GÜNÜ KARŞILAMA OLUMLAMASI

Hepimizin hayatında yer edinmiş kendimize has rutinlerimiz vardır. Çoğu zaman biz bu rutinleri kendimize kural olarak edinmemişizdir, hayatlarımıza biz farkında olmadan bir şekilde kendiliğinden yerleşmişlerdir.

“Rutin” kelimesini incelersek, sıfat olarak ‘sıradanlık, çeşitlilik göstermeyen, alışılagelmiş düzen içinde yapılan’, isim olarak ise ‘yapılması alışkanlık haline gelmiş iş’ anlamına geldiğini görürüz.

Rutin, insanoğlu için kaçınılmaz bir gerçektir. İnsanoğlu geçmişten günümüze hep belli bir düzen içinde yaşamış; rutindeki aksama ve değişimlere rağmen ona bağlı kalmayı başarabilmiştir. Örneğin her sabah kahvaltı yapmak bir rutindir, ancak insan doğası gereği hep aynı yemeği yemeyi veya aynı saatte kahvaltı yapmayı sürekli gerçekleştiremez. Değişiklerin olması olağandır fakat bu, ‘sabah kahvaltı yapma rutinin’ değiştiği anlamına gelmez.

Rutinler hayatın belli bir düzen içerisinde yaşanmasını sağlar ve ne zaman ne yapılması gerektiğinin bilinmesine yardımcı olur. Bu sayede uzun bir sürenin o an ne yapılacağı üzerinde düşünülerek harcanmasını engeller. 

Psikolog Dorian Crawford, alışkanlıkların hafızayı aksatabileceğini veya hafızaya yardım edebileceğini söylüyor. Bize faydası olmayan rutin alışkanlıklar, örneğin sürekli tek seferde birçok şeye yoğunlaşmaya çalışmak aslında yapmamız gereken şeyleri unutmamıza neden olur. Ancak örneğin düzenli olarak aerobik egzersizi yapmak, British Columbia Üniversitesi’nin yaptığı araştırmalara göre, beynin sözel hafıza ve öğrenme kısmını geliştirir. Ayrıca rutinler yapılması gereken işlerin daha çabuk bitmesine ve böylece daha çok boş vakit kalmasına yardım eder. 

Sonuç itibariyle; rutinlerin olumlu ve olumsuz yanları karşılaştırıldığında olumlu yanları ağır basmaktadır. Kişi kendisine yarar sağlayacağına inandığı bir rutine bağlı kalmayı başarabilirse bunu zamanla alışkanlığa dönüştürebilir. Bu aynı zamanda kişinin öz disiplinin de bir göstergesidir. Kişi rutinler sayesinde kendini kontrol etmeyi ve başarmak istediği şeye giden yolda sabırlı ve azimli olmayı öğrenir. 

Bugünkü olumlamamız tam da kendimize fayda kazandıracak bir rutini edinmek üzerine yazılmıştır. Her yeni güne başlarken kendimizle baş başa kalıp sadece ruhumuz için ayıracağımız iki dakikayla hem kendi günümüzü güzelleştireceğiz hem de gün içinde bir şekilde hayatlarına dokunacağımız insanların. Bu olumlama yaklaşık altı yıl önce karşıma çıkmıştır. Tıpkı bana olduğu gibi, sizlere de faydası olacağına yürekten inanıyorum.  Her olumlama paylaşımımda söylediğim üzere; lütfen her olumlamayı düzenli yapıp, bununla birlikte bilinçaltı olumsuzluklarınızı temizlemek ve düşünce şeklinizi değiştirmek için çabalamaktan vazgeçmeyin. Ancak o zaman olumlamaların faydasını göreceksiniz ve bir süre sonra ağzınızdan çıkan negatif kelimelerin pozitife dönüştüğüne şahit olacaksınız. Bu olumlamanın hayatınızın olumlu rutinleri arasına yerleşmesini dilerim…

★★★★★
     Ben mutluyum

Ben güvendeyim

Ben güzel bir günü hak ediyorum.

Ben güçlüyüm

Kendimi seviyorum

Bugün kendime başarıyı çekiyorum

Bugün için minnettarım

Bugün mutluluk ve huzur günü

Bugün daha iyi bir insan oluyorum.

Bugün daha nazik oluyorum.

Ben dünü affediyorum

Sevgi enerjisini yayıyorum

Bugün karşılaşacağım her zorluğu yeniyorum.

Bugün harika şeylere gebe biliyorum.

Doğru seçimi yapacak kadar akıllıyım

Ben kendimden eminim

Bu dünyadaki yerimi hak ediyorum

Ben yetenekliyim

Korkularımla yüzleşiyorum ve ben kazanıyorum.

Hatalarımdan öğreniyorum.

Başarılarım ile gurur duyuyorum.

Yapmak istediğim her şeyi yapabilirim

Kalbim sevgiye ve neşeye açık

Bugün kazanıyorum

Yeni günü kucaklıyorum

Bugün elimden gelenin en iyisini  yapıyorum

Mutlu ve sağlıklı olmak için her şeye sahibim

Bugün sevdiklerime minnettarım

Bugün öğreniyorum ve güçleniyorum

Bugün harika olasılıklarla dolu

Bugün enerjiyle doluyum

Bugün sadece güzel şeyleri çekiyorum.

Bugün kendim olmakta özgürüm

Bugün benim yıldız olma günüm

Bugün gönderilen tüm fırsatlara açığım

★★★★★ (Alıntı)

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KARDEŞ CANDIR

Nihayet yeni bir anı demeti daha gün yüzüne çıkıyor. Bugünkü anı bu defa canımı farklı acıtıyor. Neden mi? Çok sevdiğim, canım kardeşimin başrolü üstleneceği bu anımda onunla ilgili beni çok üzen bir olayı anlatacağım. Başlasın seremoni; ‘Çıksın anahtar ortaya, gidilsin sandığın huzuruna, açılsın o muhteşem sandığın kapağı ve sırası gelen yerleşsin avuçlarımın arasına. Yeniden anılara yolculuk vakti…

  • “Okullar açılalı iki ay olmuştu, ikinci sınıf öğrencisi olmak okulun sahibiymişim gibi hissettiriyordu bana. Çünkü, okulda artık benden daha küçükler ve tecrübesizler vardı şimdi ben onlara kıyasla deneyim sahibiydim. Okulun her yerini biliyor, hiçbir şeyde yabancılık çekmiyordum. Ne de olsa ben bir ablaydım! Her şeyin çok güzel gittiğini düşündüğüm bu dönemde beni ve ailemi derinden etkileyen kardeşim hastalığıyla karşı karşıya kaldık. Birden ateşi çıktı, beraberinde terleme ve öksürük. Hemen doktora götürüldü ve teşhis zatürre idi. Doktorlar kardeşimin okula gitmesine müsaade etmedikleri gibi bir de hastaneye yatması gerektiğini söylediler. Hasta olması kabul edilebilir bir şeydi ama hastaneye yatması ne demek oluyordu? Biz hasta olduğumuzda hemen doktora giderdik verilen ilaçların yardımıyla evde de bir iki gün dinlenmeyle iyileşirdik. Ama hastaneye yatmak çok büyük bir şeydi! Bu kötü haber beni çok üzmüş ve sarsmıştı. Dedem de hastaneye yatmıştı ama bir daha hiç iyileşememişti ve sonunda da onu kaybetmiştim. Bu endişemi annem ve babamla paylaşmıştım. Onlarda bu hastaneye yatışın tedavinin daha kolay ve hızlı gerçekleşmesi için ve en çok da kontrol amaçlı olduğunu söyleyip, beni rahatlatmışlardı. Kardeşim de okula gidemeyeceği için üzülüyordu çünkü oda benim gibi okulu çok seviyordu. Onunla okula birlikte gidemeyeceğimi düşünmek içimi acıtıyordu ve o kısacık bir hafta benim için asırlar kadar uzun sürmüştü. Hastanede geçen bu bir hafta boyunca annem kardeşimin yanında kaldı ve biz çocuklar da evdeydik. Bizi okula babam ve amcam bırakıyordu, dönüşte de ağabeyimle el ele tutuşup o iki büyük caddeyi aşarak evimize geliyorduk. Hastane sürecinin uzun sürme ihtimaline karşılık da anneannem Malatya’ dan bizim yanımıza gelmişti hem bize göz kulak oluyor hem de evin işlerini yapıyordu. Özellikle yemek konusu evimizde çok dikkat edilen bir detaydı. Babam öğle yemeği için eve gelirdi ve öğle yemeğinde yediğini akşam yemeğinde yemek istemezdi. Bunun için de yemekler günlük hatta öğünlük yapılırdı. Yemeklerde bu çeşitlilik arayışı bir yana babam yemek de seçerdi yani her şeyi yemezdi. Hatta annem bu durumdan şikayetçiydi. Anneannemde annem gibi çok güzel yemek yapardı, onun yemeklerini de tıpkı anneminkiler gibi keyifle yerdik. Kardeşimin hastanede olduğu bu bir haftalık sürenin içinde sadece bir gününde ortanca amcamlarda kalmıştım. Biliyordum ki, yengemde benim yerim her zaman başkaydı. Kardeşlerimi de çok severdi ama beni kendi kızıymışım gördüğünden beni farklı severdi. Onlarda kaldığım o gün, okula gitmek için hazırlanıyor ve koltuğun üzerine oturmuş temiz çoraplarımı giyiyordum. Yengem bunu görür görmez bana kızarak koltuğun üzerinde çorap giyilemeyeceğini yere oturup bu şekilde giymem gerektiğini söylemişti. Çoraplarımın tertemiz olduğunu söylesem de bunu ona dinletememiş yere oturarak çoraplarımı giymek zorunda kalmıştım. Bu isteğini bağırarak söylemesi, sesindeki o kızgınlık kaldırabileceğim bir şey değildi. Ben zaten kardeşimin hastalığından ötürü çok üzgündüm. Neden çocuk beni daha çok üzüyorlardı? Tamam, amcamda yengemde çok titizdiler ama benim çoraplarım çok temizdi! Sanki bir suçluymuşum gibi azar işitmiştim ve bu durum hiç hoşuma gitmemişti. Şayet evimde olsaydım, özgürce koltukta oturarak çoraplarımı giyebilirdim. O ortamdan rahatsız olmuştum, hemen oradan ayrılmalıydım, rahatsızlık verici, özgürlüğümü kısıtlayan yerlerde kalamazdım. (Halen aynı düşüncedeyim ne zaman bir ortamdan rahatsız olsam, özgürlüğüme zincirler vurulacağını hissetsem oradan hemen ayrılırım.) Oysa ailem bana hiç böyle davranmazdı, her şeyi sakince izah ederler, kırıcı, kötü sözler kullanmazlardı. Okula gitmek üzere arabaya bindiğimde babama eve dönmek istediğimi amcamlarda kalmayacağımı söyledim. Babam bu isteğimin sebebini sorsa da ben sessiz kalmayı tercih ettim. Ancak, daha makul bir zamanda bu durumu anneme ve babama anlattım. Okula gitmek hiç bu kadar keyifsiz ve sıkıcı olmamıştı. Zaman hızlıca geçmeli, kardeşim sağlıkla evimize gelmeliydi artık. Asırlık bir hafta nihayet bitmişti ve kardeşim eve dönüyordu, fakat doktorlar okula başlamasına müsaade etmemişlerdi, evde tedavisinin devam etmesi gerekiyormuş. Okulda koşup, terlemesi, soğuk içecekler içmesi riskine karşılık böyle bir önlem alınmıştı. Zaten onun bu hastalığa yakalanma sebebi de koşmak, terlemek ve soğuk içecekler değil miydi? Okula gidemeyeceği gibi sokakta da oynayamayacaktı. Bu durum onu çok üzüyordu. Annem bizi okula almaya geldiğinde kardeşimin öğretmenine uğruyor, ondan derslerini ve ödevleri alıyor evde de kardeşimi çalıştırıyordu. Bende elimden geldiğince ona destek oluyordum. Biz birbirine bağlı kardeşler olarak yetiştirildik. Babamın kardeşlerine bağlılığı bize de sirayet etmişti. Her ne kadar zaman zaman fikir ayrılıkları yaşasak da bağlılığımız hiçbir koşulda zarar görmedi.

Tüm bu sıkıntılar yaşanırken bir taraftan ablamda üniversiteye başlamıştı. Her gün okula gidiyor fırsat buldukça da evde bizlerle ilgileniyordu. Ablamın üzerimizdeki emeğini unutmak, yok saymak mümkün değil.

Ağabeyim kalbinde bir rahatsızlıkla dünyaya gelmiş ve bebekliğinde bir süre hastanede yatmak zorunda kalmış. Bunun için de her zaman biraz daha özel ve hassas bakıma ihtiyacı olmuştu. Ama bu özenli davranışlar onu asla şımarık bir çocuk haline getirmemişti, çünkü her davranış, her ilgi biz de kararınca olurdu. Ne ağabeyim ne de bizler asla şımarık çocuklar olarak yetiştirilmemiştik.

Hem benim doğumum hem ağabeyimin rahatsızlığı hem de bereketli misafirlerimizin yoğunluğunda ablama çok iş düşmüştü. Yürümeye başladıktan sonra beni belimden bir iple koltuğun kenarına bağlamışlar, yaklaşık bir metrelik hareket alanım varmış. Annem sürekli yanımda olamadığından ve halının üzerinden ayrılıp soğuk zemine basmamam için böyle bir yöntem bulmuşlar. O bir metrelik alanda gezinirmişim, yorulunca da koltuğa çıkar oturur bir süre sonra da koltuğun üzerinde uyuyakalırmışım. Bu durumdan hiç şikayetçi olmamış, anneme hiç sorun çıkarmamışım. Bu bele ip bağlama durumu yaklaşık dokuz, on ay kadar devam etmiş. Koltuğa bağlıyken, ablamın okuldan gelip kapıdan içeri girmesiyle kollarımı kaldırır, beni kucağına almasını istermişim. Ablamda her zaman beni ipten kurtarır, kucağına alır, benimle ilgilenirmiş. Bu beni çok mutlu eder, hemen gülümsermişim.  Aynı yöntemi (bele ip bağlama) erkek kardeşimde de denemişler. Ama ne mümkün! Ortalığı birbirine katmış, ağlamalar, bağırmalar… Annemin koşuşturmacası hiç bitmezdi. Benim bebekliğim, ağabeyimin rahatsızlığı, misafirler, öğlen yemeklerine gelen babam, evin türlü işleri… Ablamda sanki evin ikinci annesi gibi özveriyle bizimle ilgilenir, annemin üzerindeki yükleri hafifletmeye çalışırdı. Bunda da oldukça başarılıydı. Diyorum ya ablamın emeği çoktur bizim üzerimizde, hakkını ödeyemeyiz. O, ‘evimizin küçük annesiydi.’

Ben güzel bir ailede yetiştim. Babamın kardeşlerine bağlılığı bizim de birbirine bağlı kardeşler olarak yetişmemizde büyük bir yol gösterici oldu. Bizi birbirine sıkı sıkıya bağlı, sevgi dolu bir kenetlenmeyle yetiştirdiler. Bu bütünlüğü oluştururken bir taraftan da bize, birbirine bağlılığın birbirine bağımlılık olmadığını öğrettiler ve bunu her an hissettirdiler. Kardeşler arasında kıskançlık, öfke, kin yaşamadık. Özgür çocuklar olarak yetiştik. Düşünün o dönemde sokakta erkek çocuklarda top koşturan bir kız çocuğu… (Tam da Erkek Fatma!) Ailem, diğer ailelerin göstermesi muhtemel tepkiler gibi; ‘bana senin onlarla ne işin var, sen bir kız çocuğusun’ demedi, bana kontrol edici, yargılayıcı müdahalelerde bulunmadılar. Biz arzularımın yön verdiği oyunları oynayan mutlu çocuklardık. Ama asla istekleri kontrolsüzce yerine getiren şımarık çocuklar da olmadık. Rahatsızlığı olan ağabeyim bile, bundan ötürü pervasızca her dediği yapılan bir çocuk olmadı. Her şey kararıyla yapılırdı benim ailemde. Ne bir eksik ne de bir fazla.

İçinde farklı üzüntüler taşıyan (bende ki kardeşinin hastalık üzüntüsü gibi) bir çocuğun bir de sevdiği kişi tarafından yok yere, haksız yere azarlanması… Sakın bu hataya düşmeyin. Çocuklara dikkatli yaklaşın, sizin dünyanızla onlarınki aynı değil. Onlar yanlış bir dokunuşla beyaz yapraklarını solduran, karartan bir manolya misali hassas ve kırılgandırlar. Acıları daha derin, üzüntüleri daha çaresizdir. Davranışları büyüklerinkinden farklıdır, gözleri bir başka bakar, yürekleri bir başka görür. Çocuklara usulca yaklaşın, üzüntülerine sebep olmak yerine, üzüntülerine deva olun.  Çocuk yetiştirmek sanattır, çocuk sevmek, onu mutlu etmekse kocaman bir yürek ister.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BAĞIMLI RUHLAR

Kasım ayındaki paylaşımımda; ‘Sevgi varsa bağımlılık olmaz’, Aralık ayında ki paylaşımımda da; ‘Bağımlılıklar insanın köle gibi yaşamasına neden olur’ cümleleri yer almaktaydı. Bugünkü konumuzda da bağımlılıktan bahsedeceğiz, ancak bu bağımlılık çeşidi ailede edinilen ‘Model Bağımlılık’. Bu bağımlılık türünün kaynağını otoriter ve kontrol edici ebeveyn tutumu oluşturmaktadır. Bu tutumu irdelemeden evvel konuya genel bir giriş yapacağım diğer ebeveyn tutumlarına kısaca değineceğim. Yetişkinliğin birçok nüansı çocukluktan gelmekte olduğundan ve çocukluğun yaşandığı yer de aile olduğundan ebeveynlerin çocuk yetişmesindeki olumlu-olumsuz etkileri çok mühimdir. Yani ailenin çocuğuna anne-babalık yapma biçimi yola çıkışın mihenk taşıdır.

Çocuğun fiziksel ve psikolojik anlamda sağlıklı gelişiminde içinde bulunduğu ailenin psikolojik atmosferi belirleyici rol oynamaktadır.

Yapılan araştırmalar ebeveyn tutumlarının çocukların benlik saygısı, saldırganlık, akademik başarı, kaygı, kendini kabul, genel psikolojik uyum ve bağlanma stilleri üzerinde etkili olduğunu göstermektedir. Buradan yola çıkarak dört ana başlığa kısaca değinelim.1- Demokratik ebeveyn tutumu; demokratik ebeveyn tutumuna sahip ebeveynler çocuklarına saygı duyarlar, onların fikirlerini sorar ve önemser, farklı yönlerden gelişmesine katkı sağlarlar, bir problemi olduğunda aile içinde bunu konuşur ancak son kararı kendisine verdirirler, sevgi gösterirler, çocuklarına karşı hoşgörülü ve adaletli olurlar, yani kısaca; çocuğun kendini gerçekleştirmesine yardımcı olmaya çalışırlar.2-Otoriter ebeveyn tutumu; otoriter tutuma sahip ebeveynler çocuklarını sürekli gözlem altında tutarlar, çoğunlukla çocuğun eylemlerini hatalı olarak algılamasına sebep olacak davranışlar sergilerler ve onların fikirlerini almayı reddederler. Bu durumda çocuk sadece istenileni yerine getirir. Anne-babanın koyduğu kurallar her şeyin üstündedir, yaptıkları her şey doğrudur ve sorgulanmaya kapalıdır. Bu tarz davranışlara sahip ebeveynlerin çocukları ileriki yaşlarda bireysel olarak hareket etmekte, özgür seçimler yapmakta zorluk çekebilirler.3-İzin verici-müsamahakâr ebeveyn tutumu; izin verici–müsamahakâr ebeveyn tutumuna sahip bireylerin çocuklarına karşı duyarlılıkları yüksek olmasına karşın kontrol düzeyleri düşüktür. Ebeveynler onların tek başına aldıkları kararları uygulamasına destek verirken, bunları kontrol etmekten kaçınmakla birlikte belirlenen kurallara uyma noktasında çocuklarını cesaretlendirmezler. 4-İzin verici-ihmalkâr ebeveyn tutumu; İzin verici–ihmalkâr ebeveyn tutumuna sahip bireylerin çocuklarına karşı duyarlılıkları ve kontrol düzeyleri düşüktür. Bu tarz ebeveynler çocuklarını kendilerinden uzak tutma arzusu içerisinde olmakla birlikte duygusal yakınlıktan kaçınıp sadece temel ihtiyaçlarını karşılamaktadırlar. Çocukları ile olan ilişkilerinde düşük düzeyde çaba gösterdikleri ve çocuklarını seçimlerinde yalnız bıraktıkları gözlemlenebilmektedir. 

Konuya girişimden de anlaşılacağı üzere Otoriter Ebeveyn Tutumunu yaşanmış örneklerle detaylandıracağız. Bu tutumun nasıl bir bağımlılık zincirini oluşturduğuna hep beraber şahitlik edeceğiz.

Çocuğun bir birey olarak kabul edilmediği ve bunun yok sayıldığı bir aile ortamında yetişen çocuk bağımlılığı farkında olmadan öğrenir ve bunu bilinçsiz bir şekilde tüm hayatına yayar, uygular. Çocukluktan başlayıp, gençlikte, yetişkinlikte alınan tüm kararların, atılan tüm adımların arkasında anne-babanın görünmez eli vardır. Ebeveynler ya kendi yaşadıklarının aynısını çocuğa yaşatmak için var gücüyle uğraşır ya da yaşayamadıklarını onun yaşaması için. Bunun sonucunda kişi (çocuk-yetişkin) hayatın içinde debelenip durur, gerçek beni bulamaz, ruhunu tanıyamaz. Aslında bir anlamda kendine yabancı olur. Görünürde mutlu olsalar dahi, kendi kararlarıyla oluşturamadıkları bir yaşamları olduğu için de gerçekten mutlu olamazlar. Kendilerine biçilmiş bir rolü oynadıkları, oynamak zorunda oldukları için de hayatın sahnesinde oynamayı hak ettikleri o role asla erişemezler. Diğer taraftan söylemeden geçemeyeceğim bir detayda var ki; eminim o ebeveynler çocukları için en iyi olanı istiyorlardır, çocuklarını seviyorlardır. Ne var ki işte o ebeveynler çocuklarının kendini tanıyıp, keşfetmesine mâni olacak kadar da gerçekleri görmekten uzaktırlar.

Daha önce de çok defa söylediğim ve söylemekten imtina etmeyeceğim şey var ki: ‘Ruhunuzu özgürleştirip, bağımlılıktan kurtulmadığınız sürece, nereye giderseniz gidin, kiminle olursanız olun özgür ve mutlu olamazsınız. Çünkü ruh özgürlüğü, insana iç huzuru veren en mühim şeydir.’

Çoğumuzun bildiği bir örneği değerlendirelim birlikte: ‘Daha çocukken kendisine nasıl bir eş seçmesi konusunda öğretiler verilen bir çocuk. Yetişkinlikte yapacağı eş seçiminde, karşısındakinin ruhuna uyumluluğuna değil de ailesine uyumluluğuna dikkat edecektir. Kendisine eş seçtiği kişi aslında ailesine seçilecek gelin ya da damat olacaktır. Üzücü olan şu ki kişi bu seçimindeki hatayı fark edemeden yaşayıp gidecektir. Bu tür seçimi yapınca da kuvvetle muhtemel gerçek mutluluğa erişemeyecek ve sürekli mutluluğu başka yerlerde arayacaktır. Belki ikinci, üçüncü eşte… Varlıklı bir ailede yetişmiş çocuk, aldığı öğretilerden sebep tıpkı kendi statüsünde bir eş arayacaktır, mutluluk sadece statü eşitliğinde sanacaktır. Oysa öyle midir? Bu durumda kişi istediği bir evliliği mi yapacak yoksa kendine biçilmiş olan evliliği mi?

Ah bir de ‘desinler’, ‘etraf ne der’ sözleriyle çocuk yetiştirilmiyor mu, işte buna da söyleyecek sözlerim var. Hiçbir birey başkalarının diyecekleriyle hayatına yön vermemeli, mühim olan kişinin kendi istediklerini mutlu ve huzurlu bir şekilde yapabilmesidir.

Sevdiğim bir arkadaşımla sohbet esnasında ona, kızının kendi eğitiminden daha düşük eğitimde biriyle evlenmesine nasıl yaklaşacağını sormuştum. Aynı eğitimde olmadıklarından birbirlerini anlayamayacaklarını eşit para kazanamayacaklarından maddi sıkıntısı yaşayacaklarını bunun içinde kızının mutlu olmayacağını söyledi. Evliliği direk reddetti. İşte, anne, kızının yerine karar vermişti bile. Kız hayatına karar veremeyecekti, zaten bu kurallarla da yetişmişti. Ruhunun istediği değil ailesinin istediği onun eşi olacaktı. Sonra da mutsuz bir evlilik ve karşılıklı suçlamalar.  Sonuç; boşama ve yine aynı modele uygun yeni bir eş arayışı. Tam bir kısırdöngü…

Bilinçaltına yerleştirilen bu gereksiz, manasız düşünce şekli, bağımlılıklar ruhu yok eder. Bunun için herkes kendinde var olması muhtemel bağımlılıkları ruhlarında bulup, şifalandırmalı. Böylelikle, sevginin gücünü sonuna kadar hissedip, ışığa yol alabilirsiniz.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

RUHUNUZDA HANGİSİ VAR (2)

Kaldığımız yerden devam etmeye hazır mıyız? Yazımın ilk bölümünü sonlandırırken hastalıklı hırsla nasıl başa çıkacağımıza cevaplar arayacağımızı belirtmiştim. Cevaplara çeşitli örneklerle konuyu irdeleyerek hep birlikte ulaşalım.

Miras yoluyla edilen mülk ya da para benzeri maddi değerlerin paylaşılmasında hırsın keskin yüzünü kendisini gösterme şekline hemen hepimiz şahit olmuşuzdur. Kardeşler ya da yakın akrabalar arasında cereyan eden bu tür hadiselerde sahip olma isteği tarafları çoğu zaman büyük çıkmazlara sokar. Hiç olmayacak, kavgalar, kırgınlıklar, küslükler yaşanır. ‘O ev benim olacak’ tartışması bağları kopartır, sevgiyi yok eder. Aslında bu tartışmalarda hiçbir zaman gerçek kazanan olmaz. Mülke sahip olan dahi… Sahip olunan kardeş kaybedilir, sizi en iyi anlayabilecek, duygularınızı sonuna kadar hissedebilecek yegâne bağınız yoktur artık. Ne için? Sadece maddiyat için! Hastalıklı hırs her zaman yaptığını yapmış ve iki tarafa da zarar vermiştir.

Duymuşsunuzdur, derler ki: ‘Hırs olmadan başarı olmaz.’ Bana kalırsa bu sözü her kim söylediyse birçok kişiyi yanlış yönlendirmiş ve yine birçok kişinin hakkına girmiştir. Bende diyorum ki: ‘Azim olmadan başarı olmaz, hedefe ulaşılmaz.’ Başarıyı elde etmek için hırsla hareket ettiğinde kişi önce kendine zarar verir, vücudunda oluşturduğu negatif enerji onu hem psikolojik hem de fiziksel hastalıkların içine çeker. Kişi bu hastalıkları sadece kendisi yaşamaz, hırsı için kurban ettiği insanlarda bu hastalıklardan nasibini alır. Çoğumuz zaman zaman hırs denilen hastalığa yakalanmışızdır ya da kenarından şöyle bir dokunup ona tutsak olmadan geçip gitmişizdir. Kendinizi bir yoklayın. Geçmişte neler için boşuna hırslanmışsınız, enerjinizi yok yere ne için harcamışsınız? Sonunda da ne tür hastalıkların size musallat etmesine izin vermişsiniz?

Bir sürü hedef saymıştık. Ev almak, araba almak, seyahat etmek, iş kurmak, başka bir ülkeye yerleşmek, evlenmek… Bunlardan herhangi biri ya da bir başkası hedefiniz olsun. Bu hedeflere ulaşmak için önce sevgide ve akışta olmak. Hedefe ulaşabilmek için kesin, asla esnemeye izin verilmeyeceğiniz bir zaman dilimi koymayın. Şöyle ki; bir ev almak için birikim yaptınız ve o hedeflediğiniz evi alamadınız ama başka bir ev alabildiniz diyelim. Sakın tasalanmayın hedefinize erişemediniz diye. Sahip olduğunuz şeyin sizin için (sizin bilebileceğinizden öte) en hayırlısı olduğuna inanın. Bir şey nasıl gerçekleşmesi gerekiyorsa öyle gerçekleşecektir. İnanın çabalarınızın sonucu elde edilen sizin için en hayırlı olandır. Her şeyi görmek mümkün değildir, alamadığınız, hedefinizdeki o ev, o an için belki kayıp gibi görünebilir ama göremediğiniz bir şer varsa eğer? Sizin o parayı biriktirmek için gösterdiğiniz azim bilin ki hayırlısı ile mükafatlandırılmıştır. Yeter ki her adımınız azimle, inançla ve sevgiyle olsun, hastalıklı hırsla ve egoyla olmasın.

Akış dedik. Evet, akışta kalmak çok önemlidir. Şayet bunu başaramazsanız, planladığınız ve azimle ulaşmayı istediğiniz hedefleriniz o an için gerçekleşmediğinde büyük hayal kırıklıkları yaşarsınız. İçinizde manasız bir öfke, üzüntü, hırs ve negatiflik biriktirmeye başlıyorsunuz. Esiri olduğunuz bu duygular size zarar vermekten başka bir yapmayacak ve önünüzü göremeyecek kadar gözlerinizi kör edecektir. Buna asla izin vermeyin. Tevekküllü olun, siz hedefe ulaşmak için azimle çalıştınız ama o hedef sizin için hayırlı olmadığından ulaşamadınız ve sizin için daha hayırlı olan ne ise gerçekleşecek olanda odur. Bir dağın zirvesine ulaşmayı kendinize hedef olarak belirlediğinizi düşünün. O dağa hemen çıkamazsınız, ancak azimle yavaş yavaş, basamak basamak çıkabilirsiniz. Zirveye ulaştığınızda elbette onun keyfi de muhteşem olur. Oraya ulaşmak sizin için hayırlı olansa doğru şekilde ilerlemenizin de gücüyle hedef artık sizindir. Fakat hırs ile ilerlerseniz, hedefe aşamaları yok sayarak bir an evvel ulaşmak isterseniz, o hedefe hemen ulaşmanız zaten mümkün olmayacaktır. Hatta hiç ulaşamayabilirsinizde… Unutmayın hırslı insanlar kendileri için bir şeyin hayırlı olup olmadığını göremezler.

Bir tanıdığım vardı ve çalıştığı şirkette yönetici olmak istiyordu, kendisine bunu hedef koymuştu. O kadar belirgin bir hırsla hareket ediyordu ki ona bakıp da bunu görmemek mümkün değildi. Hedefine ulaşamadığı her bir hamleden sonra, bu sonucun başkalarının suçu olduğunu, birilerinin onu engellediğini söylüyor. Manasız yere başkalarıyla yarış içine giriyordu. Olmuyordu işte, bir türlü yöneticilik makamına erişemiyordu. Hırs bir kemirgen gibi onu yiyip bitiriyor ve onu adeta yok ediyordu. Kendisi için hayırlı olanın belki de o makamda olmaması gerektiğini düşünemiyordu ya da hedefe yanlış yoldan gittiğini anlamıyordu. Sevgiyle, pozitif düşünceyle hareket etmiyordu, ruhunu karartıyor, hayatı görmezden geliyor, körü körüne olduğu yerde debeleniyordu. Kendini birazcık yenilese, gözlerini açsa, farkındalığa ulaşabilse ve hırsı bırakıp azimle yoluna devam etse her şey olması gerektiği olabilir ve o makama erişebilirdi…

Hırstan başı dönen o şuursuz insanların kalplerindeki karanlığı yüzlerinde de görebilirsiniz. Dikkatli bakın onlara, gözleri ne söylüyor…Oysa azimle hedefine ilerleyen kişinin yüzünde karanlıktan eser yoktur. Sizin yüzünüzde o karanlıklar hiç gezindi mi? Öyle olsa bile artık uyanış zamanı geldi. Her zamanki gibi en doğru şekilde tüm duygularınızı dile getirin, yanlışlarınızı korkusuzca keşfedin ve farkındalığa ulaşmak için kendinize şans tanıyın. Azimle hedefe yürüyün, o hedefe ulaşamazsanız da bilin ki; sizin için hayırlı olan gerçekleşmektedir. Bir kapı kapanırken mutlaka daha iyi bir kapı açılacaktır…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

RUHUNUZDA HANGİSİ VAR (1)

Bugünden beş yıl öncesine gideceğim ve Pamukkale seyahatim sırasında tanıştığım bir kişiyle aramızda geçen küçük sohbeti paylaşacağım sizlerle.  Pamukkale’nin muhteşem travertenlerini gezip gördükten sonra Denizli’nin merkezine gitmiştim. Sokaklarında dolaşırken kuş besleyen biri dikkatimi çekmişti, onu görür görmez ruhum onunla sohbet etme isteğine çoktan girmişti bile. Hemen onun yanına doğru ilerledim ve bir merhabanın ardından küçük sohbetimiz başladı. Konu bir şekilde hırs kavramına geldi… Bu konuya dair söylediği bir söz bende yeni bir farkındalığın kapısını araladı.  “Hırs yelkenleri dolduran bir rüzgârdır ve o rüzgâr asla yön belirlemez.”

Bu sözden yola çıkarak bugünü hırs ve azim konusuna ayırıyorum. Bakalım neymiş bu iki kavram ve hayatlarımızda nasıl bir yere sahipmiş?

Her ne kadar birbirine benziyor olsalar da hırs ile azim farklı iki şeydir. Azim; çalışmak, çabalamak ve nasip deyip hakkına razı olmaktır, tevekküllü olmaktır. Azimde sabır, itina, çalışmak, gayret ve sonuca kanaat etmek esastır. Hırs ise; bir şeyin hakkımız olup olmadığına bakmadan, o şeyi kimden alıp almadığımızı düşünmeden, sonuçlarıyla hiç ilgilenmeden, daima daha fazlasını istemek ve sonuca kanaat etmemektir. Bu yüzden ‘azim yapıcı, hırs yıkıcıdır.’ Bir başka ifade ile hırs, bir şeyi ihtirasla, yüksek egoyla isteme güdüsü iken, azim ise zorluklara karşı metanetli, sabırlı ve kararlı olma durumudur.

Hırs kelimesine baktığımızda içinde hep başkalarına onda zarar verici, kinci, bencil (egolu) bir kazanma duygusunu görüyoruz. ‘O hırslı bir çocuk’ dediğimizde de bu anlam çıkıyor. Kazanmak için her şeyi parçalayabilir, yok edebilir, elinden geldiğini ardına koymaz bir karakter yaratıyor bu sözcük. Sonu gelmeyen aşırı (bu kelimeye dikkat “aşırı”) tutku. Ben hırs kelimesini duyduğum zaman gözümde, ‘çığırından çıkmışlığı’ gösteren bir resim canlanıyor.  Oysa azim kelimesi öyle mi? “O azimli bir çocuk”. Kulağa ne kadar hoş geliyor. Çabasını asla bırakmayan, dirençli, sonuca ulaşmak için gerekli özveriyi kendinden çokça veren bir karakter yaratıyor bu sözcük. Bu kelimenin (azim) sağına soluna bakıyorum ve bir yanlış bulamıyorum. Azim ve azimli olmak ile ilgili cümleler kuruyorum, içinde en ufak bir kötü ifade yer almıyor.

Hepimizin hayatımızın içinde ulaşmayı istediğimiz hedeflerimiz vardır. Mutlu bir evlilik ya da birliktelik, çocuk sahibi olmak, bir ev, araba, yükselmek istediğimiz iyi bir iş, gezip görmek, seyahat etmek… Bu şekilde onlarca hedef sayabiliriz. Burada esas olan; bu hedeflere yürürken nasıl bir duygu ve davranış içinde olduğumuzdur. Hedeflerimize ulaşma yolumuz sevgiyle mi dolu olsun yoksa egoların keskin kılıçlarıyla mı dolu olsun?  Azim mi hırs mı bizimle olsun? Bu soruyu tüm dürüstlüğümüzle kendimize soralım? Nasıl olsa kendimizle baş başayız, rahat olalım ve en dürüst cevabı verelim? Verelim ki; eksik ve yanlış olan tarafımızı keşfedip, farkındalığa ulaşabilelim. Sonrasında da sıra kendimizi tamir etmeye, eksiklerimizi tamamlamaya, olumsuzların yerini olumluya bırakmaya gelsin.

Bir çocuk istediği oyuncağı almak için öyle bir hırsla direniyor ki, oyuncakçıda ağlayarak, bağırarak yerlere yatıyor ‘ille de alacaksınız bu oyuncağı’ diye tutturuyor. İşte bu tablo, o oyuncağa sahip olmak için çocuğun körpecik ruhundaki hırsın, küçücük bedenine yansıması… Eminim herkes böyle sahnelere şahitlik etmiştir. O hırs törpülenmezse, ona bir şeyi doğru şekilde istemenin nasıl olması gerektiği en akılcı yolla ve sevgiyle anlatılmazsa hırs dolu bir çocuk yetişecektir. O çocuk yetişkinliğinde de o isteklerine, hedeflerine ulaşmak için yine benzer yollara başvuracaktır.

İşte bu ve benzeri durumlarda karşımıza ‘hastalıklı hırs’ çıkmaktadır ve bu dürtü hayatları yönlendiren büyük bir tehlikedir. Benim sözüm kendi rekorunu kırmaya çalışan sporcuya, terfi almak için çabalayan çalışana ya da tabiat koşullarını zorlayan, zirveye tırmanmak için uğraşan dağcıya değil. Onların ortak noktası azimdir… Benim itirazım hastalıklı hırsadır. Hırs yıkıcıdır, yok edicidir…  Bir hırs uğruna heba edilmiş ömürler vardır. Sadece kendi ömürlerini heba etmekle kalmazlar, sevenlerinin hayatını onlara zindan etmekten geri durmazlar. Umursamazlar, yakarlar… Hele bir de yetki sahibi ise hastalıklı hırslı beyin, işte o zaman korkulan olur, tüm insanlığa dar eder dünyayı… Örnek mi yok? 

Ne kadar hırslıysanız o kadar başarılı olursunuz anlamındaki ilanlara bir bakın. İnanamazsınız küçücük bir söz, bir ima, bir bakış öyle ateşler ki ruhları. Hastalıklı hırs kaplar her yanı… “Sen o işi asla başaramazsın” diyen bir hoca, bir ebeveyn, bir arkadaş ya da bir patron adeta marşa basar. Öyle bir an gelir ki; saatte üç yüz kilometre hızla giden motosiklet sürücüsü gibi her şeyin silindiğini görürsünüz. İş öyle bir noktaya gelir ki; hedef bile silinir, görünmez olur, kaybolur. Neden yola çıktığınızı, marşa kimin, neden, ne zaman bastığını unutur gidersiniz. Kimlere, nelere ne zarar veriyorsunuz, yaptığınız işin kime ne faydası var artık bilemezsiniz. Önem de vermezsiniz zaten. Hırs tüm benliğinizi esir almıştır adeta… Ama gün gelir duvara tosladığınızda aklınız başınıza gelir. Ama ne yazık ki, o farkındalık çoğu zaman, bir saniyeden de kısa sürecektir. Ve hırs dizginleri yine eline alacak ve yine tüm ruha hâkim olacaktır.

Çok zeki ve bir o kadar da hırslı insanlar gördüm. Bu insanlar en büyük düşmanlarının kendi hırslarını olduğunu anlamadan hayatlarına devam ettiler. Bir an evvel sonuca gideyim hırsıyla bir türlü içinde bulundukları yaşamanın hakkını veremediler. Ne var ki, sonuca ulaştıklarında da ilk başladıkları seviyedeydiler. Peki, ne yapmalı da bu hastalıkla başa çıkmalı? Bu soruya yazımın devamında hep birlikte cevaplar arayacağız. Unutmayın hırs değildir hedefi size getiren, sadece azimdir…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

GÜLMENİN VE AĞLAMANIN KARDEŞLİĞİ

Seremoniyi layığıyla yerine getiren çocuk anısını anlatmaya başlayabilirdi. Ama öncesinde gözlerini kapattı, anlatacaklarını düşündü. Gözleri kapalı şekilde anlatacaklarını düşünürken dudaklarının kenarından zaman zaman gülümsemenin izleri, zaman zaman da acının, üzüntünün izleri geçip gidiyordu. Bugün anlatacaklarında hem acı hem de mutluluklar vardır. Hayat böyle değil miydi zaten? Gülmek ve ağlamak arasında garip bir kardeşlik yok muydu?

  • “Muhteşem ada tatilimizin sonuna gelmiştik, artık İstanbul’ a dönüş vaktimiz gelmişti. Yaz mevsimi yerini sonbahar mevsimine bırakmaya hazırlanıyordu. Havalar yavaş yavaş serilemeye başlamıştı bile. Özellikle, akşam vakitlerinde serinliği belirgin şekilde hisseder olmuştuk. Yumuşak bir şekilde esen rüzgar sertleşmeye başlamış üzerimize bir hırka giymeden akşamları bahçede oturamaz olmuştuk. Sonbaharın gelmesi elbette güzeldi ama adadan ayrılıyor olmak beni üzüyordu. Özgürlüğüm elimden gidiyordu. Adada rahatlıkla gezebiliyordum, size anlatmıştım keyifli bisiklet turumu, işte öyle keyifli gezileri İstanbul’ da yapamayacak olmam canımı sıkıyordu. İstanbul’ da ancak mahallemizde gezebiliyordum ya da evimize en fazla on dakikalık mesafeli alanlarda oynayabiliyordum. Oysa ada da öyle mi? Kaybım sadece özgürlüğümü yitirmek değildi, adada ki arkadaşlarımdan da ayrı kalacaktım. Güzel şeyler bitiyormuş ya da her şeyin bir sonu varmış, işte bunu da öğrenmiştim o yaz.

Yaz sonunda canım dedemi de kaybetmiştik. Bu kayıp aileye yeni bir acıyı daha getirmişti. Babaannemi kaybetmemizin üzerinden daha bir yıl geçmişken şimdi de dedemi kaybetmek hepimizi derinden yaralamıştı ama en çok da babamı ve amcamları… Sevdiğin bir insanı, ailenin bir parçasını kaybetmek çok acı veren bir duyguydu. Bu duygu bende (çocukken çok da anlayamadığım) kaybetme korkusunun oluşmasına sebep olmuştu. Sevdiğim her insan bir bir beni bırakıp gidecek diye düşünmeye başlamıştım. Garip ve tarifsiz bir çaresizlik duygusuydu bu! Babam ve amcalarım dedemin cenazesini İstanbul’ dan Malatya’ ya götürdü. Babaannemin yanına defnettiler. Annelerini kaybetmenin acısı daha yüreklerinde sıcacıkken şimdi de o acıya babalarını kaybetmeyi de eklediler. Kocaman tarifsiz bir acı yaşıyorlardı…

Okulların açılmasına az bir zaman kalmıştı. Bu yıl kardeşimde okula başlıyordu ve benim geçen yıl ki heyecanımı yaşama sırası ona gelmişti. Elbette ben de okullar açılacağı için heyecanlıydım; okulumu, öğretmenimi, arkadaşlarımı çok özlemiştim. Ama bu heyecan birinci sınıfa başlarken yaşadığım heyecandan çok daha farklıydı. Tıpkı geçen yıl ki gibi hummalı okul hazırlıkları başlamıştı. Ağabeyim de beşinci sınıfa başlayacaktı, ortaokula sadece bir sınıf kalmıştı. Kardeşimde tıpkı benim gibi, artık oyuna çok zaman ayıramayacak ancak derslerinden arta kalan zamanlarda oyun oynayabilecekti. Artık o da benimle aynı kaderi paylaşacaktı… Ondan bir sınıf büyük olduğum için ona derslerinde yardım edebilecektim, bir nevi ona ablalık yapacaktım. Her ne kadar ikiz gibi büyüsek de ben bir adım öndeydim. Birinci sınıfta okula ağabeyimle birlikte servisle gidiyorduk, bu yıl kardeşimin de eklenmesiyle üç kişi okula gidip gelecektik. Annem üçümüzün servisle gitmesini babamla konuşmuş ve babam da kabul etmişti. Ama ortanca amcam ( çocuğu olmayan) bu duruma razı gelmedi. Biz işe giderken arabayla bırakırız, çıkışta da annesi alır dedi. Bu durum annemin hoşuna gitmese de bu şekilde karar verildi. Annem bizi okuldan alma saatine geç kalabilme durumuna karşılık kendisi gelene kadar okulun bahçesinden dışarı çıkmamız hususunda sıkı sıkı tembihlerdi. Nede olsa okulumuz ve evimiz arasında iki büyük ana cadde vardı, caddelerde tehlikeliydi.

Gelelim ablama… Onun heyecanı da, telaşı da bizlerinkinden hem daha farklı hem de daha büyüktü. Sınav sonuçları açıklanmıştı ancak sonucu postacının getireceği mektupla öğrenebiliyorduk. (O zamanlar teknoloji bugünkü gibi olmadığından postacıyı beklemekten başka çare yoktu.) Sonuçların açıklandığı bilgisi gelmiş üzerinden birkaç gün geçmişti, evde ki herkesin gözü kapıda o önemli adamı yani Postacı Amcayı bekliyordu. Onun ne zaman geleceğini bilmediğimizden her kapı çalınışı bizi heyecanlandırıyordu. Acaba Postacı Amca mıydı bu sefer kapımızı çalan? İşte o gün kapı çalınmış ve beklenen adam gelmişti. Ablam heyecanla kapıya koşmuştu ve karşısında postacı… Hiç unutmam o gün Postacı Amcanın söylediğini: ‘ Müjdeli haber için bahşişim nerede?’ Ablam heyecanla zarfı eline aldı, hızlıca açtı, sanki elleri titriyordu heyecandan. İstediği okulu ve bölümü kazanmıştı, hepimiz rahat bir nefes almış ve çok mutlu olmuştuk. Yan komşumuzun kızı da sınava girmişti ve postacı ona da sonuç kağıdını getirmişti. Ama maalesef o istediği okulu kazanamamıştı. O gün kapıda ablama şunları söylemiş annesi de onu tasdiklemişti.’ ‘Keşke bende senin kadar yüksek puan alabilseydim, sen çok şanslısın.’ Onların bu düşüncesi yanlıştı, bu şans değildi. Ablam şanslı olduğu için değil çok çalıştığı için istediği okulu kazanmıştı. Ablamın bu okulu kazanmasında ortanca amcamın da emeği görmezden gelinemezdi. Onu her hafta sonu Avrupa yakasında dershaneye hiç üşenmeden getirip götürmüştü. Ablam bu güzel haberi alır almaz babamlara da müjdeyi vermek için yakınlarda ki telefon kulübesine gitmişti. (O zamanlarda evimizde telefon yoktu.) Önce onlara şaka yapmış okulu kazanamadığını söylemiş, telefonun diğer tarafında ki amcam bu şakaya hiç inanmamış. Hal böyle olunca da ablam kazandığı okulu sevinçle söylemiş. Habere babamda amcamlarda çok sevinmişlerdi. Özellikle ortanca amcam için okul başarılarımız çok mühimdi.

Artık büyüyordum, ikinci sınıf olmuştum ve o günlerde de para bitirmenin ne denli mühim olduğuyla ve özgürlüğüyle tanıştım. Bankalar kumbara ve ilkokul öğrencileri için aylık dergiler dağıtırlardı. O dergilerde; türlü hikâyeler,  bulmacalar ve boyama sayfaları olurdu. Bankadan hem kumbaramızı hem de dergimizi alırdık, bu çok hoşumuza gider, mutlu olurduk. Okula beslenme götürmüyorduk. Her gün bir sınıf annesi hepimiz için özel beslenmeler hazırlar ve sınıfta dağıtılmak üzere okula getirirdi. Bu uygulama, babamın okulda harcamamız için verdiği harçlığı harcamayıp kumbaramızda biriktirmemiz için güzel bir vesile olurdu. Okul harçlıklarımız, bayram harçlıklarımız derken tüm harçlıklarımızı kardeşimle birlikte biriktirmeye başlamıştık. O kendi kumbarasında ben kendi kumbaramda… Kardeşim kumbarası benimkinden daha dolu olurdu, saydığımızda da hep onun ki benimkinden fazla çıkardı, o daha tutumluydu. Para biriktirmek, kendime ait bir paraya sahip olmak çok farklı bir duyguydu. Tamam, ben kazanmıyordum o parayı ama bana verilmişti, onun üzerinde tüm hakka sahip olan bendim. O paralar benimdi. Annemle markete gittiğimde ya da bakkaldan alışveriş yaparken istediğim bir şey olduğunda annemden istemek yerine parasını kendim vererek alabiliyordum. İstediğimi alabilmemin özgürlüğü müthiş bir özgüven oluşturuyordu bende.  Yine bir gün bahçede oynarken canım gofret istedi. Önce bakkala gittim, gofretin fiyatını öğrendim, ardından eve döndüm kimseye bir şey demeden doğruca kumbaramın yanına gittim, içinde gofret almaya yetecek kadar param olduğunu görünce mutlu oldum, sevinçle bakkala geri dönüp gofretimi aldım. Kocaman bir mutlulukla da gofretimi yedim. Kumbaramda para olmasaydı annemden gofret parası isteyebilirdim ama öncelik kendi paramı harcayabilmekti. Sonuçta sürekli annemden para istemek olmazdı, bana ya bir gün önce verdiğini şimdi veremeyeceğini söyleyebilirdi ya da başka bir şey söyler para vermeyebilirdi. Her şey mümkündü. Onun için bütün paramı harcamak da olmazdı, o anda kumbarada ki param gofrete yetmiyorsa başka bir şey de alabilirdim. Güzel bir şeydi özgürlüğün çeşitlerini yaşamak!”

Çocuklukta kazanılan değerler kişilik gelişiminde son derece önemlidir. Bu anıda olduğu gibi, para biriktirmeyi öğrenmek çocuğu tutumlu olmak yolunda eğitir, sorumluluk duygusunu geliştirir. Çocuğun kendi parasını harcaması ileri ki yaşlarda para kazanma isteğini doğurur. Nasıl çocukken emek harcayarak para biriktirmeyi öğrendiyse yetişkinliğinde de emek harcayarak para kazanmasının gerekliğini kavrar, fark eder.  Kimseye bağımlı olmadan istediğini alabilmek, yaşayabilmek, kendi emeğinin getirisini yiyebilmek kadar güzel bir şey var mı? Ailelerin maddi gücü iyi de olsa kişi her zaman ayaklarının üzerinde durabilmeli,  dürüstlük ve sevgi ile kendi parasını kazanmalıdır. Burada önemli olan meslek değildir, önemli olan emek vermektir.  Yeter ki o para dürüstlük ve sevgi ile çalışılıp kazanılsın.

Bugünkü anımda kaybetme korkusunu da paylaştım sizlerle. Kayıplar, hele ki çocuk yaşlarda kapınızı çalan o büyük kayıplar bilinçaltında korkulara yol açabiliyor. Kaybetme Korkusu! Tabii ki çocukken bunun farkına varmak mümkün değil,  zaman geçtikçe, yaş ilerleyip bununla birlikte bilinç seviyesi yükseldikçe durumu doğru değerlendirip anlayabiliyorsunuz.  Her şey yolunda giderken yaşanılan bir üzüntü ya da bir birliktelikte ki zamansız ayrılık üzüntüsü sizi bilinçaltınızın daha önce açılmamış kapılarını açmanız için bir keşif yolculuğuna çıkarabilir. Eğer belirli bir farkındalığa erişmişseniz bu olayları neden yaşadığınıza dair kendi iç dünyanızı sorgulayabiliyorsunuz, bilinçaltına yerleşen kaybetme korkusunu bulup onu şifalandırabiliyorsunuz. İşte o zaman ruh dönüşüp, özgürleşiyor. İlerleyen zamanlarda bu konuyu ve bende ki izlerini detaylı olarak sizlerle paylaşacağım.  Unutmayın kendimizle yüzleştiğimiz ölçüde hayat yolunda ki engelleri kaldırmakta başarılı olabiliriz.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BEDENİNİZİN DİLİ SİZİ ANLATIYOR (2)

Hiç ara vermemişçesine kaldığımız yerden bedel dilini hayatlarımızda rastlayabileceğiz çeşitli durumlardan da bahsederek anlatmaya devam ediyorum.

İnsanların duygu ve düşüncelerini sözsüz mesajlarla ifade etmeleri kullandıkları kelimelerden daha gerçekçidir. İnsanları okuyabilmek mümkündür. İşte burada ‘Mikro İfadeler’ devreye girmektedir ki onlar hissettiğimiz duyguların mimiklerimize yansımasıdır.  Bu ifadelerin her insanda aynı olması ve kontrol edilemiyor olması insan davranışlarını yorumlayabilmek adına ciddi bir avantajdır. Gerçekler en çok da yüzümüzde yani mimiklerimizde gizlidir. Mikro ifadeleri anlayabilmek, yüz kaslarının en küçük hareketleriyle ortaya çıkan ifadelerin yorumlanması hem özel hayatınızda hem de iş ilişkilerinizde sizlere yardımcı olacak ve artık insanların duygularını çok daha iyi anlayabileceksiniz.

İletişim halinde olduğumuz insanları daha iyi anlayabilmek için kullanabileceğimiz birkaç ipucu paylaşalım: ‘*Siz konuşurken muhatabınızın eli dudaklarına dokunuyorsa, o da bir şeyler söylemek istiyordur. Hemen söz verin. * Anlattığınız şeyler karşılık kişinin üst dudakları yukarı kalkarsa bu tepki tiksinme olarak değerlendirilir. * İşaret parmağınızın karşınızdakine doğrultulması tehdit olarak algılanır. Siz siz olun işaret parmağınızı hiçbir şekilde çevrenizdeki insanlara yönlendirmeyin. * Konuşurken başparmağınız sıklıkla ön plandaysa, bu tepki sizin egosunun yüksek olduğunun güçlü bir belirtisidir. *Konuşma sırasında avuç içlerinin gösterilmesi dürüstlük ve zararsız olunduğunun mesajını verir. * Konuşma sırasında kişinin elleri birbirine kenetlenmişse, bu tepki kişinin o an iç gerginlik yaşadığını gösterir. İç gerginlik gördüğünüzde muhatabınızı rahatlatmaya çalışın. Ve tabii ki kendinizde bu tepkiyi görürseniz hemen elleriniz açın.’ Bunlar sadece birkaç detay, eğer bu konuda içtenlikle tavsiye ettiğim üzere araştırma yaparsanız müthiş bilgilere ulaşacaksınız.

Aslında beden dili bir anlamda bilinçaltını göstermek, ortaya sermektir. Karşınızdakinin ağzından çıkan kelimeler belki çok güzeldir ama bedeni size öyle mesajlar gönderir ki, o mesajlar kelimelere dökülüp söylemiş olsa bu kadar canınız acımazdı. O bakış, dudağın kenarındaki o kıvrımlar söylenmemişleri söyler. Bir çiftin fotoğrafına bakarsınız, o fotoğrafta sözde sevgi gösterilmek istenmiştir. Ancak tarafların birbirine yönelişleri duruşları sahteliği ele verir. Başka bir fotoğrafta ya da yan yana duran iki kişinin sergilediği duruşta tarafların hislerini duruşlarından, tavırlarından anlarsınız, çözümlersiniz. Ama bir de anladıklarınızı dile getirmeye görün. Sizin beden dilini çözümlemeniz sonucu söyledikleriniz yanlış anlaşılmalara da neden olabilir bunun için siz siz olun doğru kişilerle paylaşın gördüklerinizi. Yaklaşık dört yıl öncesiydi sosyal medya da bir tanıdığımın paylaştığı fotoğrafı görmüştüm. Birlikte fotoğraf çektirdiği kişi tanınmış biriydi. Tanıdığım bir elini diğer elinin üzerine koymuştu, gözlerinde sonsuz bir hayranlık ifadesiyle tanınmış olan kişiye bakıyordu. Alelade bir karşılaşma sonucu bir ünlüyle çekilen fotoğraf değildi. Bir arkadaş ortamını paylaşıyorlardı bu kişiyle. O fotoğrafta ne mi vardı, bedenler neyi mi söylüyordu? Tanıdığımın duruşunda karşısındaki kişinin önünde kendini nasıl özgüvensiz, nasıl yetersiz hissettiğini görebiliyordum, beden dili anlatıyordu her şeyi. İşte burada kişinin bilinçaltındaki, belki de kendisinin dahi farkında olmadığı hisleri ortaya dökülüvermişti. Hediye alıp verme hadisesinde de kişilerin bedenleri onları ele verir. O hediye mecburiyetten mi alınmış yoksa yürekten mi? Hediyeyi sadece görevinizi yerine getirmek için aldıysanız, hediyeyi verdikten sonra o kişinin yüzündeki ifadeyi gözlemlemezsiniz bile sadece hediyenizi verir sıranızı savuşturursunuz. Hediyeyi alanda mutluysa eğer gözlerinin içine kadar gülümser, şayet değilse sadece dudaklarıyla gülümser. Karşılıklı sohbetlerde de rastlarız beden dilinin kişiyi nasıl ele verdiğine. Sohbet halindesinizdir, anlattıklarınız elbette sizin için mühimdir ki güzel güzel anlatıyorsunuzdur. Karşınızdaki size bakıyordur bakmasına, dinler gibidir de oysa umursamazcasına, yerli yersiz kafasını sallayışları, dudağının kenarına yerleştirdiği o manasız alaycı gülümseme söylediklerini gerçekte dinlemediğini ve anlattıklarınızı hiç de önemsemediğini gösterir. İşte karşınızdakini okuyabilirseniz eğer o kişi ile olan iletişim şeklini ya da boyutunu değiştirmeye başlarsınız. İnsanları ne kadar iyi okuyabilirseniz yani onların bedenlerinin sizinle nasıl konuştuğunu ne kadar iyi dinleyebilirseniz o kadar kaliteli ve doğru iletişimler kurarsınız. Böylelikle hayatınızda doğru iletişim kurabileceğiniz, sizi anlayabilecek, mutluluğunuzu, kederinizi gerçekten paylaşacak ve size hak ettiğiniz değeri verecek kişiler olacaktır.

Beden dili kelimelerden daha güçlüdür. (Ricky Gervais)

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BEDENİNİZİN DİLİ SİZİ ANLATIYOR (1)

Yeni bir yazıyı kaleme almadan evvel kalbimin sesi ve rehberliğimin eşliğinde sizlerde farkındalık ve ışık oluşması için derinlemesine düşünüyor ve araştırmalar yapıyorum. Bugünkü yazımı hazırlarken de herkes için çok önemli olabilecek ve önemli olması gerektiğine inandığım ‘Beden Dili’ konusunu anlatmam gerektiğine karar verdim. Bu konu üzerine yıllardır çeşitli araştırmalar yapılmış olup birçok önemli veriye ve akabinde de sonuçlara ulaşılmıştır. Çok detaylı bir anlatımla ‘Beden Dilini’ açıklayacak ve her bir hususu ifade edecek olsam haftalarca sadece bu konu üzerine yazmam gerekir. Bunun için, detaya çok inmeden ana hatlarıyla konuya değineceğim. Bu yazıdaki esas amaç; ‘Beden Dilinin’ ne denli önemli olduğunu anlatıp, insanlarla iletişimlerinizde gözlerinizin açılması sağlamaya çalışmaktır.  Arzum şu ki; bu yazı sayesinde ‘Beden Dili’ konusunda bir uyanış gerçekleştirin ve konuya dair daha detaylı bilgileri edinmek konusunda harekete geçin.  Söylediğim gibi konu çok geniş ve bu konuda engin bilgiler edinebileceğiniz işinin ehli birçok üstat var.

Nedir ‘Beden Dili’? Dünyanın en sessiz iletişim biçimi olan beden dili, bilinçaltına verilen mesajların da en bilinen yöntemlerinden birisidir. Beden dili genel tanım itibari ile tüm canlı varlıkların kaş, göz, yüz hareketleri ile yani mimikleri ve el, kol, bacak, beden hareketleri olan jestleri ile gerçekleştirdikleri sözsüz iletişim biçimidir. Beden dili alanında ilk çalışma 1605 yılında filozof ve bilim insanı olan Francis Bacon tarafından yapılmıştır. Francis Bacon jestlerin ve mimiklerin insanların iç dünyalarını dışa yansıttığını belirterek ‘Dil kulaklara seslenirken beden dili göze hitap eder’ diyerek beden dilinin önemini vurgulamıştır. Bununla birlikte beden dili iletişimde çok önemli bir faktördür. Şöyle ki; araştırmacı Nick Morgan’ın insanlar üzerinde yaptığı çalışmada insanların 70.000 üstünde işaret, 5.000 tane el kol hareketi, 250.000 civarında mimik ve 1.000’den fazla vücut duruşu üretebildiği ortaya çıkmıştır. Ray Birdwhistell tarafından bir bilim dalı olarak literatüre giren beden dili, jest ve mimiklerin anlamlarını da içeren bir iletişim türüdür. Kişilerin duruş, konuşma, ses tonu, göz hareketleri, fiziksel mesafe vb. tüm hareketlerinin yorumlanarak mevcut duruma ilişkin saptamaların yapılmasını da kolaylaştırır.

Kültürler arasında farklılıklar olmasına rağmen hala dünya üzerindeki en etkili iletişim yöntemi olan beden dili, bireylerin duygu ve düşüncelerinin yansımasıdır. Karşı karşıya gelen iki kişinin ilk izlenimi, iletişimin sürdürülmesi açısından oldukça önemlidir. İnsanların yüz yüze kurdukları iletişimde kelimeler %10, ses tonu %30 ve beden dili %60 önem taşır. Bedenimizin çevreye hissettiklerimizi aktarma şekli; göz, mimikler, jestler, beden duruşu (mesafeli ya da yakın), bedensel temas, yöneliş, baş hareketi, ayak hareketleri, giyim tarzı ve benzeri ifadelerle gerçekleşir. Genel ifadelerin dışında mikro ifadeler denilen küçük detaylar vardır ki işte kişiyi bize açan en önemli güç onlarda saklıdır. Beden dilini ve ondaki mikro ifadeleri doğru kullanabilen insanlar neyin yanlış, neyin doğru olduğunu bilerek, hem öz güven, hem de kaliteli iletişim inşa etmiş olurlar. Bir detay var ki ona değinmeden geçmeyelim; özgüven ve ego çok önemli ve ters orantılıdır. Özgüven inşa edilir ve şartlara göre oluşur. Özgüven, sürekli öğrenme, gelişme ve düzenli iyilik yapma ile gelişir. Ego ise kişinin kendini en üst görme halidir ve törpülenmesi gereken en büyük negatifliktir.

İletişimdeki altın kural: ‘Önce dinle ve anla. Ardından neyi, nasıl söyleyeceğini doğru tespit ederek konuşmaya başla.’  Ne söylediğin ve nasıl söylediğin çok önemlidir. Hatta nasıl söylediğin bazen daha da önemlidir.

Duygularınızın yansıması mimikler sizleri nasıl ele veriyor? Gülümsemeniz sahte mi, gerçek mi? Karşınızdaki insan doğru mu söylüyor?

Yazımın birinci bölümünü bu sorularla tamamlamış oluyorum. Yazımın ikinci bölümü bir sonraki paylaşımımda olacak. Bedenlerinizin dili ile gönlünüzün dili bir bütün olsun…

Beden diliniz kim olduğunuzu şekillendirir. (Amy Cuddy)

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com