Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz. Yazılarımda dünyada yaşanan bütün olumsuzlukların kaynağı sevgi eksikliğinden dolayı olduğuna değinmiştim. Aslında insanların iç dünyalarının derinliğine baktığımızda o kadar büyük bir sevgi eksikliği var ki, bu sevgi eksikliği yüzünden birbirlerine ve diğer canlılara zarar verme boyutu her geçen gün artıyor.
Sevgi eksikliği yüzünden artık paylaşmayı unutup, bencilce davranıştan bulunan insanlarla her geçen gün karşılaşmamış olmak mümkün değildir. Paylaşmanın, sevginin güzelliğini hep beraber, can cana yaşamak ve yaşatmaktır.
Ne güzel söylemiş Yunus Emre; ‘Ya bölüşerek tok oluruz ya bölünerek yok oluruz’…
Şimdi sizi hikâyemizle baş başa bırakıyorum.
SEVGİNİN SADECE SÖZÜNÜ EDENLERE…
Bir gün sormuşlar ermişlerden birine: Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır? ‘Bakın gösteriyim’ demiş, ermiş. Önce sevgiyi dilden gönülle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar.
Ermiş sofradakilere,” Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz’ diye şart koymuş. ‘Peki’ deyip içmeye teşebbüs etmişler.
Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan. ‘Şimdi’ demiş ermiş, ‘sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe.’
Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu kez. ‘Buyurun’ denilince, her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içirmiş. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.
‘İşte!’ demiş derviş ve eklemiş: Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve sadece kendini doyurmayı düşünürse, o aç kalacak ve her kim kardeşini düşünür de doyurursa, o da kardeşi tarafından doyurulacaktır şüphesiz… Ve şunu da unutmayın, hayat pazarında, alan değil, veren kazançtadır daima.
Sevgili Okuyucumlarım, “Buddha gibi Düşünmek ” kitabı her gün kendimizi nasıl iyileştirebiliriz anlatıyor. Ben de sizlere arada bu bilgileri sayfamda paylaşıyor olacağım.
Şimdi “Kendin Olma Biraz daha İyi Ol” başlığı altında yazıyı sizlerle baş başa bırakıyorum.
“Kendine nasıl davranıyorsan, diğerlerine de öyle davran. Sushruta
M.Ö.5 yüzyılda yaşamış olan Sushruta, cerrahi ve göz hekimliğinin babası olarak bilinen bir doktordur. Doktor olmak isteyen öğrencilerine şöyle tavsiye vermiştir: “Kendine nasıl davranıyorsan, diğerlerine de öyle davran”. Bu cümle aslında hepimizin günlük hayatına uygulayabileceği bir öğretidir. “Kendine nasıl davranıyorsan, diğerlerine de öyle davran” her gün uyandığımızda kendimize söylediğimiz, gün boyunca tekrar ettiğimiz mantramız olmalı.
Belki de uyandığımızda aklımıza gelen ilk düşünce daha iyi bir insan olmamız gerektiğidir; bu da tanıdığımız ve tamamıyla yabancı olduğumuz insanlara karşı da iyi olmak anlamına gelir. Bu gezegende ciddi anlamda iyi insan kıtlığı var.
Değişim seninle başlar. Dahası, bunu yapmak ne zor ne de karmaşıktır. Tek ihtiyacın olan şey farkındalık. Benimseyip üzerine koyabileceğin bazı iyi insan özellikleri şöyle özetlenebilir.
Değişim seninle başlar. Dahası, bunu yapmak ne zor ne de karmaşıktır. Tek ihtiyacın olan şey farkındalık. Benimseyip üzerine koyabileceğin bazı iyi insan özellikleri şöyle özetlenebilir:
Herkese gülümse. Bunun alışkanlık haline getir.
Samimi şekilde iltifat et. Başka bir insanı doğrulamak için karşına çıkan hiçbir fırsatı kaçırma.
Nazik ol. Gereğinden fazla nazik ol. (Her zaman gereklidir bu arada)
Küfretmeyi bırak. Küfretmek kaba ve gereksizdir.
Yardım et. Ardından gelen insan için kapıyı tut, birinin çantasını taşımasına yardım et.
İnsanlara isimleriyle seslen. Bu onlara iyi hissettirir.
Daha çok para ver. Daha çok bahşişi bırak. Birine sürpriz bir hediye al.
Yargılama. Bu hiç hoş değil.
Bu liste aslında başlangıç için çok kısa ve yeterli. Sana nasıl davranılmasını istediğini bir düşün, sonra diğerlerine de aynısını yap. “Kendine nasıl davranıyorsan, diğerlerine de öyle davran”.
G. Jung şunları söyler: “Herkes bir gölgeye sahiptir, bu gölge, insanın bilinçli yaşamında ne kadar az yer alıyorsa o kadar kara ve yoğun olur. İnsan kendi gölgesiyle yüzleşip hesaplaşmayı öğrenirse dünya için gerçek bir şey yapmış olur, günümüzün devasa, çözülmemiş toplumsal sorunlarının hiç olmazsa küçücük bir parçasını sırtlanmış olur.”
Yüzleşme deyince insanlar hemen kaçar. Çünkü yüzleşmek çok zor kaçmaksa kolaydır. İnsan başkasını çabucak kandırır üstelik kendisini de. İçindeki o karanlık, gölge, korkan tarafla; hatası, zayıflığı, güçsüzlüğüyle yüzleşip ruhunu özgürleştirmek yerine kolay tarafı; kendini savunmayı, haklı olduğuna inanmayı, suçu başkasına atmayı seçer.
Şifa çalışması yaptığım insanları gölgeli taraflarıyla yüzleştirdiğimde çoğu kendini savunma mekanizmasıyla karşılık veriyor. Hemen öfkelerini size yöneltiyor, kendilerini korumak için yanlış davranışlarda bulunuyorlar. Tabii ki çok acı verir insan kendisi ile yüzleşmesi; düşünün, yıllarca kabuk bağlamış bir yara var, kabuğa dokunup yarayı acıtıyorsunuz. Aslında o kabuk tamamen kalkıp yara şifalandığında artık en ufak dokunuşta kanamayacak, tamamen iyileşmiş olacak.
“Neden kaçarlar?” diye sorabilirsiniz. Yanıtı basit. Çünkü insan korkar, daha doğrusu kendi gerçekleriyle karşı karşıya gelmekten çekinir. İçinde o cesareti bulamaz. Oysa kendisiyle yüzleşmeye bir başlasa ruhunun ne kadar özgürleştiğini görecek, bu sefer daha derinlere inerek daha çok hatasını bulup, kabullenip yüzleşmek için elinden geleni yapacak.
Aslında yüzleşmekten kaçtığı şey insanı iyileştirir; mutlu ve iyi olarak hayat sürmesini sağlar. Yüzleşmekten kaçanlar, hayatlarındaki mutsuzluğu örtmek için mutluluğu dış şartlara bağlarlar. Örneğin evi olursa, evlenirse, çocuğu olursa, araba alırsa, seyahate giderse, parası olursa mutlu olacağını düşünür. Mutluluğu mala, mülke, geleceğini maddi garantiye almaya, içki içmeye bağlar.
“İnsanın kendisiyle yüzleşmesi kolay mı?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Tabii ki kolay değildir. İnsan kabullenemez, belki egosu buna izin vermez. Kendi hatalarını görmek zayıflık gibi gelir fakat yüzleşmek zayıflık değil güçlülüktür. İnsan cesaretle kendisiyle yüzleştiğinde bahanelerden sıyrılmış, başkalarını suçlamaktan vazgeçmiş, karanlığını, gölgelerini, korkularını, hatalarını, başarısızlığını, eksiklerini kabul etmiş olur. Artık dersini almış, öz farkındalığı artmış, kendi iç devrimini başlatmıştır. Artık ne kendisine ne de başkasına zarar verir.
Ruhun özgürleşmesi ve değişim için, altını çizerek söylüyorum, mutlaka insanın kendisi ile yüzleşmesi gerekiyor. Yüzleşmeden, ruhun özgürleşmesi, ışığı bulması, aydınlanması, hafiflemesi olanaksızdır.
Bundan on yıl önce bir arkadaşım, sürekli insanları suçluyor, onların hataları yüzünden yaşadığı olumsuzluklardan şikâyet ediyordu. On sene sonra baktım ki aynı arkadaşım aynı şeylerden şikâyetçi. Ona sadece şunu söyledim: “Sen hiç hata yapmamışsın gibi konuşuyorsun, on sene geçmiş ama insanları suçlamaktan kurtulamamışsın. Bu süre içinde kendi hatalarını görmüş ve kabul etmiş olsaydın hâlâ aynı suçlamaları yapmazdın. Artık kendinle yüzleşmekten ve hatalarını örtmek için başkalarına yüklenmekten vazgeçmelisin.”
İnsanlar birbiriyle de yüzleşmekten kaçıyorlar. Aile içinde, sosyal veya özel ilişkilerde zamanında yapılmayan yüzleşmeler öfke, kin, nefret, kıskançlık gibi olumsuz duygulara dönüşüyor. Sonunda da ilişkiler yalana, samimiyetsizliğe teslim oluyor. Dışarıdan baktığınızda herkes birbirini çok seviyor görünüyor ama gerçekte bu yapmacıklı sevgi gösterisiyle sadece kendilerini kandırıyorlar.
Bakıyorsunuz iki kardeş birbirleri ile konuşmuyor. Birine diğerini (veya diğerini birine) savunduğunuzda size de öfkeleniyor. İkisi de yüzleşme yapmadığı için yıllardır birikmiş öfke, nefret ve kin gibi olumsuz duygularla yaşıyor. Böyle insanlar nasıl ışıkta veya sevgide olabilir; ruhun özgürlüğünden, aydınlanmadan bahsedebilir.
Yüzleşme konusunda en çok örneği menfaat üzerine kurulmuş evliliklerde görürüz. Eşlerden biri diğerine sevdiğini söylüyor, oysa onun maddi olanaklarını veya kariyer, mevkii gibi şartlarını severek evleniyor. Sonra bunların mutluluk vermediğini görüyor ama kendisiyle yüzleşemediği için mutsuz, huzursuz yaşıyor. Özsaygısı da kalmıyor. Yıllar ilerledikçe olumsuz duygularını eşine yönlendiriyor. Burada yapılacak tek şey yüzleşmektir. Önce kendi olumsuz duygularıyla yüzleşip hem kendisini hem eşini affetmeli, sonra da eşiyle yüzleşerek evlilik kararında etkili olan nedeni cesaretle söyleyip çözüm için adım atmalıdır.
Benzer şekilde yalnız kalma korkusuyla yüzleşememek yanlış kişiyle mutsuz bir evlilik yaptırır. Kendi güvensizliği ve güçsüzlüğü ile yüzleşemeyen ve başkalarının onayına ihtiyaç duyan insanların çevresindekilerin onaylayacağı evliliklere yönelmeleri de genellikle mutlulukla sonuçlanmaz. Bunu daha çok ünlülerin hayatlarında görmek mümkündür.
İş hayatından da örnek vereyim. Yanlış bir iş ortaklığı yaparak para kaybeden kişi, “Neden ortak oldum?” diye sorarak kendisi ile yüzleştiğinde karşısında para hırsını, egolarını ve korkularını bulacaktır.
Özetle; her alandaki insani ilişkilerde sorunları çözmek için hatalarımız ve kusurlarımızla mutlaka yüzleşmemiz gerek. Bu yolla, konuşarak çözülmemiş olayları, dargınlıkları, kırgınlıkları gerçekleri görerek ve doğruları söyleyerek çözmüş oluruz.
İnsan kendi ile yüzleştiğinde vicdanı rahata kavuşur.
Yüzleşme yapan insanın amacı tabularını yıkıp ruhen gelişmek, olgunlaşmak ve büyümektir.
Kendi farkındalığını bilen ve kendisiyle yüzleşip barışan insan, yolunun kesiştiği hiç kimseyle sorun yaşamaz. Artık bozuk ve yolunda gitmeyen bir işi veya ilişkisi yoktur çünkü yüzleşirken başkasına karşı hatası varsa özür dilemiştir. En önemlisi de hem kendisini hem de başkasını affetmiştir.
Yüzleşen insan içindeki olumsuz düşüncelerden, çözümsüzlüğe yol açan sorunlardan kurtulan insandır.
Yüzleşmek kendini ilmek ilmek dokumaktır, cesaret ister. Yüzleşen insan artık kendi gücünü eline almış, kendi devrimini gerçekleştirip değişime başlamıştır.
Yüzleşmemek aslında karma oluşumuna neden oluyor.
Kendi ile yüzleşmekten korkan insanlara aynanın karşısına geçip şu soruları sormalarını öneriyorum:
Neden kendimle yüzleşmiyorum?
Yaptıklarımın, doğru ve haklı olduğuna inandıklarımın yanlış ve haksız çıkmasından mı korkuyorum?
Neden gerçekleri kabul etmek istemiyorum?
Kendi ile yüzleşmiş bir insan;
Ruhen özgürleşmiştir.
Yüklerinden kurtulmuştur.
Dürüst olmuştur.
Işığı bulmuştur.
Aydınlanmaya başlamıştır.
Karmasını temizlemeye başlamıştır.
Mutluluğa ve huzura kavuşmuştur.
Kendisiyle barışık, sevgi içinde yaşar.
Konfor alanında çıkmış, atması gereken adımı atmıştır.
Bağımlı olarak yaşamaz.
Yüzleşmek fiziksel sağlığı da iyileştirir. Çünkü vücudunda birikerek zehirleyen öfke, kin, nefret duygularından arınmıştır.
En önemlisi bireylerin kendi ile yüzleşmesi toplumsal olumsuzlukları engeller.
En çok sevdiğim kelime “cesaret”. Cesareti olan insan kendi değişimini, dönüşümünü, yüzleşmelerini yapar.
Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımımda Hint yazar, bilge, düşünür ve filozof Jiddu Krishnamurti’nin “İnsan Olmak” adlı kitabına yer vereceğim.
İnsan olmanın farkına ne zaman varıyoruz?
Ulaş Dilek’in çevrisiyle Omega Yayınlarından 2013 yılında çıkan “İnsan Olmak”ı okumanızı tavsiye ediyorum. Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.
“…
Tümden ret, pozitif düşüncenin temelidir.
Neyin doğru neyin yanlış olduğun anlayabilmek için, size doğruyu ve yanlışı söyleyen ya da keyfi olarak birini iddia eden birine karşı, gerçekte neyin yanlış olduğunu görmeli ve onu bir kenara bırakmalısınız. Başka bir deyişle kişinin doğruyu bulabilmesinin yolu, doğal olarak sadece reddetmekten geçer. Diyelim ki hırs duygusuna sahip olamayacağınızı fark ettiniz. Kendinizi zihnin sükûnetine değil de hırs duygusuna odakladınız ve hırsın, tamahkârlığın ya da kıskançlığın bütünüyle ortadan kaldırılıp kaldırılmayacağını öğrenmek için araştırmaya başladınız. İşte bu noktada zihnin değişmeyen temizlenme yöntemi olarak daimi bir ret süreci karşımıza çıkar.
Eğer adına hayat denen ve tüm inançları içeren bu sıra dışı olayı anlamaya çalışır ve meseleyi hassas bir biçimde değerlendirmek istersem; milliyetçilik, taşracılık ya da bunlara benzer bir başka sınırlı tutumun anlama isteğime karşı yıkıcı olduğunu fark ettiğim takdirde ne olur? Elbette ki milliyetçiliği bir kenarda bırakmam ve Hindu, Müslüman ya da Hıristiyan olmaya da bir son vermem gerekir.
Başta karmaşık gelebilir ama sakince dinlerseniz öyle olmadığını görürsünüz. Gözlemci ve gözlenen vardır ve bunların arasında bir ayrım bulunur. Bu ayrım, aralarında beliren görüntü, sözcük, imge, hafıza ve tüm çatışmanın gerçekleştiği boşluk, egoyu yaratır. ‘Ben’ dediğimiz şey; sözcüklerin, imgelerin ve bin yılların hafızalarımızda biriktirdiklerinin ürünüdür. Dolayısıyla sonuçta şu anda olan ile hiçbir doğrudan temas söz konusu değildir. Şu olanı ister ayıplayın ister makulleştirip kabullenin ve doğrulamak için çaba gösterin, tüm bunlar gerçeği dillendirmekten öteye gitmez. ‘Şu an olan’ ile doğrudan temasımız olmadığından onu kavrayabilmemiz ve dolayısıyla onu çözümlememiz de mümkün olmaz.
Bakın mesela gıpta etmek diye bir şey var. Karşılaştırmalar üzerinden derecesi ölçülen bir gıpta etme hâli ve kişi bu durumu kabullenmek için şartlandırılmıştır. Bazıları parlak, zeki ve başarılıyken bazıları da değildir. Çocukluktan itibaren kişi ölçmek ve karşılaştırmak üzere yetiştirilmiştir. Böylece gıpta etmek doğmuş olur. Ancak kişi gıpta etmeyi kedi benliğinin dışında var olan bir şeymiş gibi gözlemler, oysa gözleyen kişi gıpta etmenin ta kendisidir. Gerçekte gözlemciyle gözlenen arasında hiçbir fark yoktur.
Sonunda gözlemci, gıpta etmek hakkında hiçbir şey yapamayacağını anlar. Bu meseleye ne kadar dikkatli yaklaşırsa yaklaşın, yaptığı yine gıpta etmekten ibarettir zira kendisi aynı zamanda hem sebep hem de sonuçtur. Bu nedenle gıpta etmek, kıskanmak, korku, yalnızlık, ümitsizlik dâhil tüm sorunlarıyla birlikte gündelik hayatımızı meydana getiren ‘şu an olan’, ‘tüm bunlar bende de var’ diyen gözlemciden farklı değildir. Gözlemci kıskançtır, gıpta eder, korkar, yalnızdır ve ümitsizlikle doludur. Bu yüzden ‘şu an olan’ hakkında gözlemcinin onu kabullendiği, onunla ya da onun getirdikleriyle yaşamayı seçtiği anlamına gelmese de -elinden hiçbir şey gelmez.
Gökyüzüne, şu ağaca, ışığın güzelliğine, bulutların ince ve narin kıvrımlarına bakın. Eğer onlara bir imge üretmeden bakabilirseniz, kendi hayatınızı da anlayabilirsiniz. Ancak siz kendinize bir gözlemci, hayatınıza da gözlenen herhangi bir şey olarak bakıyorsunuz fakat gözleyen ve gözlenen arasındaki ayrım burada da karşımıza çıkmaktadır. Bu ayrım, tüm çatışmaların, kavgaların, korkunun, acının ve ümitsizliğin özünü teşkil eder.
Her geçen gün büyüyen çocuk henüz korkularla tanışmadığı için o farkındalığı ile tekrar sandığın başına geçiyor, kilidin içinde anahtarı çevirip bir anıyı da serbest bırakıyor.
Karneler alınmış, okullar kapanmıştı. Ağabeyim, kardeşim ve ben, çok iyi karne getirmiştik ailemize. Tabii ki buna en çok sevinen ortanca amcamdı. Daha önceki anılarımda da bahsettiğim ortanca amcam çocuğu olmadığı için bütün ilgi ve dikkatini bize vermişti. Küçüklüğümüzden beri her şeyimize karışırdı. Ne yapmamız gerektiği konusunda babamdan çok amcam yönlendirirdi bizi. Tabii ki ben büyüdükçe bu durumdan rahatsız olmaya başlamıştım. Bu rahatsızlığımdan anneme söz edince “Amcan sizin iyiliğinizi istiyor,” dedi. İyiliğimizi istediğini biliyordum, anneme de bunu söyledim ve “Ama her zaman her şeyin mükemmel olmasını, sürekli derslerde başarılı olmamızı istiyor. Ayrıca hata olunca öfkeleniyor ve sesini yükseltiyor,” dedim. Her derste yüksek notlar alarak amcamı mutlu etmeye çabalıyorduk. Bunun bende büyük bir baskı yarattığını zaman içinde anladım. Anneme her dersi eşit oranda sevmediğimi ve ona göre çalıştığımı anlattım, “Zaten” dedim, “Sorumlu bir çocuk bütün derslerine çalışır, yapması gerekeni yapar.” Sorumluluklarımın farkında olduğumu göstermeye çalışıyordum. Tabii ki annem de biliyordu fakat o da sesiz olduğu için amcama bir şey diyemiyor, sadece idare ediyordu. Üstelik babam da annem gibiydi.
Amcamın o yıllardaki baskıcı tutumu ve hayatımıza müdahale edip yönetmesi yüzünden ruhumun sıkıştığını ve özgür olamadığını ancak ileri yaşlarda fark ettim. Bunu fark ettiğimde de ilk işim oradaki olayı şifalandırıp tekrar özgürleşmek oldu. Bunu zamanı geldiğinde anlatacağım.
Yaz tatili artık başlamıştı. Ağabeyim ve kardeşim, babamın yanına gidip çalışıyorlardı. Ben de evde anneme yardım ediyordum. Arkadaşlarımla buluşuyordum, ayrıca okumam gereken kitapları okuyordum. Her yaz olduğu gibi annem bizi denize götürüyordu. Bir akşam babam tatile gideceğimizi fakat bunun için dini bayramı beklememiz gerektiğini söyledi. Çünkü iş yerini ancak bayramda kapatabileceklerdi ve küçük amcam ile birlikte gidecektik. Sevinçten havalara uçtuk. O dini bayramın gelmesi için gün saymaya başladım. Her gün takvime bakıyordum. Heyecanlıydım çünkü benim için tatil yapmaktan ziyade her zaman olduğu gibi deniz önemliydi.
Tatil günü geldiğinde annem valizleri hazırlamaya başladı. Giyeceğim kıyafetleri kendim seçip anneme verdim. Üniversitede okuyan ablamın da sınavları bitmişti, rahatlıkla bizimle gelebilecekti. Ablamın sınavları önemli olduğu için tatilden ziyade proje çizmeyi tercih ederdi genellikle. Hazırlıklar tamamlanmıştı. Ertesi sabah küçük amcam, yengem, çocukları ve biz ailece o büyük arabamıza binip tatil yapacağımız yere gitmek üzere yola çıktık. Ortanca amcamlar bizimle gelmedi, onlar kendi başlarına kalacaklarını söylemişlerdi. Tabii her zamanki gibi bu durum babamı mutlu etmemişti. Onu amacı hem bayramı hem de tatili bütün aile bir arada geçirmekti. Babam geleneklerine bağlıydı, dini bayramlarda evde olup misafir ağırlamayı, akrabaları ziyaret etmeyi severdi. Bu yüzden tatile gitmek istemezdi. Bu sefer şehir dışına çıkmayı kabul etmesinde biraz da olsa küçük amcamın rolü vardı. Babama kalsa yine “Bayramı evde geçirelim,” derdi.
İstanbul’dan yaklaşık altı saat süren yolculukla amcamın bulduğu otele ulaştık. Otel denizin hemen yanındaydı, çok sevindim görünce. Annem ve yengem otel hakkında konuşuyorlardı, söylediklerinin içinde benim için en önemli olanı denize yakınlığıydı. Çünkü kimseye sormadan hemen odadan çıkıp denize girebilecektim. Onlar yol yorgunluğunu atmak için dinlemek istediler. Bense bir an önce denize girmeye can atıyordum. Kıyafetimi değiştirip denize gitmek istediğimi söyleyince annem, “Niye bu kadar acele ediyorsun ki? Daha yeni geldik, biraz dinlen, bir şeyler ye ondan sonra gidersin,” dedi. Aldığım cevabın memnuniyetsizliği ile “Ben senin gibi değilim, yorulmadım ve acıkmadım. Şu anda canım bunu yapmak istiyor, onun için de gideceğim,” dedim. Sağ olsun, annem beni kırmadı, otel denize ne kadar yakın da olsa beni tek başına bırakamayacağı için kardeşim ve ağabeyimi de alarak bizi denize götürdü. Ablam da sonra geldi.
İstanbul’da denize girdiğimiz yerlerde genellikle fazla dalga olmazdı. İlk defa çok dalgalı bir denizle karşılaşmıştım. İnsanlar o dalgalı denizde yüzmeye çalışıyorlardı. Annem her zamanki gibi “Fazla ileri gitme,” diyordu. Kardeşim benim gibi cesaretli değildi. O genellikle kıyıda yüzer pek ileri gitmez, benim de çok açılmamı istemezdi. Henüz altı yaşındayken adadaki yazlıkta bir kişinin denizde boğulduğunu görmüştü ve o günden sonra da denize karşı bir ürkeklik gelmişti üzerine. Bu yüzden ben hiçbir korku duymadan dalgaların içine girip gözden kaybolunca kardeşim paniğe kapılmış hemen ağabeyime ve ablama seslenmiş. Neyse ki ablam beni dalgaların arasında görüp kardeşimi sakinleştirmiş.
Bu endişeli anların dışında tatilimiz çok güzel geçti. Artık dönüşe geçme zamanı gelmişti. Ben çok mutluydum, hem denizin tadını çıkarmıştım hem de yeni arkadaşlar tanımıştım. Biraz daha kalmak istedim ama kalmadım diye de üzülmedim ve mutsuz olmadım. Çünkü daha yaz tatili devam ediyordu ve İstanbul’da kendim için hazırladığım programlar beni bekliyordu.
Çocuklara yol gösterirken hiçbir zaman baskı uygulamamak gerekiyor. Baskı ile yönlendirilen çocuk kendini özgür hissederek büyümediğini maalesef ileri yaşlarında görüyor. Bir de özgür ruhlu bir çocuk ise buna hiç gelemiyor. Çocuk kendi sorumluğunu almayı öğrenmişse artık o çocuğa yaptığı iş veya yanlış hakkında bir farkındalıkla çözmek yolu göstermek gerekiyor. Her aile çocuğunun başarılı olmasını ister fakat bu konuda çocuğa hiçbir zaman baskı yapılmamalıdır. Üstelik çocuğun başarısı sadece derslerle ölçülmemelidir. Her çocuğun yeteneği farklıdır.
Çocukların küçük yaşta bilinçaltına yerleşen korkular zamanında şifalandırılmazsa geleceğini de etkiler. Özellikle ailelerin farkına vardıkları anda o korkuyu şifalandırmaları gerekiyor. Aksi hâlde o korkuyla büyüyen çocuk ileride daha farklı korkuları da ekleyerek ruhu hapisteymiş gibi yaşıyor ve yapabileceklerini de yapmıyor, yapamıyor.
Sevgili okuyucularım, doğal taşlarla ilgili bu ayki yazımda yine ilginizi çekecek bilgiler bulacaksınız.
“Hangi doğal taşı almalıyım ve bu doğal taşlar niçin kullanılır?” diyenler için Hasan Kocabaş’ın 2006’da Mozaik Yayınları’ndan çıkan “Şifalı Taşlarla Sağlıklı Yaşam” adlı kitabı ile www.sertmineral.com sitesinden derlediğim bilgileri paylaşıyorum.
Belki birçoğumuz taşların faydasına inanmayabilir, sırf renkleri ve şekilleri hoş göründüğü için kullanır. Oysa önemli olan her bir taşın nasıl bir özelliğe sahip olduğu bilgisidir. Bu bilgiye sahip değilsek kullandığımız taştan fayda göremeyiz. İçlerinde hiç duymadığımız o kadar taş var ki rengini ve şeklini beğenmediğimiz için kullanmadığımız ama çok faydasını göreceğimiz taşlardır çoğu. O yüzden renkler ve şekiller sizi aldatmasın.
İşlenmemiş, toprağın altında olduğu hâliyle kalmış taşlara doğal taş denir. İşlenmemiş taşlar kendi titreşimleri ile enerji yayar. Doğal taşlar enerjilerini kaybetmez yani bir nevi ölümsüzdür. Çok eski zamanlardan günümüze kadar birçok medeniyet, taşların enerjilerinin şifa kaynağı olduğuna inanmıştır.
Onlarca çeşit doğal taşın farklı özellikleri ve etkileri olduğu söylenir. Bu taşlardan bazıları değerli, bazıları da yarı değerlidir. Binlerce yıllık geçmişe sahip doğal taşlar, eski çağlarda iyileştirici özellikleri sayesinde tedavi amaçlı sıkça kullanılıyordu.
“Doğal taşlar ne işe yarar?” sorusunun yanıtı ise aslında çok kapsamlı. Her doğal taşın farklı bir özelliği ve iyi geldiği konu var. Doğal taşların faydalarına genel olarak değinmek gerekirse, taşıyan kişiye pozitif enerji verdiği, iyileştirici, zihin rahatlatan ve huzur veren bir etkisi olduğu biliniyor. Doğal taşların enerjilerinin direkt olarak bedenimize etki ettiği düşünülür.
Doğal taşları sürekli üstte taşımak ve enerjisinden faydalanmak için takılarda kullanmak sık tercih ediliyor. Bunun dışında avuca sığacak büyüklükteki doğal taş parçalarını da meditasyon yaparken kullanabilirsiniz. Özellikle çakraları açmada çok faydalıdır ve gerçek faydayı elde etmek için de düzenli kullanılması gerekir. Bir kez meditasyonda kullandıktan sonra bir ya da iki ay ara verdiğinizde beklediğiniz sonucu alamazsınız. Bir de kullanılan doğal taşlar taklit değil gerçek olmalı. Küçük bile olsa hakiki olması gerekiyor. Sadece ev dekoru olarak kullanmak da mümkündür fakat en güzeli enerjilerinin bedenimize direkt etki etmesidir. Özellikle meditasyon yaparken mutlaka kullanılmasını tavsiye ederim.
Doğal taşların temizliği ya akan suda ya 12 saat toprağın üstünde bekletilerek ya da dolunay zamanlarında ay ışığına bırakılarak yapılır. Bazı doğal taşlar suda çözündüğü için suya değdirmemeye dikkat etmek gerekiyor. Bazı doğal taşlarda ise kendi kendini temizleme özelliği vardır.
Dumanlı kuvars en etkili topraklama taşıdır. Aynı zamanda meditasyon sırasında güçlü titreşimler sağlar. Bu koruyucu taş vücutta bulunan yedi temel çakra ve ekolojik çevre arasında güçlü bir bağlantı kurar. Bu taş stres için güçlü bir panzehirdir. Zor durumda kişiye sakinlik vererek bulunduğu stresli ortamda doğru kararlar almasını sağlar. Ruhsal enerjiyi nazikçe çevrede bulunan negatif titreşimlerden arındırır.
Dumanlı kuvars arkanızda bırakmak istediğiniz sorunlardan nasıl kurtulacağınızı öğretir. Psikolojik olarak dumanlı kuvars korkulardan kurtarmaya, depresyonu hafifletmeye ve duygusal acıyı azaltmaya yardımcı olur. İntihar eğilimini engeller. Suç işleme duygularını indirger, konsantrasyonu güçlendirir. Kişiyi pozitif düşünmeye yönlendirir. İletişim güçlüklerini ortadan kaldırır. Zihni meditasyona hazırlar. Ağrı tedavisinde özellikle baş ağrılarında kullanılır. Üreme sistemine, kas ve sinir sistemlerine ve kalbe faydalıdır. Kramplarda, sırt ağrılarında rahatlamaya yardımcı olur. Sinirleri güçlendirir. Vücut tarafından minerallerin kolayca emilimini sağlar. Radyasyonu engellemede çok etkili bir taştır.
Yastığın altına konularak ve telefon, bilgisayar gibi radyasyon yayan iletişim araçlarının çevresinde bulundurularak kullanılır. Uzun süreli periyotlarla kolye ucu olarak kullanılmalıdır. Stresten kurtulma amacı ile kullanılacak ise dumanlı kuvarsınızı kullanmadan önce bir gece toprakta bekleterek temizlenmesini sağlayın. İki avucunuzun arasına dumanlı kuvarsınızı alın ve birkaç dakika sessiz bir şekilde oturun. Bu şekilde uygulama yapmaya birkaç gün üst üste devam edin. Ağrıyan bölgenin üzerine koyma yolu ile ağrılarınızdan kurtulabilirsiniz.
DİOPTASE
Anahtar kelimeler: Affetme, şefkat, refah
Element: Su
Çakra: Kalp çakrası
Dioptase, kalp çakrasını açma özelliği olan en güçlü taştır. Mavi yeşil renginden dolayı aslında bütün çakralara enerji verir. Çakraları olumlu yönde etkiler. Geçmişten ders alarak geçmişini unutmadan günü yaşamaya yardımcı olur.
Sevgi, şefkat ve merhamet gibi duyguları uyandırır, kalp kırıklıklarının tedavisinde etkili olur. Yüksek tansiyon ve migren tedavisinde faydalıdır. Kalp krizini engeller; kalp ve kan dolaşımı sistemini destekler, bitkinliği azaltır. Eskiden yaşanmış duygusal travmalardan kaynaklanan fiziksel rahatsızlıkların tedavisinde kullanılır. Örneğin; kötü bir cinsel deneyim yaşayan bir kadının üreme sisteminde bu nedenle oluşan herhangi bir rahatsızlığın tedavisinde kullanılır.
FLORİT
Anahtar kelimeler: Zihinsel donanım, berraklık, gelişmiş karar verme özelliği
Element: Rüzgâr
Çakra: Tüm çakralar
Florit, içinde yeşil, mor, beyaz, sarı, pembe ve siyah renkleri bir arada bulundurur. Florit, adını İngilizce fluoresence kelimesinden alır. Fluoresence’in kelime anlamı ‘ışık saçma niteliği olan nesne’dir. Florit, görünmeyen ışığı emip, ışık verme yeteneğine sahip bir taştır. Ultraviyole ışınlarının altında veya herhangi bir ışık yansıması ile içinde bulundurduğu bütün renkleri belirgin bir şekilde görmek mümkündür.
Florit, elektrik süpürgesi gibi görev yapar. Beden ve zihindeki karmaşıklığı temizler, negatifliği arındırır. Zihinsel enerjiyi dengeler. Florit, zihinsel ve fiziksel koordinasyonu geliştirir. Sabit fikirlerin çözümlenmesine, dar görüşlü insanların dünyaya geniş bir pencereden bakmasına yardımcı olur. Kişinin objektif ve doğru karar vermesine yardımcı olur. Aynı zamanda tam öğrenme yardımcısıdır. Bilgileri organize edilmiş ve gelişmiş hâlde öğrenmemize, öğrenme sırasında konsantrasyonumuzun düşmemesine ve çabuk düşünmemize yardımcı olur.
Florit genel olarak denge ve koordinasyonu sağlamaya yardımcı olur. Duygu ve düşüncelerin bedenimize etkilerini anlamamızı sağlar. Bu bağlamda dengenin önemini öğretir.
Florit güçlü bir tedavi yardımcısıdır. Direkt cilde temas ettirilerek taşındığında cilt hücrelerinin yenilenmesini sağlar. Boyun bölgesinde taşındığında solunum yolları ve akciğerleri rahatlatır. Diş ve dişeti hastalıklarında iksir olarak içildiğinde (florit taşını 24 saat oda sıcaklığında su içinde bekleterek elde edilir) tedaviyi kolaylaştırdığı gözlenmiştir.
Kemik ve vücut gelişimine faydası olduğundan büyüme çağındaki çocukların bu taşı taşımaları faydalı olur. Ruhsal açıdan florit, yukarıda da bahsettiğimiz gibi denge taşıdır. Kişinin ruhsal açıdan hislerini dengede tutup daha doğru kararlar vermesine yardımcı olur. Sinir sistemini güçlendirir ve öğrenme, kavrama yeteneğini geliştirir.
Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla kalın!.. Nurgül AYABAKAN nurgul.ayabakan@gmail.com