Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi “Her Karanlık, Şafağın Tohumlarını İçinde Taşır”
Bu kitabın yazarı olan; Dante Alighieri, İtalyalı olup, dünya edebiyatının en büyük eserlerinden biri ola İlahi Komedya’yı kaleme alarak adı Batı edebiyatının üç büyük ustasından biri olarak tarihe kazınan usta bir yazdır.
Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.
“…
Hayatın her alanında, evde, işte, okulda, ilişkilerde hayatın bir düzen içinde akabilmesi için kurallara ihtiyaç vardır. Aileyi bir ve bütün kılabilmek için, okulda başarılı olabilmek için, işyerinde sevilen personel olabilmek için, çok para kazanabilmek için, toplumda saygın bir yer edinebilmek için ve çok daha fazlası için izlenmesi gereken bir doğru yol vardır, bir de doğru yolu uzun bulan sabırsızlar için kısa yol. Kimi güzel yaşayabilmek için bu kurallara uyar, kimileri de yolu kısaltmak adına hile yapar. Kısa olan arzu edilen şeye ulaşabilmek adına doğru yolu tercih etmeyen insan bir kandırmaca tuzağının, aldatmaca günahının içine düşer, hile yaparak hedefine ulaşma çabasına girer.
Hile çerçevesinde bir çıkar uğruna birilerini aldatmak, sömürmek, dalkavukluk etmek, yalan söylemek, ikiyüzlülük, hırsızlık, arabozuculuk, bölücülük gibi kötü yönelimleri saymak mümkün. Her biri de erdemden uzak davranışlar. Mutlu ve erdemli bir yaşamın özlemini çeken, bu yolda bir arayışa çıkan insan için elbette uzak durulması gereken eylemler.
François de La Rochefoucauld’nun bir sözü vardır:
“Farkına varmadan başkalarını aldatmak ne kadar güçse, farkına varmadan kendini aldatmak o kadar kolaydır”
Hilekarlık bir kendini kandırma düzeneğidir. Başta muhatabını yanıltarak kazanmaya çalıştığı şeyi daha oyunun başında kaybettiğinin farkına varmayan kişi kendi kurduğu tuzağa günün sonunda yine kendisi düşer. Çünkü hilekarlık, karşıdakinin yanıltma, aldatma her dinde cezayla karşılık bulmuş erdem dışı bir davranıştır.
Bir işi yapmak ya da yapmamak karşılığında menfaat temin etmek, para almak haksız kazanç sağlamaktır ve ahlaka aykırıdır, ayrıca yasal olarak suçtur.
Söz konusu para olduğunda yapmayacağı şeylere tamam diyenler, üç kuruş için türlü türlü dolaplar çevirenler, çalıp çırpanlar, gaspçılar çağımızın hiç de yabancısı olmadığı suçlulardan. Kimi zaten görevi olan bir şeyi yerine getirmek üzere rüşvet alıyor, kimisi servetinin katlamak için yanlış kazanç yollarına sapıyor. Kimi yolsuzluk yapıyor, kimi çeşitli oyunlarla elde ettiği haksız kazancı doğru buluyor. Kimi çalmayı alışkanlık haline getirmiş, kimim çalana göz yumuyor. Oysan insan vicdanının sesini dinleyebilse bahanelerini bir kenara bırakıp yanlıştan, günahtan uzak durmayı başaracak. Erdem kişinin aklı yoluyla ölçülü eylemlerde bulunması, erdemsizlik ise aşırıya kaçan davranışları seçmesi ise yukarıda bahsi geçen seçimlerin hiçbiri insana mutlu yaşam sağlayamaz….”
Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla kalın!.. Nurgül AYABAKAN nurgul.ayabakan@gmail.com
Sevgili okuyucularım, üç hafta sonra ortaokul birinci sınıfa giden çocukla birlikte yeniden sandığın başına geçiyoruz. Sevdiği şeyleri sandıktan çıkarmaya devam ediyor ve şimdi elinde yarısını daha önce bizimle paylaştığı sevinci var.
Anneannemler ve dayımlar Malatya’dan İstanbul’a, yeni evlerine taşınmışlardı artık. Bu arada bahar mevsimi de gelmiş, bahar yağmurları başlamıştı. Öyle çok, öyle kuvvetli yağıyordu ki okula giderken giydiğim yağmurluğun içine bile geçiyordu. Genellikle şemsiye kullanmayı sevmezdim. Evden her çıkışımda annem şemsiye verirdi ama ben almazdım. Annem, “Bak, ablan bu havalarda hep yanında taşır,” diyerek ablamı örnek gösterirdi. “Fakat ben ablam değilim,” derdim. Çok mecbur olmadıkça yanımda fazla bir şey taşımayı sevmiyordum O yüzden şemsiyeyi de fazlalık olarak görüyordum, üstelik açıp elimde tutmak yük gibi geliyordu. Onun yerine yağmurluğun şapkasını takmak ya da ıslanmak daha çok hoşuma gidiyordu.
Annemin asıl korkusu, ıslanıp hasta olmamız ve sonra derslerden geri kalmamızdı. Ağabeyimin sağlık sorunu annemi ve babamı bu konularda iyice hassaslaştırmıştı. Bu yüzden özellikle ağabeyimin yapmaması gerekenleri sık sık hatırlatırlardı. Mesela ağabeyim yorulunca hastalanıyordu. Babam kaç defa beni ve kardeşimi uyarmıştır, “Ağabeyinizle top oynarken dikkatli olun,” diye. Aslında o anda onun rahatlıkla oynadığını görünce çocuk aklınızla düşünemiyorsunuz fakat sonrasında hastalandığında tabii ki üzülüyorsunuz. Bu sefer kendinizi suçlamaya başlıyorsunuz. Neden? Çünkü hastalanmasına sebep olan davranışta bulunduğunuz için. İşte benim kendimi suçlamalarım da bir tanesinde ağabeyimin spor yaparken yorulup hastalanmasıdır. İlk kendimi suçlama 4 yaşında bahçede koşup düştüğümde çok kötü yüzüm yaralamıştır. Amcam neden dikkatli olmuyorsun diye sert konuşmaları ile suçlama başlamıştır. Aslında o anda farkında olmadan bilinçaltında kalan suçluluk duygusu, belli bir yaşa gelince bir başka olayda yeniden kendini gösterdiği zaman geçmişe dönüyorsunuz ve bazı davranışları bilerek yapmadığınızı fark ediyorsunuz. Daha doğrusu çocuk olduğunuzu ve bazı şeylerin sizin hatanız olmadığını kavrıyorsunuz. Ayrıca da başka herhangi bir olayda yapmadığınız bir şey konusunda kendinizi suçladığınızda, bunu çocukluk döneminizde ilk ne zaman yaptığınızı düşünüyorsunuz. İşte bu, haksız yere kendinizi suçlamanıza neden olan ve bilinçaltına yerleşen travmayı şifalandırdığınızda artık farkındalık ile olayları net görüyorsunuz. Kendimi suçladığımı ilerleyen yıllarda fark ettim ve ruhumu şifalandırarak suçluluk duygusundan arındım. Zamanı gelince bunun nasıl olduğunu anlatacağım.
Okul yolunun iki, en fazla dört katlı, bahçeli evlerle çevrili ve yeşillikler içinde olması daha çok yağmur almasına sebep oluyordu. Yağmura okul dönüşü yakalanmışsam ıslanmak çok hoşuma gidiyordu, ‘nasıl olsa eve dönüyorum,’ diye düşünüyordum. Bazen şapka takmaya bile gerek duymuyordum çünkü saçlarımın ıslak olması hoşuma gidiyordu. Yine yağmurlu bir gün trenden indikten sonra arkadaşlarımdan ayrılıp yürümeye başladım. Evimizin sokağına girmiştim ki bir teyze, “Kızım, gel benim şemsiyem var, gir altına,” diye bana seslendi. “Hayır, çünkü ıslanmak istiyorum,” diye cevap verdim. Onun söylediğini hiç unutmam, “Sen iyi misin?” dedi. Tabii ben onun ne demek istediğini anlamadan “Evet, iyiyim hasta değilim,” deyince gülmeye başladı. Eve gelince olanları anneme anlattım ve o da güldü. Meğer teyzenin söylemek istediği farklıymış. “Bu yağmurlu havada normal bir insan başını bile kapatırken neden şemsiyenin altına girmek istemiyorsun, hasta olacaksın” demekmiş. Aslında iyiliğim için, annem gibi söylemiş. Ama o anda bana karışmak gibi gelmişti. Zaten ıslandığımı biliyorum, kapatacaksam kapatırım; bir çocuk gibi davranılmasından hoşlanmıyordum. İçimden nasıl geliyorsa öyle olmasını istiyordum. Mutlu olduğum bir şey yaparken gelip o andaki mutluluğumu bozan insanlardan hemen uzaklaşıyordum. Ama bunu yapanlar bir sözü veya davranışıyla mutsuz olmamı isteyen kişilerse uzaklaşıyordum. İyiliğimi isteyenlerin niyetlerini biliyordum onlar tabii ki başkaydı ama gerçekten mutsuz olmamı isteyenler farklı insanlardı.
Dayımlar geldiğinde annem, ben ve kardeşim eşya yerleştirmeye yardıma gittik. Neşe içinde her işe yardım ettik. O gün dedemle bol bol sohbet ettik, bize yaşadıklarını anlattı. Çok mutlu oldum çünkü o güne kadar dedemle bu denli yakın olmamıştım. Uzakta oldukları için az görüşüyorduk, onlar gelemiyordu, biz de gitmiyorduk. Dedemi yalnızca annemin anlattıkları ile tanıyordum. O günün nasıl geçtiğini anlamadan akşam olunca babam işten dönmeden trenle eve gittik. Ertesi gün okul olmadığı için sabah erkenden kardeşimle beraber yine dayımlara gittik. Sevdiğim insanların artık yakınımızda olması beni çok mutlu ediyordu. Ayrıca anneannemin yemekleri çok güzel oluyordu. Tabii annem de o yöresel yemekleri çok iyi yapıyordu ama anneannemin yemekleri daha başkaydı. Bir de masa daha kalabalık olmuştu. Kalabalık aileye alışıp ileride o kalabalık kalmayınca işte o sofralara özlem duyulmaya başlanıyor. Çünkü sevdiklerini özlüyor insan. Sevgi olduğunda içinde mutluluk ve huzur da oluyor. O mutluluğu ve huzuru gördükten sonra da istediğin tek şey o oluyor.
Tabii böyle dayımlara gitmemiz, veli olan amcamın hoşuna gitmemişti. Bize geldiğinde anneme, “Bu çocukları gönderiyorsun, orada kalmaları derslerini aksatmalarına yol açacak,” demiş. Annemin, “Onlar çalışıyorlar derslerini, ben de biliyorum,” diye cevap vermesi amcamın hoşuna gitmemişti. Çünkü annem babam gibi değildi. Amcama, yapılması gerekeni söylerdi biraz. Babam, yapılmasını gerekeni bildiği hâlde ‘küser gider,’ diye amcama sesini çıkarmazdı.
Amcam, tabii ki bizim iyiliğimizi istiyordu fakat bu iyilik konusunu aşmıştı. Bu artık bilinçli ya da bilinçsiz olarak sürekli bir kontrol etme olayıydı. Bu da beni sıkıyordu. Okulda alacağım notları sanki kendim için değil de amcam için aldığım düşüncesine kapılmıştım. Hâlbuki ben kendim için ders çalışmak ve iyi notları almak istiyordum çünkü sevdiğim dersleri çalışırken daha başarılı oluyordum. Amcamın, iyiliğimiz için bütün derslerde başarılı olmak zorundaymışız gibi davranması ister istermez bilinçaltına başarılı olma duygusunu yerleştirmişti. İşte başarı kelimesinin bir süre sonra insanı yorduğunun farkına vardım. Bu yükten de nasıl kurtulduğumu zamanı gelince anlatacağım.
İnsan yaşı ilerledikçe çocukken bilinçaltına yerleşen ama farkında olmadığı yükleri görüyor aslında. Önemli olan bunları fark edip şifalandırmaktır. İster insan kendisi yapsın ister yardım alsın ama mutlaka şifalandırmalıdır.
Ruhu özgürleştirmek ancak ruha yerleşen yüklerden kurtulmakla mümkün oluyor.
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!.. Nurgül AYABAKAN nurgul.ayabakan@gmail.com
Sevgili okuyucularım, 11 Haziran 2024 tarihinde birinci bölümünü okuduğunuz yazımı bitirirken yaşadığınız üzücü olaylarda sizi arayıp sormayan insanların yarattığı hayal kırıklığından söz etmiş bununla ilgili kendi hayatımdan bir örneği bugün sizinle paylaşacağımı belirtmiştim. Kaldığımız yerden devam edelim.
İnsanın bir şeyleri paylaştıklarından beklenti içinde olması normaldir. İyi ve güzel günlerde paylaşımda bulunduğunuz kişinin üzücü zamanda hiçbir şey olmamış gibi davranması hayal kırıklığı yaratıyor. Aslında üzücü zamanlarda ve olaylarda insanların kendiliğinden duyarlı davranması gerekir.
Ailem Malatyalıdır. Akrabalarım ve kuzenlerim orada yaşıyor. Geçen yıl 6 Şubat’taki büyük depremde oradaydılar. Depremden iki ay önce birlikte tatile gittiğim kişiler veya birçok şeyi paylaştığım kişiler olsun, akrabalarımın orada olduğunu bildikleri hâlde arayıp sormayınca paylaşımlarının menfaate dayalı olduğunu gördüm. Sonra bu kişilere bu konuda yüzleştirme yaptığımda bunu “alınganlık” diye değerlendirdiler. Bunu söyleyen kişi kendisi de aynı durumu yaşayıp o tepki verdiği zaman kendisinin ki “alınganlık” olmuyor ve haklı görüyor. Hâlbuki burada konu benim beklentilerim değil onların ne kadar duyarlı olduğuydu. Kaldı ki paylaşımlarınızın olduğu insanların, iyi ve neşeli günler kadar acınıza ve üzüntünüze de ortak olduğunu görmek istemeniz yersiz olmaz.
Aynı şekilde emek verdiğiniz bir konuda başarı görmek istersiniz. Bu doğru bir beklentidir. Ama bunun için de hiçbir şekilde kimsenin maddi ve manevi olarak hakkını yemeden emek vermiş olmanız gerekir.
Diyelim ki bir sevgiliniz var, ilişkiniz gayet güzel gidiyor. Gerçek anlamda hiçbir menfaat beklemeden onu sevip, anlaştığınızı görüp onunla bir aile kurmak istemeniz doğal olarak doğru bir beklentidir. Aynı şekilde bir çocuk sahibi olmak istemeniz veya evliğinizi kurtarmak için mücadele edip kurtulur, diye düşünmeniz de doğru bir beklenti.
İşin bir de niyet boyutu var. Bir arkadaşınız, komşunuz veya akrabanızın; oğlunuzun veya kızınızın düğün veya nikâh merasimine katılmasını istemeniz doğal bir beklentidir. Ama burada neden istediğiniz, beklentinize hangi niyetin yön verdiği önemlidir. Sevincinizi paylaşmak mı maddi olarak bir şey beklemek mi ya da yine maddi olarak bir şey göstermek mi?
Örneğin düğün, sünnet gibi törenlerde iş yerlerinde özellikle patronlara davetiye verirler. Burada da niyet önemlidir. Gerçekte o mutluluğu paylaşmak mı yoksa bir yardım beklentisi midir gerçek niyet?
Yaşanmış bir örnek vereyim. Bir arkadaşımın torunu olmuş, bunu da sosyal medyadan duyurmuş. Bana, “Şu arkadaşım tebrik etti, şu arkadaşım tebrik etmedi,” diye mesaj yazıyor. “Peki,” dedim, “sen tebrik etmeleri için mi paylaştın? Kimler tebrik ediyor, kimler etmiyor görmek için mi? Ayrıca sen, beklediğin o kişileri, mutlu bir paylaşımlarında tebrik ettin mi?” Çünkü insan, önce kendi almak ister; vermekten çok almak ister. Bu yüzleştirmeyi yaptığımda kendisinin de onları tebrik etmediği ortaya çıktı. Bu sefer, “Sosyal medyada önüme düşmedi,” dedi. “İşte o zaman o kişilerin de önüne düşmemiş olabilir,” diyerek bir farkındalığa varmasını istedim. Hiçbir zaman ön yargılı davranmamak gerekir.
Sosyal medyada bu tür örnekler çok oluyor. İnsanlar genellikle kendi başarılarını paylaşıyor. Tebrik ve takdir alma beklentisiyle mi yoksa mutlukları paylaşmak amacıyla mı bunu yapıyorlar? Buradaki niyet önemlidir.
Aynı şekilde bir bilgiyi paylaşmak da önemli. Birileri faydalansın diye mi yapıyorsunuz bunu yoksa kendinizi göstermek niyetiyle mi?
Sosyal medya olmadığı zamanlarda insanların kendi yaptıkları kendileri içindi, bir başkasının bilmesine gerek yoktu. Kendimden örnek vereyim. Tenis oynadığım yıllarda henüz sosyal medya yoktu. Ben tenis oynarken bir beklentim vardı: Turnuvalarda iyi sonuçlar almak, kazanmak; daha doğrusu başarı elde etmek. Bu da kendim içindi. Bir kere, tenisi çok seviyordum. Aynı zamanda yaptığım işin hakkını vermek, iyi bir şekilde oynamak istiyordum. Turnuva sonuçlandığında seyredenler veya sonucu duyanlardan beni tebrik edenler oluyordu. Ama benim öyle bir beklentim yoktu. ‘Tebrik eden ediyor etmeyen etmesin’ diye düşünür, umursamazdım. Ama o kişiler başarımı kutlamıyor diye onlar kazanınca kutlamamazlık da etmezdim.
Şimdi de web sayfamda ve sosyal medyada yazdığım yazıları paylaşırken beni beğenmeleri ya da “Çok iyisin, çok başarılısın,” demeleri beklentisinde değilim. Çünkü benim amacım yazmak ve bu bilgileri paylaşmak; faydalanmak isteyenler faydalansın, diye. Aynı şekilde seyahatlerimle ilgili paylaşım yaparken o mekânları görmek isteyen görsün ve o bilgileri paylaşsın amacındayım. Yoksa niyetim gittiğimi göstermek veya beğeni almak değil. Aynı şekilde canlılara yaptığım dokunuşlarla (şifa, enerji, rehberlik) bunların gelen sonuçlarına göre bazen bazılarını paylaşırken amacım hem kendi mutluluğumu hem de insanların mutluluğunu paylaşmak. Aynı zamanda Allah’ın vermiş olduğu bu yeteneği eğitimlerle geliştirip çok emek vererek sonucunu başarılı şekilde alabiliyorsam bu beni tabii ki mutlu eder. Aslında buradaki tek beklentim verdiğim emeğin karşılığını almak.
Son olarak yanlış beklentilerin daha doğrusu bizi özgürleştirmeyen beklentilerin; canı gönülden yapılmayan, bir beklenti hâli ile yapılan iyilik ve yardımların neler olduğuna değinmek istiyorum.
Bir insana hediye almanız, bir yemek ısmarlamanız, bir seyahate götürmeniz, hatırını sormanız, evini taşınmasına yardım etmeniz, hasta iken ona bakmanız, onun yanınızda olmanız, maddi ve manevi olarak yardım etmeniz… Bunları geri dönüşü olacağı beklentisiyle yapmanız yanlış olur. Bir arkadaşınız seyahate gitmiş, ondan bir hediye beklemek yanlış bir beklentidir. Benzer biçimde gittiğiniz seyahatten bir arkadaşınıza hediye getirdiniz diye ondan da öyle davranmasını ummanız da yanlış bir beklentidir.
Örneğin bazı insanlar ibadeti bile cennete gitmek için yaparlar. İşte bu bir beklentidir. Oysa ibadet beklentisiz olmalıdır.
Aynı şekilde birisine yardım ederken kendi hanesine iyilik yazılır, kendisi de bir gün o durumda olursa birisi yardım eder diye bir beklenti içinde olanların beklentisi de yanlıştır. Eğer bir insanın gerçekten mutluluğunu istiyorsanız zaten yaptığınız şeylerden bir karşılık beklemezsiniz. Ama kendinizi düşünerek yaptığınız iyilikler beklenti olur.
Beklentileriniz ne kadar az olursa kendinizi o kadar çok özgürleşmiş hissedersiniz.
Ayrıca şunu unutmamak gerekiyor: Yapılan her şeyin altında yatan niyet çok çok önemlidir. Niyetiniz güzel olsun.
Sevgili okuyucularım, 6 Aralık 2022 tarihinde iki bölüm hâlinde beklenti ile nezaket arasındaki farkı yazmıştım. O yazımda beklentiler hakkında ayrıca detaylı bir yazı yazacağıma değinmiştim. Şimdi o yazımı yazma vakti geldi.
Hayatımız boyunca maddi veya manevi, birilerinden mutlaka bir şey beklemişizdir. Çünkü insanoğlu her zaman önce kendini düşünür ve empati yapmadan bir beklenti içinde olur. Peki, kendimize hiç sorduk mu? Kimlerden ne bekliyoruz veya kimlerin bizden neler beklentisi var? Bu konuda herhangi bir yüzleşme yaptık mı?
Beklenti deyince ne anlıyoruz? Beklentilerimiz doğru mu (haklılık payı var mı) yanlış mı? Bunu ayırt etmek için önce aradaki çok ince çizgiyi fark etmemiz gerekiyor. Çünkü beklentiyi niyet şekillendiriyor. İnsan, farkındalığı artıkça ve kendini tanıdıkça zaten beklentilerinin ne olduğunu ve bunun kendisine ve etrafa ne kadar olumuz etki bıraktığını görüyor. Beklentilerden ne kadar kurtulursanız o kadar özgürleşmiş olursunuz. Şu küçük ayrıntıyı da unutmamakta yarar var: Yardım istemek başka, beklenti içinde olmak başka bir şey.
Siz de ailenizden, arkadaşınızdan, akrabanızdan, komşunuzdan, iş yerinizde vb. mutlaka bir beklenti içinde olmuşsunuzdur. Özellikle özel günlerde ya da üzüntülü ve sevinçli gününüzde mutlaka beklemişsinizdir. O kişiler bunları yapmadığında ister istemez hayal kırıklığı ve bir alınganlık oluyor. Bunun sonucunda da o kişi veya kişilere verdiğiniz değer ve hayatınızdaki öncelik sıraları değişiyor.
Siz sevgili okuyucularımın bazılarından “Konuyu örnekleriyle yazmanız daha iyi anlamımıza, farkındalığımızın oluşmasına vesile oluyor,” diye mesajlar alıyorum. O nedenle her zamanki gibi yine yaşadığım örneklerle konuyu detaylandırmaya devam edeceğim. Tabii ki yazarken kendi düşüncelerimi ve duygularımı dile getiriyorum. Herkesin bakış açısı ve düşüncesi farklıdır ve kimse benim yazdıklarımı onaylamak zorunda değil. Doğru olanı da budur.
Şimdi konumuza geri dönüp hayat boyunca nelerle ilgili beklenti içinde olup bunların hayal kırıklığını yaşayabileceğimize örneklerle bakalım.
Bu, iş yerinde terfi olabilir, mutlu bir evlilik yapmak isteği olabilir, çocuk yapmak, aile kurmak, özel günlerde hatırlanmak, verilen sözlerin tutulmasını beklemek olabilir. Bunlar doğal beklentilerdir ve karşılanmaması hayal kırıklığı yaratır.
Tabii burada dikkat etmeniz gereken karşı tarafta sizin ne verdiğinizdir. Başkasından haklı bir beklenti içinde olabilmek için önce kendi verdiklerinize bakmalısınız.
Örneğin birisinin zor durumunda yanında olmamışsanız zor zamanınızda o kişinin yanınızda olmasını bekleyemezsiniz. Aynı şekilde sevinçli döneminde, özel günlerinde, bir başarısında kutlamamışsanız o kişiden beklenti içinde olmamanız gerekiyor.
İnsan tabii ki üzüntülü, sevinçli olduğu zaman ya da bir başarı ettiği zaman bir başkasından; en yakınlarından, arkadaşlarından bir teselli, bir tebrik, bir iyi dilek hatta bazen sadece yanında olmasını bekliyor. Ama işte bunun için içimize dönüp bakmalıyız; ben hangi koşulda kimin yanında olabildim, diye.
Diyelim ki iş yerinde bir emek verip işinizi gayet düzgün şekilde yapıyorsunuz. Ne beklersiniz? Maaşınızın hak ettiğiniz ölçüde artmasını ve terfi almayı. Bu yanlış bir beklenti mi? Hayır çünkü en doğal hakkınız yaptığınızın karşılığını almaktır. Bunu göremeyince bu sefer hayal kırıklığı oluşuyor. Sizi terfi ettirmeyip hak etmediği hâlde başkasına terfi ve sizden fazla maaş veriliyorsa o zaman hem o kişiye hem de müdürünüze başka gözle bakıyorsunuz çünkü beklentinizin karşılığını alamıyorsunuz. Bu sefer kendi kararınızı kendiniz vermek zorunda kalıyorsunuz. Bu doğru beklentidir.
İnsan ilişkilerinde örneğin, nerede, hangi koşullarda ve kim olursa olsun; ister sık görüşün ister seyrek görüşün, tanıyın ya da tanımayın; ahlaklı ve erdemli davranılmasını beklersiniz. Aynı şekilde sizden de ahlaklı ve erdemli davranmanız beklenir. İşte bu doğru bir beklentidir.
Sağlığınız ile ilgili bir sonuç bekliyorsunuz. Tedavi sürecinde heyecanla doktordan iyi bir haber almayı umuyorsunuz. Bu doğru bir beklentidir çünkü sağlığınıza kavuşmak istiyorsunuz.
Çocuğunuza iyi bir gelecek için iyi eğitim vermek, başarısını, mutluğunu, yuva kurduğunu görmeyi istemek de doğru beklentidir çünkü onun iyi ve mutlu bir hayat sürmesi için hem maddi hem de manevi olarak fedakârlık yapıyorsunuz.
Bir iş kuruyorsunuz; iyi sonuç almak ve işinizi ilerletmek istiyorsunuz. İşte bu, doğru bir beklentidir.
Bir tatile çıkıyorsunuz. Tur şirketinden, otellerden, gittiğiniz restoranlardan iyi hizmet almak konusunda bir beklentiye giriyorsunuz. Tabii ki bu da doğru bir beklenti fakat burada verdiğiniz ücret kadar iyi hizmet alacağınızı da göz ardı etmemelisiniz. Çünkü bütçenize uygun bir tatil seçeneğini belirleyip sonra da çok fazla beklenti içinde olursanız hayal kırıklığı yaşarsınız. Ama bu demek değil ki yüksek ücret ödediğinizde mutlaka iyi bir tatil yaparsınız. Bazen ödediğiniz ücret karşılığında iyi bir hizmet almamış da olabilirsiniz ki bu da hayal kırıklığı yaratır çünkü beklentilerinizin karşılığını vermemiştir.
Bazen de üzücü şeyler yaşarsınız ve etrafınızda üzüntünüzü paylaşan, duyarlı insanlar olmasını istersiniz. Bu çok doğal ve doğru bir beklentidir çünkü paylaşmak sevinçleri çoğalttığı gibi acıları hafifletir, dayanma ve yaşama tutunma gücü verir. Üzücü bir olay yaşamışsınızdır ama bir şeyleri paylaştığınız kişi bu üzücü olayla ilgili sizi aramış sormamıştır. O zaman tabii ki ona farklı bakarsınız, hayatınızdaki yerini sorgularsınız. Bununla ilgili olarak yaşadığım bir örneği ve hayatın diğer yanlarına dair örnekleri ise bir sonraki yazımda paylaşacağım.
Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla kalın!.. Nurgül AYABAKAN nurgul.ayabakan@gmail.com
Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.
Hayatı boyunca mutlu olmadığını fark eden bir adam, artık mutlu olmak istiyorum demiş ve aramaya koyulmuş. Ne yaptıysa da mutluluğu yakalayamamış. Kimden yardım istesem diye düşünürken, uzak bir diyarda, zengin bir bilgeyi önermişler. Bu bilge aklı, bilgisi ve malı ile ün salmış zengin birisiymiş. Kim yardımına gelse sorularına cevap verip derdine derman bulmadan geri göndermezmiş.
Bu bilgeden yardım istemeye, mutluluğu nasıl yakalarım diye sormaya karar vermiş. Uzun bir yolculuktan sonra bilgeyi bulmuş, ancak kapısında derdine derman arayanlardan oluşan çok uzun bir kuyruk varmış. Bilgenin gerçekten sorusuna doğru cevap vereceğine inanmış, beklemeye başlamış.
Sonunda sıra ona da gelmiş ve bilgeye mutluluğu nasıl yakalarım diye sormuş. Bilge bu soruyu cevaplarsa sıradaki diğer insanların beklemekten sıkılacağını düşünmüş, adamlarından bir kaşık istemiş ve içine iki damla yağ damlatmış sonra demiş ki:
– Sarayımın her yerini gez ve sonra tekrar gel ama sarayımı gezerken yağı dökmeden bu kaşığı ağzında taşıyacaksın.
Adam sorusuna hemen cevap alamadığı için biraz şaşkın tamam demiş, sarayı gezmiş gelmiş bilge bakmış yağ hala kaşıkta, demiş ki:
Adam yağı dökmeyeceğim diye uğraşmaktan pek dikkat edememiş, bir şey diyememiş. Sonra bilge:
– Olmadı, yağı dökmeden, kaşığı tekrar ağzında taşı, bu sefer sarayımdaki güzelliklere dikkat et, sonra tekrar gel.
Adam ne yapalım diyip tekrar kabul etmiş. Her yeri gezmiş, bu sefer sarayın güzelliklerinden çok etkilenmiş. Sonra ağzında kaşıkla gene bilgenin yanına gelmiş.
Sevgili okuyucularım, iki hafta sonra anılarımı anlatmaya kaldığım yerde devam ediyorum. Bu sefer sandıktan çıkan güzel bir anı var sırada.
Derslerin yoğunluğu, basketbol takımına girmek için heyecanla katıldığım antrenmanlar derken bitkin hâlde eve dönüyordum. Yine böyle bir okul dönüşü kapıyı açan erkek kardeşim, “Biliyor musun anneannemler İstanbul’a taşınıyorlar,” diye müjdeyi verdi. Yorgunluğum bir anda gitti. Sevinçten havalara uçacağım ama bir yandan da inanmakta güçlük çekiyorum. Hemen anneme sordum, “Evet,” yanıtını alınca inanılmaz sevindim. O gün evde bir bayram havası vardı. Anneme sürekli “Ne zaman gelecekler?” diye sorup duruyorduk.
Anneannem ve dedem doğma ve büyüme Malatyalı oldukları için hep orada yaşamışlardı. Tabii ki teyzem ve dayım da öyle. Hatta dayım evlendikten sonra da onlarla birlikte yaşamaya devam ediyordu. Nasıl olmuşsa dayım İstanbul’a gelip yaşamak istemiş ve böylece hep birlikte İstanbul’a yerleşmeye karar vermişler. Oturacakları evin bize yakın ve büyük olmasını istiyorlardı. Önce dayım geldi, annemle birlikte ev aramaya başladılar ama yakınlarda istedikleri gibi ev yoktu. Bir süre sonra dayım işi için Malatya’ya dönmek zorunda kaldı. Annem, ev arayışını tek başına sürdürdü. Sonunda Erenköy’de bahçe içinde, iki katlı, önceden bir akrabanın oturduğu yeri buldu. Evin boş olduğunu da başka bir akrabadan öğrendi çünkü o da oraya çok yakın oturuyordu.
Annem evi önceden bildiği için kaçırmak istemiyordu. Tam anneannemlere göreydi; odaları çok ve büyük, ayrıca bahçe içinde. Bir an önce ev sahibiyle konuşup anlaşmak istiyordu annem. O yüzden havanın çok soğuk olduğu bir cumartesi günü annem ve ben trenle evi görmeye gittik. O günü hiç unutmam; hem hava çok soğuk, çok kar yağmış hem de bir yandan evi kaçırmamak için telaş var. O elverişsiz havaya rağmen içimizde sevinçle gittik.
Köşkü andıran evin alt katında oturan sahipleri iki kız kardeşti. Kapıyı çaldık, açtılar. Annemi daha önce orada oturan akrabamıza gidiş gelişlerinden tanıyorlardı. Buyur ettiler. Annem durumu anlattı. Beş kişilik bir ailenin oturacak olması ev sahiplerinin hoşuna gitmedi önce. “Hem aile kalabalık hem de gelen giden misafirleri çok olur, eve zarar verirler” dediler. Annem, “Merak etmeyin, buna ben kefilim, eğer bir zarar olursa öderim.” dedi. Hiç rahatsız etmeyeceklerini söyledi, dayımın sadece iki yaşında bir kızı olduğunu anlattı. Sonunda ikna oldular ve ev tutuldu.
Annemle birlikte bir hafta sonu temizletmek için yanımıza bir yardımcı alarak dayımların yeni evine gittik. Kardeşim de geldi çünkü evin bahçesi çok büyüktü ve oyun oynamaya çok elverişliydi. Benim çocukluluğumda oturduğumuz iki katlı evin bahçesi gibi büyük ve güzeldi. Tabii bu evimizin de bahçesi büyüktü ama eski evdeki gibi ve dayımların taşınacağı bu evdeki gibi değildi. Kardeşimle arka bahçede doyasıya top oynadık. Evin odaları gerçekten büyük, tavanları yüksek ve pencereleri çoktu. Annem telefonda bunları anlattığında dayım çok mutlu olmuştu çünkü ev tam istediği gibiydi.
Ben de çok sevinmiştim. Bahçede salıncak kurulmuştu, ayrıca basket potası vardı. Okuluma da çok yakındı. ‘Okul çıkışında yürüyerek gelirim ve anneannemde kalırım,’ diye düşünmüştüm. Anneannemi ve dayımı sevdiğim için kalmak istiyordum. İnsan rahat ettiği yere gitmek ve orada kalmak ister. Çocukluğumdan beri bir insana yardım etmek gibi önemli bir mecburiyet olmadıkça ya da o insan çağırmadıkça gitmem. Üstelik çağıran insanı kesinlikle sevmem gerekir. Kendim bu bahçeden faydalanayım, diye gitmeyi düşünmem. Hâlâ öyleyimdir. Birinin evine gidip kalıyorsam ya çok ısrar etmiştir ya da o anda yardıma ihtiyacı olduğu içindir.
Dayım, amcamlarım gibi değildi. Espriyi, şakalaşmayı seven, güler yüzlü bir insandı. Öyle sert ve öfkeli cevap vermez, tartışmazdı. Bende bıraktığı bu intiba çok önemliydi. Anneannem ve dedem de öyleydi, ikisiyle de iyi anlaşıyordum. Onlar Malatya’da yaşarken sık sık görüşemiyorduk. Biz gitmiyorduk, anneannem senede bir kere ya geliyordu ya gelmiyordu. Dedem hiç gelmezdi. Dayım da işi olunca uğrardı. Artık hep görecektim onları; sevdiklerim geliyor, diye çok seviniyordum.
Dayımların gelme gününü dört gözle bekliyordum. Anneme “Ben artık dayımlar da kalıp oradan okula gidip gelirim. Daha yakın, yürüme mesafesinde,” dedim. Annem olumlu baktı ama “Her zaman değil,” dedi. Çünkü babam bu konularda annem gibi olumlu düşünmüyordu. Belli kuralları vardı. Özellikle her zaman belirttiğim gibi sofrada hep birlikte yemek yemek ve pazar günleri ve akşamları yaptığımız gezmelerde birlikte olmak. Babam ev gezmesini sevmezdi, sıkılırdı. O dışarıda gezmeyi severdi; görüp öğrenmek isterdi. Annem ve ablam ev gezmesini de severdi. Ben ise sadece gerçekten sevdiğim kişilere ev gezmesine gitmek isterdim. Annem bazen mecbur edince gitmek zorunda kalıyordum ama mutlu olmuyordum. Çünkü onların konuşmaları ve davranışları bana göre değildi; olumlu bulmuyordum. Onun yerine evde yalnız vakit geçirmeyi ya da kardeşimle olmayı seviyordum çünkü kardeşimle her şeyi paylaşıyordum.
Amcam ile dayımı kıyaslayınca ister istemez dayım ağır basıyordu; dayıma gitmek, onun evinde kalmak istiyordum. Çünkü en başta öfke yoktu, sert konuşmak yoktu; esprili ve neşeliydi ve bunlar benim için önemliydi. Amcamın otoriter oluşu beni sıkıyordu. Babam, amcamın çocuğu olmadığı için bize bu kadar karışmasına izin veriyordu; onu kırmamak için. Yoksa üzerimizde bu kadar otorite kurmasına izin vermezdi.
Çocukken özün ne ise yaşın ilerlese de aynı kalıyorsun. O dönemlerde herkesle arkadaşlık yapmazdım, hele benim karakterime uymayanlarla hiç yapmazdım. Yalnız kaldım, diye arkadaşlık yapmazdım. Sezgilerimi dinleyip kimlerle arkadaşlık yapacağımı bilirdim. Hâlâ öyleyim… Etrafımda olsunlar, diye arkadaşlık etmem. Her zaman az ve öz olsun, derim. Çünkü her daim yalnızlığımdan keyif alıp kendimle yetiniyorum. Sevginin olduğu yerleri tercih ediyorum.
Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla kalın!.. Nurgül AYABAKAN nurgul.ayabakan@gmail.com