün cevaplar farklı farklı olduğu için kral, bunların hiçbirine katılmadığını söyleyerek ödülü hiç kimseye vermemiş. Ancak sorularının doğru cevaplarını hâlâ bulmak istediğinden, bu konuda yalnız başına yaşayan, kendisini Yaradan’ı tanımaya adamış, bilgeliğiyle ünlü birisine danışmaya karar vermiş.

Bilge, bir ormanda yaşıyor ve bu ormanın dışına hiç çıkmıyormuş. Kral, üzerine sıradan giysiler giymiş. Bilgenin yaşadığı ormana tek başına gitmiş.

Kral kendisine doğru gelirken bilge adam, kulübesinin önündeki toprağı kazmakla meşgulmüş. Zayıf ve güçsüz görünen bilge, krala selam vererek kazmaya devam etmiş.

Kral, bilge adamın yanına gelerek, şöyle demiş:

“Soracağım şu üç soruyu cevaplamanız için size geldim, bilge kişi. Doğru zamanda doğru şeyi yapmayı nasıl öğrenebilirim? Bana en gerekli olan insanlar kimlerdir ve dolayısıyla kimlerin sözüne daha fazla önem vermeliyim? Hangi şeyler diğerlerinden daha önemlidir ve üzerlerine öncelikle eğilmem gerekir?”

Bilge adam, kralı dinlemiş ama hiçbir şey söylememiş. Kazmaya devam etmiş.

Kral, bilgeye yardım etmek istediğini söyleyerek küreği elinden almış ve iki tarhı belledikten sonra sorularını yinelemiş. Bilge adam krala yine cevap vermemiş.

Kral uzun bir süre daha kazdıktan sonra bilgeye sorularını cevaplamasını istediğini, eğer cevaplamamakta ısrarlıysa oradan ayrılmak istediğini söylemiş.

O sırada yanlarına koşarak birinin geldiğini fark etmişler. Adam, yanlarına iyice yaklaşınca yaralı olduğunu ve kan kaybettiğini görmüşler. Kral hemen elindeki küreği bırakmış, yaralının kanını durdurmak için elinden geleni yapmış. Kral ile bilge adamın yardımlarıyla yaralı adam ölümden kurtulmuş.

Sabah olduğunda yaralı adam kendine gelir gelmez kraldan özür dilemiş. Bu duruma çok şaşıran kral, bu özrün nedenini anlayamamış. Yaralı adam, krala minnettarlığına neden olayı anlatmaya başlamış. Kralı takip ettiğini, bilge adamı görmeye gittiğini bildiğini, dönüşte onu öldürmeyi planladığını anlatmış. Ancak kral, bilgenin yanında uzun süre kazma işiyle meşgul olduğu için ölümden kurtulmuş. Kralın adamlarının ise onu yakalayarak yaraladıklarını öğrenmişler.

Yaralı adam, hayatını kurtaran kraldan kendisini bağışlamasını eğer yaşarsa bundan sonra ona kulluk yapmak istediğini söylemiş.

Kral düşmanıyla böyle kolay yoldan barıştığı ve onu bir dost olarak kazandığı için çok mutlu olmuş. Onu bağışlamış ve kendisiyle alakadar olmaları için hizmetçileriyle doktorlarını görevlendirmiş.

Artık oradan ayrılmak istediğini söyleyerek yaralı adamdan müsaade isteyen kral, son kez sorularına cevap almak için bilge adamın kendisiyle konuşmasını istemiş. Bilge adam, ona cevaplarını aldığını söylemiş.

Kral istediği cevapların ne olduğunu kendisinden dinlemek istediğini söylemiş.

Bilge adam bunun üzerine anlatmaya başlamış:

Dün benim güçsüz oluşuma acımayıp bu tarhları benim için kazmasaydınız ve yolunuza gitseydiniz, o adam sizi vuracaktı.

Dolayısıyla en önemli an o tarhları kazdığınız andı. En önemli kişi ise bendim ve en önemli uğraşınız da bana iyilik etmekti.

Sonra, o adam bize doğru koşarak geldiğinde, en önemli an onunla ilgilendiğiniz andı. Zira siz adamın yarasını sarmasaydınız adam sizinle barışmadan ölecekti. Dolayısıyla sizin için en önemli adam oydu ve onun için yaptıklarınız sizin için en önemli uğraştı.

Şunu sakın unutmayalım: Önemli olan tek bir an vardır, o da şu an içinde bulunduğunuz andır. Çünkü bir tek o zaman elinizden bir şeyler gelebilir. İnsana gerekli olan kişi şu an yanında olan kişidir. Çünkü hiç kimse günün birinde bir başkasına işinin düşüp düşmeyeceğini bilemez. Ve de insan için en önemli uğraşı iyilik yapmaktır. Zira bu, insanın yeryüzüne gönderiliş gayesidir…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

AH ŞU SINAVLARIMIZ

Zamanın nasıl hızlı geçtiğinin farkında olmadan yaşıyoruz. Ancak geri dönüp baktığımızda neler yaptığımızı kavrıyoruz. Bu kişisel muhasebe bizi iki farklı sonuca götürüyor: Ya hiçbir şey yapmamış vaktimi boşa geçirmişim, diye söyleniyoruz ya da bu zamanı çok iyi değerlendirdim, diyoruz. Şimdi biraz geriye gidelim; iki sene öncesine… Herkes kendi düzeninde yaşarken yeryüzündeki bütün insanları olumsuz etkileyen korona virüs salgını ile karşı karşıya kaldık. Salgın çok üzücü olaylara yol açarken, alışıldık ne varsa altüst ederek insanlığı yaşam biçimini değiştirmek zorunda bıraktı.

Bu salgın sürecinde kendi hayatımızda ne gibi değişiklikler yapmak zorunda kaldık? Bu üzücü olay kendimizde hangi farkındalıkla nasıl bir uyanış sağladı? Önce bu soru ile başlayalım. “Bu iki sene boyunca ne yaptın?” sorusunu kendinize dürüstçe sormanızı isterim.

Salgının ilk günlerinde İsviçre’de yaşayan bir arkadaşımla telefonda insanlık üzere sohbet ederken bana şunu söyledi:

“Nurgül, artık korona virüsten dolayı sokağa çıkma yasağı var. İnsanlar vakitlerini evde geçirecekleri için kendi içlerine dönerek olumsuz taraflarını değiştirip dönüştürecekler. Farkındalık gelecek, bir aydınlanma yaşayacaklar.”

Ben tabii ki kendi iç sesimi dinlediğim için bu olaya hemen olumlu bir cevap vermedim, sadece “İnşallah,” demekle yetindim. Sonra arkadaşıma halk arasında sıkça kullanılan “Oynamasını bilmeyen gelin yerim dar demiş” atasözünden yola çıkarak şunu söyledim:

“Eğer insan isterse olumsuz bir olay yaşadığında -buna ders veya sınav da diyebilirsin- ne yapar ne eder farkındalık ile hemen dönüşüm ve değişimine başlar. Kendindeki olumsuzluklar hakkında farkındalığı yoksa o olumsuzlukları değiştirip dönüştürmüyorsa o insana istediğin kadar zaman ver, yine olmaz.”

Bunun üzerine arkadaşım, insanların hep bir koşturmaca içinde yaşadıklarını ve zaman sıkıntısı yüzünden bir şey yapamadığını söyledi. Ben de kendisine bunu salgın bitince değerlendirmeyi önerip “O zaman geldiğinde insanların nasıl bir süreç geçirdiklerini, ruhlarının tekâmül etmesi için çaba sarf edip etmediklerini konuşuruz,” dedim.

Bundan altı ay önce yine aynı arkadaşımla konuşurken bu sefer “Nurgül sen haklıydın,” dedi, “İnsanlar o süreçte bile bir şey yapmamışlar, boş boş oturup salgının bitmesini beklemişler. Sadece salgın bitse de yine kaldığımız yerde devam etsek, seyahat etsek, gezip tozsak, yiyip içsek diye düşünmüşler.”

Korona virüs dünyayı terk ettiğinde elbette özlenen ne varsa yine yapılır ama bunları yapmayı planlarken kendi içinizde ruhunuzun tekâmülünü yaptınız mı? Salgın başlayınca kendimizi dışarıdan korumaya alıp maskemizi taktık, hijyen kurallarına çok dikkat ettik, kimse ile temas etmedik, evlerimize kapandık.

Peki, ya içimiz? Hiç düşündünüz mü, kendinize sordunuz mu; içsel olarak arınma yapıyor muyum, negatifliklerden, korkulardan, egolardan nasıl arınmalıyım? İlahi sistem korona virüs salgını ile ne gösteriyor ne mesajı vermek istiyor, insanlık olarak ne yapmamız gerekiyor, diye kaç kişi kendine dürüstlükle sordu? İnsan her zaman bir kaçış noktası bulur, bunun için bir bahane uydurur. Çünkü o konfor alanından çıkmak istemez, başkalarını suçlar.

Geçen seneydi, bindiğim taksinin sürücüsüyle sohbet ederken “Korona virüsü ortaya yaydılar insanlara kötülük yapmak için, dünyadaki nüfusu azaltmak için” diye şikâyet etti. O, kendi bakış açısında haklı olabilir. Çünkü bu dönem boyunca iş yapamamış para kazanamamış. Ben de sordum, “Korona size ne öğretti? Siz çalışırken yaptığınız hataların farkına vardınız mı?” “Yok,” dedi. Onun amacı salgın bitsin, para kazansın. O parayı kazanırken şükretmiş mi? Hayır… Yok, kısa mesafe yolcu alamam; yok, trafik tıkalı oraya gitmem diyerek yolcu seçen veya gideceği güzergâhı bilmeyen yolcudan daha fazla para kazanmak uğruna yolu uzatmak için elinden geleni yapan taksiciler sonra salgın boyunca bir yolcu kapmak için birbirleri ile yarışmaya başladılar.

Şimdi birçok insan, “Birileri para kazanmak amacıyla yapıyor” veya “Biyolojik savaş bu” iddialarıyla ülkeleri, devlet adamlarını, sağlık sektörünü, ilaç şirketlerini suçluyor. Kimi veya neyi suçlarsa suçlasın hiç fark etmez, herkes bilmeli ki yeryüzünde yaşanan her olumsuz olay hepimizi insanlığa götürmeyi amaçlar, yani birliğe, bütünlüğe ve kolektif bilince. Herkes kendi insanlığında sorumludur.

Şimdi yeniden dürüst olarak kendimize soralım: Bu süreçte kimlere faydamız oldu? Bir dilim ekmeğimizi, olmayanlarla paylaştık mı? Ya da kime manevi olarak destek çıktık? Sadece tanıdıklarımızı değil manevi desteğe ihtiyacı olanları arayıp sorduk mu, yaşlı veya hasta bir komşuya “Bir ihtiyacın var mı? Eczaneye gidemiyorsun, ilacını alıp getireyim mi?” dedik mi iki yıldır? Bunlarla yüzleştik mi, farkındalıkla değiştik mi? Yoksa yine hep bana mı dedik?

Bir örnek daha vereyim. Korona virüs salgını olmadan önce evine kimseyi kabul etmeyenler ya da görüşmek istemeyenler, salgın başlayınca o görüşmedikleri insanlara telefonda “Seni çok özledim, koronadan dolayı göremiyorum,” diyorlar. Oysa bayramlarda bile görüşmüyorlardı hatta görüşmemek için tatile gidiyorlardı. İşte burada insan kendine çok dürüst olmalı! Önceden görüşmek istemediği kişiye neden kendini böyle farklı gösterdiğini, neden böyle samimiyetsiz davrandığını kendine dürüstçe sormalı.

Çoğu insan bu süreçte ne yaptı? Ruhuna değil bir, yarım tuğla bile koymadı. Salgın bitsin seyahatlere gidelim, arkadaşlarla eğlenmeye gidelim, diye düşündü, eskisi gibi rahat ve maskesiz dolaşmayı istedi. Tabii ki bunları istemek doğal hak ama burada doğru olan sadece isteyip beklemek değil. Ruhunun tekâmülünü yaptı mı? Nasıl yapılacak o tekâmül? Hangi dersler alınacak?

Nefesin kıymetini bilmeyene nefesin kıymetini, sağlığın nasıl önemli olduğunu gösterdi Korona virüs. Evine kapanıp sadece kendini düşünen, hiç kimsenin yarasına merhem olmayana bencilliğini dönüştürmesi gerektiğini gösterdi. İnsanları sınıf olarak ayırt edene, küçümseyene içindeki kibiri dönüştürmeye ihtiyacı olduğunu, herkesin bir olduğunu, küçümsediği insanlara muhtaç olmayı gösterdi. Sırf maddiyata önem verip hırslarına yenik düşenler için Korona virüs, bir anda bütün varlığın hiçbir faydası olmadığını her şeyini boş olduğunu anlaman içindir.

Korona virüs salgını insanlara sadece sevgiyi göstermek için bir sınav olarak geldi. Sevgide ne var? En başta paylaşmak! Evine et alıyorsan, o et parasını üç ay et alamayan kişilerle paylaş, sen bir müddet yemesen de olur. Salgın nedeniyle yapamadığın seyahatlerin paralarını olmayan kişilerle paylaş. Ya da ayakkabın varken yenisini düşünmek yerine olmayan kişiye al. Veya evinde dört kazak varsa bir tanesini olmayana ver. Paylaşmak, paylaşmak, paylaşmak…

Kendi mahallemdeki kuaföre gittim geçen hafta. Salgın sürecinde kapalı kaldıkları günlerde kaç müşterisinin bir şey lazım mı diye aradığını sordum. “10-15 kişi,” dedi. Toplam kaç müşterisi olduğunu sordum, iyi bir rakam söyledi. Müşterilerinin toplamının yüzde ikisi ancak aramış düşünün. Bu da paylaşmanın ne kadar az olduğunu gösteriyor. Eğer iyi bir şeyler olsun istiyorsak herkes kendi üzerine düşeni yapmalıdır.

Salgın bitmeden başka bir sınav veya ders diyelim hiç fark etmez; ekonomi sınavı verilmeye başlandı dünyaca. Dersler ve sınavlar derken ne demek istediğimi örnekle anlatayım. Bir insanın bağışıklık sistemi kuvvetli ise grip olduğunda bir iki gün içinde atlatır. Eğer bağışıklık sistemi zayıfsa bir belki de iki hafta kolay kolay atlatamaz. İşte hayatımızdaki sınavlar da böyledir, eğer farkındalık ile ruhumuzu tekâmül ettirirsek değişim ve dönüşüm yaptığımız süreçte olan sınavlar kısa sürer, fazla zarar vermeden gider. Ama insanlık olarak suçlayarak vakit kaybetmek yerine kendimize sormalıyız: Ne yapıyorum, ne yaptım?

Her insanın mutlaka bir olumsuz tarafı ve hataları vardır. İşte olumsuzluklar bizim için bir sınavdır ve onları dönüştürelim diye gelirler. Hayatında hiç şükretmeyen, sürekli şikâyet eden insanlara bu salgın belki şükretmeyi öğretmiştir. Ya da yemek konusunda; ekonomik koşullar nedeniyle yiyecek bulamayan insanları görüp çöpe atılan, israf edilen yiyeceğin kıymeti anlaşılmıştır.

Kimseyi suçlamadan kendi sorumluğumuzu alarak, insanlık olarak üzerimize düşen görevimizi yaparsak sınavları kolaylıkla atlatırız. ”Armut piş ağzıma düş” diye bir deyim vardır, kimse bir şey yapmadan her şey güzel gitsin istiyoruz ama maalesef öyle olmuyor. Bir olumsuzluk yaşanacak ki kendimizi değiştirmek için fırsat doğsun. Her şey güllük gülistanlık giderse nasıl tekâmül yapılacak, nasıl hatalarımızı fark edeceğiz, nasıl kendimizi tanıyacağız?

Yaşadığım her olumsuzlukta kendime sorarım, niçin ben bunu yaşıyorum, hangi olumsuz duygumu ya da hangi korkumu şifalandırmam gerekiyor? Sevgimi ve ışığımı daha mı çok çıkarmam gerekiyor? Salgın başladığında “Ben de bu yeryüzünde yaşadığıma göre bu salgın bana ne öğretiyor? Ne yapmalıyım?” diye kendi sorumluğumu aldım. Eğer suçlayarak geçirirsem hiçbir şey kazanmadığım gibi bir de şikâyet ederek kendime ve etrafıma negatif enerji vermiş olurum.

Sen ve ben kavgasının yararı yok, sadece birlik ve bütünlük var. Bunun yolu da her insanın kendi sevgisini ve ışığını çıkarmasından geçiyor. Hem kendisine hem de yeryüzüne zarar veren egolardan arınıp temel taş olan sevgiye yönelmesi gerekiyor.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

DURU GÖRÜ

Sevgili okuyucularım, geçen ay metafiziksel duyularla ilgili duru bilişi paylaşmıştım. Bu ay duru görü ile bilgileri sizlerle paylaşacağım.

Duru görü doğuştan gelen üçüncü göz olarak adlandırılan epifiz bezinde gerçekleşir. Bazı insanlar doğuştan bu duru görü olduklarını farkında olmazlar zaman içinde bazıları farkına varır bu duru görüyü geliştirebilirler. Bazı insanlar böyle bir yeteneğinin olduğunu farkında bile değildir.  Bazı insanlarda daha az gelişmiştir. Bazılarında daha çok gelişmiştir. Peki duru görü en basit tanımı ile beş duyunun dışında, eşyaları, olayları ve düşünceleri algılama ve görmedir. Duru görü geleceğe dönük planlarında bütünü görebilmektir. Duru göründe gözünüz açıkken de bir nesneye bakarken bir yere bakarken orada eğer duru görünüz varsa orada başka şeyler görürsünüz. Bunu yaşanmış bir örnekle açıklamak isterim. Balkon dolap olan yerde bir poşet var o poşete baktığınızda siz orada alacağınız evi görebilirsiniz. O sırada siz o anda yanlış mı görüyorum dediğinizde başkasına baktırırsınız. O gelir ben öyle bir şey görmüyorum. Sadece poşet görüyorum diyor. Sadece gözler kapalı olarak görünmez. Açık olarak da insanların auralarını görebilirler. Duru görü sahip iseniz bir objeye baktığınızda bir film seyredercesine birtakım şekiller görünsünüz. Renkler, görüntüler, vizyonlar rüyalar ve semboller aracılığıyla sezgisel bilgiler alabilirsiniz. Bu içsel görme olur. Duru görü olumlu ve olumsuz olan olayları gelecek ile görür. (Bir canlının hasta olmasını, ölmesini, doğal afetleri ve kazaları vb.) Rüyalarda alınan mesajlar ya da meditasyon esnasında gelecek ile bir olayı görürsünüz. Kaybolan eşyalarınız bulma konusunda nerede olduğunu duru görü ile görürsünüz nerede olduğunun. Yaşanmış bir örnek kimliği kaybolmuş bir kişi duru görü ile o kimliği hiç aramadan nerede olduğunu görüp eli ile koyduğu gibi bulmuştur. Bu da yaşanmış örnek seyahat için gitmesi gereken yeri dur görü ile görüyor o anda seyahat yapacağı yeri olumsuzluk yaşayacağını o seyahatte vazgeçiyor. Çoğu rüyalarda alırlar. Ya da birisinin olumsuzluk yaşayacağını görürsünüz duru görü ile o kişiye haber verirsiniz. Ya da kaybolan bir kişinin nerede olduğunu görür haber verir. Tabii ki duru göründe olumlu ve olumsuz her şeyi görmektir. Bazıları endişe, kaygı ve korkularından dolayı duru görüyü kapattılar. Görmek istemezler. Diğer bir hususta çakraların açık olması çok önemlidir. Ruhsal görü adı verilen bu yetenek birkaç sene sonrasında yaşanacakları görür. Duru görü görsel olarak alma. Henüz gerçekleşmemiş olayları görme yeteneğidir. Geçmiş olayları ve hatta insanları görme yeteneğidir.

Peki epifiz bezi sayesinde duru görü yeteneğini nasıl geliştirilir? Epifiz bezi beynin iki lobu arasında tam iki gözümüzün arasında denk gelecek bir yerde bulunmaktadır. İçerisinde retina bulunması, ışığa duyarlı olması ve psişik olayları yönetebilmesi nedeniyle 3.göz olarak adlandırılır. Epifiz bezinin tekrar aktif olarak işler hale getirilebilmesi çakraların açılması, hislerin gelişmesi, algı güzünün yükselmesi duru görü yeteneğini geliştirir. Duru görü geliştirme meditasyon yoluyla ile olur. Sık sık meditasyon yapmanız hem çakraları açmanıza hem de duru görüyü gelişmesine vesile oluyor. Yukarıda bahsetmiştim hiçbir korku olmadan bu çalışmaları yapmak. Yalnız şunu belirtmek isterim sizin görmek istediğiniz şekilde görmek değil. Çoğu insan işte ben de kendim için rüyamda bunu gördüm olmadı burada gene bilinçaltı faktörü giriyor. Örneğin ev almak istiyor bilinçaltında bu oluşuyor rüya da bunu görüyor sonra o ev olmuyor. Halbuki kendi için yaratığı hayal ettiği evi görüyor. Duru görü öyle bir şey ki hiç tanımadığınız bir kişinin alacağı evi görürsünüz o anda hiç ilginiz olmayan bir olayı görürsünüz 3 sene sonra o olay olur. (İyi ve kötü) Zorla görecem diye olmaz. Görmek istediğiniz görme duru görü olmaz. Siz bir istediğiniz birisi başa geçmesini istersiniz siz onu görürsünüz ben bunu gördüm dersiniz halbuki siz bunu istiyorsunuz. Ama duru göründe istemediğiniz insanı görürsünüz o mevkiye geleceğini. Burada ince çizgiyi çok iyi ayrıt etmek gerekiyor. Sizin istediğiniz ya da bilinçaltında yaratılan değil. Bu yeteneği gelişmiş kişilere duru görü medyumu adı verilir.

Sizinle bir önceki duru biliş yazımda ilahi rehberlik kitabını önermiştim. Daha ayrıntılı olarak yazdığını şimdi o kitapta duru görü çeşitlerini biraz bilgi olarak sizlerle aşağıda paylaşıyorum.

  • Basit duru görü; Herhangi bir anlam ve mesaj taşımayan bir takım imajların görülmesidir. Çoğunlukla gözler kapalıyken beliren birtakım imajlardan oluşur. Dur görünün ilk aşamasıdır. İnsanların belli bir bölümünde bu yetenek kendiliğinden işler durumdadır. Ve bu oran hiç de küçümsenemeyecek boyutlardadır. Bu seviyede bir duru görüye sahip olan kişiler, gözlerini kapadıklarında istedikleri imajları rahatlıkla görebilirler. Bu imajlar ye kendi isteklerine bağlı olarak görülür ya da birtakım imajlar otomatik olarak gelip geçer.
  • Mekan içinde duru görü; Uzakta meydana gelen olayları ya da yerlerin algılanması ve görülmesidir. Normal olarak görülmesi mümkün olmayan uzaktaki bir yerin veya kapalı, saklı olan şeylerin görülerek tariflerinin yapılabilmesi bu seviyeli bir duru görü yeteneğinde mümkündür.
  • Zaman içinde duru görü; Geçmiş ya da gelecekte bilgi veren kahinlerin kullandıkları yetenektir. Dur görünün en gelişmiş safhasıdır. Duru görünün bu safhasında görülen imajlar geçmiş bir zaman diliminde meydana gelmiş olan bazı olaylarla ilgili olabileceği gelecekte ortaya çıkacak olan bazı olanlarla ilgili de olabilir. Bu derece gelişmiş bir duru görü yeteneğine sahip olan kişilerin sayısı bir hayli çok azdır. Çok ender olarak görülür.
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ÇOCUKLARIN DA FİKİRLERİ VARDIR

Birlikte geçmişe yolculuğa çıktığımız yazılara devam edelim. Geçmişimiz; bizi biz yapan, bugünümüzü inşa eden yaşantımız… Bakalım bugünkü beni inşa eden çocuk, sandığa dokuz yaşından daha neler neler saklamış?

Hatırlayacaksınız bir önceki anı yazımda, benden bir yaş küçük kardeşimin, o yıl 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı törenine okul bandosunda trampet çalarak katıldığını anlatmıştım. Kardeşimin bando kıyafetini annemle birlikte mağaza mağaza dolaşıp aldığımızdan da söz etmiştim.

O gün, kardeşimi mutlu edecek bir şey aldığımız özel bir gün olduğu için alışverişe neşeyle gitmiştim. Oysa ben çocukluğumda mağaza mağaza dolaşmayı pek sevmezdim. Tabii hâlâ öyleyim, ihtiyacım olan bir şey varsa o anda alırım, o kadar. Eğer ihtiyacım yoksa mağaza mağaza gezmeyi sevmem. Ablam çok sever alışverişte uzun uzun gezmeyi. O ev gezmelerini de severdi çocukken, “Ben de geleceğim,” derdi anneme. Ama ben ev gezmelerini de sevmezdim, evde vakit geçirmek daha çok hoşuma giderdi. Yalnız kaldığımda kendimi oyalayacak çok şey bulurdum, hiç sıkılmazdım. Gitmek istediğim bir yer olsa bile annem bana, “Seni buraya götürmeyeceğiz,” dediğinde ben, “Olur,” derdim, alınganlık yapmaz, sorun çıkarmazdım. Sorun çıkarmayı hâlâ da sevmem. Mutlu şekilde evde kalırdım. Ablam ise annem ona bizimle birlikte kalmasını söylediğinde bir anda mutsuz oluyordu, yüz ifadesinden fark ediyordum. Çünkü o gezmeyi seviyordu.

Eskiden Sümerbank vardı. Atatürk’ün kurduğu, hem tekstil şirketi hem de banka görevi yapan Sümerbank, ürettiği kaliteli ürünleri kendi mağazalarında satardı. Daha okula adım atmadan önce ve okula başladığımda annem Sümerbank’a, alışverişe giderdi. Beraberinde bizi de götürürdü. Bazen erkek kardeşim evde kalırdı ama ben genellikle giderdim. O kadar kalabalık olurdu ki sıra gelmesini beklerdik istediğimiz ürünü alabilmek için. Kalabalık yüzünden çok da gürültü olurdu. Ben tabii ki sıkılırdım çünkü kalabalığı sevmiyordum. Anneme soruyordum, “Anne, neden bu kalabalığın içine geliyoruz? Başka mağazalar bu kadar kalabalık değil,  niye oralardan almıyoruz?” diye. Annem, “Buradaki ürünler orada yok, burada fiyat da daha uygun,” diyordu. Ben o zaman bilmiyordum, sonradan öğrendim belli zamanlarda indirim yaptıklarını ve annemin de alışveriş için o indirimleri beklediğini.

Bir çocuk olarak alışverişlerde kalabalık olan yerlere gitmek hoşuma gitmiyordu ama her defasında annem götürüyordu. Artık ne kadar sıkılmışım ki bir gün “Anne ben gelmeyeceğim, istemiyorum. Kardeşimle biz evde oturacağız,” dedim. Annem, “Ama sen dışarıya çıkmak istiyorsun,” dedi. “Ben öyle yerlere gitmek istemiyorum, evde oturmayı daha çok seviyorum” diyerek kalabalık yerlerden duyduğum rahatsızlığı dile getirdim. Önce sessiz şekilde kabul ediyor fakat sonra bana uygun gelmeyen, zorla, baskıyla yaptırılmak istenenleri kabul etmiyordum. Annem istiyor diye değil, ben istediğim için yapmalıydım her ne yapacaksam. İşte bu yüzden kardeşimle evde vakit geçireceğimi söyledim. Annem de “Tamam,” dedi. Erkek kardeşim benden bir yaş küçük olduğu için ikiz gibiydik, birbirimizden hiç ayrılmaz, beraber oyunlar oynadık. Çok iyi anlaşırdık ve her şeyi paylaşırdık. Aileden ya da dışarıda arkadaşlarımdan biri beni üzecek bir şey yaptığında kardeşim hemen beni korurdu, sahip çıkardı, üzülmemi istemezdi. Aynı şekilde ben de onu korur sahip çıkardım. 

Çocuklara, hangi konuda olursa olsun hiçbir zaman baskı yapılmamalıdır. Çocuk kendi fikrini ve düşüncesini söylemelidir. Neyi seçeceğine kendisi karar vermelidir. Aile de çocuğa önce saygı göstermelidir, yanlış bir şey yapıyorsa da bunun neden yanlış olduğunu sevgi ile açıklamalıdır.

Aslında insan kendine uygun olmayan şeye hayır demeyi çocukluk yaşında öğreniyor. Hayır demekten çekinen bir çocuk büyünce kendine uygun olmayan fikirlere, olaylara, karşı taraf kırılmasın, gücenmesin diye evet demek zorunda kalıyor. Böyle davrandığı için de üzülen, sıkılan kendisi oluyor. İnsan, yapmak istemediği şeyler bir başkası tarafından yaptırıldığında mutsuz olmaya başlıyor. Bu durumda en uygun davranış, sizden isteneni neden yapamayacağınızı, neden hayır dediğinizi sevgi ile açıklamaktır. Çünkü gerekçelerinizi ancak sevgi ile dile getirdiğinizde ortak noktada buluşmak mümkün olur. Eğer size ters gelen bir davranışı kabul etmediğiniz için karşı taraf sizden kendini çekiyorsa o da onun bileceği iştir. Tabii ki sizinle beraber olacak diye söylediklerine uymak zorunda değilsiniz.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

EN KOLAY ROL KURBAN ROLÜ OYNAMAK-2

Değerli okuyucularım, üç gün önceki yazımda kurban psikolojisini anlatmaya başlamış ve detaylı örnekleri ile kurban rolünden çıkılması için neler yapılması gerektiğini bugün yazacağımı belirtmiştim. Hatırlayacaksınız, kurban rolüne bürünmeyi seçenlerin temel özelliğinin sürekli şikâyet etmek, kendine acımak ve çevresindekilere acındırmak ama çözüm için de sorumluluk almaktan ve değişim başlatmaktan kaçınmak olduğunu belirtmiştim. Şimdi örneklerle konuya biraz daha yakından bakalım.

İş yerinde kurban rolünü oynamak konfor alanından çıkmaktan daha kolaydır. Örneğin, “O kadar çalışıyorum bu kadar ücret alıyorum. Bak o kişi benim kadar çalışmadığı hâlde benden ne kadar fazla ücret alıyor, şanslı. Benim hiç şansım yok, eski iş yerinde de öyleydim. Demek ki iş konusunda şansım yok benim. Babam da öyledir,” diyen bir kişinin bu sözleriyle bilinçaltında yaşanan olayı gün yüzüne çıkardığını görüyoruz. Ayrıca o kişinin çocukluktan bir kodlama ile geldiğini de. En kolayına kaçıyor kurban rolü ile kendine acıyor ve kendini acındırıyor ve “Patron bana da bunu yapar,” diye düşünüyor. Hiçbir şey yapmadan istediğinin gerçekleşmesini bekliyor. Hâlbuki burada yapması gereken, “Neden bunu yaşıyorum? diyerek önce kendi sorumluluğunu alıp nedenleri bulmaktır. Sonra da gerekli değişimi sağlayarak nasıl çözüme gideceğini düşünmelidir. Gücü eline alıp değişimi yaptığı zaman zaten istediği ücret gelecek.

Yine örneğin, 40 yıl bir evde emektarlık yaptıktan sonra istediğini almayan bir kişi, hemen ev sahiplerini suçlar. “Benim değerimi ve kıymetimi bilmediler. Gece gündüz onlar için çalıştım, aile hayatımdan fedakârlık yaptım, eşimi ve çocuklarımı mağdur ettim,” der, kendini acındırma ve karşıyı suçlama geçer. Sonra başka yerde aynısı yaşar, “Benim kaderim bu, insanlar kötü, hep böyle insanlar beni buluyor,” diye söylenir. Önce sen kendi sorumluğunu ve alman gereken derslerini al, kendinde olan olumsuzlukları değiştir ondan sonra diğer insanları suçla. Böyle insanlara çözüm için bir şey söylediğinizde de hemen kendilerini savunmaya geçerler çünkü kendileri hep haklıdır.

Halk arasında duyduğumuz bir mecazi söylem vardır, “Gökten para yağarsa bana düşmez, işte ben böyle şansızım,” derler. İşte kendini o kadar kurban rolüne bürümüş ve şansız olduğunu kodlamış ki, şansın nasıl geleceğini göremez olmuş. İnsan önce kendini çok iyi tanımalı sonra suçlama yapmalıdır. Kendini tanımak konusunu da bir başka zamanda ayrıntılı olarak yazacağım.

Bir başka örnek ile devam edelim. Her şey yolunda iken bir anda iflas ettiniz. Buna neden olan faktörleri suçlayıp kurban rolüne girerseniz, bu suçladığınız kişileri ve olayları temcit pilavı gibi sürekli anlatıp durursanız hem kendiniz mutsuz, huzursuz hissedersiniz hem de karşı tarafa o enerjiyi verirsiniz. Yeniden başlangıç yapamazsınız, yeni bir yol alamazsınız. Bu sefer o enerji ile hayatınızda birçok konuda aksilikler sürer gider. Çünkü artık kurban enerjisi olmuştur içiniz.

Bir hafta sonu cafede otururken iki orta yaşlı kadının sohbetine ister istemez kulak misafiri oldum. Yerimde kalkıp masalarına gittim ve dedim ki “Çok güzel bir söz söylüyordunuz onu tekrar alabilir miyim?”  Gülümseyerek, “Tabii ki” dediler ve masalarına davet ettiler. Konu konuyu açmıştı. En sonunda bu hoşsohbet iki kadından biri dedi ki “Şikâyet insanın doğasında var.” Çok haklıydı. Tabii ki şikâyet insanın doğasında var fakat sürekli şikâyet hâlinde olan, şansızlığından kaderinden yakınan, kurban rolüne sımsıkı sarılmış, çözüm yolu gösterseniz bile adım atmayıp sonra yine yakınan insan için artık yapabileceğiniz bir şey yoktur. O zaman yaşadığı olayı kabullenmek ve şikâyet etmemek zorundadır. Devamlı şikâyet bir çözüm getirmez.

Tabii ki her insan mutlu ve huzurlu yaşamak ister. Önemli olan olumsuzluk yaşayınca hayatın güzelliklerine gözünüzü kapatmamaktır. Aslına baktığımızda bu kurban rolünün temelinde yine sevgi konusu vardır. İnsan kendini severse kendini ve başkalarını suçlamak yerine gücünü sevgiden alır. Mutlaka bir çıkış yolu bulur. Diyeceksiniz ki, herkes bunu yapamaz. Evet, herkes yapamaz ama en azında yapmaya çalışmak için bir adım atmak gerekir. Ben yapamam, diyerek kolay yolu seçmek yerine destek alıp gereken ne ise yapılmalıdır.

Kurban rolünü oynayan insanlar size kendi negatif enerjilerini verirler. Neşeli ve pozitif olamazlar.

Kurban rolünden çıkmak için hayatınızın kaptanı siz olmalısınız. Peki, kurban rolünden çıkmak için ne yapmak gerekir?

1) Kaderinizi ve başkalarını suçlamak yerine sorumluğunuzu elinize almalısınız.

2) Korkularınıza bakın. Bu korkular mı sizi kurban rolü oynamaya itiyor?

3) Duygu ve düşünceleriniz hayatınızı nasıl şekillendiriyor?

4) Davranış kalıplarınız nedir, onları nasıl kırabilirsiniz?

5) Değişime neden direnç gösteriyorsunuz? Adım atmak konusunda nerede zorlanıyorsunuz?

6) Geçmişten ve keşkelerden kurtulup sürekli temcit pilavı gibi herkese yaşadığınız olayı ve kişileri anlatmak yerine yaşadığınız olaylardan ve kişilerden dersinizi alıp dönüşmeyi tercih etmelisiniz.

7) Kurban rolünü seçmenize neden olan bilinçaltınızdaki yaşanmışlıkları şifalandırmalısınız.

8) Şikâyetinizi haklı çıkaracak diyerek sürekli savunma mekanizmaları geliştirmek yerine özgüveninizi yeniden kazanmayı denemelisiniz.

Özgür irade ve seçim hakkı elimizde. Kurban rolünden çıkıp hayatımızın sorumluluğunu üstlenelim, gücümüzü sevgi ve ışıktan alalım.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

EN KOLAY ROL KURBAN ROLÜ OYNAMAK-1

Sevgili okuyucularım, internette bir kitap siparişi verirken karşıma çok güzel bir söz çıktı. Belki birçoğunuzun bildiği bu sözle sizi selamlayarak başlamak istedim yazıma: “Sen kadere gülümse ki dünya sana gülümsesin.”

Bugün, pek çok insanın içine düştüğü kurban psikolojisi konusunu yazacağım. Detaylı ele almak istediğim için bugün kurban psikolojisinin nedenleri ve bunu seçen kişilerin özelliklerini anlatıp, detaylı örneklerini ve kurban rolünden çıkılması için yapılması gerekenleri 4 Mart Cuma günü paylaşacağım sizlerle.

Peki, kurban rolü nedir? Benim düşüncelerime, yaşamışlıklarıma ve tecrübelerime göre insanın kendine acıması, kendini suçlaması veya sürekli haklı görmesi, çaresiz ve güçsüz hissetmesidir. Sürekli hayattan, insanlardan şikâyet etmesi ve yaşadığı olumsuz olayların sorumluluğunu almayıp başkalarını suçlamasıdır. Geçmişte yaşadığı olumsuzluklardan dersini alıp kendini değiştirmek yerine birilerini veya bir şeyleri suçlamak ve şikâyet etmek için hep bir neden bulur. Kısır döngü içinde hep şikâyet enerjisindedir; geçmişe dair keşkelerle yaşayıp değişime direnç göstermeye, kurban rolü oynamaya devam ederek kendini acındırır.

Kurban rolü, herkes tarafından haklı görülmek için seçilen en kolay yoldur. Kendisini acındırıp yardıma koşmanızı bekler. Tabii ki insan yardım isteyebilir, yardım edersiniz de. Fakat burada ince bir çizgi var. Bir kere iki kere yardım edersiniz, yol gösterirsiniz. Buna rağmen sürekli kendini acındırır,  kendini değiştirmez, hep başkalarını suçlarsa biri biter biri başlar, gücünü eline alamaz, aynı girdap içinde kalır ve bu durumda siz de bir şey yapamazsınız.

Bu yazı okurken “Tabii söylemesi kolay, bir de gel benim yaşadıklarımı yaşa bakalım, böyle yazar mısın o zaman?” diyenleriniz olacaktır. “Herkesin hayatı farklı,” da diyebilirsiniz. Tabii ki herkesin hayatı, yaşanmışlıkları farklıdır. Hayatımızda acı çektiğimiz, çok üzücü olaylar yaşadığımız dönemler olabilir. Kimimiz kaza geçirmiş, kimimiz işini kaybetmiş, kimimiz iflas etmiş, kimimiz hayalleri gerçekleşmeyip hayata küsmüş olabiliriz. Kimimiz sevdiklerimizi kaybetmiş, kimimiz boşanmış, kimimiz boşanmak isteyip boşanamıyor olabiliriz. Bazen de birçok şeyi üst üste yaşarız.

“Benim kaderim böyle” ya da “Benim şansızlığım, şansım hiç yaver gitmiyor,” der birçok insan. Sonra diğer insanlara bakıp “Ne güzel yaşıyorlar, eğleniyor, gülüyor, geziyorlar, hayat onlara güzel, diye düşünürler. İnsan, işte burada başlıyor kurban rolünü oynamaya, kendini acındırmayı seçerek güçsüzlüğünü göstermeye. Kurban rolünde olan insanların duygu ve düşünceleri sürekli negatiftir. Bu rolden çıkmadıkları için de işleri hep ters gider. Bu sefer de hayattan zevk alamaz, mutlu ve huzurlu olamazlar. Vücutlarında negatif enerji birikimi olur ve bu da bir süre sonra fiziksel hastalıklara yol açabilir.

Aslına bakılırsa bu kurban rolü çocukluk yıllarına dayanıyor. Burada bilinçaltına yerleşmiş olan duygular yatıyor. Örneğin aile veya diğer insanlar tarafından sevilmemiş, değer görmemiş, sürekli suçlanmış, kendini yetersiz görmüş çocuklar, ileri yaşta kurban rolüne bürünüyor. Bilinçaltındaki bu duyguları şifalandırmamak, başkasından haksızlık gördüğünde kendini değiştirmek yerine karşı tarafı suçlamaya yol açıyor. Bazı yetişkin insanlardan şunu duyarız: “Ailem de beni sevmedi” ya da “Ailem de sürekli beni suçladı” veya “Aileme de yaranamadım ne kadar şansız insanım, aileden gülmedim ki şimdi diğer insanlardan güleyim, onlar da aynısını yapıyorlar, benim kaderim böyle. Oysa ben çok iyi insanım.” Aslında bunun iyi insan olmak ile ilgisi yoktur. İnsanın içindeki hangi olumsuz duygu ve düşünceyi değiştirmeyip direnç gösterdiğinin farkına varmasıyla ilgilidir. 

Kurban rolünü seçenlerin bir özelliği de kaderi suçlamaktır. “Böyle geldim böyle gidiyorum” veya “Allah benim kaderimi de öyle yaratmış” derler. Aslında burada çok ince çizgi var. Şems-i Tebrîzî söylediği çok güzel bir sözle kader ile yolcunun yapacağı yolculuk arasındaki farkı anlatıyor: “Kader, yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir.  Güzergâh bellidir. Ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse, ne hayatın hâkimisin ne de hayat karşısında çaresiz.” Kurban rolünde olan insan hayatta karşı kendini güçsüz, çaresiz, dışlanmış hisseder. Ama sorumluğunu aldığı zaman, kendi içinde değişmesi gerekenleri değiştirdiği zaman o rolden çıkar.

Tabii birilerine dertlerimizi, sorunlarımızı anlatıp paylaşacağız, destek isteyeceğiz fakat asıl yapmamız gereken çözüme odaklanmaktır. Sürekli geçmişte yaşayıp günlerinizi ahh, vahh, keşke ile suçlamalarla geçirmek size bir şey kazandırmaz. Dahası enerjinizi tüketir, size kendinizi yorgun hissettirir.

(devam edecek)

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com