KENDİNİ KEŞFET

Sevgili okuyucularım 8 Kasım 2022 tarihinde “Bilgi Bir Deryadır Kendini Tanırsın” başlıklı yazımda, kendini tanımak konusunda zamanı gelince yazacağımı belirtmiştim. Şimdi bu yazıyı yazma zamanı geldi.

Kendinize ve sonra etrafınıza şu soruyu sorun: “Kendini tanıyor musun?” Kendiniz dâhil herkesten alacağınız cevap “Evet!” olacaktır. Çünkü o kadar kolayı ki evet kelimesinin ağzından çıkması. Aslına bakarsanız, kimse kendini tanımak için uğraşmak istemiyor, kendi içsel yolculuğunu yapmıyor. Bu zor geliyor, hep kolaya kaçmak varken bu yolculuğa çıkmaya üşeniyor, zahmetli buluyor. Sonra da yaşadığı olumsuzluklar yüzünden sürekli başkalarını suçlayarak hayattan zevk almadan, tadına varamadan yaşamaya devam ediyor.

Oysa insan kendi hikâyesini ve kendi şarkısını ancak kendini tanırsa yazabilir. Kendini tanımanın sağlayacağı varoluş ve özgürlük ise içsel yolculuk ile başlar. Tıpkı bir şarkıyı dinlediğimizde hangi duygumuza dokunduğunu bildiğimiz gibi kendimizi tanımak da kendimiz için nasıl bir şarkı yazdığımızı belirler. Mutlu bir şarkı mı hüzünlü bir şarkı mı?

“Kendinden kendine sefer eyle.” Hz.Mevlâna’nın çok güzel sözlerinden biridir. Bu biliş kendini keşfetmek, kendini aramak, kendini tanımaktır. İnsan doğduğu andan itibaren hayatının en büyük sorumluklarından biri kendini bilmek ve tanımaktır. Bunun içinde yapılması gereken öncelikli iş “Ben kimim?” sorusunu sormaktır. İnsan kendine bir kez bu soruyu sordu mu içsel yolculuğunun ilk adımını atmıştır bile ve o yolculuk başladığında gözü hiçbir şeyi görmez. Ne etrafındakileri suçlayacak zamanı kalır ne de yaptıklarıyla ilgilenecek. Fakat pratikte olan ise insanın kendini tanımadan etrafındaki insanları tanımaya çalışmasıdır. Platon, bu kendini bilmek ile ilgili olarak üçlü ruh yapısıyla ilişkilendirdiği dört erdemden söz eder. Bunlar, adalet, cesaret, ölçülülük ve bilgeliktir. Bu dört erdemi biliş yolculuğunun sonunda ulaşılan nokta mutluluk ve huzurdur. Bununla birlikte bolluk ve berekete ulaşılır.

Yazımın başında “Kendini tanıyor musun?” sorusuna istisnasız herkesin “Evet.” yanıtını vereceğini belirtmiştim. Şimdi sormaya devam edeyim. “Kendini nasıl anlatırsın?” Güçlü yönlerini, zayıf yanlarını, egolarını, zaaflarını, bağımlılıklarını, korkularını, kaygılarını, endişelerini vb. bilmeden “Ben dürüst, sevgi dolu, temiz kalpli, kimseye kötülük düşünmeyen biriyim,” diye başlayan cümleler kuran o kadar çok insan çıkar ki. Hâlbuki çoğu etrafa karşı kendini öyle göstermek ya da öyle olmak isteyendir. İşte kendini bunun gibi kalıplara, şekillere sokmak öylesine alışkanlık hâline geliyor ki insan özünden ne kadar uzaklaşarak yaşadığının farkına bile varmıyor. Zaten özünden uzaklaşanın da kendini tanımasına imkân yoktur.

Aynaya baktığınızda kendinizi nasıl görüyorsunuz? Nasıl görmek istersiniz? Bu sorulara cevap verdiğinizde, verebildiğinizde kendinizi tanımak, keşfetmek için ilk adımı attınız demektir. İnsanın kendini tanıması ve keşfetmesi, ne ile mutlu olacağı ve hayatı nasıl daha iyi şartlarda yaşayacağı konusunda da rehberlik edecektir.

Sokrates “Kendini tanımak demek hayran hayran kendini seyretmek demek değildir. Onu arayıp bulmak demektir. Bu nedenle insanın hem ne olduğunu hem de ne olması gerektiğini araştırmasıdır; nasıl düşüneceğini, nasıl yaşayacağını, nasıl mutlu olacağını kendine sormasıdır.” der. Bu reçeteyi uygulamanın birincil koşulu ise konfor alanından çıkıp karanlık olan tarafımızla yüzleşmektir ki bunun için de en başta cesaret gerekir.

Örneklerle devam edelim. İnsanların kendi tanıma konusunda en büyük sorun yaşadıkları alan ilişiklerdir; bu ister özel olsun ister sosyal ister aile, fark etmez. Kendini tanımamak insanı egosuna ve zaaflarına yenik düşürerek yanlış kararlar almasına ve mutsuz bir hayat sürmesine neden olur. Bu daha çok evliliklerde yaşanıyor. Sonra arkadaşlık ve iş ilişkilerinde.

Adam veya kadın daha kendini tanımadan evleniyor. Önce eşi iyi geliyor, “Mutluyum, seviyorum.” diyor. Kendini tanımadan, kendini sevip sevmediğini bilmeden karşı tarafı seviyor. Daha kendini sevmiyor ki karşı tarafı nasıl sevsin? Sadece sevdiğini sanıyor. Evlendikten ya da ilişkiye başladıktan sonra da işte “Beni sevmiyor” ya da “Bana değer vermiyor.” demeye başlıyor. Aslında kendisini sevmeyen, değer vermeyen karşısındaki değil yine bizzat kendisi. Bu sefer ne oluyor? “Beni sevmedi” ya da “Bana değer vermedi” diye karşısındakini suçluyor. Öfke ve kızgınlık göstermeye başlıyor, ilişki çıkmaza giriyor. Aslında kendini tanımış olsa, kendini bu yönde eğitmiş olsa, bilgeliğe gitse, içsel yolculuğunu yapmış olsa zaten o sevgi gelecek ve diyecek ki “Ben kendime değer vermiyorum karşıdan bekliyorum” ya da “Ben kendimi sevmiyorum karşıdan bekliyorum.” Böylece üzüntü yerini mutluluğa bırakacak.

Bu yanlış kararların temelinde yalnız kalma korkusu ve bağımlıklar var. Genellikle insan her ikisinin de kendisinde bunların bulunduğunun farkında olmadan bir ilişkiye başlıyor ve sonra da yaşadığı olumsuzlukların suçunu karşı tarafa yüklüyor. Aslında kendisi bu ilişkiden ne bekliyor, niçin bu ilişkiyi tercih etti? Önce kendine bu soruları sorması gerekiyor.

Evlilik, arkadaşlık, sosyal veya özel fark etmez, bu sorular sorulmadığı için sorunlar her defasında tekrar ediyor. Arkadaşlıkta örneğin, insan yalnız kalmasın diye ya da tatile yalnız gitmesin diye birilerini hayatına alıyor. Çünkü insanların en büyük korkularından biri yalnızlık korkusudur. Yine aynı şekilde kaybetme korkusuyla ilişkilerinde bağımlılık geliştiriyor. Bu özgüvensizlikle mutsuzluğuna rağmen bir şekilde o kangrene dönüşmüş ilişkiye devam ediyor. Oysa kendini tanıyıp karanlık yanıyla yüzleşse tam ne istediği ortaya çıkacak.

Bazen bu iş alanında da olur. Bazen çok cazip bir iş veya ortaklık teklif edilir. Kendinizi tanımıyorsanız sırf şartlar iyi diye kabul edersiniz. Ama kendinizi iyi tanıyorsanız bu işi neden kabul edip etmeyeceğinizi tartarsınız. Para mı cazip geldi? Kendi başınıza yapamayacağınızı mı düşündünüz? İşsiz kalacaksınız diye mi? Daha iyi şartlarda iş bulamayacağınızdan mı korktunuz? İşte bunları önceden bilip kendi içsel yolculuğunuzu yapmışsanız olumsuzluk yaşama olasılığınız azalır ve nasıl bir iş istediğinizi bilerek emin adımlar atarsınız.

Aslında kendinizi tanıdıkça başkalarının sizi üzmesine izin vermezsiniz. Çünkü kendini bilmek ve tanımak, kendinin ve ihtiyaçlarını farkında olmaktır. “Beni nasıl biliyorsun?” ya da “Sence ben nasılım?” İnsan kendini tanıdığı zaman bunları sormaz.

Kendini tanıma sürecinde kişi kendisiyle yani iç dünyası ile iletişime geçer. Kendini tanıyanlar, kendi iç dünyasıyla beraber dış dünyasındaki yaşantıların farkında olanlardır. Bu kişiler “çevresindeki kişilerin kendisini nasıl etkilediğinin farkında olduğu kadar, kendisinin çevresindekileri nasıl etkilediğini bilir.”

Kendini yönetebilme becerisi, dolayısıyla kendini gerçekleştirmenin önemli adımlarından biri olarak kabul edilebilir. Doğan Cüceloğlu, insanlarla iletişim kurarken karşılıklı konuşmalar içinde birbirlerini doğru anlayıp anlamadıklarını öğrenmek için o kişilerin kendilerini ne kadar doğru ifade edebildiklerini belirlemek gerektiğini vurgulamıştır.

İnsan kendini tanıdığında başına gelen olaylarda başkalarına yönelttiği suçlamalar ortadan kalkar. Hem yeteneklerini tanır hem korkularıyla , gölgeleriyle, karanlığıyla yüzleşir. Böylece nasıl biri olduğunu çıplak hâliyle tanıdığı zaman emin adımlarla ilerler, çok daha kolay, başarılı ve mutlu bir hayat yaşar. Kimlerle arkadaşlık yapacağını, nasıl bir eş seçeceğini, kiminle ortaklık yapacağını bilir. Kendini tanıyan insan başkaları için yaşamaz veya ‘başkaları ne der’ diye yaşamaz. Örneğin tatile gidecekse veya seyahat edecekse hangi tatil veya seyahatin kendisini mutlu edeceğini, ruhuna iyi geleceğini bilir. Başkası için ya da gitmiş olmak için gitmez.

Ayrıca insan kendini keşfettiği zaman içindeki yeteneklerini daha net görür. Hangi alanda ne yapacağına kolay karar verir. Belki çok iyi yemek yapabilecek ya da iyi bir kitap yazabilecek yeteneğe sahiptir ve bunu ancak kendisini keşfettiği zaman fark edebilir.

Kendini tanımadan, kendini sevmeden, kendine değer vermeden bir başkasından bunu beklemek yanlıştır. “Kendimi seviyorum.” demekle de olmuyor maalesef.

Kendini tanımak emek ister, sabır ister.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

HASTALIĞA KARŞI SESSİZ KALMAK

Anılara üç hafta aradan sonra kaldığım yerde devam ediyorum. Her anı yazımda belirttiğim gibi geçmişe gitmek ve o günleri yazmak beni mutlu ediyor. Bazı insanlar başkalarının ruhlarını ve mutluluğunu her zaman kendinden önce düşünür hayatını da ona göre yaşar veya ona göre yazılar yazar. Oysa insan önce kendisi için yapmalı her ne yapıyorsa. Anılarımı yazmaktan mutlu oluyorum. Çünkü çocukluk dönemimdeki duygular yeniden canlanıyor ve her defasında farklı sezişler uyandırıyor bende yaşananların izleri. Sandık orada duruyor işte ve açılma vaktinin geldiğini çok iyi biliyor. O zaman açalım ve bize sunduğu anıya kulak verelim.

İlkokul beşinci sınıfa devam ederken ister istemez bulaşıcı hastalıklarla da boğuştum. Tabii okulda bir kişi hasta olduğunda diğerlerinin yakalanmaması mümkün olmuyor. Ben de kaçamadım. Suçiçeği, kızıl ve kızamığı önceki yıllarda geçirmiştim. Bu sefer kabakulağa yakalandım. Fakat bu bulaşıcı hastalığı aldığımın farkında olmadan okula gidip geliyordum. Sadece hâlsizlik ve yorgunluk hissediyordum, özellikle beden eğitimi dersinde ve atletizm yarışmalarına hazırlık antrenmanlarında. Tabii vücudumun herhangi bir yerinde başka bir şey hissetmediğim için bu bana normal geliyordu. Ayrıca da öyle bir yerim ağrıdığı veya hasta olduğum zaman aileme söylemezdim. Ancak hastalık annemin fark edeceği şiddete ulaştığı ve gerçekten artık yatacak durumda olduğum zaman söylerdim. Kolay kolay hastalanmazdım fakat hastalandığımda da biraz ağır geçirirdim. Annem bunu bildiği için “Hastayım,” dediğimde durumun gerçekten çok ciddi olduğunu hemen anlardı.

Beden eğitimi dersinden sonra sınıfa gelmiştim. Derse devam ediyorduk. Kendimi çok yorgun hissettiğim için dersi gereken ilgi ve dikkatle takip edemiyordum. Aynı zamanda başım ağrıyordu. Öğretmen de beni iyi görmemiş olacak ki “Neyin var?” diye sordu. İlk defa “Başım ağrıyor,” dedim. Öğretmenim yanıma geldi, ateşime baktı ve “Ateşin var. Eve gitmen gerek,” dedi. Öğlene kadar bekleyebileceğimi söyledim. Zaten son bir ders kalmıştı. Teneffüse çıkmadım oturduğum sıradan da hiç kalkmadım, kalkamadım.  Çok iyi anlaştığım arkadaşım Sefa da çıkmayıp yanımda oturdu. Beni yalnız bırakmadı.

O gün okul bitip de eve döndüğümde annem beni görür görmez anladı. “Ne oldu, hasta mısın?” diye sordu. Anlattım olan biteni. Ateşimi ölçtü. Yüksek çıkınca “Hemen doktora götürmemiz gerekiyor,” dedi. Çok hastalanmadıkça doktora giden biri olmadım ne çocukluğumda ne yetişkinliğimde. Annem babama telefon edip durumu anlattı. Ortanca amcam geldi. Devamlı gittiğimiz daha ablamın bebekliğinden beri bizleri tanıyan doktora götürdüler beni. Doktor muayene ettikten sonra kabakulak olduğumu, iki hafta okula gidemeyeceğimi söyledi. Bunu duymak beni üzdü. Hem derslerden geri kalacaktım hem de atletizm antrenmanlarından. Gerçi okul açıldığında bu sene atletizm yarışları için o kadar da istekli olmadığımı hissetmiştim ama anlamlandıramamıştım.

Evde olduğum o iki haftayı yatmadan, kelimenin tam anlamıyla ayakta geçirdim. Bu arada yemekten içmekten iyice uzaklaştım, zaten iştahlı bir çocuk olmadığım için annemi biraz uğraştırdım istemeden de olsa. İki hafta boyunca kardeşim sınıf öğretmenimden ödevleri alıp getiriyordu, evde çalışıyordum. Annem biraz dinlememi istiyordu ama ben onu pek dinlemiyordum. Çünkü kendimi iyi hissediyordum. Bu arada ağabeyim ve kardeşim kabakulak olmadıkları için hastalık onlara bulaşmasın diye mümkün olduğu kadar uzak duruyordum. Çünkü kızamık ve suçiçeği olduğumda hemen iki gün sonra kardeşime de bulaşmıştı. Neyse ki bu sefer öyle olmadı.

İki hafta sonra okula tekrar dönmek benim için çok büyük bir sevinçti. Çünkü özlediğim arkadaşlarım vardı. Onlarla beraber olmak, dersi sınıfta öğrenmek hep bana daha iyi geliyordu. Tabii beden eğitimi dersini de özlemiştim.

Artık ilk dönemin karne alma zamanı geldi. Önümüzde on beş günlük tatil vardı. Bu süreyi yıl sonunda gireceğim sınavlara hazırlanmak için bol bol test çözüp gezerek geçirmeyi planlamıştım. Planımın ikinci kısmını tam olarak gerçekleştirdiğimi söyleyemem. Çünkü Almanya’dan halam ve kuzenlerim gelmişti, ev kalabalıktı. Bu yüzden annem bizi yeteri kadar dışarı çıkarıp gezdiremedi. Halamlar bizde kaldığı için akşamları iki amcam da aileleriyle birlikte geliyordu. Hep beraber yemek yiyorduk. Bir arada olmak tabii güzeldi fakat annem sürekli yemek yapıyor, dışarıda alışverişe koşturuyor ve ev temizliyordu. Dolayısıyla bu on beş günlük tatilde bize yeteri kadar vakit ayıramamıştı. Halam amcamlarda kalmıyordu, amcamlar da halamı kendilerinde kalmaya çağırmadıkları gibi hep bize geliyorlardı. Zaten babam da bu durumdan çok mutluydu. Babamın yüzüne bakınca bütün ailenin toplanmasından duyduğu mutluluk hemen anlaşılıyordu. Halamın bizde kaldığı iki hafta boyunca hiç iş yapmadığını fark ettim. Gündüz çocuklarını alıp dışarı gidiyordu. Evde kaldıklarındaysa anneme yardım etmiyorlardı. Anneme ben yardım ediyordum ve okuldan döndüğünde ablam da yardım ediyordu.

O günlerin içimde bıraktığı izlere bakıyorum şimdi. Babamın ve tabii ki annemin de başkaları üzülmesin, ayıp olmasın diye sessizliği tercih ederek manevi haklarını koruyamadıklarını görüyorum. Amcalarım, halamı evlerinde ağırlamak konusunda babam kadar özveride bulunmamışlardı, babam da ortanca amcamın evi daha elverişli olmasına rağmen bir şey söylememişti. Annemin ne kadar yorulduğunu ve bizimle bu on beş günlük tatilde vakit geçiremediğini gördüğü hâlde bu konuda amcamlara tek kelime dahi etmemişti. Kardeşlerine çok düşkündü çünkü. Onları kırmamak, kaybetmemek için yapmayacağı yoktu. Buna ailesinden fedakârlık etmek de dâhildi ve büyüdükçe bu fedakârlığı daha açık olarak görmeye başlamıştım. Sessizliği tercih edişinin nedeni bu kaybetme korkusuydu işte. Dediğim gibi annemin de babamdan farkı yoktu sessizlik konusunda. Onca yorgunluğa katlanıyordu da ayıp olmasın diye bir şey demiyordu. Halamın senede yalnızca iki kez geliyor olması da sessiz kalmalarında etkiliydi. Ama amcalarım hep kendilerini düşündükleri için hâllerinden memnunlardı. Aslında her zaman bir arada olmalarına karşın ailede yardımlaşma olmadığını görüyordum.

Derler ya “Kardeş kardeşe benzemez.” Öyleydi işte babam ve kardeşleri. Biz kardeşler arasında ise tabii ki böyle şeyler yoktu. Paylaşım konusunda dört kardeş birbirimize benzerdik. Ama hastalanma konusuna gelince ben daha dayanıklıydım. Kolay kolay hasta olmaz, olduğumda söylemez, söylesem de hiç şikâyet etmezdim. Hastaysam eğer hiç sesimi çıkarmadan yatardım. Annem onu yormadığım için bir yandan sevinirdi bir yandan da çok hasta olmadıkça yatmadığımı, bir yerim ağrısa bile söylemediğimi bildiği için endişelenirdi. Öyleydim, çocukluğumdan beri şikâyeti sevmezdim. Aileme naz yapmazdım. Hâlâ da öyleyim.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KORKUSUZCA YAŞAYABİLMEK

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi “Korkusuzca Yaşabilmek”

Bu kitabın yazarı olan; Guy Finley, Amerikalı bir kendi kendine yardım yazarı, filozof, ruhani öğretmen ve eski profesyonel söz yazarı ve müzisyendir. Bu kitabında ise insanların özgür olma istediğinden vazgeçmemelerini ve her zaman daha fazla korkusuzca ışığı kullanabilirler olduğunu anlatıyor.

Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.

“…

Yaşamı aydınlatan ışığa hoş geldin demek. Kalbin gerçek derinliği ve genişliği; yalnızca taşıyabildiğiyle değil, akışa teslim olmak için ne kadar istekli olduğuyla da ölçülür.

Biz insanlara, her şeyi mümkün kılan güce sahip benliklerimizdeki sonsuz Işık’ın varlığından daha parlak bir hediye, daha büyük bir potansiyel verilmemiştir. Bu ışığın kutsal karakteri, bizlerin, kendimiz için bilinçsizce yarattığımız korkula bir yana, hiçbir korkunun tutsağı olarak yaratılmadığımızı bilir.

Her zaman sessizce varlığını koruyan bu Işık; tıpkı bir lambanın aydınlığı nasıl onun ışığında emniyetle yürüyen bir kişinin önünde ise her defasında bizim önümüzde gider. Bu küçük mecaz pek çok şeyin açıklanmasına yardımcı olur. Sözgelimi, eğer bu Işık – varlığı işlerin yolunda gitmesini sağlayan ebedi güç – zaten içimizdeyse neden pek çok sorunla karşılaştığımız sorulabilir. Tama içimizde yer alan böyle bir cesaret kaynağı varken neden korkularımız onları aşabilme yeteneğimize baskın geliyor?

Eğer gece lambayı yanımıza almayı unutursak, o lambanın ışığının ne faydası olabilir? Diğer bir ifadeyle, yaşam yolunda Işık olmadan yürümenin muhtemelen tökezleyeceğimiz ve “bir çukura düşeceğimiz” anlamına geldiğini hatırlayamazsak, o Işık’ın içimizdeki korkusuz doğasının ne faydası olabilir?

Bu yeni farkındalığın Işık’ı içimizde aydınlandıkça, tüm yaşamımız boyunca aradığımız ve uğruna savaştığımız şeylerin ta kendisi oluruz: şefkat, bilgelik, iyilik, cesaret ve sevgi.

Işık’ın ebedi varlığını kavrayışımız onun korkusuzluğuna bağlanabilmemizdir ve böylece kendimize hükmetme olanağına kavuşuruz; Işık’ın yaşamına girdikçe yalnızca doğru, aydınlık ve ebedi olanı görmeyiz, tek ve gerçek benlik’imizle aynı olmanın o güzel niteliklerini de fark etmeye başlarız.

…”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

EN BÜYÜK BAŞARI İNSAN OLMAKTIR.

Toplumda, başarı kavramı nasıl algılanıyor? Başarı kelimesine hangi anlamlar yükleniyor? Sevgili okuyucularım, size göre başarı nedir, hangi koşulların başarı sayılacağını düşünüyorsunuz? Şimdi sizinle bu konu hakkındaki düşüncelerimi, görüşlerimi ve hissettiklerimi paylaşacağım.

Çoğu insan “başarı” deyince hemen somut olarak yapılanlara bakar. Onlar için başarı gözle görülüp elle tutulabilen, ölçülebilen, sayılabilen diğer bir deyişle niceliksel bir kavramdır. İyi bir okulda okumak, iyi bir işte çalışmak, kariyer edinmek, iyi bir iş kurmak, işleri büyütmek, mal mülk edinmek, çok para kazanmak, ünlü olmak ve aklınıza gelebilecek daha pek çok şey başarı kabul edilir. Kuşkusuz hak ederek, dürüstçe ve adaletle elde edilmişse bunlar birer başarıdır, kabul ediyorum ama gerçekçi değildir.

Bana göre hayattaki asıl başarı tamamen insan olmaktır. Tabii ki herkes kendini insan sanıyor. Benim vurgulamak istediğim, insan olarak doğup insan olarak yaşamak ve ölmektir.

Kırgız asıllı yazar Cengiz Aytmatov’un anıt mezarında şöyle yazıyor:

“Bir insan için en zor şey, her gün insan kalabilmektir.”

Evet, gerçekten öyledir. Doğduğumuzda yaşayacağımız ülkeyi, aileyi seçemiyoruz. Bir birey olarak dünyaya geldiğimizde ilk olarak aileden ve sonra çevremizden gördüklerimizle alışkanlıklar geliştiririz. Asıl olan edindiğimiz bu alışkanlıkların ne kadarının kendi benliğimize ait olduğunu bilerek, kendimizi tanıyarak eksikliklerimizi görüp fark etmek ve gerekiyorsa bunları dönüştürmektir.

Peki, insanlık, deyince ne anlıyoruz? Bana göre insanlık, kalbi büyük olmak, bütün canlılara karşı gerçek sevgi ile bakmaktır. Bu sevginin içinde neler mi var? Dürüstlük, saygı, değer, güven, cömertlik, yardımseverlik, vefa, fedakârlık, hoşgörü, vicdan, merhamet, adalet, ahlak, erdem…  Liste böylece uzar gider.

İnsanoğlu ruhunu tekâmül ettirmek yerine dünyevi başarıların peşinde koşup hem kendi için hem de çevresi için başarı elde etmek ister. Bunun için didinir durur. Oysa yaşam boyunca insan olmak için verilen emek çok daha zordur.

Çünkü “İnsanım,” demekle insan olunmuyor maalesef. İnsan olmak için kendine, yeryüzünde nasıl bir ruh ile yaşadığına dönüp bakmak, ruhunun nasıl bir ışık yaydığını fark etmek gerek. İnsan olmak o ruhtaki sevgi ve ışık içermeyen davranışları, düşünceleri değiştirmek demek. Her gün kendini törpüleyip evrimleşmek demek. Yoksa oturduğun yerde “Ben insanım,” demekle olmuyor.

Seyahatlerimden birinde sohbetlerine katıldığım iki insanın konuşması ilginç geldi. Biri diğerine şunu söylüyordu: “O insan tanıdığım kadarıyla başarılı bir insandır.” Bunu duyunca hemen söz isteyip sordum, “Çok başarılı diyorsunuz. Size göre başarı nedir? Rica etsem açıklar mısınız?” Yanıt tahmin edeceğiniz gibi “İyi bir işte çalışıyor, iyi para kazanıyor, bu para ile araba almış,” oldu. İşte, insanlar hep aynı zihniyette olduğu için başarı da bu saydıklarına bağlı oluyor.

Bununla ilgili yine yaşadığım örneği anlatayım. Çok iyi bir okulda öğrenim görmüş iyi bir işi olan bir insan. Biraz daha tanıma fırsatım olunca ahlaklı ve erdemli davranışta bulunmadığını gördüm. Ürününü satarken hep fırsatçılık yapıyordu. Hem değerinden fazla fiyat veriyordu hem de ürünün kalitesi söylediği gibi değildi. İşte burada bahsettiğim başarıyı görmek mümkün değil. Hâlbuki bu ve bunun gibi kişileri bilmeyenler, iyi öğretim görmüş olmayı, iyi okulları bitirmeyi başarı olarak kabul ediyorlar. Çünkü insanlar etiketleri sevdikleri için gösteriş sevdikleri için başarıyı da bunların üstüne kuruyorlar.

Bir gün bir arkadaşım bana, “Bak şu tiyatro sanatçısı sahnede çok başarılı ve ayrıca da beş dil biliyor,” diye anlatıyordu. “Tamam, mesleğinde başarılı olabilir. Emek vermiş ona itiraz etmem saygı gösteririm. Ama etrafındaki insanlara davranışlarına baktığımda bencilliği ve kibri hemen anlaşılıyor,” dedim. Çünkü ben buna bakarım. Beş yabancı dil biliyorsa kendinedir. Etrafına ruhundaki olumsuzluklarla zarar veriyorsa egolarından ışık olamıyorsa ben ona başarı demem.

Aynı şekilde herkesin çok akıllı, çok başarılı bulduğu bir doktor gerçekten bilgi bakımından başarılı olabilir, mesleğini çok iyi yapabilir ama maddi durumu iyi olmayan hastalara bakmaktan kaçınırsa ben ona da başarılı demem.

Mühendisler, mimarlar mesleklerini çok iyi yapabilirler, başarılı olabilirler fakat çalıştıkları projelerde kendi menfaatleri doğrultusunda farklı uygulamalara gittiklerinde insanlık olarak maalesef başarılı olamazlar.

İnsanlar sadece mesleğinde başarılı olmak, para kazanmakta başarılı olmak, geleceğini garantiye almakta başarılı olmak için öyle bir koşturmaca içine giriyorlar ki ruhtaki tekâmül başarısı kimsenin aklına gelmiyor, gelse bile bunun için çabalamak istemiyor. Kaç insan bu koşturmaca sonrasında oturup, kendi ruhuna bakıp “Ben eskiden böyleydim, şimdi kendimdeki şu olumsuzluğu insanlık yönünde değiştirdim,” diyebiliyor? Kaç insan ruhunu egolardan arındırıp tam insanlık yaşayabiliyor ve dünyaya verebiliyor? Zaten en zorudur ruhu tekâmül ettirmek. Ruh tekâmül ettikçe hangi şartlarda olursa olsun tam bir insan olarak yaşamak kendiliğinden varılacak bir hedef olacaktır.

Evlilikle ilgili kararlarda da çok sık rastlanır bu başarı meselesine. “Bak, o erkek veya kadın çok başarılı mesleğinde, çok iyi para kazanıyor,” derler. İlk önce bunlara bakıp “Aman kaçırma!” derler de nedense o kişinin insanlık olarak ruhunun nasıl olduğuna bakmak kimsenin aklına gelmez.

Bundan yirmi sene önce bir arkadaşım tatile gidecekti. Birlikte gitmemizi istedi. Bir de ortak bir arkadaşı çağırdı fakat ben çağırdığı kişi ile ruh olarak anlaşamadığımı kendimce biliyordum. O yüzden “Ben gelmeyeceğim,” dedim. “Neden? Ama o çok bilgili, tanımış ailenin çocuğu, şirketleri yönetiyor, başarılı,” dedi arkadaşım. “Onlar beni ilgilendirmez,” diye yanıt verdim. Çünkü gerçekten onun ruhu benimle anlaşmıyordu. İnsan kendi ruhunu tanıdığı zaman ne isteyeceğini biliyor. Onun başarısı o ortamda beni mutlu etmezdi, o yüzden gitmedim.

Ruhta sevgi olmadığı zaman insancıl kalmak zordur.

Ruhun tekâmülü sevgi ile başlar. Dünyada insancıl yaşamak için her gün kendini eğitip, geliştirip evrimleştireceksin. Çünkü insan olmak için çok büyük emek vermek ve insanlığı sürdürmek için de her daim ruhun sevgi içinde olması gerekir.

İnsan insanın kalbidir ve insanın erdemidir insanı büyüten.

İnsanlık dünyanın en büyük hediyesidir.

Her şey gönlünce olsun!
Sevgi ve ışıkla!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

CÖMERTLİK SULTANI…

 

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

Şimdi sizi hikâyemizle baş başa bırakıyorum.

Zamanın Yemen hükümdarı, oldukça cömert biridir. İhsanları her yere yayılmasına rağmen, Hatimi Tai’nin cömertliğinden bahsedilmesine tahammül edemez.

Günün birinde sarayında herkese büyük bir ziyafet verir. Zengin fakir herkes yer. Halkın, (Hükümdarın ziyafeti ne kadar muhteşem oldu, neredeyse Hatime yaklaştı) dediğini duyunca, Hatim sağ kaldıkça, cömertlikte birinci olmasına imkan olmadığını anlar, onu öldürtmeye karar verir. Çok güçlü bir genç bulup eline bin altın verir. İşi bitirince de, bin altın daha vereceğini söyler. Genç, sora sora Tay kabilesine kadar gelir. Güler yüzlü, kendisi gibi yiğit bir gençle karşılaşır. Bu sevimli genç:

– Hoş geldin yiğidim. Çok yorgun olduğun anlaşılıyor.

Buyur bu gece misafirim ol!” diyerek evine götürür. Gece, misafirine çok ikram ve ihsanda bulunur. Sabah olunca, misafir gitmek isteyince, birkaç gün daha kalmasını ısrar eder. Misafir der ki:

– Çok önemli bir işim var. Bir an önce gitmem gerekir. İyilik ve hizmet etmekten zevk duyduğu anlaşılan ev sahibi der ki:

– İşin nedir, sana acaba bir yardımım dokunabilir mi?

– Ey asil kişi, sen çok cömertsin, iyilik seversin, senden sır çıkmayacağı belli. Hatim isimli birini arıyorum. Acaba tanıyor musun?

– Hatim ile ne işin var? Misafir, niçin geldiğini anlatıp der ki:

– Bu işte bana yardımcı olman mümkün mü?

– Elbette mümkündür. Yalnız bu iş pek kolay olmaz. Dediklerime uyarsan tereyağından kıl çekmiş gibi zahmetsiz olur.

– Ne yapmam gerekir?

– Hatim de senin gibi yiğit biridir. Belki öldüremezsin. Ben sana onun yerini tarif edeyim. Ancak öldüremez de iş meydana çıkarsa, yerini söylediğim için beni öldürebilir. Bu bakımdan benim ellerimi, ayaklarımı bağla. Zorla söylettiğin anlaşılsın. Misafir, ev sahibinin elini, kolunu, ayaklarını iyice bağladıktan sonra sorar:

– Hatim nerede? – Hatim denilen kimse benim. Madem benim başım senin işine yarayacak, ne diye onu vermeyeyim? Misafirin arzusunu yerine getirmek, gönlünü etmek benim en büyük arzumdur. Hemen öldür, kimse duymadan buradan git! Genç, neye uğradığını şaşırır. Hemen Hatimin ayaklarına kapanıp der ki:

– Sana gül yaprağı ile dahi vuran haindir. N’olur beni bağışla!..

Genç, helalleşip oradan ayrılıp hükümdarın huzuruna çıkar. Olanları anlatır. Hükümdar da, iyiliksever, cömert olduğu için hatasını anlayıp (Taşıma su ile değirmen dönmez. Cömertlik mal ile değilmiş. Hatimin cömertliği yaratılışından, fıtratından, güzel huyundan ileri geliyormuş. Sen verilen görevi fazlasıyla yerine getirdin) diyerek söz verdiği altınları hediye eder…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com