OKUL SEÇERKEN ÇOCUĞUN DA FİKRİ ALINMALI

Anılarıma kaldığım yerden devam ediyorum. O yıllarda beş yıl süren ilkokulu bitirip de ortaöğretime başlamaya hazırlanan çocuk artık her bakımdan büyüyor. Büyüdükçe gözlemleri de farklı olmaya başlıyor. İşte yavaş yavaş büyüyen çocuk sandık başında geçip elinde sıkı sıkı tuttuğu anahtarla heyecanla sandığı açıp bir anıyı serbest bırakıyor.

Okulun bitmesine üç ay kalınca gideceğim ortaokulla ilgili araştırmalar başladı. Ailem beni ablamın gittiği ortaokula gönderme kararı aldı. O okulun eğitimi ve öğretmenleri bakımından iyi olduğunu hem ablamdan hem de çevreden edindikleri bilgiler doğrultusunda biliyorlardı. Bir de çok eski bir okul olduğu, 1911’den beri hizmet verdiği, çok başarılı öğrenciler yetiştirildiği için o okula kaydımın yaptırılması konuşuluyordu. Velim olan amcam direkt olarak ablamın okuluna gönderilmemi istiyordu. Tabii ki ben sadece dinliyordum. Kimse bana fikrimi sormuyordu. Bundan duyduğum rahatsızlığı anneme söyledim. Annem, “Senin için hangisi iyi ise ona karar vermeye çalışıyoruz. Ablan da o okulu bitirdi ve üniversiteyi kazandı,” diyerek okulun eğitim kalitesinden bahsetti.

Benim içinse en önemlisi arkadaşlarımdan ayrılacak ve üzülecek olmamdı. Arkadaş derken kastettiğim kendime çok yakın bulduğum iki arkadaşımdı ve aslında onlarla paylaşımlarımın azalacağından endişeliydim. Çünkü üçümüz aramızda konuşurken aynı okula gitmeye karar vermiştik. Aslında evlerimiz birbirine yakındı fakat okulda beraber geçirdiğimiz vakit o kadar güzeldi ki o güzellikleri hep yaşamak istiyorduk. Benim için de Sefa ve Zeynep ile vakit geçirmek çok güzeldi. 

Bir de o dönemde en çok yapmak istediğim spor basketboldu. Fakat okulumuzda koşullar uygun olmadığı için ortaöğretime başladığımda basketbol öğrenmeyi, okul takımında oynamayı planlıyordum. Bu yüzden gideceğim okul bu açıdan da önemliydi benim için. Ama dediğim gibi ailem benim adıma karar vermişti.

Bu arada 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı yaklaşmıştı. Kardeşim yine bando takımda yer alıp trampet çalacaktı. Ben sadece yürüyüşe katılacaktım. Aynı zamanda öğretmenimiz beni 23 Nisan’da okulda oynanacak piyese seçmişti. Hem o piyese hem de okullar arası atletizm müsabakasına hazırlanıyordum. Fakat bir sabah uyandığımda kendimi iyi hissetmediğimi fark ettim. Servise binmek için evden çıkarken çok halsizdim ve belimde çok ağrı vardı. Yine de anneme bir şey söylemeden servise bindim. Okulda ağrım şiddetlendi. Bir an önce öğlen olmasını ve eve gidip yatmayı istiyordum. Nihayet eve döndük. Annem beni görünce hemen anladı, “Neyin var?” dedi. “Hastayım, belim çok ağrıyor ve halsizim,” deyince ateşimi ölçtü. Ateşim yüksek çıkınca “Bana neden söylemiyorsun sabah okula giderken?” diye çıkıştı. Annem bir yerimiz ağrıyınca hemen söylememizi isterdi ama ben öyle hafif hastalıkların ve ağrıların üstünde durmaz sadece gerçekten artık doktora gidecek durumda olduğum zaman söylerdim. Annem de bu huyumu biliyordu. Beni hemen bebekliğimizden beri bize bakan doktorumuzun muayenehanesine götürdü. Doktor hastaneye gitmemiz ve bazı tahliller yaptırmamız gerektiğini söyledi.

Tahlilleri yaptırıp eve döndük. Gerçekten unutmayacağım kadar şiddetli ağrı çekiyordum ve çok ateşim vardı. Her zamanki gibi sesimi çıkarmadan yatıyordum. O gün de anneme bir akraba misafir olarak gelmişti. Annem hem benimle hem de misafirle ilgilenmek zorunda kalmıştı. Annemin yüzündeki o üzüntüyü görüyordum. Ertesi gün hastaneye gidip tahlillerin sonucunu aldık. Böbreklerimden kum döktüğüm ortaya çıkmıştı. O kadar ağrının sebebi döktüğüm kummuş. İlaçlar verildi. Doktor evde istirahat verdi, kumlu yiyecekler yemememi söyledi. Bunların başında çilek, ıspanak ve mercimek geliyordu. Listeyi görünce tabii ki üzüldüm. Çünkü özellikle çileği ve mercimeği çok seviyorum. Bunlardan nasıl vazgeçecektim?

Bir de okula gidemediğim için 23 Nisan törenlerine katılamayacaktım, piyeste oynayamayacaktım. Çok üzülmüştüm. İki hafta kadar okul gitmedim. Kardeşim okuldaki ödevlerimi getiriyordu evde yapıyordum ve yine kardeşim götürüyordu. Tabii ki sürekli yatmak bana göre değildi. Çünkü yatmayı sevmiyordum. Mutlaka bir şeyler yapmak istiyordum. Fakat kalkıp yorulduğumda tekrar ağrılar başlıyor ateşim yükseliyordu. Bir türlü düşmeyen ateş yüzünden iki günde bir hastaneye gitmek ve tahliller yaptırmak çok hırpalamıştı. İki hafta sonra tekrar okula başlamak ve arkadaşlarımla buluşmak beni çok çok mutlu etmişti. Çünkü aslında kendimi iyi hissettiğim hâlde doktor müsaade etmediği için evde kalmak beni sıkmıştı. Çok hasta olmadıktan sonra yatmayı, bir şey yapmamayı boşa geçilmiş vakit olarak görüyordum.

Çocuğun eğitiminde karar verici ailelerdir fakat ailenin kararı kadar çocuğun isteği de çok önemlidir. Çünkü çocuk istediği okula giderse mutlu olarak derslerini çalışır. İlkokulu bitiren çocuk okul seçecek yaşa gelmiştir. Onun da fikri alınmalıdır. Ayrıca iyi eğitim veren okullar seçilirken çocuğun o okulu kaldıracak kapasitesi olup olmadığına da bakılmalıdır. İleri yaşlarda meslek seçiminde de ailelerin etkisi büyük oluyor. Aile çocuğunu çok iyi tanımalıdır. Ailenin kendi isteği değil çocuğun mutlu ve başarılı bir eğitim alması önemlidir. Başarı zaten severek okula gitmek ve severek derslerine çalışmaktan gelir. Ablamın gittiği okul çok iyi bir eğitim verdiği ve o okuldan mezun olanlar üniversite sınavında başarılı oluyor diye, öğretmenleri gerçekten iyi ve ciddi diye beni de o okula yönlendirmeleri, sevdiğim ve anlaştığım arkadaşlarla aynı okulda okumayı çok istediğim hâlde onlardan ayrılmak beni üzüyordu. Bunları dile getirmiyordum fakat içimde yaşıyordum. Fazla konuşmayı sevmediğim için dile getirmiyordum isteklerimi. Ama kendim karar vermek isterdim.

Sporu sevdiğim için ortaöğretimde tam olarak ciddi şekilde bir spor dalıyla ilgilenmek ve sürdürmek istiyordum örneğin. Aileler çocuklarına sporu sevdirmek için biraz olsun desteklemelidir. Çocuk eğer spora ilgiyi küçüklükten kazanmış ise büyüdükten sonra bir spor dalı ile uğraşıyor ve yapıyor. Çocukluktan iyi bir alışkanlık kazanmış oluyor.

Milli bayramlar benim için hep çok önemli olmuştur. Okul yıllarından beri o törenlere katılmak ve o bayramları coşku ile kutlamak ayrı bir mutluluk ve kıvanç verir. Bayramlarda kalbimde bir heyecan olur, o günler benim için farklıdır. Televizyon karşısına geçip o günün anlamını belirten filmler ve tarihi anlatımları seyretmek için sabırsızlanıyordum. Onları seyrederken annemle hep yaşanan savaşları konuşurduk. Annem bana kendisi küçükken dedesinden dinlediği savaş anılarını anlatırdı. Onların nasıl bir dönemden geçtiklerini anlatırdı. Bir çocuk daha küçükken yaşadığı ülkesinin tarihini öğretilmelidir ve öğrenmek için çaba sarf etmelidir. Çocukken kazanılan bu güzel alışkanlıklar ileri yaşlarda insanı daha farklı noktaya getiriyor. Aslında çocukta kültürel gelişim öğretim yıllarında başlıyor.

Çocuğun her bakımdan gelişmesi sadece aileye bağlı kalmakla olmuyor, çocuk kendisi de isteyecek. Hem sanat hem spor hem kültür olarak.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BAŞKALARI İÇİN YAŞAMAK MUTSUZLUK GETİRİR

Hayatınızın ipleri kimin elinde? Sevgili okuyucularım, gelin bugün birlikte bir muhasebe yapalım. Doğduğumuzdan daha doğrusu kendimizi bildiğimiz yaşlardan bugüne hayatımıza kimlerin veya nelerin yön verdiğini düşünelim. Sonra da şunu soralım: “Hayatımın en önemli kararlarını alırken ne etkili oldu?” Yanıtımız, “Kendi isteklerim,” ise sorun yok. Ama “Başkalarının düşünceleri,” diye yanıtlıyorsak, kendi mutluluğumuzu hep arka plana atmış, başkalarının mutlulukları ile kıyaslama yaparak yaşamışız demektir.

James F.Cooper ne güzel demiş, “Mutlu olmak istiyorsan, kendini başkalarıyla karşılaştırma.”

Çoğu insan maalesef mutsuz yaşıyor. Nedeni de hayatta yapmak istediklerini yapamamış olmaları. Adına ister toplum baskısı ister el âlem lobisi, ne derseniz deyin, başkaları tarafından ayıplanmak, yargılanmak, eleştirilmek korkusu önlerinde kocaman bir engel olmuş ve almak istemedikleri kararlara mecbur bırakmış onları.

Bu mecburiyet daha çocukken aileden başlıyor ve eğitim, meslek ve eş seçimi dâhil insanın neredeyse hayatının tamamı boyunca aile en temel baskı kaynağı olmayı sürdürüyor. Ebeveynler ya başkalarının düşüncelerinden çekindikleri için çocuğun yapmak istediklerine sınırlama getiriyor veya gerçekleştiremedikleri kendi hayallerini çocuklarının yerine getirmesini istedikleri için baskı kuruyor. Bu baskı altında çocuk kişilik edinemiyor, ruh özgürlüğü kısıtlamış olarak büyüyor. Ailesinin isteklerini yerine getirmek en temel amacı oluyor. Bir anlamda kendi mutluluğunun önüne bir perde çekiyor. Aile ile başlayan bu, başkalarının beklentilerine göre yaşama güdüsü, arkadaşlar ve çevre ile devam ediyor ve gerçek mutluluğun ne olduğunu hiçbir zaman öğrenemiyor. Bu sefer şikâyet mekanizması devreye giriyor ve “Hayatta hiç kendim için bir şey yapmadım. Sürekli ailem için, çevre beni yargılamasın, eleştirmesin diye yaşadım,” diyor.

Oysa mutluluk en başta insanın kendisini tanıması, kendisi için yaşamasıdır. Eğer başkaları için yaşamaya başlarsanız kendi öz benliğinizden uzaklaşırsınız. Aynı şekilde başkalarının davranışlarını, yaşayış biçimlerini kendi hayatınıza monte etmeye, başkalarına benzemeye çalışırsanız başkasının hayatını diğer bir deyişle başkasının kalıbında yaşamış olursunuz. Tıpkı sizin olmayan bir giysiyi giyip içinde rahat edememek gibi.

Aslında başkalarına benzemeye çalışmak gerçekte taklit etmektir. Bunu “ilham almak” olarak değerlendirenler de var ama aradaki ince çizgiyi iyi ayırt etmek gerekiyor. Taklit etmek başka ilham almak başka. Bu konuyu ileride daha ayrıntılı ele alacağım için şimdilik küçük bir örnekle anlatmak yeterli olur sanırım.

Sizin giyim tarzınıza uymadığı hâlde başkasında gördüğünüz bir tarzda giymeye başlarsanız bu bir taklit olur fakat o kişinin tercih ettiği renkler, modeller ve aksesuarlardan yola çıkarak kendinizdeki eksiklikleri görüp farklı alternatiflerle tamamlamayı öğrendiğinizde bu bir ilhamdır. Tıpatıp giyinmek bir taklittir.

Biri güzel yemek yapmıştır. Siz ondan görürsünüz. Aynı şekilde yapmaya çalışırsanız taklit olur ama farklı malzemelerle süsleyip sunduğunuzda ilham almış olursunuz. İlhamda öz benliğin, yaratıcılığın kullanılması vardır.

Bazen bunu sosyal medyada görürüz, başkasının paylaşımlarının tıpatıp aynısını yaparak taklit ederler. Beğendiği bir paylaşımlardan ilham alarak o kişinin paylaşımını paylaşmak taklit olmuyor. Kendi yaratıcılığını kullanmak yerine başkasına benzemeye çalışan insan ne yazık ki kendi olmaktan çıkıyor. Eğer içinden gelmeden başkaları beğensin, onay versin, takdir etsin diye yapıyorsa başkaları için yaşamış oluyor. Bir süre sonra da mutsuzlaşıyor ama mutlu olduğunu sanıyor.

Örneğin başkası yapıyor diye tenis oynuyor, yeteneği olmayınca bırakıyor. Başkası piyano çalıyor diye ona heves ediyor, yeteneği olmadığı için hayalleri yıkılıyor.

Aynı durum seyahatlerde de çok yaşanıyor. Bir bakıyorsunuz “O kişi şu ülkeye gitmiş ben de gitmeliyim,” diye kendi kişiliğinden uzaklaşarak başkası gibi yaşamaya çalışıyor, taklit ediyor. Aslında belki seyahat etmek istemiyor ama “Bak ne kadar çok ülke gördü,” desinler diye sırf başkaları için bunu yapıyor. Kendi için yaşayan, mutlu olmak isteyen etrafa gösteriş yapmaz. Onay ve takdir için yapmaz. Kendini tanıdığı için “Etraf ne der?” diye yaşamaz.

Öz güvenli ve ne istediğini bilen, başkasının ne diyeceğini düşünmez. Kendini sürekli başkalarıyla kıyaslayan insan kendi gelişiminin önünü kapattığı gibi öz güveni de yoktur. Bunu daha çok evliliklerde, eğitimde, iş ve sosyal çevrede görüyoruz.

Ailelerin en büyük yanlışlarından biri çocuklarını evleneceği kişi konusunda yönlendirmeleridir. Çocuklarının sevdiği, mutlu olacağı biriyle evlenmesini desteklemek yerine özellikle maddi olanakları, kariyeri elverişli olanı tercih etmesini istiyor ve çoğu zaman da zorluyorlar. Bazen de aile zorlamasa da çocuk, çevrenin onayını ve takdirini kazanmak için sahte bir mutlulukla istemediği bir evlilik yapıyor. Fakat bir süre sonra aslında mutsuz olduğunu fark ediyor. Eşinin her davranışında hata aramaya başlıyor. Hâlbuki kendi istediği hayatı yaşamak için evlilik yapmış olsa mutlu olacak.

Şahit olduğum bir olayı anlatayım. Bir yaz tatilinde bir aile ile tanıştım. Anne, yüksek eğitim görmüş mevki sahibi bir kadın. Evlilik çağında bir kızı vardı. Kadın, her anne gibi evladının mürüvvetini görmeyi çok istediğini anlatırken çok ilginç bir şey söyledi. “Kızım evlensin fakat boşansın. Yeter ki evlilik yapsın da çevremdekiler kızım için olumsuz yorum yapmasın.” Hem kızının mürüvvetini görmekten söz ediyor hem de onun mutsuz olup olmayacağını önemsemeden sırf başkaları için istiyor. Bunun gibi birçok aile çocuklarının evlilikle ilgili tercihlerine saygı göstermeyip olumsuz cevap veriyor. Çünkü şartlar çok iyi olursa çocuklarının mutlu olacağını sanıyorlar.

Bu, eğitim konusunda da iş konusunda da böyle. Sırf annesinin veya babasının içinde ukde olduğu ya da başkalarının çocukları ile kıyaslandığı için ilgi duymadığı bir bölümde okuyor sonra yıllarca mesleğini sevmeden mutsuz çalışıyor. Belki mutsuz çalıştığı işte geliri ve olanakları çok iyi ama içindeki mutsuzluğu maddiyat kapatabiliyor mu? Hep hayallerini erteliyor, “Emekli olunca yaparım,” diyor. Emekli olduğunda da ya sağlığı ya da şartları elvermiyor. Mutlu olduğu işi yaptığında hem işte daha verimli olacak hem kazancının bereketini görecek, en önemlisi de mutlu olarak yaşayacak.

Gezmeye gidecek, o sırada birisi arayıp “Evdeysen geleyim,” diyor. Ayıp olmasın diye kabul ediyor misafiri fakat aslında gideceği yere gidemediği için mutsuz oluyor. Basit bir konu gibi görünse de aslında bir başkası için o kısa zaman içinde mutsuzluk yaşıyor.

İstemediğiniz şeylere “Hayır,” diyemediğiniz ve sürekli başkalarının isteklerini yerine getirip kendi isteklerinize kulaklarınızı tıkadığınız zaman mutsuzluk yaşıyorsunuz. Kendiniz isteseniz de aileniz veya çevrenizin ayıp olmasın diye ya da zorla “hayır” kelimesini kullandırmamaları da mutsuzluk getiriyor.

Bir olayda hakkınıza sahip çıkmamak, dile getirememek de sizi mutsuzluğa götürüyor. Çünkü söylemek isteseniz de yine iş çevresi olsun, aile olsun, arkadaş olsun sizi yanlış anlayacak diye, küsmesinler diye, ayıp olmasın diye söylemiyorsunuz ve kendiniz olamıyorsunuz. Kendi istediğinizi değil başkalarının istediklerini yapıyorsunuz. Aslına bakarsanız onlar sizin ruh özgürlüğünüzü kısıtlamış oluyor. Ruh özgürlüğünün kısıtlanması da bütün olumsuz duyguların oluşmasına yol açıyor. Bunlardan bir tanesi öfke. Yıllarca isteklerini yapmayan ve kendi gibi yaşamayıp başkası için yaşayan insanların içinde öfke birikir. Kendini sevmemek, kendine değer vermemek de olumsuz duygular olarak ortaya çıkıyor. Düşünün, içinizin bir tarafında mutsuz olarak yaşıyorsunuz, bütün imkânlara sahipsiniz ama o mutsuzluk hep orada duruyor, kendinizi değersiz hissediyorsunuz.

Mutsuz bir insan sürekli mutlu insanlarla kendini kıyaslamaya başlar. Kıyaslamanın sonu kıskançlığa kadar gider. Niçin? İnsan kendi istediği şekilde değil de ailesi ve çevresinin istediği hayatı yaşayıp mutsuz olduğu için.

Sevgili okuyucularım, insanın kendini sevmesi, öz güvenli olması, kendine değer vermesi, kendini tam anlamıyla tanıması, hiç kimsenin etkisi altında kalmadan mutluluk yaşaması için ruhunun özgür olması gerekiyor. Sürekli aile ve çevrenin istekleriyle var olmaya çalışmak bir hapishanede demirli parmaklıklar arasında yaşamak gibidir.

Şimdi elinize bir kâğıt ve kalem alın. Bugüne kadar yapmak istediğiniz ama sizi engelleyen, başkalarına ters düşer endişesiyle yapmadıklarınız, onlar için vazgeçtikleriniz, içinizde kalıp mutsuz olduğunuz ne varsa listesini çıkarın. Başlangıçta yazacak bir şey bulamazsınız, hep kendi istediklerinizi yapmışsınız gibi gelir. Fakat birkaç dakika sonra listeye yazdıklarınız sizi bile şaşırtacaktır. Sonra ne mi yapmalısınız? Sonrası size kalmış. Ya listeye nokta koyarsınız ya da hayat boyu yazmaya devam edersiniz.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BİR KİLO TEREYAĞI

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

Şimdi sizi hikâyemizle baş başa bırakıyorum.

Yaşlı adamın eşi evde tereyağı yapıyordu, kocası ise her gün yakınlarındaki bakkala götürüp satıyor, onunla geçiniyorlardı.

Bakkal adamın getirdiği tereyağını hiç tartmıyordu.

Ancak bir gün acaba dedi, adam gittikten sonra tereyağını tartıya koydu, 900 gram olduğunu görünce çok öfkelendi ve yarın geldiğinde bunun hesabını sorar bir daha da ondan alışveriş yapmam diye düşündü. 

Ertesi sabah yaşlı adam elinde tereyağı içeriye girdi.

Bakkal sert bakışlarıyla:

“- Bir daha senden tereyağı almayacağım” dedi.

Yaşlı adam üzülerek:

“- Efendim bir yanlışım mı oldu?” dedi.

Bakkal,

“- Efendim senin bana verdiğin tereyağını tarttım 900 gram geldi ayıp değil mi bu yaptığın?” dedi.

Yaşlı adam utanarak başını yere eğdi ve:

“- Efendim bizim terazimiz yok, sizden bir kilo şeker almıştık onu tartı olarak kullanıyoruz”  dedi.

Bakkal utancından ne yapacağını şaşırdı.

Hikayeden çıkarılacak ders: 

Hayatta, ne verirsen onu alırsın. Kimseyi aldatmayın. Dürüstlük ne olursa olsun her zaman kazanır. 

İyi veya kötü ne yaparsak yapalım bir gün kendi niyetimizle yüzleşmek zorunda kalacağımızı unutmamalıyız.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

FARKLI BAKIŞ AÇILARI

Anıların duygu dolu dünyasındaki yolculuğuma iki hafta aradan sonra kaldığım yerden devam ediyorum. Her geçe gün büyüyen çocuk, kişilere ve olaylara artık daha farklı düşünceler, farklı duygularla yaklaşmaya başlamıştır. Sandık aynı yerde duruyor. Elinde sımsıkı tutuğu anahtar ile sandığı açıp sırası gelen anıyı salıveriyor.

Yarıyıl tatilinin bitişiyle ilkokul beşinci sınıftaki son dönemim başlamıştı. Tekrar okulla ve arkadaşlarımla buluşmuştum. Kar lapa lapa yağmaya devam ediyordu. Halamlar gitmiş, hayatımızın günlük akışına geri dönmüştük. Biz okula gidip geliyor, kar topu oynuyor, ders çalışıyorduk, annem de her zamanki gibi ev işlerinden artan zamanlarında bize çeşit çeşit kazaklar ve hırkalar örüyordu.

Annemle çarşıya gider kazak ve hırka öreceği yünleri birlikte alırdık. Ben renkli kazakları ve çizgili modelleri severdim. Özellikle sarı, turuncu ve mavi çok sevdiğim renklerdi. Annem örerken ne zaman bitecek, diye hevesle izler, ölçmek için üstüme tuttuğu zaman modeline de merakla bakardım. Öyle gösterişli modelleri beğenmezdim. Renkli fakat sade olması benim için yeterliydi. Annemin aldığı Burda dergisinin çocuk kısmındaki elbise ve kazak modellerine bakıp beğendiklerimi ona gösterirdim.

Dışarıdan da kıyafet alırdık fakat onlar daha çok annemin yapamadığı şeyler olurdu. İhtiyacımız olan ne ise onu alırdı annem ve “Şunu da al, bunu da al,” diye bir ısrarım olmazdı. Sadece annemin beğendiği değil kendi sevdiğim renk ve modeli söylerdim. Çünkü beğendiğim kıyafeti sürekli giymek isterdim. Sadece beğenmekle kalmaz severdim de. Duygusal bir bağ kurardım kıyafetlerimle.

Bu arada annemin örgü örüşünü yalnızca yeni bir kazağım veya hırkam olacağı heyecanıyla değil nasıl ördüğünü öğrenmek için de izlerdim. Bu ilgimi fark edince boş zamanlarımda bana da öğretmeye başladı. Ablam da biliyordu, o da boş zamanında kendisi için örüyordu. Hatta gidip kendi istediği yünü alıyordu. Ablam kıyafete önem verirdi. İster mağazadan alınan olsun ister annemin ördükleri; hepsini özenle, titizlikle kullanırdı.

Bazen ablamla gidiyordum alışverişe fakat o çok yere baktığı için ben pek mutlu olmuyordum. Mağaza dolaşmaktan sıkılıyordum. Bir mağazaya girdiğinde “Alacak mısın?” veya mağazadan çıktığında “Başka bir şey alacak mısın?” diye soruyordum. Bu soruları duyunca sıkıldığımı anlıyordu. Ablamla bu konuda anlaşamıyorduk. O gezmeyi sevdiği için almasa bile mağazaları dolaşmayı, bakmayı seviyordu. “Hangi mağazada ne olduğu fikrine sahip oluyorum,” diyordu. Hâlâ da öyledir. Bense alacağımı bulmuşsam başka mağazalara bakmazdım. Bana, boşuna zaman kaybı gibi geliyordu. Bugün de bu düşüncedeyim, ihtiyacım yoksa mağaza dolaşmak bana göre boşuna harcanmış zamandır. Bu yüzden ne gereksiz yere çarşı, pazar dolaşır ne de sorarım. Ancak çok ilgimi çekerse sorarım.

Aynı şekilde annemle pazara gittiğimizde tezgâh tezgâh dolaşmasını pek istemezdim. Bir tezgâhtaki ürünler alacağı ihtiyaçları karşılıyorsa oradan alıp eve dönmek isterdim. Tabii annem öyle yapmazdı. Tezgâhlara bakıp kendine göre uygun olan yerlerden alırdı. Ben anneme taşımada yardım ederdim.

Apartmanımız altında bakkal vardı. Ben o bakkaldan ne alacağımı bildiğim için hemen girip o ürünü alır başka şeylere bakıp oyalanmazdım.

O günlerde televizyonda spor seyretmekten başka bir de konuşma yapan siyasetçileri dinlemeye, seyretmeye başladım. Böylece bir anda spor ile birlikte siyaset de ilgi alanım oldu. Babam seyrederken onunla birlikte seyrediyordum. Bizim evde siyaset pek konuşulmazdı fakat amcamlar gelince konuşuluyordu. O konuşmalarda gördüğüm babamın eleştirse bile düşüncelerini sakince söylediği, amcalarımınsa kızgınlıkla dile getirdiğiydi. Babam hararetli tartışmayı sevmezdi.

Mesela ortanca amcam kayınbiraderi ile aynı siyasi görüşe sahip değildi. Ne zaman bir araya gelseler siyaset yüzünden tartışıyorlardı. Bu tartışma küslüğe kadar gidiyordu. Babam bu durumdan çok rahatsız oluyordu. Babama göre takım ve siyaset yüzünden tartışmak ve küsmek çok gereksizdi. Ortanca amcam ise hem bu konularda tartışmayı sever hem de sesini yükseltirdi.

Artık olaylar ve insanlarla ilgili gözlemlerimden belli sonuçlar çıkarabilecek yaştaydım. Amcamın hep kendi söylediklerini doğru karşı tarafın söylediklerini yanlış kabul ederek sürekli bir savunma hâlinde olduğunu görebiliyordum. Tabii ileri yaşlarda amcamın bu tutumunun sabit fikirlilik ve inat ile açıklanabileceğini kavradım. Ama bu, amcamın karakteriydi. Ayrıca sesini yükseltmesinden rahatsız oluyordum, bana kavga ediyor gibi geliyordu.

Babam hiçbir zaman siyaset ve maç yüzünden kimseyle tartışmamıştır. Düşüncelerini hep sakince söylerdi. Öyle karşı tarafa öfkelenmez ve kırmazdı. Bize de hep “Siyaset yüzünde başkalarını kırmayın, herkesin düşüncesine saygılı olun,”diye öğüt verirdi. Amcalarım ise takım için bile tartışırdı. İkisi de farklı takım tutukları için oluyordu bu. Özellikle ortanca amcam kendi fikrini kabul ettirene kadar tartışırdı. Onun öfkesinden rahatsız olduğum gibi tartışmalarından da rahatsız olmaya başlamıştım. Çünkü sesini yükseltmesinde kendi doğrularını kabul ettirme isteği kadar kızgınlık da vardı. Yengemin her defasında “Sakin ol,” diyerek onu yatıştırmaya çalıştığını da fark ediyordum.

Bugün geriye baktığımda o yaşanmışlıklardan ulaştığım çıkarımlardan biri öfkeli insanların tartışmalarının da öfkeyle ve yüksek sesle olduğudur.  Biri de kullandıkları kelimelerin bile farklılaşıp olumsuzlaştığıdır. Tabii ki insan düşüncelerini ve duygularını tartışır. Herkesin bakış açısı farklı olabilir. Bu, hiç kimseye bir başkasına saygısız davranışta bulunma, küçük düşürücü, argo, kalp kırıcı kelimeler kullanma hakkı vermez. Başkalarının görüşlerine de saygı duyulmalı, düşüncelerde haklı bile olunsa karşı tarafı incitmeden, daha nazik kelimelerle ve üslupla dile getirilmelidir. Ayrıca siyaset ve tutulan takım için küsmek yanlıştır. 

Bir başka çıkarımım da çocukken edinilen alışkanlıkların büyüyünce devam ettiğidir. Benim gereksiz mağaza dolaşmaktan şimdi de hoşlanmamam gibi. İnsan çocukken isteklerinde kararlı olursa bu büyünce de sürer ve hayatıyla ilgili kararları her zaman kendisi verir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com