İNSANLIK EĞİTİMİ

Sevgili okuyucularım, 3 Ocak 2023 tarihinde “Aldatma Enerjisi” başlığı ile paylaştığım yazımda her insanın evrene bıraktığı aldatma enerjisinin nasıl bir bumargana dönüştüğünden bahsetmiştim.

6 Şubat 2023 tarihinde çok çok üzücü ve ülkemizi her açıdan çok derin etkileyen bir doğal afet olan depremi yaşadık ve çok sayıda ülke bu acıya ortak olarak yardımlaşma başlattı.

Yurt içinde de herkes yardım için harekete geçti. Bununla birlikte birçok insan ilk başta ne yaptı? Hemen bu depremin yol açtığı hasara bakarak suçlamalara ve yargılamaya başladı. Öfke ve nefret duyguları körüklendi. Tabii ki çok büyük üzüntü ve acı var. En önemlisi de binlerce can kaybı var. Bu büyük acı karşısında sakin kalabilmek mümkün olmayabilir.

Hep kendi aramızda konuşuruz, yazarız ve sosyal medya hesabımızda paylaşırız, “Eğitim çok önemli, bilim çok önemli,” diye. Tabii ki bilim önemlidir, eğitim önemlidir. Eğitim konusuna ben şöyle bakıyorum; insani eğitim bir de meslek edinmek için alınan eğitim yani öğretim.

Bana göre en önemli eğitim, insani eğitimdir. İnsani eğitimin içinde dürüstlük, vicdan, merhamet, empati ve tabii ki bunların bütününü kapsayan ahlak vardır. Bu acılı günlerden geçerken de hepimizin şapkamızı önümüze koyup düşünmemiz gereken insani eğitimimizin ne kadar yeterli olduğudur.

İnsani eğitim almış bir insan yaptığı iş ne olursa olsun dürüstlükle ve doğru düzgün yapar. Kendi menfaatini düşünerek başkalarını aldatmaz ve çifte standart uygulamaz.

Dürüstlük insani eğitimin temel taşıdır. Bir insan en başta kendine karşı dürüstse yaşadığı her durumu vicdanıyla değerlendirir ve vicdan varsa zaten işini de dürüstlükle yapar, hiçbir canlıya zarar gelmesini istemez. Böylece bilimin söylediğinin, kanunların emrettiğinin dışına çıkmaz. Maddiyatın insani değerlerin önüne geçtiği yerde ise maalesef insani eğitimden söz edilemez. Çünkü maddiyata odaklanmış insanlar kolaylıkla dürüstlükten vazgeçip kendi menfaatleri için aldatma enerjisi verirler.

İnsanların yaptıklarını denetlemek için zaten kanunlar var. Eğer işini gerektiği gibi yapıyorsa tamam, yapmıyorsa hukuk sistemi cezasını verir. Örneğin işyerinde denetim yapılacağını öğrenen kimi işletme sahipleri hemen telaşa kapılırlar, denetimde bir eksiklik çıkarsa diye. Hâlbuki iş düzgün yapmış ise korkacak, telaş edecek bir şey yoktur. Gönül rahatlığı ile “Gelsin,” derler.

Bir de bireysel olarak içimizdeki denetim mekanizması var ki o da vicdandır. Örneğin evinde bir başkasına yemek veya pasta yapan bir kişi eğer vicdanı varsa malzeme seçiminde dürüst davranır, bayatlamış ya da son kullanma tarihi geçmiş malzemeleri kullanmaz. O kişi bunu yaparken bilim veya kanun emrettiği için mi yapıyor? Hayır. Vicdanı emrettiği için. O yemeği veya pastayı götürdüğü kişi kullandığı sebzenin taze olup olmadığını veya pasta malzemesinin tarihinin geçip geçmediğini biliyor mu ya da biri gelip bunları denetliyor mu? Yiyeceği hazırlayan kişi sadece kendi vicdanı ile baş başa kalıyor. Vicdanı olan bir insan hiçbir canlıya bilerek zarar vermez. Nefsine yenilmez.

Tıpkı bu örnekte olduğu gibi vicdanlı insan günü kurtaracak, fazla para kazanacak diye işini düzgün yapmaktan vazgeçmez. Yasadan önce vicdanının sesini dinler.

İşte bunun ne zaman farkına varıyoruz? Büyük acılar yaşadığımızda. Oysa yukarıda bahsettiğim örnekten hareketle diyebilirim ki gerçekte bir kişiye verdiğiniz zarar ile on kişiye verdiğiniz zarar arasında hiç fark yok. Çünkü bugün bir kişiye zarar verilir, yarın on kişi, öbür gün bakarsınız binlerce kişi olur.

Aslında meselenin özü her insanın kendi insanlık eğitimi yüzleşmesidir. Bu yapıldığı zaman olay çözülecek.

İçinizde vicdan varsa sadece canlılara değil hiçbir şeye zarar vermezsiniz. Evinizin dışındaki herhangi bir mekânda da evinizdeymiş gibi hassasiyetlerinizi sürdürürsünüz. Örneğin otelde kalıyorsunuz ya da iş yerinizdesiniz. Ortam aydınlık olduğu hâlde elektrik gereksiz yere açık ise kapatırsınız veya bir musluk bozulmuş, su boş yere akıyorsa hemen ilgililere haber verirsiniz. “Boş vereyim, benim işim mi?” demezsiniz. İşte insani eğitimin sonuçlarından biridir bu: Duyarlı olmak. Sadece bizi ilgilendiren durumlar karşısında değil her zaman, herkes ve her şey için gerekli duyarlılığı göstermek.

Hep konuştuğumuz konulardan biri de merhamet. Merhametli insan evrendeki yaratılmış hiçbir canlıya zarar vermez, zarar görmelerine neden olacak eylem ve davranışta bulunmaz. Aksine o canlıları zarar görmesin diye korumaya alır, sahiplenir. Zor durumda bir canlı gördüğünde de hemen merhameti ile elinden geldiği kadar yardım eder. Kendini düşünüp “Nasıl olsa ben rahatım, başkası yapsın,” demez, imkânları ölçüsünde yapabileceği ne varsa yapar. Bu noktada yalnızca merhamet değil, vicdan ve duyarlılık da devreye girer.

İnsani eğitimin bir unsuru da empati kurmaktır. Türkçe ifadesiyle “duygudaşlık”, “başkasının yerine kendini koyabilmek”. Başkasının yaşadığı acıları, içinde bulunduğu zor şartları içinde hissetmeyenlerin o acıları anlaması olanaksızdır. İnşaatı yapan müteahhit ve onun denetleyen mühendisler veya imar için imza veren kişiler, bir gün kendilerinin de deprem gerçeğiyle yüzleşip enkaz altında kalma risklerinin bulunduğunu akıllarından çıkarmazlarsa işlerini düzgün yaparlar. Ne sağlam olmayan zeminde yapılaşmaya izin verirler ne de kötü malzeme kullanırlar. Yalnızca deprem değil yangın, sel gibi her türlü afette insan evsiz kalabilir. Bunu unutarak depremzedelerin taşınacağı konutların kiralarını fırsatçılıkla gerçek değerinin üzerinde artıran ev sahiplerinin de empati yoksunu oldukları söylenebilir.

İnsani eğitimin unsurlarından bir veya birkaçı eksik olduğunda ne yazık ki yanlış yollara sapılıyor ve yanlış işler yapılıyor. Bu her sektör için hatta hayatın tüm alanları için geçerli. Örneğin aynı şekilde hastasına bakan doktor o hastanın maddi imkânlarına bakmadan o hastadan para kazanmak için gereksiz tahliller istiyorsa ya da ilaç tedavisiyle sonuç alınabilecekken ameliyat yapıyorsa o doktorun dürüst ve vicdanlı olduğu söylenemez.

Hemen hepimizin yaşadığı bir durumu örnek vereyim. Bir işimizin olması için devlet dairelerine başvururuz. Bir tanıdığınız yoksa işiniz uzar gider. Eğer tanıdığınız varsa işiniz hemen hallolur. İşte çifte standart! Aynı şekilde yaptığınız bir projeye belediye onay vermez, yanlış bulur fakat kendi arkadaşının veya menfaat sağladığı birinin projesini uygular. Oysa dürüstlük şartlara ve kişilere göre esneyebilen bir kavram değildir. Dürüst insan şartlar ne olursa olsun doğru olan ne ise onu yapar.

Daha başka bir örnek ile insani eğitime bakmaya devam edelim. Kendi adına işyeri açan kişinin, daha önce çalışanı olduğu işyerinin müşteri portföyüne ilişkin bilgileri de beraberinde götürmesi ve bunu eski işyerinin adını kullanarak ticari bir kazanca çevirmesi sizce ne kadar dürüst ve etik bir davranıştır? Oysa müşteri o elemana değil o firmanın ismine ve o işi kurana geliyor. Bunun ilgili tanık olduğum bir örneği anlatayım. Sprituel ile uğraşan bir kişinin kendi mekânı var. Yanında maaşlı iki kişi çalışıyor. Gelen danışanlarına artık işi kendisinin yapmadığını, eğitim verdiği çalışanlarının yaptığını söylüyor. Danışanlar tabii ki firmanın güvencesi altında iki kişinden birini seçiyor danışmanlık almak için. Sonra bu iki çalışan işten ayrılıp kendi mekânını açıyor. Yaptıkları ilk iş ayrıldıkları işyerine gelen danışanların her birine mail, telefon ve sms ile ulaşmak oluyor. Amaçları eski patronlarının danışanlarını kendilerine çekmek. Tanık olduğum bu durum karşısında sessiz kalamadım. Neden böyle davrandıklarını sordum. Yanıtları da davranışları gibi dürüstlükten uzaktı: “Bizde kayıtlı olduğu için gelmiştir mesaj.” Kendilerini tanımayan eski patronlarını bilen insanlara da gittiğini söylemekle yetindim. İşte burada da insani eğitim yetersizliğinden söz edebiliriz. Bu kişilerin yaptığı iş ne kadar doğru olabilir ki? Kendi işini kurabilir, saygı duyulacak hatta takdir edilecek bir durumdur bu. Fakat ekmeğini yediği kişinin danışanlarını almaya çalışmanın izah edilir yanı yok.

Her yazımda söylediğim ve belki okumaktan sıkıldığınız bir cümleyi tekrarlayacağım: İnsan önce başkasını suçlamak yerine kendiyle, insanlık eğitimi ile yüzleşmelidir.

Kimse bilimi inkâr edemez. Ama şu ince çizgiyi unutmamak gerekiyor. İnsanlık eğitimi almış bir insan her zaman ahlaklı ve erdemli olarak yaşar. Hangi işi yaparsa yapsın yaşadığı sürece evrendeki hiçbir canlıya manevi ve maddi olarak zarar vermez.

Yol insanlıktan geçer.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

İÇİN MUTLU İSE

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz. Birçok insan mutluluğu hep dış etkenlere bağlar. Kendi içindeki mutluluğu yakalamaya ve ortaya çıkarmaya bir türlü çalışmaz. Mutlu olmak için hep bir isteği olur. İstekleri arttıkça yerine gelmesi güçleşir. Bu döngü böyle devam eder. Dış etkenlerle elde ettiği mutluluğun geçiciliğini göremediği için o etken ortadan kalktığında sarsılır ve daha derin bir mutsuzluk yaşar.

Bir söz vardır: “Öldükten sonra unutulmak istemiyorsan ya okunmaya değecek bir şeyler yaz ya da yazmaya değecek bir şeyler yap…”

Şimdi sizi hikâyemizle baş başa bırakıyorum.

MUTLULUK

Haşmetli bir kral, hayatının mutsuz bir döneminde, maiyeti ile şehirde bir sabah yürüyüşüne çıkar. Sokakları dolaşırken insanlar arasında bir dilenci görür, hâline çok üzülerek yanına yürür.

“Dilenci! Dile benden ne dilersen! Bir kereliğine dileğini yerine getireceğim.”

Oysa dilenci alelade bir dilenci değil, kralın çocukluğunda öğretmenliğini yapan ve bazı gerçekleri söylediği için saraydan atılan akıl hocasıdır. Son bir ders vermek ister kendisini tanıyamayan kralına.

“Majesteleri, affedersiniz, saygısızlık olarak algılamayınız ama büyük konuşuyorsunuz. Sizin de gerçekleştiremeyeceğiniz dilekler, şeyler olabilir.”

Kral, gururuna yediremez ve öfkelenir: “Sen kimsin ki bana bunu söylüyorsun be adam! Ben kudretli bir kralım, her şeyi yapabilirim. Sen dileğini söyle de gör bakalım gerçekleştirebiliyor muyum?”

“Nasıl isterseniz Kralım. O zaman elimde tuttuğum bu çanağı servetle doldurunuz.”

Kral hemen vezirlerine buyurur, vezirler yanlarındaki büyük keselerden çanağa altın dökmeye koyulurlar. Ne var ki çanak altınla doldukça aynı anda boşalır, içine dökülen altınları yok eder. Altınlar, elmaslar, yakutlar ve zümrütler, derken gümüşler ve bakır sikkelerle kral hırsından elindeki bütün hazinesini çanağa döktürmüşse de nafile! Çanak yeni altınlar beklercesine karşısında yine bomboş durur. Kral, sonunda mağlubiyeti kabul ederek “Sen kazandın dilenci. Çanağı dolduramadık. Ama sana bir sorum var, bu çanak neden yapılmış? Yani hammaddesi nedir ki?” der.

Dilenci, sorulmasını beklediği soru karşısında gülümseyerek ve vakur bir biçimde cevap verir:

“Bu çanak, Majesteleri, insanoğlunun istek ve ihtiyaçlarından yapılmıştır. İnsan, hiçbir zaman sahip olduğuyla yetinmez, hedeflediği ve hayal ettiği her şeyi elde ettiği anda, zihni onu unutturur, uzaklaştırır ve yeni istekler ve ihtiyaçlar yaratır kendine. İnsan aklı, mükemmel bir hizmetkâr olsa da berbat bir efendidir. Bu yüzden, zihnine inanarak mutluluğu dışarıdaki isteklerinde arayan insanoğlu asla tam olarak mutlu olamaz. Sizden dileğim, mutluluğu kendi içinizde aramanızdır.”

Mutluluk, uzak bir tepenin üzerindeki mis kokulu gül bahçeleri içinde inşa edilmiş bir sırça köşk değildir. Mutluluk, hayat yolunun atomu olan ve ismine “an” dediğimiz en küçük zaman dilimlerinin, yani gerçekte var olmayan o sırça köşke giden yolun ta kendisidir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ÇOCUKKEN ÖĞRETİLEN GÜZEL ALIŞKANLIKLAR

Anılarıma kaldığım yerde devam ediyorum.

Her geçen gün hem ruhen hem fiziksel olarak büyüyen çocuk yine elindeki anahtarı ile sandık başına geçip kilidi açıyor ve bir anıyı daha serbest bırakıyor.

Okulun tatile girmesine bir hafta kalmıştı, dördüncü sınıfı bitirip beşinci sınıfa geçecektim. En büyük sevincim ilkokulun bitmesine bir yıl kalmasıydı. Diğer taraftan bir üzüntüm vardı; kardeşim geçirdiği rahatsızlıktan dolayı bir sene okula gidemediği için onun ilkokuldan mezun olmasına daha iki senesi vardı. Ben mezun olunca yalnız başına okula gidip gelecekti. Oysa biz her zaman birlikte gidip geliyorduk. Okul çıkışında yürürken ya da serviste gün içinde yaşadıklarımızı konuşarak eve gidiyorduk. Tabii bu bir alışkanlık hâline gelmişti. Ama güzel bir alışkanlıktı çünkü yaşadıklarımızı birbirimizle paylaşıyorduk.

Bir alışkanlığımız da akşam yemeklerinde ailece sofrada olmaktı. Babam ve annem, tek başımıza olsak bile masada yememizi isterlerdi. Yiyeceği elimize alıp ayakta ya da koltukta oturarak yememize izin vermezlerdi. Bir sofra düzeni olduğunu öğretmişlerdi bize. Bir bisküvi bile olsa annem masada oturup yememizi söylerdi, “Ayakta yediğiniz zaman ister istemez yere kırıntı dökülüyor,” derdi. Ayrıca yiyeceğin önemli ve kutsal olduğunu, eve bereketini getirdiğini de öğretmişlerdi. Tabağımıza konulan yiyecekleri bitirmemize çok önem verirlerdi. Böylece tabağımıza yiyebileceğimiz kadar yemek almamız gerektiğini öğrenmiştik. Bizim evde herhangi bir yemeği beğenmemezlik de yapılmazdı, annem ve babam bunun yemeğe hakaret olduğunu söylemişlerdi. Tabakta yemek bırakarak çöpe gitmesine ve bu şekilde israf edilmesine ikisi de çok karşı çıkıyordu. Annem, eve gelen bir meyve veya sebzenin çürümesine ve çöpe gitmesine hiçbir zaman izin vermezdi. Bu bizde de alışkanlık olarak kaldı.

Babamın işten eve geldiği zaman anneme, “Nasılsın? Günün nasıl geçti?” demesi, evimize telefon bağlandıktan sonra gün içinde iş yerinden birkaç kere annemi arayıp gününün nasıl geçtiğini sorması sevdiğim alışkanlıklardı.

Ailemizdeki en önemli alışkanlıklardan biri de kendimizin dışındaki aile bireylerine gelen mektupları açmamaktı. Ağabeyim ortaokuldaydı, yurt dışında yaşayan bir arkadaşı ile mektuplaşıyordu. O zamanlar mektup arkadaşlığı vardı. Yabancı ülkelerde yaşayan insanlarla mektuplaşılırdı. Ağabeyim, hem İngilizcesini ilerletmek hem de arkadaşlık yapmak için mektup arkadaşı edinmişti kendine. Postacı mektubu getirdiğinde annem doğrudan ağabeyimin çalışma masasının üstüne koyardı. Ben ve kardeşim, kimden geldiğine bile bakmazdık. Çünkü annem ve babam, en yakınımız, kardeşimiz bile olsa hiçbir zaman özel eşyalarına izinsiz bakılamayacağını ve karıştırılamayacağını öğütlemişlerdi.

Evimizdeki güzel bir alışkanlık da çiçeklerdi. Annemin çiçekler konusunda çok ayrı bir merakı vardı, çiçek yetiştirmeyi çok severdi ve özen gösterirdi. Çiçekleriyle konuştuğuna çok şahit oldum. “Onlara sevgimi aktarıyorum konuşarak,” derdi ne yaptığını sorduğumda. Salonun büyük bir kısmı annemin özellikle her renkten menekşeleri ile doluydu, sarmaşık ve kauçuk da vardı. Salonun ortasında bir kolon vardı ve annem o kolana sarmaşık sarmıştı. Kauçuk ise öylesine büyüktü ki bir ağaç gibi görünüyordu. Salonun bir kısmını resmen çiçek bahçesi yapmıştı. Gelen misafirler anneme, “Ne güzel çiçek yetiştiriyorsun. Bizde böyle olmuyor,” diyorlardı, o da yetiştirdiği çiçeklerin bir kökünden mutlaka veriyordu kendilerine. Evde çiçek olmasını babam da severdi, rahatsız olmazdı.

Ben en çok evde kokan çiçek olmasını seviyordum. Ablam üniversitede okuyordu, okuldan gelirken nergis, sümbül, yasemin, frezya gibi güzel kokulu çiçekler alıp getirirdi. İkide bir gidip onları koklamak benim için büyük bir mutluluktu. Tabii ki ablam okuldan dönerken başka şeyler de alıp geliyordu, o anda evin bir ihtiyacı varsa annem söylüyordu. Fakat çiçeği kendi içinden gelip de alması başka bir anlam ifade ediyordu. Bu çiçek alışkanlığı hep devam etti. Böylece daha o yaşlarda evde çiçek olmasının özellikle de güzel kokulu çiçeklerin yaşanan mekâna farklı bir enerji verdiğini ve güzellik kattığını hissetmiş, kavramıştım. Bir çiçek solduğunda ablamın yenisini alıp getireceğini biliyordum. 

İnsan çocukluk zamanında edindiği alışkanlıkların büyüyünce devam ettiğini görüyor. İyi veya kötü fark etmez, alışkanlıklar devam eder. İyi alışkanlıklara sözüm yok ama kötü alışkanlıklardan kurtulmak gerekir. Bazen deriz, “Çocuk aileden ne görürse öyle büyür.” Tabii ki aileden gördüklerini hayatına uygular. Fakat bazen aileden görmez kendini yetiştirir ve aileden aldığı olumsuz bir alışkanlık da varsa değiştirir. İşte bu da çocuğun kendi üzerinde farkındalığı ile başlar. Aslında “Ağaç yaşken eğilir” sözü boşuna söylenmemiş. Çocuğa küçükken olumlu alışkanlık kazandırılırsa büyüdüğünde kendine ve etrafa zarar vermez.

Gün içinde yaşadıklarını paylaşmayan birbirlerine “Günün nasıl geçti?” diye sormayan aileler var. İşte bu iletişim bozukluğudur ve birbirine değer vermemektir. Bu iletişimsizlik giderek paylaşımı azaltıyor maalesef.

Çocuklar alışkanlıklarını unutmazlar.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com