DOĞAL TAŞLARLA GELEN ŞİFA-1

Sevgili okuyucularım, bu aydan itibaren her ay doğal taşların özellikleri, niçin, nasıl ve hangi çakralarda kullanıldığı bilgisini sizlerle paylaşacağım. Bugün hangi doğal taşı almalıyım ve bu doğal taşlar niçin kullanılır, diyenler için Hasan Kocabaş’ın 2006’da Mozaik Yayınları’ından çıkan “Şifalı Taşlarla Sağlıklı Yaşam” adlı kitabı ile www.sertmineral.com sitesinden derlediğim bilgileri paylaşıyorum.

İşlenmemiş, toprağın altında olduğu hâliyle kalmış taşlara doğal taş denir. İşlenmemiş taşlar kendi titreşimleri ile enerji yayarlar. Doğal taşlar enerjilerini kaybetmezler yani bir nevi ölümsüzdürler. Çok eski zamanlardan günümüze kadar birçok medeniyet taşların enerjilerinin şifa kaynağı olduğuna inanmıştır.

Onlarca çeşit doğal taşın farklı özellikleri ve etkileri olduğu söylenir. Bu taşlardan bazıları değerli, bazıları da yarı değerlidir. Binlerce yıllık geçmişe sahip doğal taşlar, eski çağlarda iyileştirici özellikleri sayesinde tedavi amaçlı sıkça kullanılıyordu.

“Doğal taşlar ne işe yarar?” sorusunun yanıtı ise aslında çok kapsamlı. Her doğal taşın farklı bir özelliği ve iyi geldiği konu var. Doğal taşların faydalarına genel olarak değinmek gerekirse, taşıyan kişiye pozitif enerji verdiği, iyileştirici, zihin rahatlatan ve huzur veren bir etkisi olduğu biliniyor. Doğal taşların enerjilerinin direkt olarak bedenimize etki ettiği düşünülür.

Doğal taşları sürekli üstte taşımak ve enerjisinden faydalanmak için takılarda kullanmak sık tercih ediliyor. Bunun dışında avuca sığacak büyüklükteki doğal taş parçalarını da meditasyon yaparken kullanabilirsiniz. Özellikle çakraları açmada çok faydalıdır ve gerçek faydayı elde etmek için de düzenli kullanılması gerekir. Bir kez meditasyonda kullandıktan sonra bir ya da iki ay ara verdiğinizde beklediğiniz sonucu alamazsınız. Bir de kullanılan doğal taşlar taklit değil gerçek olmalı. Küçük bile olsa hakiki olması gerekiyor. Sadece ev dekoru olarak kullanmak da mümkündür fakat en güzeli enerjilerinin bedenimize direkt etki etmesidir. Özellikle meditasyon yaparken mutlaka kullanılmasını tavsiye ederim.

Doğal taşların temizliği ya akan suda ya 12 saat toprağın üstünde bekletilerek ya da dolunay zamanlarında ay ışığına bırakılarak yapılır. Bazı doğal taşlar suda çözündüğü için suya değdirmemeye dikkat etmek gerekiyor. Bazı doğal taşlarda ise kendi kendini temizleme özelliği vardır.

 AGAT

Agat, kalsedon grubunda birçok çeşidi olan bir taştır. Agat “achat” ismini Sicilya’da bulunan Achates Nehri’nden almıştır. Doğada çok bulunan taşlardan biri olmasına rağmen renklerindeki ve halkalarının dağılımındaki çeşitliliğin sınırsızlığı nedeniyle her zaman aranılan taşlardandır. İsa’dan önce üç bin yılından beri bilinmektedir. Yüzyıllardır Hindistan’da mücevher yapımında kullanılmaktadır. Agat taşı genel olarak uzun ömür ve mutluluk simgesidir. Günlük stresi alır. Vücudumuzda gerginlik hissettiğimiz bölgelere uyguladığımızda sıcaklık hissi verir, bu bölgelerdeki ağrıları gidermek için de kullanılır. Cilt hastalıklarında, böcek sokmalarında, cilt enfeksiyonlarında problemli bölgeye direkt olarak uygulanması ile faydalanılır. Cinsel gücü artırıcı özelliği vardır. Kemik ve diş yapısının kuvvetlenmesine yardımda bulunur.

Mavi Dantelli Agat

Anahtar kelimeler: İletişim, güven, berraklık

Element: Su

Çakra: Boğaz çakrası

Boğaz çakrasının güçlü olarak çalışmasına yardımcı olur, bu çakradan gelen enerjiyi güçlendirir. Diğer agatlar gibi yavaş ve istikrarlı bir şekilde çalışır. Gece boyunca gördüğümüz rüyaların gerçekleşmesine yardımcı olamaz belki ama rüyalarımızdaki gibi bir hayata sahip olabilmemiz için hayatımızı pozitif yönde etkiler. Mavi dantelli agata “diplomat taşı” denir. Eski çağlarda, senatoya giren diplomatların konuşma yapmadan önce bu taşı yalayarak kekelemeden, akıcı bir şekilde konuşmalarını yaptıkları anlatılmaktadır. Bu yüzden kendisini ifade etmekte zorlanan kişilerin akıcı konuşabilmek için bu taşı takmaları faydalı olacaktır. Aynı zamanda üçüncü göze tutarak bilinçaltımızda bulunan düşünceleri yatıştırıp teskin etmeye yardımcı olur. Mavi dantelli agat, boğaz ağrısı, farenjit ve boğaz bölgesindeki iltihaplanmaların tedavisinde yardımcı olur.

Dendritli Agat

Anahtar kelimeler: Büyüme, gelişme ve içsel çalışma yoluyla bilgelik

Element: Dünya

Çakra: Bütün çakralar

Bedensel ve zihinsel yönden kuvvetlendirici özelliğe sahip olan agat taşı, taşıyan kişiyi tehlikelerden korur. Bunun yanı sıra uykusuzluğa, korkaklığa, karabasana, nazara iyi gelir ve metabolizmanın düzgün bir şekilde çalışmasına yardımcı olur.

Ateş Agat

Anahtar kelimeler: Canlılık, cinsellik, yaratıcılık

Element: Ateş

Çakra: Kök çakra ve solar pleksus

Kişinin yaratıcılık özelliğini etkin bir şekilde kullanabilmesine, yaratıcı fikirlerini uygulamaya koyabilmesine ve bu fikirleri ifade etmesine yardımcı olur. Kişinin yaşama sevinci taşımasına ve bazı konularda risk alabilmesi için cesaret vermeye yardımcı olur. Aynı zamanda özellikle kök çakraya hitap ettiği için kısırlığa faydalı olduğuna inanılır, “sonsuz gençliğin taşı” denir.

Yosunlu Agat

Anahtar kelimeler: Kararlılık, sebat, topraklama

Element: Toprak

Çakra: Kalp ve kök çakra

Herkes için faydalı özelliklere sahip bir taştır. Fiziksel etki alanı içinde bulunduğu çevreye denge ve kararlılık ile ilgili olumlu enerjiler yayar. Kişinin kendine güvenini artırır, kararsız kişilere faydalı olur. Bu taş ile ilgili olarak tek bir cümlede şunu söyleyebiliriz, “Yavaş ve emin adımlarla içinde bulunulan yarışta başarılı olunur.” Kişinin algılarını açar.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KENDİ BAHÇENİ GÜZELLEŞTİR

“Kendine bak kendine./Özüne. Sözüne. Benliğine./İlgilenme kimseyle./Kim ne yemiş, ne giymiş/Bundan sana ne/Sen kendini besle/Bilgiyle./Sevgiyle./ Merhametle/Ancak o zaman ulaşırsın/İnsan olmanın erdemine.”

Can Yücel veya Hz Mevlânâ’ya ait olduğu yaygın kanısına karşın T.Tuğba Baş’a ait bu güzel dizeler. Sözün sahibi yanlış bilinse de anlattığı şey gerçek.

Çoğu insan kendi bahçesine bakmadan başkalarını yargılar, alay eder, suçlar ve eleştirir. Bu hakkı kendinde görür. Çünkü bu, en kolay yoldur. Başkalarının, giyim kuşamını, dış görünüşünü, konuşmasını veya başka şeylerini diline dolayıp eleştiren ve kusur arayanlar dönüp kendi içlerine bakmalıdırlar, bahçeleri nasıldır? O bahçede hiç eksik bir şey yok mu? Tamamlamak için ne yapıyorlar?

Sürekli başkaları ile uğraşan, eleştiren ve yargılayan insan ya mutsuzdur ya kendisindeki yetersizlik duygusunu örtmeye çalışıyordur ya da kibirlidir. Başkasının insanlığını eleştiren, yargılayan önce kendine dönüp “İnsanlık bende var mı?” diye sormalı. Kırıcı söz söyleyen birinin hakkında rahatlıkla yargılayıcı yorum yapan insan durup düşünmeli “Ben hiç kalp kırdım mı?” Başkasını yalan söylemekle suçlarken emin olmalı “Ben kaç kere yalan söyledim? Her zaman dürüst müyüm?

Çoğu kez tanık olmuşsunuzdur, iş yerinde insanlar ne zaman boş vakit bulsalar hemen toplanıp başkalarının hayatlarını konuşurlar. Hakkında konuştukları kişi bazen patronları olur bazen arkadaşları bazen de komşuları. Ama konuşmalar hep aynıdır hep de yargılama ve eleştiri içerir: “Onun o kadar malı varmış, bankada parası varmış.”, “Biliyor musun o çok zengin, yedi sülalesine yetecek kadar malı var.”, “O en son şu arabayı, şu yatı almış.”, “O çok şımarık.”, “O çok görgüsüz.”, “O kültürsüz.”, “O okumamış.”, “O, bir yer görmemiş.”, “Onun çocuğu saf(!) biraz.”, “O üç evlilik yapmış, inanabiliyor musun?”, “O ne kadar sık sevgili değiştiriyor.”, “O ot gibi yaşıyor.”, “Hayatında hiç sevgilisi olmamış.”, “O dünyadan bihaber.” Liste böyle uzayıp gider. Böyle insanlar başkalarının hayatlarını kontrol edip, kıyaslayıp uğraşmaktan kendi hayatlarındaki mucizelerin farkında olmazlar.

Yargıladığınız insan size bir rahatsızlık vermişse veya saygısızlık yapmışsa tabii ki kendinizi savunursunuz; sevgi dolu bir üslupla sınırınızı koyarsınız fakat yargılamak, eleştirmek yersizdir. Kim ne yaparsa kendi için yapar. Başkalarının hayatıyla uğraşan insan, kendisi için, eksiklerini tamamlamak için bir şey yapmamış, zamanını boşa harcamış olur. Oysa koşullar nasıl olursa olsun, kaç yaşında olursa olsun her insanın kendini yetiştirmesi ve evrimleşmesi için fırsat vardır.

Zaten kendini geliştirmek isteyen, başkasının ne yaptığına bakmaz; nasıl yaşıyor, nereye gitmiş, özel hayatı nasıl, sosyal hayatı nasıl, bunlarla ilgilenmez. Yalnız burada ince çizgiyi belirtmek isterim. Bir insan üzüntüsünü, sıkıntısını ya da özel hayatını sizinle paylaşmak isterse o zaman dinlersiniz, yardımcı olmaya çalışırsınız ve eğer sorarsa konuyla ilgili düşüncelerinizi söylersiniz.

Kimse “Bende eksik bir şey yok.”, “Ben mükemmelim.” diyemez. Çünkü insanın yaşadığı sürece bilgiye ve kalbini sevgiye açmaya ihtiyacı bitmez. Mevlânâ der ki:

“Her sanatın önü bilgidir, ondan sonra amel gelir. Bu suretle de amel, bir müddet mühletten, yahut ecelden sonra fayda verir.

Ey akıl sahibi, sanata çalış, fakat o sanatı, ehil olan kerem sahibi ve temiz bir kişiden öğren.

Bir adam tabak olsa da tabaklık sanatını yaparken kirli bir hırka giyse bu hırka, onun zenginliğini, ululuğunu azaltmaz ki.

Demirci, demir döverken yırtık pırtık bir elbiseye bürünse halk yanındaki itibarı eksilmez ki.

Şu hâlde kibir elbisesini bedeninden çıkar. Bir şey belleyip öğrenme hususunda aşağılık bir elbiseye bürün.

Bilgi sahibi olmanın yolu sözledir. Sanat bellemenin yolu işle.

…” (Mesnevi, 5/1055-1060)

Herkes kendi bahçesinin bakımından sorumludur ve ne ekeceği o bahçede ne görmek istediğine bağlıdır. Gül görmek istiyorsa gül ekmeli, bir tane gül açıyorsa “İkinci gülün açması için ne yapmalıyım?” diye bakmalı, ikinci gül açtığında üçüncü gülün açması için bahçesini beslemeli. Ama gül açtırmak için bahçeyi önce kirlerden arındırmalı.

Bahçesinde sevgi ve şefkat olan insan başkasının bahçesini eleştirmez ve yargılamaz çünkü kendi bahçesiyle ilgilenirken başkasının bahçesine bakacak zamanı olmaz. Ama kendi bahçelerine bakmayanlar sürekli başkalarının bahçelerini eleştirirler, alay ederler. Hâlbuki onu yaparken kendi bahçelerindeki hikâyeyi kaçırırlar. Üstelik o hikâyenin de nasıl biteceğini bilmiyorlar. Karma der ki: “Kimsenin hikâyesine gülme, alay etme; daha sen hikâyenin sonunu bilmiyorsun.”

İlk önce kendi özümüze, sözümüze ve benliğimize sahip çıkmalıyız. Kendimizi durmadan geliştirmeye, okumaya ve çalışmaya devam etmeliyiz. Bahçemizi öyle bir hâle getirmeliyiz ki ürünü sadece sevgi, hoşgörü, vicdan, merhamet, şefkat olsun, mucizeler yeşersin.

Unutmayın, dolu insan kendi ile boş insan başkasıyla uğraşır. Bugün kendinize bir iyilik yapın ve şu iki soruyu sorun: “Günümün ne kadarını başkalarının hayatına kafa yorarak heba ediyorum? Kendimi geliştirmeye ne kadar zaman ayırıyorum?”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

YAŞLILARIN BİLGELİĞİ

Sevgili okuyucularım, anılarıma kaldığım yerde devam ediyorum. Yaşananlar her yaşta farklı izler bırakıyor. İnsan yaş aldıkça, olaylara bakışı değiştikçe izlerin ruhta bıraktığı derinlik de değişiyor. Önemli olan bu izlerin büyürken karakterimize nasıl yön verdiği, nasıl bir yetişkine dönüştürdüğü? Değişimimiz olumlu mu olmuş olumsuz mu, özümüzden uzaklaşmış mıyız?  Çocuk tekrar sandık başına geçip anahtarı çevirdi, bir anıyı daha serbest bıraktı.

Hep deriz ya insan kendini aslında çocukken belli eder, diye. Ben de daha çocukluğumda hayat hikâyeleri dinlemeye bayılırdım.

İlkokul dördüncü sınıfa devam ederken en çok hoşlandığım şeylerden biri radyoda çocuklara yönelik piyesleri dinlemek ve hayat bilgisi ile ilgili yayınları takip etmekti. O piyeslerde anlatılan hikâyelerde ailelerin yaşadıkları, çocukların anne ve babalarıyla konuşmaları, dedeleri, anneanne ve babaanneleri ile diyalogları, hayat ile ilgili öğretici dersler vardı. Aileler, çocuklarına hatalarını nasıl düzeltebileceklerini öğretici biçimde anlatıyorlardı, konuşmalar hep sevgi doluydu. Büyükanne ve büyükbabaların köy yaşantısı anlatılıyordu, zihnimde güzel köyler ve mutlu insanlar canlanıyordu hep. Öyle severdim ki dinlemeyi, sabırsızlıkla piyes saatini beklerdim. Dinlerken de kendimi kaptırır radyonun başından ayrılmak istemezdim. O sırada servis gelirdi ama ben sırf piyes yarım kalacak diye üzülür, okula gitmek istemezdim. Anneme, “Servis beş dakika daha beklesin.” derdim. Hatta annem servisin bekleyemeyeceği uyarısı yaptığında “O zaman servis gitsin, ben tek başıma giderim,” diyerek direttiğim de olurdu. Sonunda zorla da olsa radyodan yükselen sesleri ardımda bırakıp servisle okula giderdim. Oysa benim için dinlediğim o piyesler matematikten, diğer derslerden daha önemliydi. Çünkü insanların nasıl yaşadıklarını öğrenmek istiyor, önemli buluyordum. Bugün hâlâ biyografi ve otobiyografi okumayı severim.

Babam ve annem Malatya’da doğmuşlar, çocukluk yıllarını ve ergenlik yaşlarını Malatya’da geçirmişler. Babam bize sevgisini verirken öyle sık sık öpmez, sarılmazdı. Ama hep başımızı okşardı ve oradan sevginin aktığını hissederdim. Gerçi sarıldığında ya da öptüğünde de o sevgiyi hissediyordum ama dedim ya daha çok başımızı okşardı ve ben babamın sevgisini yüreğimde hissederdim. Gezdirmeyi de severdi babam. Birlikte gezdiğimizde çok mutlu olurdum.

Annemin sevgisini aktarış biçimi babama göre daha farklıydı. Annem bize duygularını ve düşüncelerini hep açık olarak gösterirdi. Bize nadiren kızardı, o da evde futbol maçı yaptığımızda gürültüden komşular rahatsız olacağı içindi. Öyle ders çalışma konusunda veya başka nedenle sıkmazdı. Sadece odamızı toplamak konusunda sıkı kuralları vardı. Çünkü annem her şeyin düzenli, temiz ve yerli yerinde olmasını isterdi. Dağınıklığı sevmezdi. Babam da öyleydi ama annem bu konuda daha dikkatliydi. İlerlemiş yaşına rağmen bugün hâlâ tertiplidir. Annemin sevgisi babama kıyasla hemen anlaşılırdı çünkü açık olarak gösterirdi. Ablam annemle arkadaş gibiydi.

Radyodaki piyesleri birlikte dinlerdik. Tabii bu piyesler anneme çocukluğunu hatırlatırdı. O da bize kendi çocukluğunu, yaşadıklarını, mahalledeki arkadaşlarını, anneannemi, dedemi anlatırdı. İnsanların yaptığı hatalardan söz eder ve düzeltmek için ne yapılması gerektiğini de söylerdi. Annemin çocukluk anılarından bende iz bırakan şey, kendi amcasının eşi yani yengesidir. Yalnız ben kendisini hiç görmedim, 105 yaşında vefat eden büyük yengenin sadece fotoğrafını görmüştüm. Bu yazımda da bu fotoğrafı paylaşıyorum.

Annem yengesinden şöyle bahsediyordu: “Sessiz, sakin, hiç kimseye karışmazdı, kendi hâlinde bir insandı. Hiçbir zaman dedikodu yapmazdı ne komşularla ne gelinleriyle. Hep güler yüzlüydü, kendiyle barışıktı, gittiğimizde bizi çok iyi ağırlar, memnun etmek için ne yapacağını şaşırırdı. Bizi kendi çocukları gibi kucaklayıp sever, sevgisini içtenlikle sunardı. Bir melek gibiydi.”

Bu beni etkilemiştir. Çünkü örnek almayı severdim insanların iyi yönlerini. Zaten annem de bize hayattaki dersleri, hangi davranışın iyi hangisinin kötü olduğunu bunun için anlatırdı. Annemi dikkatlice dinler, o yengesiyle ne yaşamış ben iki yengemle ne yaşıyorum, yengelerim bize nasıl davranıyor, diye düşünürdüm. Daha o yaşlarda insanlardaki iyiliği ve kötülüğü ayırt edebiliyordum.

Annemi dinlemek hoşuma giderdi. Anlattıkları piyeslerdeki gibiydi. Mesela anneannem, babaannem ile anlaşamıyormuş ama yine de onu ziyarete gidiyormuş. Annem de “Gitme, hem anlaşamıyorsun hem de üzülüp dönüyorsun.” diyordu. Fakat o, annemi dinlemeyip gider sonra şikâyet eder, üzülürdü. Bize geldiğinde annem onu ikna edebilmek için yengesini örnek gösterirdi. Yengesinin ne kadar uyumlu ve huzurlu olduğunu, kimseye karışmadığını ve tartışmadığını hatırlatırdı anneanneme. Bize de “Şunu hiçbir zaman unutmayın, saygıyı yitirmeyin sonra üzülen siz olursunuz.” derdi annem.

Eski insanların yaşanmışlıkları bilgelikle doludur. Bunu gerek hikâyelerinde gerek kendi hayatlarını anlattıklarında görürüz. Bilge olmak için okumak da şart değildir. Bilgelik en başta sevgiden geçer. Eğer çocuk bu konulara açık ise dinlediklerinden gerekli dersleri alıp hayatına uygular. Bir öğretidir. Okullarda çocuklara bilgelik hikâyeleri ve iyi insan olmanın yolları gibi içeriklerle kişisel gelişim dersleri verilmesi gerektiğine inanıyorum. Çocuk bunu aileden aldığı gibi okul başladığında da öğretilmelidir. İleri yaşlarda çocuğun görgüsü, asaleti, kendisine ve etrafa nasıl davranacağı, topluma nasıl faydalı iyi bir insan olarak yetişeceği alacağı eğitime bağlıdır. Çünkü çocuk aileden görüp öğrendiğini ileri yaşlarda uyguluyor. En önemlisi de bilinçaltına iyi ve kötü olan her şeyi kaydediyor. Bilinçaltına yerleşenler iyi şeyler ise çocuk ileri yaşlarında buradan aldığı ilhamı hayata uygular. Tabii çocuğun içinde de öğrenme isteği varsa.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

RUH SEVGİYE AÇ

Yazılarımı yazarken o anda kendi aldığım rehberliğime göre yazıyorum. Bazı yazılar o anda yaşadıklarımın etkisiyle sıcağı sıcağına kaleme aldıklarımdır. Bunlardan bir tanesi de bugün yazdığım yazı sevgili okuyucularım.

Bir buçuk ay önce gittiğim tatilde deniz kenarında otururken beni çok etkileyen bir konuşmaya ister istemez şahit oldum. “Baba, teşekkür ederim, kesene bereket olsun.” Başımı çevirdim, bir baktım küçük bir çocuk. Babasına bunu söylerken yemeğini bitirmişti. Çok hoşuma gitti. Bir çocuktan böyle bir cümle duymanın şaşkınlığıyla annesine dönüp “Sizi çok takdir ettim.” dedim ve sohbet etmeye başladık. Oğlu henüz altı yaşındaymış. İki çocuklarına da bu terbiyeyi vermişler. “Biz iki çocuğumuza da kim olursa olsun size bir şey ısmarlarsa ya da bir hediye verirse teşekkür edip kazançlarının çoğalması için bu cümleyi söylemelisiniz, diye öğrettik.” dedi. Çok ince bir tavır bu, diye düşündüm. Belki o anda önemli olduğunun farkında olmuyoruz ama aslında bir çocuğun aileden aldığı sevgi, değer verme, görgü, asalet o kadar önemli ki. Bunların hepsi ileri yaşlarda ortaya çıkıyor. Sevgiyi, çocuğun babasına söylerken ki sesinde duydum, iki kardeşin bakışlarında gördüm.

Boşuna dememişler ağaç yaş iken eğilir, diye. Çünkü o ağacı zamanında eğmezsek ileri yaşlarda kendisine ve çevresine zarar verir. (Üzüntü olarak.) Çocukluklarında aile sevgisi almayanlar yetişkinlik döneminde hatalar yaparlar ve hem kendilerine hem de etrafa zarar verdiklerinin farkında olmadan yaşarlar. Asıl mesele ruhlarının sevgiye olan açlığını görememeleridir. Annelerinden alamadıkları sevgi ve ilgiyi sürekli başkalarında ararlar.

Duygusal ve sosyal ilişkilerde temel beklentileri ilgi ve sevgidir. Kadın ve erkek olarak ayırım yapmıyorum. Böyle insanlar sevgiye aç oldukları için kendilerinden istenen sevgiyi başkalarına aktarmakta da güçlük çekerler. Ben böyle insanlar için sevgi cimrisi, diyorum.

Sevgi açlığı olanlar çok çabuk âşık olurlar. Çünkü tek beklentileri ilgi ve sevgi. Onlara bunu verecek bir insanla karşılaştıklarında hissettiklerini aşk diye tarif ederler. Hemen evlenirler ya da birliktelik sürdürürler. Fakat bir süre sonra gerçekler ortaya çıkar. Karşı tarafın beklediği sevgiyi veremedikleri, değer ve güven de oluşmadığı için terk edilirler. Hele karşılarına çıkan kişiler de kendileri gibiyse, o ilişkinin yürümesi olanaksızdır ve biter. Sonra başka bir aşka yelken açılır, derken bir başkasına, bir başkasına ve hepsi hüsranla sonuçlanan bir kısır döngüde sevgi arayışı sürer gider.

Sevgi açlığı çekenler, hayatın her alanında yaşadıkları olumsuzlukları başka bir nedene bağlarlar ve insanları kötü olmakla suçlarlar. Örneğin, gerçekte hiç istemedikleri hâlde sivil toplum çalışmalarında yer almak için çabalarlar. Amaçları (diyelim ki bir dernek başkanlığına seçilmişlerse) topluma veya o derneğe hizmet değil herkes tarafından sevilmek, beğenilmek, ilgi görmektir. Zamanla ilk günlerdeki ilgi azalınca ya da kendilerinden beklenen görevleri yapmak zor gelince hemen insanlardan şikâyet etmeye başlarlar hatta o görevden kurtulmaya çalışırlar.

Sevgiye aç insanların özgüvenleri de yoktur. Sürekli övülmedikleri, takdir ve ilgi görmedikleri zaman kendilerini yetersiz hissederler. Bu yüzden de her ne yapıyorlarsa kendileri için değil başkaları için yaparlar.

Değersizlik hissi öyle işlemiştir ki içlerine, koşulsuz sevgi veren insanların sevgisi karşısında nasıl davranacaklarını bilemez, bu kez şımarırlar. Deyim yerindeyse kendilerini bulunmaz Hint kumaşı sanırlar. Hatta şımarıklıkları kibre dönüşür, başkalarının yaşamlarını yargılar, küçümser, alay eder, dedikodusunu yapar; kendilerine kötü karma yaratırlar, kendilerine zarar verirler. Bilmezler ki koşulsuz sevgi verenler sadece bu insanlara değil her canlıya o sevgiyi akıtıyor.

Sevgiye aç bir ruhu iki güzel sözle sevildiğine ikna etmek mümkündür. Özellikle anne sevgisini alamamış kişilerde durum böyledir, azıcık ilgiyi gerçek sevgi sanırlar. Aileden gelen sevgi eksikliği ile yüzleşememiş insanlar mutsuz ve huzursuz ruhlarının açlığını gidermek için ya hayatlarına çok insan alıp çok arkadaşım, dostum var, der ya aşırı yemek yer ya da aşırı alkol tüketir. En kötüsü de bir aile kurduklarında kendi çocuklarına bile sevgi aktarımında sorun yaşamalarıdır. Ama almadıkları bir şeyi vermelerini beklemek de haksızlık olur.

Bence bütün canlılar sevmeye ve sevilmeye ihtiyaç duyar. Sevgi eksikliği bilinç dışında yaşanan bir sorundur. Karşılıksız ve sınırsız sevginin bilinç seviyesinde ortaya çıkabilmesi ve farkındalık için önce sevgi eksikliğinin kaynağı bulunup, yüzleşilip şifalandırılmalıdır. Ancak bu şekilde kişinin kendisinden başlayarak sevgiyi alma verme dengesi kurulabilir ve beraberinde güven ve değer vermek gelir. Bu yüzden böyle insanlarla karşılaşıldığında yapılacak en güzel davranış yargılamak yerine yol göstermek, şifalanmalarına vesile olmaktır. Elbette kabul ederlerse. Etmezlerse tabii ki yapılabilecek bir şey yok.

Ruhu sevgiye doymuş bir insan, özgüveni olup başkaları tarafından beğenilmek, takdir edilmek, sürekli övülmek istemez. Sağlam ilişkiler kurar, ne istediğini bilir ve bunu net ve açık olarak söyler. Zaten karşısındaki insana da o enerjiyi verir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

SÖZLE DEĞİL YÜREKLE SEVMEK

Erich Fromm’un sevdiğim bir cümlesi var: “Önemli olan sözler değil davranışlardır. Sevdiğini söyleyen birisi yerine, sevgisini gösteren birisine inanın.” Bu böyledir. Birisine sevdiğinizi söylemekle bunu hissettirebilmek çok ayrı şeyler. Tam da bu yüzden davranışa yansımayan hiçbir şey gerçek değildir.

İnsanların sürekli ve en kolay söyledikleri cümle “Seni seviyorum.” Ağızlarından öyle kolay çıkıyor ki gerçekten kalpten hissederek mi söylüyorlar yoksa karşı tarafı mutlu etmek veya kendi menfaatleri için mi ayırt etmek bazen güçleşiyor. Bunu anlamanın en iyi yolu da biraz zaman tanımaktan, uzaktan bakıp gözlemlemekten geçiyor, yani Fromm’un dediği gibi davranışlara bakmaktan. İnsanlar arasındaki her türlü ilişkide, tarafların birbirine davranışında bu iki sözcüğün anlamını yitirdiğine çok şahitlik etmişimdir.

Sevgili okuyucularım, her yazımda olduğu gibi bugün de konu hakkında kendi düşüncelerimi, duygularımı ve gözlemlerimi örnekleriyle yazıyorum. Tabii ki herkesin özgür iradesi, kendi fikirleri var, o yüzden yazdıklarıma katılmayabilirsiniz. Fakat sizlerin de bu konuda fikirlerinizi almak isterim.

Sevgiyi ifade etmek bazılarımız için çok kolaydır. Bazılarımız içinse çok zor. Önemli olan bunu davranışa yansıtmaktır.

Benim için bir insanın davranışları sözlerinden daha önemlidir. İnsanın sözleri davranışlarına yansımıyorsa, tutarsızlık varsa güven oluşmuyor. Şimdi örneklerle birlikte konuyu daha da açalım.

Eşiniz, sevgiliniz veya arkadaşınız fark etmez, seni seviyorum, der ama size herkesin içinde hakaret eder ya da yalnız iken küçümser, önemsemez; değersizlik yaşatır. Sizi aldatır yine de gelip “Seni seviyorum.” der. Davranışlarına baktığınızda o güzel sözleri söyleyen, sevgisini ifade eden insan değildir karşınızdaki. Tabii ki hiç kimse kusursuz değildir, bir hatanız da olabilir ama bu size kötü davranmasını gerektirmez, hatalar kırıcı olmadan söylenebilir. Zaten sevgisi gerçek olan karşısındakini sözleri ve davranışlarıyla incitmez.

Komşunuz gelir, “Seni çok seviyorum, biliyor musun bu apartmanda en iyi komşu sensin.” der sonra öğrenirsiniz ki diğer komşuyla sizi çekiştirmiş. İş yerindeki arkadaşınız “En iyi arkadaşım sensin, seni çok seviyorum, karakterini, kişiliğini çok beğeniyorum.” der yüzünüze ama arkanızdan dedikodunuzu yapar. Bir sırrınız varsa hiç aklınıza gelmeyecek kişilere anlatır ya da size iftira atarak işinizden etmeye çalışır. Sonra bunları duyarsınız ve artık onun sevgisine inanmazsınız, aynı zamanda o kişiye olan güveniniz de biter.

Aynı şekilde iş yerinde patronlarınız, “Çalışmalarından çok memnunuz, seni çok seviyoruz.” derler fakat bu sözleri davranışlarına yansımaz. Taleplerinizi dile getirdiğinizde hiç oralı olmazlar, size birçok vaatte bulunurlar ama zamanı gelince önünüze başka nedenler sunarlar. Sevgileri sadece o anda ve sözde kalır.

Bu ne yazık ki çalışanlar arasında da zaman zaman görülen bir durumdur. Çalışan kişi, müdürünün yüzüne kendisini sevdiğini, işini sevdiğini söyler sıkça. Fakat işiyle ilgili sorumluluklarını yerine getirmez, sürekli hatalar yapar ya da müdürünün arkasından dedikodusunu yapar. Nerede kaldı o sevgi cümleleri?

Arkadaşlar arasında da çok sık görüyorum, birbirlerine “Seni seviyorum.” diyorlar fakat aralarındaki kıskançlık ve rekabet davranışlarına yansıyor. Bir de aynı işi yapıp da arada rekabet olunca davranışlardaki sevgisizlik daha net anlaşılıyor ve konuşmaların arasına sıkıştırılan “Seni seviyorum.” cümleleri anlamını yitirmiş boş sözlere dönüşüyor.

İnsanı tanımak için yaptığı davranışlara bakın. Kelime oyunları çok güzel aldatabilir ve inandırabilir. Sosyal medya platformlarından yazdığı mesajların sonuna veya sizin yazdığınız paylaşımlara bir kalp sembolü koyar, sizi sevdiğini düşünürsünüz. Peki, gerçekten öyle midir? Bunu içtenlikle mi yapmıştır, içten görüneyim diye mi? İkisinin arasında çok büyük bir fark var.

Yüzüme beni sevdiğini söyleyen bir insan, arkamdan dedikodu yapmaz, hatam varsa yüzüme söyler. Eğer arkamdan konuşuyorsa, ortak tanıdıklarımıza dedikodumu yapıyorsa onun sevgisine inanmam, bilirim ki kendi menfaati için beni sevdiğini söylüyor. Maalesef insanlarda bu çoktur.

Bazen davranışlar kırıcı oluyor. İnsanın içinde sevgi yoksa ne verebilir? Tabii ki kırıcı davranışlarda bulunacak. Sizi sevdiğini söyleyen ama davranışları kırıcı olan bir insanın alıp getirdiği hediyeyi bile kullanmak istemezsiniz. Çünkü o hediyede neşe ve sevgi enerjisi hissetmesiniz.

Menfaate dayalı sevgi her zaman yüzeyseldir ve uzun sürmez. Çünkü menfaatini düşünen insan karşısındakinin ya etiketini seviyor ya mevkisini ya da parasını. Karşısındaki insanda da sevildiğini sanıyor sonra görüyor ki gösterilen sevgi kendisine değil imkânlarına. O imkânlar olmadığında, örneğin o kişiye istediği para verilmediğinde ya da yaptırmak istediği iş için hayır yanıtı aldığında davranışları değişiyor. Karşısındaki sormaya başlıyor bu defa, “Hani beni seviyordun? Ne oldu, niçin böyle kırıcı davranış gösteriyorsun?” Böylelikle menfaate dayalı sevginin sonu geliyor. Dürüst olmak da sevgi içeren bir davranış şeklidir.

Erich Fromm’un dediği gibi sevgisini gösteren insana inanmak gerek. Mutluluğumu ve üzüntümü paylaşmayan, iyi veya kötü günümde yanımda olmayan bir insanın “Seni seviyorum.” demesi havada asılı kalmış sabun köpüğü gibidir.

Sevgi duygusu insanın içinden gelmeli, ruhu sevgi dolu olmalı ki söze döktüğünde gerçek değerini bulabilsin. Ruhu sevgi dolu olan insanı, bunu dile getirme biçiminden, sarılmasından, bakışındaki samimiyetinden ya da yazdığı mesajların enerjisinden anlarsınız.

Sevginin davranışlara yansıması meselesi ebeveynlerle çocukları arasındaki iletişimde de önemlidir. Çocuğun kişiliğinin gelişimini etkiler. Anneler ve babalar çocuklarına “Seni çok seviyoruz.” derler ama davranışlarına bunu yansıtamazlar, sadece maddi imkânlar sunarlar. Tavırları çocuğun özgüvenini destekleyici değildir, sürekli başkalarının çocuklarıyla kıyaslarlar. Çocukları ile vakit geçirmezler, ilgilenmezler, onlarla sohbet etmezler sadece seni seviyorum, deyip önüne bir oyuncak koyarlar. O sevgi sözleri böylece havada kalır.

Benzer durum kardeşler arasında da yaşanır. Aile toplandığında herkes birbirine “Seni seviyorum.” der. Ama kardeşler arasında kıskançlık varsa bu davranışlara yansır, kırıcı sözler söylenir. Mesela birinin hakkı olan maddi değerleri kıskançlık yapan kardeş kendi hakkı olmadığı hâlde almaya kalkar. Bencilce davranışta bulunur. Aileden kalan mirası mahkeme yoluyla bölmeye giderler, en çok payı almak için birbirleriyle yarışıp çeşitli yasal olmayan yollara bile başvururlar. Zor durumda olan kardeşlerine yardım etmezler, maddi ve manevi olarak desteklemezler ama lafa gelince kardeş olduklarını ve birbirlerini koşulsuz sevdiklerini söylerler.

Geçenlerde gittiğim tatilde şahit olduğum bir olayı anlatayım. Bir dükkâna alışverişe girmiştim. Dükkân sahibi sinirli bir şekilde telefonda konuşuyordu. Konuşması bitip telefonu kapattıktan sonra aynı sinirli tavırla ve yüksek sesle söylenmeye başladı: “Nasıl bir insan bu? Söylediği sözle yaptığı davranış birbirini tutmuyor.” Alışverişe çıktığımda esnafla konuşmayı severim. Bu yüzden dükkân sahibiyle de konuşmak istedim. Kendisini bu denli sinirlendiren ve üzen sorunu anlatmak isterse dinleyebileceğimi söyledim. Oğlundan bahsetti, “Baba seni seviyorum, diyor ama sürekli beni üzecek davranışlarda bulunuyor. Söylediği sözler ile yaptığı davranışlar bir tutmuyor. Bu davranışları yüzünden artık sevgisinden şüphe duymaya başladım, bu beni sevmiyor, dedim kendisine de söyledim.” dedi.

Onun için sevgili okuyucularım, kim olursa olsun “Seni seviyorum.” dediğinizde o ağzınızdan çıkan iki kelimenin hakkını vererek söyleyin. Yoksa hiç söylemeyin. Söylemek için hiç söylemeyin. Önemli olan sözünüzün davranışınıza yansımasıdır. Davranışlar olumsuz ise sevginin hiçbir önemi kalmıyor. Hele menfaatiniz için sevmiş gibi hiç yapmayın. Karşı tarafa bir şey olmaz, gerçekler bir gün ortaya  mutlaka çıkar. Ama en önemlisi kendinize olan saygınızı lütfen yitirmeyin. Her zaman kendiniz ile kalıyorsunuz. Çünkü saygı da sevgi ve davranışlarla bir bütündür.

Gerçek sevgilerle buluşmak üzere…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BARIŞ BENİMLE BAŞLAR-5

Sevgili okuyucularım, sıra geldi bu ayki olumlama çalışmasına. Olumlamanın hayatımızda çok önemli etkileri olduğunu bir kere daha vurgulamak isterim. Bazılarınız şunu söyleyebilir: “Ben zaten pozitif bir insanım, olumlama yapmaya ihtiyacım yok.” ya da “Neşeli bir insanım ben, hiçbir şeyi takmam, anı yaşarım; ne geçmişi ne geleceği.” Bunun gibi cümleler kursak da aslında öyle olmadığını yaşadığımız olumsuz olaylara veya ağzımızdan çıkan sözlere dikkatimizi verdiğimizde fark ederiz.

Bilinç ve bilinçaltı, doğduğumuz günden itibaren artık işlemeye başlamıştır. (Hatta araştırmalara göre bebek anne karnında sekiz haftayı tamamladığında bilinç oluşmaya başlıyor.) Zaman içinde aile, toplum ve çevremizdeki insanlarla iletişimimizde yaşadığımız olumsuzluklar bizde negatif düşünce, endişe, kaygı ve korkular oluşmasına neden olur. Sonra da hayatımızda aksiliklerle karşılaştığımızda kendi kendimize söyleniriz; bir türlü de şansım olmadı, hep beni mi buluyor, diye. Aslında bunları kendimizdeki negatif düşüncelere, zihnimizin gürültüsüne bakmadan söyleriz.

İşte olumlama tam da bunun için gereklidir, zihnimizin gün içinde çıkardığı onca gereksiz gürültüyü keser. Düşünün, gürültülü bir zihin ne kadar doğru karar verebilir ya da pozitif düşünebilir? Tanıdığınız bazı insanlar için “Ne kadar negatif konuşuyor. Sürekli korku, sürekli endişe dolu konuşmaları bize de negatif enerji vermeye başladı.” dediğiniz olmuştur mutlaka. Siz bunu fark edersiniz ama o kişi negatif konuştuğunun farkında bile değildir, ona doğal gelir.

Yaşadığım bir örneği anlatayım size. Kendini pozitif bir insan olarak tanımlayan ve olumlamaya ihtiyacı olmadığını düşünen bir arkadaşın şu cümlesi dikkatimi çekti: “Üşüdüm, üstüme ceketimi giyeyim de hasta olmayayım.” İşte burada direkt negatif bir cümle kuruyor çünkü hastalığı seçiyor. Onun yerine, “Üşüdüm, üstüme ceketimi giyeyim ki sağlıklı bir yaşam sürdüreyim.” demesi gerekiyor. Peki, bunu nasıl sürekli kılacağız? Ne söylediğimize odaklanarak, zihnimizin gürültüsünden arınıp ağzımızdan çıkan sözü kulağımızla gerçekten duyarak, farkına vararak. Zaten farkındalık artıkça konuşurken kullandığınız kelimelerin olumlu mu olumsuz mu olduğunu görürsünüz.

Olumlamaları düzenli yaparak ve önemseyerek içselleştirmek gerekiyor.

Şimdi olumlama çalışmasına geçelim. 2014’te internette araştırırken not aldığım, kişisel gelişim eğitimleri veren Rota Danışmanlığın kurucusu Sayın Levent Akkaya’nın paylaştığı olumlamayı ben de sizinle ve sevgi ile paylaşıyorum. Şifa olsun. 

“Sevgiyi ve huzuru bütün varlığımda hissediyorum, her an sakin ve mutluyum.

Zihnimi ve bedenimi sevgiyle dengeliyorum, artık kendimi iyi hissedeceğim duyguları seçiyorum.

Kararlı bir insanım, kendimi sevgiyle destekliyor ve kararlarımı rahatça uyguluyorum.

Her geçen gün daha fazla kazanıyor ve zenginleşiyorum.

Hayatımı en iyi şekilde sürdürmek için gereken tüm kaynaklara sahibim.

Karşılaştığım her deneyimle daha da zenginleşiyorum, yaşama kuvvetim artıyor.

Yaşam mükemmel bir bütün ve ben bu bütünün değerli bir parçasıyım.

İçinde bulunduğum an güzelliklerle ve mutlulukla dolu, bugünün güzel yönlerini deneyimlemeyi seçiyorum.

Her zaman bir çözüm yolu vardır, bunu görecek ve uygulayacak güçteyim.

Gereken her zamanda olması gerekeni görecek ve harekete geçecek güce sahibim.

Geleceğimde her şeyin çok iyi olacağının bilincinde olarak keyifle ve güvenle yürüyorum.

Beni tam anlamıyla destekleyecek yepyeni kurallarla dolu bir yaşamı seçiyorum. 

İçimde hissettiğim cesaret ve güç bana tüm kapıları açıyor.

Her düşüncem ve davranışım hayatımı daha iyi bir hâle getirir.

Bakmaktan ve yaşamaktan sonsuz zevk alacağım bir yaşam yaratıyorum.

Yaşamım tüm yönleriyle rahatlıyor, bilincim tüm engellerden arınıyor.

Yaşam sürekli değişiklikler içinde ve ben bu değişikliklere kolayca uyum sağlıyorum.

Aklım ve sezgilerim bana en doğru yolu gösteriyor.

Her zaman güven içindeyim, sevgi beni kuşatıyor ve koruyor.

Yaşamımı kolay ve neşe dolu bir hâle getirmeyi seçiyorum.

Yaşamın tüm değerleri bana doğru akıyor.

Yaşama dair yeni deneyimleri mutlulukla kabul ediyorum.

Ben daima bulunduğum anın güzelliğini yaşıyorum.

Yaşamın akışına ve kaderimin yoluna güveniyorum, huzurluyum.

Hayatımı güzelleştirecek oluşları ve insanları kendime çekiyorum.

Benim dünyamda her şey yolundadır, benim dünyamda bolluk ve bereket sınırsızdır.

Yaşamı sevmeyi ve ondan keyif almayı seçiyorum, mutluluk kanallarım sonuna dek açık.

Kendi gücümün farkındayım, kendi gerçekliğimi sevgiyle yaratmaya hazırım.

Yaşamı kendi ifade ettiğim gibi yaşamakta özgürüm, kendimi ve kararlarımı onaylıyorum.

Tüm duygularımda huzur içindeyim, kendimi seviyor ve onaylıyorum.

Hayatımı dolu dolu yaşamayı seçiyorum.

Her deneyimimden iyilik ve yarar kazanıyorum, büyümeyi ve gelişmeyi seçiyorum.

Kendi kusursuz konumumdayım ve her zaman güvendeyim.

Hissetmek istiyorum, duygularımı ifade etmemin bir zararı yok.

Kendi dünyamın tek gücü ve otoritesi benim, huzurluyum.

Yaşamım olması gerektiği gibi, her an daha iyiye ulaşacak yolları buluyorum.

Ruhumun ve irademin kuvvetini hissediyor ve yansıtıyorum.

Temizlendim, arındım, affettim, ruhum ve bedenim artık çok rahat.

Yaşam seçimlerimden ibaret ve ben bu seçimlerin tek sahibiyim.

Yaşam tüm detaylarıyla her zaman bana yardım ediyor.

Yaşam sonsuz ve neşe doludur, her anını heyecanla bekliyorum.

Kendi güzelliğimi ve görkemimi görmeyi seçiyorum.

İsteklerimi rahatça dile getiriyorum, kendimi ifade etmemin hiçbir sakıncası yok.

Yaşamın merkezinde sevgiyle ve başarıyla var oluyorum.

Zihnimi gevşetiyor ve huzurla dolmasına izin veriyorum.

Güçlü ve arzulanan bir insanım, hayatımdan keyif alıyorum.

Düşüncelerimi özgür bırakıyorum, endişeler tek tek kayboluyor.

Ben değerli ve özel bir varlığım.

İsteklerimi gerçekleştirecek güce sahibim, kontrollü ve kolayca ilerliyorum.

Yaşamıma başarıyı ve sevgiyi davet ediyorum, tüm hayatımı kolay ve değerli bir hâle getiriyorum.

Olduğum gibi davranmak benim en büyük gücüm, kendimi bu hâlimle seviyorum.

Tüm benliğim enerji ve yaşama sevinciyle dolup taşıyor.

Geçmişin bütün yükünü geride bırakıyorum, yaşamım duru ve temiz.

Yaptığım her hareketin, söylediğim her sözün farkındayım, ben yaşamıma hâkimim.

Geçmişten kurtuluyor ve geleceğe doğru özgürce adımlar atıyorum, hiçbir şey beni durduramaz.

Artık çok daha iyiyim.”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KARDEŞLER ARASINDA KIYASLAMA

Sıkça kullandığımız bir cümle var: “Hayat, biz başka planlar yaparken başımıza gelenlerdir.” Gazeteci, yazar, karikatürist Allen Saunders’in 1957’de Reader’s Digest dergisinde yayımlanan makalesinde yer verdiği bu cümleyi çoğumuz John Lennon’ın “Beautiful Boy (Darling Boy)” adlı şarkısından bir dize olarak hatırlarız.

2021 yılının henüz başında “Sevginin Işığı Şifa” adıyla yazılar yazdığım blogumu şu anda okuduğunuz yine aynı adlı web sayfama dönüştürürken siz sevgili okuyucularıma, on beş günde bir anılarımı yazacağıma dair söz vermiştim. Fakat Allen Saunders’in yukarıda belirttiğim sözündeki gibi bu kez ben hayatın getirdiği programa uymak zorunda kalınca bu on beş günlük süre bir aya çıktı. İşte şimdi anılarıma, bir ay önce kaldığı yerden devam ediyorum. Gelin hep birlikte bakalım; dördüncü sınıftaki çocuk bu sefer anahtarı ile sandığı açtığında kendisinde iz bırakan hangi anıyı serbest bırakıyor?

Aynı sırayı paylaştığım en yakın arkadaşım okuldan ayrılalı iki ay olmuştu. Onu çok özlüyordum. Hafta sonları ya o bize geliyor ya da ben onlara gidiyordum da bu özlem biraz olsun hafifliyordu. Ama hangi hafta sonlarında? Tabii ki ailelerimiz müsait olduğunda. Çünkü karşıya, Avrupa yakasına taşınmışlardı, bir vasıta ile gidiliyordu ve bunun için de yanımızda ailelerimizin olması gerekiyordu.

Bu arada yeni sıra arkadaşımla da çok güzel anlaşıyorduk. Bana, okumadığım kitapları getiriyordu. Ben de aynı şeklide kendi kitaplarımdan onun okumadıklarını paylaşıyordum. Sadece kitap da değil, yanımızda beslenme için getirdiğimiz yiyecekleri paylaşıyorduk, hoşuna giden kalemimi ona veriyordum. O da bana bir gün kalem kutusu alıp getirmişti hediye olarak. Konuşurken kırtasiyede görüp beğendiğimi söylemiştim o kalem kutusunu. Konuşurken diyorum ama sıra arkadaşım bana göre daha konuşkandı, genellikle o anlatır ben dinlerdim.

Bir gün okuldan döndüğümde annem, “Bu hafta sonu seni, karşıya taşınan sıra arkadaşına götüreceğiz, onların evine bırakıp sonra gelip alacağız,” dedi. Öyle sevindim ki anlatamam, hafta sonunun gelmesini dört gözle bekledim. Nihayet o gün geldi ve arkadaşıma gittik. Arkadaşım karşısında beni görünce bakakaldı. Şaşkınlığını atlattıktan sonra sarıldık birbirimize. Birlikte çok güzel bir gün geçirdik çünkü o, çok sevdiğim arkadaşımdı. İnsan çok sevdiği ile bir de anlaşıyorsa o kadar güzel vakit geçirir ki zamanın nasıl geçtiğini anlamaz. Gün boyunca ben, kendisinden sonra yaptıklarımı, öğretmenimi, yeni arkadaşımı anlattım. Bir de tabii ki ortaca amcamın bize çok karışmasını. Kendisi de yeni okulunu ve arkadaşlarını anlattı. Ailem beni almaya geldiğinde beş dakika daha istedim. İşte o beş dakika benim için sanki bir saat gibidir. İzin verdiler fakat babam yumuşak görünse de bazı prensipleri vardı. Onun için fazla uzatmadan, onun söylediği saatte çok mutlu bir şekilde ayrıldım oradan. Bu sefer fazla üzülmedim çünkü arkadaşımı kaybetmemiştim, istediğimizde görüşeceğimizi biliyordum. Diğer sevdiklerimi kaybettiğim gibi değildi.

Dedim ya, babamın yumuşak gibi görünse de bazı prensipleri vardı; belli saatlerde evde olmak, haber vermeden kendi başımıza bir şey yapmamak ve kendisine sormadan kendi başımıza karar almamak gibi. Babam her şeyi paylaşmak istiyordu, herkes içinden geçeni açıkça paylaşsın istiyordu. Habersiz yapılan bir şeyi sonradan duymak hoşuna gitmiyordu. Bu, yalnızca bizim için değil kardeşleri (iki amcam) için de geçerliydi. Fakat amcalarım yine de babama söylemeden yaparlardı. Oysa babam bir şey yapacaksa amcalarımla mutlaka paylaşırdı. Paylaşmazsa ve amcalarım sonradan duyarlarsa bu sefer onlar sitem ederlerdi. İleri yaşlarımda bunun daha çok farkına vardım.

Babam, bizim derslerimize fazla karışmazdı. Çünkü üniversiteye kadar okul yıllarımız boyunca velimiz ortanca amcamdı. Veli toplantılarına sürekli o katılırdı. Amcama göre derslerde sürekli başarılı olmalıydık, düşük not almamalıydık. Tabii bu benim hoşuma gitmiyordu. Neden hoşuma gitmiyordu? Üstümde baskı hissediyordum. Bir de amcam öfkeli biri olduğu için kızdığında sesini yükseltmesi beni çok rahatsız ediyordu. Bize gelmesini istemiyordum. Sadece bize değil, kızdığında herkese sesini yükseltip sert konuşma yapardı; yengeme, başkalarına, trafikte diğer sürücülere… Hep kendisi iyi biliyordu, öyle bir tavrı vardı. İşte onun bu davranışı yüzünden bilinçaltımda öfke korkusu ve yüksek sese karşı bir korku oluştu. Öfkeli insanlardan, bağıran ve yüksek sesle konuşanlardan uzaklaşmaya başlamıştım. Rahatsız olduğum yerden hemen sessizce uzaklaşırdım ya da o kişilerin yanına çıkmazdım.

Babam da bir hatamızı gördüğünde söylerdi ama bunu herkesin içinde ve bağırarak, öfkelenerek yapmazdı. Yalnız kaldığımızda usulca hatamızı hatırlatır ve nasıl düzeltmemiz gerektiğini anlatırdı. Amcam ise herkesin içinde söylerdi. Amcamın bu davranışlarından öyle bunalmıştım ki bir gün ablama, “Ne güzel, sen üniversiteye gidiyorsun, amcam sana artık karışmıyor, öğretmeninle gelip konuşmuyor,” demiştim. Çünkü bize her gelişinde “Dersleriniz nasıl, notlarınız nasıl, ders çalışıyor musunuz? Sizi şimdi boş otururken görüyorum,” demesinden, sorgulamasından sıkılmıştım. Yalnızca ben değil aynı şekilde erkek kardeşim de şikayetçiydi ama o benim kadar değildi. Ben daha çok rahatsız oluyordum.

Kıssadan hisse 1:

Arkadaşlığın oluşmasına neden olan şeylerden bir tanesi de paylaşmaktır. Çünkü paylaşmak sevginin bir göstergesidir. Tek taraflı paylaşım olmaz. Arkadaşlık ve dostluk gerçek ise mutluluk da üzüntü de maddi ve manevi ne varsa iki taraflı paylaşılır. Tek taraflı olan paylaşımlar arkadaşlığı yüzeyselleştirir ve ilerlemesine izin vermez; günün birinde de bitirir. Çünkü burada bencillik devreye girmiştir. Oysa arkadaşlıkta sevgi varsa isterse yıllarca görüşmeyin; araya yıllar, yollar girsin hiç fark etmez, buluştuğunuzda kaldığınız yerden devam edersiniz. Çünkü sevgi vardır. Sevgi kalpten giden bir şey olduğu için uzakta da olsa o insanın ruhu hisseder.

Kıssadan hisse 2:

İnsana en büyük zararı veren şeylerden bir tanesi de öfkedir. Bu öfke kişinin kendisine ve etrafındakilere olumsuz etki yapar. Öfkeli bir insan, o anda kalp mi kırdı, kıracak mı diye bakmaz. Karşısındaki üzüldü mü ya da üzülecek mi bakmadan, haklı veya haksız da olsa bir anda öfkelenir. Karşısındakini dinlemeden. Öfkenin altına baktığımızda o kalpte sevginin yeterince olmadığını görürüz. Öfke negatif bir duygu, sevgi pozitif duygu. Derler ya, kardeş kardeşe benzemiyor. Evet, babam çok farklıydı kardeşlerinden. Babam, kendisinden çok etrafını ve kardeşlerini düşünen, özverili, kimseye karşı kırıcı söz söylemeyen bir insandı. Ortaca amcam, öfkeli, çabuk kızan bir insandı, hata yapan insana karşı hoşgörüsü yoktu, karşısındakini dinlemeden öfkelenirdi. Küçük amcam ise çok daha farklıydı. Zamanı geldikçe anılarımda küçük amcamdan da söz edeceğim.

Çocukken bilinçaltıma yerleşen bu öfke korkusu ve öfkeli insanlardan kaçmamın nedenlerini ileri yaşlarımda buldum tabii ki. Bulduktan sonra da bunun şifalandırmasını yaptım ve öfkeli insanlara bakış açım değişti ve neden böyle öfkeli olduklarını daha iyi anlamış oldum. Ama tabii ki insan yine de negatif bir duygunun içinde olmak istemez.

Çocukluktan bilinçaltına yerleşen korkuların zaman içinde hayatını nasıl etkilediğini fark edip onu dönüştürmek insanın kendi elinde. İnkar edip halının altına süpürüp yaşamak da yine insanın elinde. Özgür seçim!

Korkulardan arınmış insan yeni doğan bir bebek gibidir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

AÇ GÖZLÜ DOYMAZ

Sıra geldi bu ayki bilgelik hikâyemize. Bakalım, bu hikâye bizlerde nasıl farkındalık yaratacak.

Bazen sürekli isteriz. Hiçbir şekilde bu isteklerimiz bitmez; bir tanesini elde ettiğimizde diğerini isteriz. Bir türlü elimizdekilerle tatmin olmayız. İşte burada, asıl olan ruhumuzun aç olmasından kaynaklanır. Eğer ruh aç ise isteklerin hepsi olsa bile doymaz. Derler ya “Aç insan doyar ama açgözlü insan asla doymaz.” Yine derler ya, “Gözü doymayanın ne midesi ne de yüreği doyar.” diye. Açgözlülük sadece para veya bazı şeylere sahip olma arzusu değildir. İnsanın sahip olduğuyla yetinmeyi bilmemesidir. Böyle insanlar, dünyanın malına sahip olsalar bile sürekli bir istek içindedirler. Siz verisiniz ama doymazlar. Bu açgözlülüğün, zenginlik veya fakirlikle hiçbir ilgisi yoktur. İnsanın cebinde bir ekmek alacak parası yoktur fakat gözü o kadar toktur ki ikram ettiğiniz bir dilim ekmeği kabul eder. İkincisini, siz verseniz bile istemez çünkü bununla karnım doydu, der; öbür dilimi aç olan başka bir insana vermenizi ister. Fakat zengin bir insan, siz ona dünyanın malını verseniz bile yine de yok der, ister.

Şimdi sevgili okuyucularım, sizi hikâye ile baş başa bırakıyorum.

ALTINLA TARTILAN KEMİK…

Satranç ustası bir gezginin yolu İran’a düşmüş. Orada halktan öğrenmiş ki zamanın İran Şahı, satranç oynamayı çok severmiş. Seyyah da madem öyle, ben de gideyim, sarayın kapısından içeri girebilirsem Şahla oynarız demiş.

Adam içeri girmiş. Şah gezgini huzura çağırıp “Mademki sen satrancı çok iyi biliyorsun, o hâlde, bu oyunda beni yenersen ben de seni, sarayımda uzun süre misafir ederim.” demiş. Ve oynamışlar. Oyun sonunda da Şah, mat olmuş.

Şah, adamın yüzüne bakıp “Şimdi dile benden ne dilersen. Bugüne kadar senin gibi güzel satranç oynayanı hiç görmedim. Sen, sana vereceğim hediyeyi çoktan hak ettin.” demiş.

Şah, vezirini çağırıp “Üstada bir kese altın getirip ver.” der ve bunun üzerine seyyah da, “Şah’ım bağışla beni,” deyip cebinden küçük bir kemik çıkarır. “Ben bir kese altın istemiyorum. Ben sadece bu kemiğin ağırlığınca altın istiyorum.” der ve kemiği Vezir’e verir. Şah da bu arada Vezir’ine, “Sen hem kemiğin ağırlığınca hem de ayrıca bir kese de altın ver.” Dedikten sonra Vezir’i hazineye gönderir.

Vezir, hazinede terazinin bir kefesine kemiği; diğer kefesine de altınları koyar. Ama koyduğu altınlar, kemiğin ağırlığına bir türlü eşit olmaz. Hazinede ne kadar altın varsa hepsini koyup tartar. Ama kemik, koyduğu altınların hepsinden ağır gelir. Şaşkınlığını gizleyemeyen Vezir, “Bunda bir iş var,” deyip doğruca Şah’ın huzuruna gider. Ve kulağına der ki “Şah’ım, bu kemik, hazinedeki tüm altınların hepsinden ağır geliyor. Ne yapmamı emredersiniz?”

Şah, adamın çok zeki olduğunu anlar. Ama küçük düşmemek için de “Git bir şeyler yap ve sözümüzü yerine getir.” der.

Bu arada da konuşulanları Seyyah duyar. Şaha der ki “Şah’ım, o kemik sıradan bir kemik değil. O kemik, aç gözlü bir adamın göz çukurunun kemiği. Üstelik o kemik, dünyanın bütün altınından çok daha ağır gelir. Hazinenizde bulunan diğer değerli şeylerin hepsini satıp altına çevirip tartsanız bile o kemik yine de hepsinden ağır gelir. Çünkü o kemik, açgözlü bir adamın göz çukurunun kemiği.

“Terazinin diğer kefesine bütün dünyayı koysanız bile bu göz doymaz; bunu ancak bir avuç toprak doyurur. O kemiği tartarken karşı kefeye bir avuç toprak koyarsanız. Ancak o zaman o kemiğin ağırlığını terazide tartıp eşitleyebilirsiniz.”  der ve ekler “Aksi mümkün değil.”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com