POZİTİF VE NEGATİF ÖĞRETMEN

Ortaokul birinci sınıfa giden öğrenci, sandığı iki hafta sonra tekrar açıyor ve bir anıyı daha serbest bırakıyor.

Okuldaki öğretmenlerin birkaçından bahsetmiştim. Bizim sınıfa derse gelmeyen diğer öğretmenleri teneffüslerde ve okulda kıyafet kontrollü sırasında gördüğüm oluyordu. Dış görünüşlerine bakıp nasıl bir duruş sergilendiklerini de görüyordum. Bazılarının bakışları o kadar sertti ki insan gidip bir şey sormaktan çekiniyordu. Belki gerçekten içi öyle değildi ama öyle bakmak zorundaydı, öğrenciler çekinsin, disiplinli olsun diye.

Okulumuz her bakımdan disiplinliydi. Bu disiplini sağlayan tabii ki başta müdür ve öğretmenlerdi. Beni en çok rahatsız eden okulun ana kapısında girerken bir iki öğretmenin sonra da sınıfımızın bulunduğu binada en az dört öğretmenin kıyafetleri kontrol etmesiydi. Bunu anlamsız buluyordum çünkü zaten giyilecek okul formasından saçların nasıl olması gerektiğine kadar kuralları okul yönetimi baştan belirlemişti. Bana göre her öğrenci kontrole gerek duymadan bu belirtilen koşullara uymak zorunda. Bunu dışına çıkmak bence zaten hata olur. Bir kural varsa her öğrenci ona uyar.

Ben, öğretmenlerin önünde geçip sınıfıma giderken her birinin gözlerine bakıp nasıl bir ifadeyle baktıklarını anlamaya çalışıyordum. O bakışlarda, sanki ‘bir hata bulalım’ ifadesi vardı. Bir gün gri renk bot giymiştim. Tam sınıfa girerken böyle sert bakan hatta çok sinirli olduğu, dersinde bile konuşulduğunu görünce çok ters davrandığı söylenen bir öğretmen beni kenara çekti ve “Gri renk bot giymek yasak! Siyah veya lacivert olacak!” dedi. Ben usulca “Peki,” diyerek sınıfa geçtim.

Eve geldiğimde aileme hiçbir şey söylemedim. Kendi kendime düşündüm: ‘Ben bu botu ilk kez bugün giymedim. Hep giyiyordum. Başka öğretmenlerin de önünde geçtim ve hiçbir şekilde itiraz etmediler. Sadece bu öğretmen itiraz etti. Biz bu botu alırken annem okul yönetimine sormuştu. Ben modelini çok beğendiğim için okula da uygun diye aldık. Peki, şimdi neden böyle söyledi bu öğretmen?’

Ertesi gün yine aynı botu giydim, o öğretmen yoktu ama hiçbir öğretmen bir şey demeden kontrolden geçtim. O anda anlamıştım aslında öğretmenin mizacının yumuşak olmadığını çünkü konuşurken bile sertti. Oysa bazı öğretmenler hem yumuşak bir tonda konuşuyordu hem de güler yüzlüydü. Mesela müzik dersinde flüt çalmaya çalıştığım hâlde iyi çalamıyordum. Çünkü müziğe yeteneğim yoktu. Severim enstrümanları fakat o yetenek bende yoktur. Müzik öğretmenimiz o kadar sevecen o kadar güler yüzlüydü ki flüt çalamadığım hâlde hiçbir zaman öyle sert konuşmamıştır benimle. Nasıl çalmam gerektiğini yumuşak bir ses tonuyla anlatırdı. Daha sınıfa girerken bile gülümseyerek giriyordu. Bir iki öğretmenimiz daha böyleydi ve biz bundan çok memnunduk. O yıllarda nedenini anlayamıyordum ama büyüyünce öğrendim aslında insanın kendisi ile ilgili sorunların dışarı yansıdığını. Müzik öğretmenimiz kendisi ile barışık olduğu için o pozitif enerjisini sınıfa da öğrencilere de veriyormuş.

Tabii öğrenci iken çoğu öğrenci için öğretmen ne söylerse haklıdır. ‘O her şeyin doğrusunu bilir’ düşüncesi vardır. Bir de aileden “Öğretmenlerine karşı çok saygılı olup onlara herhangi bir cevap vermeyeceksin!” diye öğretilmişse asla karşı gelinmez. Aslında aileden, hiçbir büyüğe karşı cevap verilmemesi öğretilmiştir. “Çünkü büyükler her şeyin doğrusunu bilir ve onlar senin iyi olmanı istedikleri için söylerler.” Tabii ki büyükler çocukların iyi olmasını ister ama neden tavırları bunu yansıtmaz? Neden müzik öğretmeni gibi tatlılıkla anlatmaz da diğer öğretmen gibi sert ve emir vererek söyler?

İnsan, yaşı büyüdükçe daha iyi anlıyor ki negatif insanlar, öfkeli insanlar, kızgınlık içinde olan insanlar kendileriyle barışmamış, sevgiden uzak ve hayatları boyunca kontrolcü oldukları için seslerini yükseltebiliyorlar ve kırıcı konuşmalar yapabiliyorlar. Mesela ailede de ortanca amcam böyleydi. Aşırı kontrolcü ve öfkeliydi. Bu ister istemez davranışlarına yansıyordu. Çocukken büyüklerden gelen bu tür tepkilerin üzerinizdeki etkileri anlaşılmıyor ama bilinçaltında yerleşip şifalandırılmazsa ileride sizi sürekli kontrol eden veya emir kelimeleri kullanan insanlarla karşılaştığınızda sizde rahatsızlık yaratıyor ve hemen oradan uzaklaşmak istiyorsunuz veya başka türlü tepki veriyorsunuz. Çünkü kendinizi özgür hissetmiyorsunuz. Kontrol eden kişi de zaten kendi bakış açısı, kendi mantığı ve kendi ön yargısı ile size tavsiyelerde bulunuyor. Sizin bakış açınızla bakmış olsa daha farklı yol dener.

Bir gün aynı öğretmen beni tekrar çevirdi. Kapıda durmuş geçen öğrencileri kontrol ettiğini görünce durumu anlattığım bir arkadaşım “Öğretmene görünmeden sınıfa geç, diğer öğrencilerin arkasına saklan.” diye önerdi. Kabul etmedim, “Nasıl geçmem gerekiyorsa aynı şekilde geçerim.” dedim. Tam geçiyordum ki öğretmen yine beni çevirdi. “Bu renkte bot giymek yasak demiştim!” Üslubu yine sertti. Bu sefer sessiz kalmadım, dedim ki “Öğretmenim ben hep bu botu giyiyorum. Gören hiçbir öğretmen sesini çıkamıyor. Okula başlarken bu renge okul müdürü izin vermişti.” Bunun üzerine bir şey diyemedi, kısa bir sessizlikten sonra “Ama çoğunlukla siyah ve lacivert.” dedi. Hiç sesimi çıkarmadan sınıfın yolunu tutum. Başka bir okuldan geldiğini sonradan öğrendiğim bu öğretmene bazı öğrenciler lakap takmıştı, gördükleri yerde hemen lakabını kullanarak “Kaçın …. öğretmen geliyor.” diyorlardı.

Eve dönünce ablama sordum. Ablam, “Bizim dönemimizde bu öğretmen yoktu. Yeni gelmiş olabilir.” dedi. Annem de “Eğer istemiyorlarsa onun söylediği renkte bot alırız.” dedi. Ama ben istemedim. Çünkü bir tek o kabul etmiyor diye başka bot alamazdım. Ondan sonra da zaten uyarıda bulunmadı.

Aslında insan, karşısındaki kim olursa olsun yanlış bir davranışta bulunuyorsa bunu saygılı olarak söylemeli. Çocuk diye haklı da olsa büyüklerin hep söylediklerine evet demek zorunda kalmamalı.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BARIŞ BENİM İLE BAŞLAR- 10

Sevgili okuyucularım, geçen ay bilinçli ve bilinçdışı anıların, olumsuzlukların temizlenmesi için yapılan ve “ho’oponopono” adı verilen bir arınma çalışmasını paylaşmıştım. Bu ay da farklı konular için aynı şekilde yapmanız gereken bu arınma çalışmasını dört madde hâlinde paylaşıyorum. Düzenli olarak yaptığınızda gerçekten kendinizde inanılmaz bir olumlu değişiklik göreceksiniz. Özellikle zihniniz, ne kadar berraklaşırsa o kadar huzurlu olur. En önemlisi berrak bir zihin her zaman doğru karar almanızı sağlar. Çünkü zihin olumsuzluklarla dolu olduğu zaman doğru karar bile alamıyorsunuz. Disiplin ve azimle yapılan çalışmalardan her zaman olumlu karşılık alınır. Çalışmaya geçmeden önce bununla ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum. Geçen ay bu bilgiyi paylaşmıştım fakat belki ilk defa okuyacak olanlar vardır. Onlar için yinelemekte fayda görüyorum.

Ho’oponopono yöntemi; karşımızdaki insanın yaşadığı bir sorunu duyduğumuz, öğrendiğimiz anda bizim sorunumuz olarak algılayıp kendi içimizde bundan arınarak karşımızdakini de arındırma yolunu öğretiyor. Sadece insanları değil her şeyi arındırıp temizlemenin yoludur bu. Olumsuz durumlardan kurtulmanın bir yöntemidir.

Ho’oponopono, Havai halkının kullandığı bir kendini arındırma yöntemidir. Bu yöntemi Joe Vitale’in kitabı “Zero Limit” aracılığı ile batı dünyasına tanıtan ve meşhur eden kişi Dr. Ihaleakala Hew Len oldu. Doktorasını Iowa Üniversitesi’nde yapmış olan Dr. Ihaleakala Hew Len, uzun yıllar Havai Devlet Hastanesi’nin suç işleyen akıl hastaları ile ilgilenen adli biriminde uzman psikolog olarak çalışmış. Hastalarıyla elde ettiği mucizevi sonuçlar çok ilgi çekmiş. Kullandığı yöntemler öyle etkiliymiş ki zamanla yatan hastaların tümü taburcu edilmiş, sonunda dört yıl içinde birim kapatılmış. Dr. Len’in kullandığı bu yöntem, 1982 Kasım’ından beri güncelleştirilmiş Ho’oponopono uygulaması yapan Hawaiili şaman Morrnah Nalamaku Simeona sayesinde ortaya çıkmış. Tüm dünyada bu yönteme ün kazandıran, öğrencisi Dr. Ihaleakala Hew Len ve Joe Vitale oldu.

Şimdi çalışmaya geçelim:

1) Kendimi olduğum gibi sevmemi ve kabul etmemi engelleyen içimde bana, aileme, atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanana kadar andan ana ho’oponopono dedikten sonra

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet.

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

2) Değişimler yapmaktan korkmama, değişimden rahatsız olmama yol açan içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

3) Hayatımda yenilikler yapmamı, yeni fırsatları ve şansları deneyimlememi engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono “

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

4) Hayata, akışa ve geleceğe güvenmemi engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono “

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

Kaynak: Dr.Ihaleakala Hew Len ve Berna Özcan

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

HAYAT HESAP İLE GEÇER Mİ?

Sevdiğim iki söz vardır. Halk arasında söylenen bu sözleri sıkça duymuşsunuzdur:

“Sen hesap yaparken kader gülermiş.”

“Evdeki hesap çarşıya uymaz.”

Gerek özel gerek sosyal hayatınızın ne kadarını hesap ederek yaşıyorsunuz? Yaptığınız hesaplar size ne kazandırdı ne kaybettirdi? Bunları bir teraziye koysanız hangisi ağır basar?

Hesap kelimesinden kast ettiğim kalbin sesini dikkate almadan yapılan davranışlar, alınan kararlardır. Gelecek için kaygılarla, korkularla ve başkaları adına veya menfaat uğruna anda kalmayı engelleyen, anı yaşamayı ıskalayan davranışlar, kararlar.

Oysa sevgi dolu bir kalp hesap yapmaz, hayatı sevgi ile akışında yaşar. Hesabı yaptıransa korkular ve egolar. Aslında egolar da korku sayılır. Çünkü korku olduğu zaman sevgi ile bakamaz insan. Zaten kalbinin sesini de dinlemiyor. Kalp, “Sevgiyi seç.” dese bile o anda duymuyor, kendimi garanti altına alırım diye iyi imkân sağlayacak insanlara, olaylara yöneliyor. Kalbini, sevgiyi dinlemiş olsa sevgi ona istediğini zaten getirecek. Sevgiyi bulmak için önce korkuları, o mantık ve susmayan zihni susturmak, daha doğrusu bu yüklerden (EGOLARDAN) kurtulmak gerek ki şifalanma sağlasın.

“Önce kendini tanı.” diyerek yazdığım yazıların hepsinde söz ettiğim gibi insanın kendini tanıyıp kendi sorumluğunu alması gerekiyor. “Ben neyin hesabını yaparak hayatımı yaşıyorum?” diye kendine sorması gerekiyor ki hesaplar çarşıya uymadığı zaman karşısındaki insanı veya hayatı suçlamasın. Adımlarını ya da kararlarını neye göre belirliyor, önce neyin hesabını yapıyor? Kendi menfaati için mi? Etraf için mi? Ailesi için mi? Bunu bulmak çok önemlidir. Bulduktan sonra yüzleşmek de. Ama yüzleşmek cesaret işidir.

Her insan hayatını çok iyi şartlarda yaşamak ister. Kimse ne üzülsün ne de acı çeksin, her şeyi güzellik içinde yaşasın tabii ama unutulmamalı ki bu güzelliğe ulaşmak için yol hesaptan değil sevgiden geçer.

Bu hesaplar yüzünden insanlar duygularını yitirmeye başlıyorlar ayrıca da samimiyetsiz sosyal ve özel ilişkiler kuruyorlar. Günümüzde sıkça kullanılan bir cümle var: “Network’ün (sosyal ağın) ne kadar geniş olursa o kadar iş birliğin ve çözüm paydaşın olur.” İşte bu cümle, bu samimiyetsiz ve hesaba dayalı ilişkileri çok iyi anlatıyor.

Bununla ilgili şahit olduğum yaşanmış o kadar örnek var ki? Örneğin bir tanıdık, yıllar önce birlikte davet edildiğimiz yemeğe giderken bir kutu çikolata götürmeyi teklif edince “Bu yemeğin kârı ne?” diye sormuştu. İşte bu hesaptan başka bir şey değil. Eğer burada sevgi olsaydı bunu söylemez o çikolatayı kendisi alırdı.

Siz de şahitlik etmişsinizdir. Aile, kızına veya oğluna diyor ki “Bak bu kişinin eğitimi iyi, mevkisi, makamı ve maddi şartları iyi. Sen bununla evlen. Üstelik ailenin tek çocuğu; ileride her şey sana kalacak. Ailesi de çok verici, çok rahat edersin. Hiç sıkıntı çekmezsin, hayatını güzel yaşarsın.” Bu hesapla yapılan evlilik dışarıdan iyi görünüyor, “Birbirlerini çok seviyorlar, çok iyi anlaşıyorlar, çok mutlular.” diyor herkes. Fakat bir süre sonra o ailenin ya da o kişinin hesabı tutmuyor. Bu sefer hemen gelin veya damat hakkında, “Kötü çıktı”, “Gördün mü baştan böyle değildi hiç”, “Ailenin etkisi altında kaldı,” “Öbür yüzünü gösterdi” diye söylenir durur. Kendi hesaplarına bakmıyor, “Ben bu kişi ile neden evleniyorum veya ilişkime devam ediyorum? Ne hesabı yaptım?” demiyor da en kolayı seçip suçluyor. 

Flörtlerde de benzeri durumlar yaşanır. Yine şahit olduğum bir flörtte taraflardan biri boşta kalmamak için bu ilişkiyi yaşıyor. Sonra daha iyi imkânlara sahip bir başkasını bulunca önceki flörtünü bırakıp imkânları iyi olanla birlikte oluyor. Bunun adına da “sevgi” diyorlar. Sevgi değil hesap sevgisi, samimiyetsizlik oluyor bu bence. Aslında kendisini tanısa korkularından arınıp gönül gözüyle baksa, sevgi ile hayatı yaşasa çok daha iyi şartlar o kadar kolay gelecek ki önüne.

Sevgi yerine karşılıklı menfaat hesaplarıyla başlayan duygusal ilişkilerde kimi zaman menfaatler bitince “İşim olmaz onunla” diyenlere kader öyle bir güler ki hesabı şaşar. Kimi zaman da kader öyle oyunlar eder ki beklenen menfaatler gerçekleşmez ve hesap yapan önce karşısındakini sonra şansını ve hayatı suçlar. İnsan suçlamaya bir başladı mı da sonu gelmez ve bu çember etrafında dönüp durur. Hâlbuki yapılması gereken tek şey mantık olarak zihninde neyin hesabının yapıldığıyla yüzleşmektir.

Bir iş ararken “Nasıl olsa ondan gelir” diye hesap ederek hemen çevresi geniş ya da iyi bir mevki sahibi insanlara cv‘ler gönderilir. Karşılaştığım örneklerden biri böyleydi. Bir iş yeri açmak veya bir kitap çıkarmak konusunda medet umduğu kişiye önce hediye verip sonra isteyeceğini isteyen kişi umduğunu bulamamıştı.

Bir başka örnek de maddi kazançlarla ilgili. Sürekli bilgisayarın başında piyasaları takip eden, dolardan, borsadan, altından, gayrimenkulden başka bir şey konuşmayan ve sürekli hesap yapan biri gelişmeleri yakından takip ettiğini düşünürken anı yaşamaktan uzaklaşıyor, hayatın tadını çıkaramıyor. Üstelik yaptığı yatırım o anda iyi gelse de bir süre sonra bir şekilde gidiyor. Bu sefer şansını suçluyor. Yatırımlarını, geleceği garanti altına almak korkusu, para kaybetme korkusu, sürekli kazanma isteği gibi hesaplarla yaptığını fark edip şifalandırsa ve sevgi ile yapabilse gelen para da bereketli olacak. Hatta belki bu kadar hırs yapmayacak.

Şahit olduğum bu örnekler çoğaltılabilir. İşini, müdürünü ve patronu sevmediği hâlde çok para veriyor diye çalışanlar, eşini değil sağladığı imkânları sevdiği için evliliğini sürdürenler hep bir hesap peşinde oldukları için günün birinde kader başka bir sınava tabi tutuyor. Ya o paranın bereketini göremiyorlar ya evlilikte huzur bulamıyorlar ya çok güvendikleri ortakları zarara uğratıyor. O sınav mutlaka ama mutlaka yaşanıyor.

Siz de çok rastlamışsınızdır; kendi hesabı için sizi sevdiğini söyleyenlerin övgü dolu sözleri, takdir etmeleri kendi hesapları bitince bir anda biter. Bir bakarsınız ortadan kaybolmuşlar, aramıyor sormuyorlar. Aslında o anda size bir şey olmuyor sadece herkes kendi hesabına göre yolunu çiziyor.

Eğer karşınıza çıkan kişileri veya işleri hesap yapmadan sevgi ile kalp gözü ile bakıp severek kabul ederseniz beklemediğiniz anda mucizeler olur.

Sevgide olursanız her şeye sevginizi verirsiniz. Hiçbir zaman kendi hesabınızı için yanaşmazsınız. Onu olduğu gibi sevdiğinizi görürsünüz.

Hayatta her yolu açan sevgidir. Sevginin yolu ise kalp gözü açık olmaktan geçer. Ağızdan söylemekle değil.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ÖZGÜRLEŞEBİLMEK

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi “Özgürleşebilmek”

Bu kitabın yazarı olan; Guy Finley, Amerikalı bir kendi kendine yardım yazarı, filozof, ruhani öğretmen ve eski profesyonel söz yazarı ve müzisyendir. Bu kitapta, gerçekte kim olduğunuzu keşfedecek, özgün korkusuz benliğinizi tanıyacak, özlem duyduğunuz ruhsal özgürlüğe kavuşmak, içeriden ya da dışarıdan sizi esir eden istenmeyen durumların etkisinden kurtulacak ve özgürleşeceksiniz. Tabii ki her okuduğumuzu içselleştirmek gerekiyor sadece okumak ile olmuyor.

Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.

“…

Hayatının Yönetimini Almanın Anahtarları

Kendi yaşamımızı yönetmenin değeri nedir? İnsanların güçlü karakterimiz için bizi alkışlaması mı? Yoksa bizim bir “kaya” olduğumuzu düşünenlerin onayını kazanmamız mı?

Hayatımıza hakim olduğumuzda da, o ya da bu şekilde bir çelişki ortaya çıkabilir, ancak artık kendimizi örneğin gerçek güç için kızgınlık ya da öfkeye ya da sakin bir güven için küstahlığa bürünmek gibi yanlış bir şekilde aldatmamız mümkün değildir.

Kendimize hakim olduğumuzda başkalarına acımasız şeyler söylemeyiz. Telaş etmeyiz. Korku içimizde barınamaz. Acı verici pişmanlıklar gün geçtikçe geçmişin bir parçası olurlar; artık bulutların ve onların süzüldükleri gökyüzünün içinden geçmenin farkını bildiğimiz için bizi aşağı çeken karanlık günler güçlerini yitirirler. Bu gerçek irade gücüdür. Belki bu çabasız irade gücünün gerçekten var olup olamayacağını merak ediyorsunuzdur. Sizin de birazdan anlayacağınız gibi yanıt evettir. Aslında, olumsuz düşünce ve duygulara sürüklenmemizin sadece tek bir nedeni vardır ve bu da onların doğru yere konumlanacak kadar güçlü olmaları değildir!

Doğuştan hakkın olan özgürlük…

Şimdilik bu hediyenin önemini düşünmeyi bir an için bırakalım ve farkında olmadan sıklıkla kendimizden ödün verdiğimiz düşünce ve hislere odaklanalım.

Bildiğimiz tek şey; şekilleri veya biçimleri ne olursa olsun kaygı, şüphe, öfke ve korkunun bizleri kendi ağlarına düşürüp esir alan duygular olduğudur. Bu duyguların ortaya çıkarabileceği korkunç koşulların üstesinden ancak doğuştan sahip olduğunuz özgürlük hakkınızı geri kazanabildiğinizde gelebileceğinizi bilmelisiniz.

Dahası; öfke ve hayal kırıklığı gibi kolayca tanıyabileceğiniz, kılık değiştirerek bizleri esir alan duyguların sabır, ilgi ve sevgi ile yok edilebileceğini bilmeniz gerekir. Özgürlüğünüzü tehdit eden-bakımlı bir çiçek bahçesindeki yabani otlar misali hızla yayılan-bu duyguları temizlemek için gereken yaşam ışığının içinizde olduğunu hatırlamanız yeterli olacaktır.

1.Yaşamın iyiliğine karşı duyduğumuz koşulsuz inanç

2.Bazen farklı görünmesine rağmen her şeyin adil ve doğru olduğuna dair mükemmel güven.

3.Zamansızlığı başarısı olan bir  gerçeklik düzeni ile zahmetsiz bir ilişki. “…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

SINIFTAKİ HERKESE ADALETLİ DAVRANMAK

Anılarımı anlatmaya on beş gün önce kaldığım yerden devam ediyorum. Ortaokul birinci sınıfa başlayalı 3 ay olan çocuk şimdi sandıktaki bir anıyı daha serbest bırakıyor.

Okulda günler hızla geçiyordu. Derslere ve yeni öğretmenlere alışmaya başlamıştım. Beni en çok etkileyen tarih hocası olmuştu. Belki tarihi çok sevdiğim içindi. Coğrafyada seviyordum fakat coğrafya hocasının anlatımı bana yeterli gelmemişti. Oysa tarih hocamız her konuyu ayrıntılı anlatıyor üstelik ders dışında çok güzel kültürel bilgiler de veriyordu. Bunun üzerine kendisine hangi tarih kitaplarını okumam gerektiğini sordum. Önerdiği kitapları zevkle okuyor, tarih dersini de zevkle çalışıyordum. Diğer derslere de çalışıyordum ama bir tarih gibi değildi.

İngilizceyi de çok sevmiştim. Çünkü yabancı bir dil öğrenmek faydalıydı. Kuzenlerim Almanyada yaşadığı için dil öğrenmenin öneminin farkındaydım. Bir yerlere, mesela Almanya’ya gidersem yabancı dilim olduğunda rahatlıkla konuşacağımı düşünmek bile beni heyecanlandırıyordu. Bir de ilkokuldan beri hiç vazgeçmediğim spor vardı. Beden eğitimi dersini çok seviyordum. Okulumuzda basket potaları vardı. Basket oynamaya başlamıştım. Oynarken çok mutlu oluyordum, zaman hiç geçmesin istiyordum.

Sınıfta genellikle sessizce dersi dinlerdim. Arkadaşlarımla fazla konuşmazdım. Sadece teneffüslerde kantine gidip orada muhabbet eder ama çoğunlukla da hava güzel olsun olmasın mutlaka bahçeye çıkardım. Koridor büyük ve uzun da olsa pek kapalı kalmak istemiyordum. Benimle kimse gelmese bile tek başıma okulun bahçesinde geziyor ya da oturuyordum. Bahçede olmaktan keyif alıyordum.

Okula birlikte gidip geldiğim gruptan sınıf arkadaşım Almilanın evine hafta sonları ders çalışmaya gidiyordum. Annesi kimya öğretmeni olduğu için biz ders çalışırken zaman zaman yardım ediyordu. Bizi sınav yapıyordu. Almila, annesi öğretmen olduğu için daha farklı dersleri çalışıyordu, bir de annesi okuldaki öğretmenlerden onun hakkında bilgi alıyordu. İşte o günlerde bir şey dikkatimi çekti. Öğretmenler, Almilaya sınıftaki diğer öğrencilerden daha farklı mı davranıyordu, yoksa bana mı öyle gelmişti. Bir süre sonra yanılmadığımı anladım. Annesi bu okulda öğretmen diye bazı öğretmenler Almila daha çok takdir ediyor, daha farklı davranıyordu. Aslında sorulan sorulara sınıftaki herkes cevap veriyordu ama Almila cevap verdiği zaman birkaç öğretmen ona farklı davranıyor, övgü dolu sözler söylüyordu. Zaman içinde Almila’nın ön planda tutulduğunu gördüm. Aslında bütün öğrencilere aynı şekilde davranılmalıydı. Onun annesi okulda öğretmen diye farklı davranılması bana hoş gelmemişti. Bunu anneme ve ablama anlattım. Ablam aynı okulu bittirdiği için öğretmenleri tanıyordu, bu yüzden davranışlarına şaşırmadı. Annem ise Almila sana olumsuz bir şey söylüyor mu? Söylemiyor. O yüzden sen böyle şeylere takılma, derslerini çalış.” dedi. Aslında ben herkese aynı davranılmasından yanaydım ama annem üzerinde durmamam gerektiğini söyledi.

Bu arada ortanca amcam ortaokulda da velim olmuştu. Veli toplantılarını hiç kaçırmazdı. Altı gün çalıştığı hâlde pazar günü tatilinden fedakârlık yapar mutlaka toplantıya katılırdı. Bizim okuldaki başarımız onun için çok önemliydi bu yüzden ne yapılması gerekiyorsa yapardı. Üstelik her geldiğinde “Dersler nasıl gidiyor?” diye sormadan edemezdi. Tabii bu kadar fedakârlık ve ilgi karşısında insan başarılı olmak için daha fazla çalışmak zorunda kalıyor. Çünkü karnenin iyi gelmesi gerekiyor. Bu da ister istemez büyüdükçe her yaptığın işte başarılı olmalıyım” düşüncesinin gelişmesine neden oluyor.

Aslında kime göre, neye göre başarı? Babam mesela, o kadar üstünde durmazdı. Ona göre başarı, sınıfı geçmek, okulu bitirmekti. Babam çok çalışıyordu çünkü o da işinde başarılı olmak istiyordu. Bir kere çalışmayı seviyordu. Oturmayı sevmiyordu. Hasta olduğu zaman bile işine gidiyordu. Kendine yeterince zaman ayırmıyordu. Sadece pazar günleri tatil yapıyordu. İş hayatına atılıp da yoğun çalışırken iki günlük iznin bile yetmediğini görünce tabii, “Babam nasıl o tempoya dayanabiliyordu?” diye üzülerek düşünüyorsun ister istemez. Babamın çalışması akrabalar bilirdi. Bize geldiklerinde babamı görmezlerse anneme,“Nerede? Yine çalışıyor mu?” diye soruyorlardı.

Aslında babam için aile kavramı çok önemliydi. Bu yüzden akşam geç de gelse pazar günü de olsa mutlaka hep beraber dışarıya çıkardık. Ailesinden ayrı gezmezdi. Birimiz bu gezmelere katılmak istemesek “Neden gelmiyorsun?” diye sorar mutlaka geçerli sebep sunmamızı isterdi. Buna rağmen babam biraz daha az çalışıp kendine ve bizlere daha çok vakit ayırabilseydi keşke. Çocukken anlamıyorsunuz ama zaman geçtikçe ailenizle vakit geçirmenin önemini ve kıymetini daha iyi anlıyorsunuz.

Ağabeyim de babamla çalışıyordu. Okuldan gelip hemen babamın yanına gidiyordu. Lise birinci sınıftaydı. Ödevlerini işten geldikten sonra yapardı. Ağabeyim genellikle dersi derste dinlediği için fazla çalışmadan çok iyi notlar alırdı. Onun evde pek ders çalışmadan başarılı olmasını çok takdir ediyordum.

Bu arada evimizde sürekli misafir olduğu için annemin boş vakti olmuyordu. Her gün mutlaka komşumuz sabah kahvesine veya öğleden sonra çaya gelirdi. Annem de yalnızca kahve veya çay vermek alışkanlığı olmadığı için mutlaka yanına ikramlık hazırlardı. Annemin yaptıklarından en çok sevdiğim elmalı ponçikleri arkadaşlarımla da paylaşmak için peçeteye sarıp çantama koyuyordum. Arkadaşlarım annemin yaptıklarını beğenince mutlu oluyordum ve eve gelir gelmez onlara götürmek için annemden tekrar pasta yapmasını istiyordum. Arkadaşlarımla paylaştığım, onlara bir şeyler verdiğim zaman mutlu oluyordum.

Bazı alışkanlıklar çocukluktan kalmadır. Paylaşmak da öyle. Çocukken alışmışsanız şartlar ne olursa olsun o paylaşma büyünce de devam ediyor. Paylaşmanın azı çoğu yoktur. Bazılarına göre küçük gelebilir ama önemli olan niyet etmektir. Mesela ablam da üniversitede okurken çiçek alırdı. Okul dönüşü genelde Kadıköy’e uğradığı için alışverişi de o yapardı. Bazen çiçek de alırdı. Getirdiğinde annem hemen vazoya yerleştirip salondaki masanın üstüne koyuyordu. Vazodaki o çiçekler masanın üstünde çok güzel görünüyordu, bakınca mutlu oluyordum. Bir de kokulu çiçeklerse gidip gelip kokluyordum. Belki de bu yüzden çiçeklerin benim hayatımda her zaman ayrı bir yeri olmuştur. Hâlâ da bu alışkanlığım devam eder, çiçek alırım.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

RUH SAĞLIĞININ İYİ OLMASINI İSTİYORSAN!

Çağımızın hastalıklarından bir tanesi de kıskançlık ne yazık ki. Kıskançlık hem kendine hem de başkalarına zarar verecek kadar büyürse ruh sağlığını gerçekten bozar. Kıskançlık insanın kendisinde olmadığı, yapamadığı veya onlara sahip olmadığı zaman ortaya çıkan bir duygudur. Bu duygu şifalanmazsa hırsa ve kendine zarar verecek rekabete kadar gider.

Bazı insanlar bu duygunun zararlı olmadığını zanneder bazıları ise zararlı olduğunu bildiği hâlde ya devam ettirir ya da bu duygudan nasıl kurtulup ruhunu özgürleştireceğini ve şifalanacağını bilmez.

Bu yazı, insanların kıskançlık duygularını kime, nasıl, neden ve niçin yönelttikleri gibi sorulara cevap bulabilmeleri içindir.

Çoğu insan kıskanç olmadığını söyler. Aslında kendimizle tam olarak yüzleştiğimizde son derece dürüst olursak yaşam boyunca çok veya az hatta bir anlık da olsa kıskançlık duygusu yaşamış olabileceğimizi görürüz. Fakat hemen söylemeliyim ki kıskançlık ile imrenmek çok ayrı kavramlar; aralarında ince bir çizgi var. Kıskançlık zarar veren bir duygudur.

Çocuklukta kardeşler arasında karşılaşılan kıskançlık ebeveynler tarafından “Çocuktur, geçer” diyerek görmezden gelinirse büyüdüklerinde de sürebilir. İşte bu duygu ruh sağlığını bu kadar etkileyen bir duygudur.

Kıskançlık duygusu çocukluktan beri devam eden insanlar olduğu gibi kimilerinde ise sonradan; bazı travmalar ya da korkular yüzünden oluşmuştur. Sahip olduğu veya olmak istediği şey her ne ise bir tek kendinde olsun başkalarında olmasın isteyen insanlar vardır. Onların egoları o kadar büyüktür ki yalnızca kendilerini layık gördükleri şeyleri asla başkalarında görmek istemezler. Kıskançlık hem karşı cinse hem de kendi cinsine duyulabilir. Karşı cinse (eşine, sevgilisine) duyulan kıskançlığın özünde sahiplenmek ve korku vardır. Başkasına ait olmasını istemez.

Kıskançlığın altında yatan temel neden, kendini yetersiz görmek, “ondan var da bende neden yok” türünden rekabetçi yaklaşım, özgüven eksikliği, değersiz hissetmek, onaylanmamak, dışlanmak, reddedilme korkusu gibi duygulardır.

Kıskançlık deyince aklınıza sadece belli konular ya da maddiyat gelmesin. “Kıskanılacak neyim var ki?” diye düşünmeyin. Aklınıza veya kalbinize gelmeyecek şeyleri kıskanan insanlar var! 

Bir insanın enerjisi, ışığı, sağlığı, ailesi, başarısı, gülmesi, iç mutluluğu, iç huzuru, sosyal oluşu, insanlarla iyi iletişim kurması, iyi bir insan olması, seyahat etmesi, tatile gitmesi, cömertliği, eğitimi, başkalarına verdiği ilgi, becerikli oluşu, kendisiyle barışık olması, cesareti, sevgisi, sevilmesi, ilişkileri, evliliği, iş yerindeki terfisi, aldığı maaş, başkaları tarafından takdir edilmesi, güzel sözler söylemesi, yetenekleri, sezgileri, fizik yapısı, giyim tarzı, sakinliği, ruhunun güzelliği, zekâsı, aklı, gücü, ayaklarının üzerinde durması, kendi maddi imkânlarını kazanması, kendi kendine yetmesi, özgürlüğü, evindeki eşyaları, evinin huzuru, mutluluğu, bereketi… Bu liste böyle uzar gider. Yazılacak o kadar çok şey var ki. Sizin hayatınızın bir parçası olduğu için üzerinde durmadığınız şeyler başkaları için kıskanılacak mesele sayılabilir. En çok da iç huzurunu ve iç mutluluğunu yakalamış insanlar kıskanılır. Çünkü hayatta sahip olunması en zor şey budur.

Bazı insanlardan şu sözü duyarsınız: “Hayat sana güzel.” Aslında söylemek istediği kendi yapamadıklarını sizin yaptığınız ve onlara kendisinin sahip olmadığıdır. Kıskanmamış olsa “Hayatın daha güzel olsun.” diyerek iyi dileklerde bulunur.

Kıskanç insan bir başkasının iyi olmasını istemez. Bazı insanlar da ister gibi görünür ama içten değildir, içinden istemez. Zaten belli bir süre sonra da bir şekilde açık verir. İnsanın beden dili, bir kelimesi, bir sözü, bir bakışı bile belli eder.

Sizde olmadığı hâlde başkasında oluyorsa; o yapabiliyorsa, onu içten takdir edip daha çoğuna sahip olmasını istiyorsanız sizde kıskançlık duygusu kalmamıştır. Çünkü pozitif enerjiye geçmişsinizdir. Kıskançlık negatif bir duygudur, içinde sevgi barınmaz. Hem sevginin varlığından söz edip hem de kıskanmak olmaz.

Buna daha çok iş yerlerinde şahit oluruz. Aynı bölümde çalışan iki kişiden biri diğerine göre daha fazla maaş alıyorsa, ona prim verilmişse, patron onu koruyor, daha çok değer veriyor, iltimas geçiyorsa diğeri hem arkadaşına karşı ister istemez bir kıskançlık enerjisine girer hem de patrona kızar. Kendisine de aynı imkânlar sunulduğunda ise kıskançlık enerjisinden çıktığını düşünür. Fakat sadece o anda çıkmıştır. Kıskançlık duygusu bilinçaltında mevcuttur, bir yerde saklanmıştır ve o duygu varsa günün birinde mutlaka yeniden ortaya çıkar. Ne kadar halının altına süpürseniz de o duyguya yönelik şifalandırma yapıp kökten çözüme ulaştırmadığınız sürece size zarar vermeye devam eder.

Bu arada haksızlığa uğradığınızda veya hakkınızı savunduğunuzda, haklarınızı almak istediğinizde ortaya koyacağınız tepki kıskançlık değil bir hak arama mücadelesidir. Bunun da ayrımını iyi yapmak gerekiyor.

Arkadaşlık ilişkilerinde de sıkça karşılaşılır. Bir arkadaşınızı daha çok sevdiğiniz, ilgi gösterdiğiniz, onunla daha çok vakit geçirdiğiniz, birlikte tatile gittiğiniz için kıskanan arkadaşınız olur bazen. Çünkü kendini değersiz hissetmiştir, ilgi görmediğini, sevilmediğini, tercih edilmediğini düşünmüştür.

Bir insanın kıskanç olup olmadığını sözlerine bakarak anlarsınız. Negatif kelimelerle dolu, sizi aşağıya çekecek sözlerdir bunlar. Kimileri de yüzünüze gülüp içinden geçeni belli etmemeye çalışır ama siz bir davranışından bile bunu yakalarsınız. Sizin başarınızı istemez. Ama en önemlisi sezgilerinizle ve kalbinizle hissedersiniz.

Önemli olan kıskançlık duygusundan kurtulmaktır. Bunu ilk olarak nerede, kime veya neye karşı, ne zaman ve neden yaşadığınızı bulup yüzleşmeniz, altında hangi duyguların ve korkuların yattığını ortaya çıkarmanız gerekir. Ancak o zaman şifalanmış olur. Yoksa “Ben kıskançlığı bırakıyorum” ya da “Artık kıskanmıyorum” demekle olmuyor maalesef.

Geçenlerde birisi açık olarak bana “Sizin şu özelliğinizi kıskandım.” dedi. Ben de o kişiye, “Beni kıskanman kendin ruhuna zarar verir, bana değil. Çünkü ben senin ruhunun kıskançlığını gördüğüm andan itibaren mesafe koyarım, uzaklaşmış olurum. Ama bu seni hayat boyu zehirleyecek bir duygu olur.” dedim. Bunun üzerine “Artık kıskançlığı bırakıyorum, artık kıskanç değilim.” diye cevap verdi telaşla. Bunu demesi tabii ki güzel ama yeterli değil. Ona şunu söyledim:

“Bunun tam kökünü temizlemeden söylemekle olmuyor. Düşün, çürümüş bir dişin kökündeki çürüğü şifalandırmadan üstüne kaplama yapılsa ne olur? Bir süre sonra o diş tekrar ağrımaya başlar.”

Sonra bu konu hakkında konuştuk biraz ve insanların bir iki özelliğini kıskandığını söyledi. Dürüsttü, samimiydi duygusunu anlatırken ve en azından bu arkadaşım kendi kendine ne kadar zarar verdiğinin farkında oldu. Bir de farkında olup inkâr edenler ya da farkında olup hiçbir çaba göstermeyenler var. Zaten emek vermeden ve çaba göstermeden hiçbir negatif duygu pozitife dönüşmez.

Kıskançlık duygusunun davranışlara yansıması oldukça geniş bir konu. Zamanı gelince bu konuyu tekrar ele alıp ilişkilerde yaşanan kıskançlık, menfaat yüzünden kıskançlık, bencillikten, kibirden kaynaklanan kıskançlık nasıl hırsa veya rekabete yol açıyor, örneklerle anlatacağım.

Ruh sağlığını korumak isteyenler kıskançlık duygusunu mutlaka şifalandırmalıdır. 

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

OLAYLARI TAM GÖRMEK

Sevgili okuyucularım, yine herkesin kendisi için dersler alacağı bilgelik hikâyemize geldi sıra. Bu ayki hikâyenin adı “Olayları Tam Görmek”. Belki birçoğunuz daha önce okumuştur.

“Vaktin birinde padişahın biri rüya da denizin dibinde geziniyormuş. Uzakta dev bir karaltı fark etmiş. Karaltı ona seslenerek; “Yaklaş ve beni gör. Benim mahiyetimi kavrarsan saadetin en büyüğüne ulaşacaksın.” Padişah tam yaklaşmaya karar vermiş ki o anda uyanmış. Uyanınca meraka kapılmış. Acaba gerçekten denizin dibinde böyle bir şey var mıydı? Bu nasıl bir rüyaydı ve niçin ona yaklaşamamıştı? Sonunda dalgıçları toplamaya ve bu işin mahiyetini öğrenmeye karar vermiş. “Kim bana deniz dibinde gördüğüm şeyin resmini çizebilirse ona yeryüzünün en büyük ödülünü sunacağım” diye ferman çıkarmış ve bunu tellallar aracılığıyla tüm memlekete duyurmuş. Dünyanın dört bir yanından dalgıçlar gelmiş. Her gelen dalgıç, verileceği bildirilen ödüllere bir an önce kavuşmak arzusuyla suya dalarak deniz dibindeki karaltının neye benzediğini anlamaya çalışmış. Sayısız dalgıç denize dalıp çıkmış.

Kimisi, o bir hortumdur demiş; kimisi, o bir sütundur demiş;
kimisi, o bir kamçıya benziyor demiş; kimisi, yayvan bir et parçasıdır demiş; kimisi de, yan yana iki hançerdir demiş. Her dalgıç, kendi gördüğünün doğru olduğuna yemin ediyormuş. Padişah ise söylenenlerden bir türlü tatmin olamıyormuş. Çünkü onun gördüğü karaltı dalgıçların söylediği bütün şekillerinden çok farklıymış. Sabırla, onun tamamını kavrayacak ve onu olduğu gibi tarif edecek bir dalgıcın çıkmasını bekliyormuş. Sayısız dalgıç denizin dibine dalmış, çıkmış. Hiçbirinin söylediği tam olarak diğeri ile örtüşmemiş. Sonunda danışmanlarından biri bu parçaları birleştirmeyi akıl etmiş. Bütün parçalar yerli yerine oturtulunca gövdesi, başı, kuyruğu, hortumu, sütun gibi ayakları ile ortaya bir fil çıkmış. Danışmanı çizilen resmi padişahın önüne koyunca, padişah büyük bir heyecanla “Evet işte benim gördüğüm buydu!’ demiş.

Çocuklar: “Peki, padişah kime ödül vermiş?” diye sorunca Yaşlı bilge, onların gözlerinin içine bakarak, şu cevabı verir:

“Bakın çocuklar, siz de o acemi dalgıçlar gibi tek unsurda kalıyorsunuz. Bunu aşın. Eşyayı önce bir harf olarak algılayın, sonra bütüne ulaşın. Eğer ‘A’ ya ‘A’ derseniz, o kendisinden başka bir şey ifade etmez. Ama onu bir harf olarak görürseniz o hem alfabeyi hem kâtibi hem kendisini göstermiş olur.”

Çocuklar bu yanıt üzerine: “Yani herkese ödül mü verilmiş?” diye sorunca Yaşlı bilge; “Bundan size ne?” diyerek sözlerine devam etmiş:

“Siz eğer ödüllere takılıp kalırsanız bu hikâye size hiçbir şey anlatmaz. Şimdi ben size sorayım: ‘Fili sütuna benzeten’ yalan mı söylemiş oldu? Yahut ‘Fil bir hortumdur’ diyen padişahı aldattı mı? Ya onu hançere benzeten? Hayır, herkes kendi algılama kapasitesince onu kavrayabildi ve öyle anlattı. Kimse yanlış bir şey söylemedi. Ama hepsi eksik söyledi. Çoğu doğrular da böyledir. O yüzden size göre olan, ötekine göre değişir. Eğer doğruları üst üste koyabilir ve onlardan bütün meydana getirebilirseniz gerçeğe ulaşmış olursunuz. Ama gerçeği asla tam olarak bilemezsiniz. Mutlak ve sonsuzu ne kadar kavrayabilirsiniz ki?

Tabi böyle olunca sizin doğrularınız size, ötekilerin doğrusu onlara ait kalır ve herkes kendi doğrusunu daha sevimli bulur. Herkes kendi doğrusunda ısrar edince de çatışma başlar. İşin özü budur.” der…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com