Sevgili okuyucularım geçenlerde bir kitap bakarken, karşıma uyanışın 10 adımı ile bilgi karşıma çıktı. Bunu sizlerle paylaşmak istedim.
Farkındalık: İlk adım, mevcut durumunuzun ve yaşamınızın farkına varmaktır. Bu süreçte, daha önce dikkate almadığınız şeyleri fark etmeye başlarsınız.
Sorgulama: Yaşamınızdaki şüpheler ve belirsizliklerle yüzleşir ve daha derin anlam ve amaç peşinde koşmaya başlarsınız.
Arayış: Yaşamın anlamını, amacını ve gerçeği keşfetme sürecine girişirsiniz. Bu süreçte, manevi kitaplar okumaya, derin düşüncelere dalmaya ve bilgi arayışında bulunmaya başlarsınız.
Değişim ve dönüşüm: Farkındalığınız ve bilgeliğiniz arttıkça, yaşamınızdaki değişiklikleri ve dönüşümleri gerçekleştirmeye başlarsınız. Bu, düşünce ve davranış kalıplarınızı değiştirme ve yaşamınızı manevi hedeflerinize uyumlu hale getirme sürecidir.
Öz-disiplin ve alışkanlık geliştirme: Ruhsal uyanışın önemli bir adımı da, meditasyon, yoga, dua gibi manevi uygulamaları yaşamınıza entegre etmektir. Bu, öz-disiplin ve alışkanlık geliştirme sürecidir.
Daha derin bağlantılar kurma: Yaşamınızdaki insanlarla daha derin anlamlı ilişkiler kurmaya başlarsınız. Ayrıca, evren ve doğayla daha güçlü bir bağ hissedersiniz.
Şifa ve affetme: Geçmişte yaşanan olaylar ve duygularla yüzleşmeye başlarsınız. Bu, hem kendinize hem de başkalarına şifa ve affetme sunma sürecidir.
Sevgi ve şükran: Hayatınızdaki güzelliklere ve nimetlere daha fazla sevgi ve şükran duymaya başlarsınız.
Hizmet etme: Başkalarına yardım etme ve onların yaşamlarını iyileştirme arzusu duyarsınız.
Manevi özünüzle bütünleşme: Tüm bu adımların ardından, ruhsal uyanış sürecinde manevi özünüzle bütünleşir ve daha özgün, uyumlu ve amaçlı bir yaşam sürmeye başlarsınız.
Unutmayın ki; ruhsal uyanışın adımları kişiden kişiye farklılık gösterebilir ve süreç zaman alabilir.
Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımımda eski bir Çinli öğretmen, politikacı ve filozof olan Konfüçyüs’un ”Nereye Giderseniz Gidin Ama Tüm Kalbinizle Gidin” kitabına yer verecem. Konfüçyüs engin bilgisi, özlü sözleri ve ahlak felsefesi yüzünden peygamber gibi görülse de yaşadığı dönemde dinle ilgili hiçbir atıfta bulunmamış ve peygamber olmadığını açıkça belirtmiştir. Felsefenin esası insandır. İyi bir eğitmen olduğunu da kabul etmemiştir. Kendi tanımına göre; sadece öğrenmeye aç birisi. Oluşturduğu eğitim sistemi günümüz dünyasında kabul görürken, özlü sözleri ve yaşam biçimiyle binlerce yıl sonra bile insanlığa ışık tutmaya devam etmektedir.
Kitabından bir bölüm paylaşıyorum.
Konfüçyüs ve Mutluluk
“Konfüçyüs’ün asıl felsefesi ahlak ve siyaset üzerine olsa da, genel öğretilerinin ortak noktasında insan ve insanın amacı vardır. Evreni örnek alıp ona benzemeye çalışmaktan söz eder. Mükemmel kavramının yanıtı, evredeki mükemmel dengedir. Evet, doğa kendi içinde sarsılmaz bir dengeye sahiptir. Güneşin yaydığı sıcaklık yüzünden buharlaşan su, buluta dönüşüp yeniden toprağa kavuşur. Bitkileri tüketen bir hayvanın dışkısı, böcekler tarafından işlenir ve topraktaki minerallerle bütünleşen dışkıdan yeni bitkiler oluşur. Kayıp diye bir şey yoktur. Bir şey hep başka bir şeye dönüşe kendi döngünü tamamlar. Mükemmellik de bu denge halinde gizlidir. Sorumsuzca tüm kaynaklarını kullanarak yok ettiğimiz dünyada biriken insan yapımı atıkların doğaya ger dönüştürülme çabalarının hayati önem taşıdığı birer yüzyılda yaşıyoruz. Doğanın döngüsüne aykıı olan her hareket canlılık kavramıyla ters düşer.
İnsan , kendi içdünyasına indiğinde de örnek alması gereken, parçası olduğu doğadan başka bir şey değildir. Açgözlülük, hırs ve ahlaka aykırı pek çok kavram da bu noktada ortaya çıkar Dengenin yol olduğu yerde kendi içinde mutluluğu yakalayamayan insan doğayı katletmeye başlar. Besin zincirlerine müdahale edip kendine faydalı olanın yaşamasına diğerlerinin ölmesine hükmeder. Oysa var olan her şey bir amaca hizmet etmektir.”
Konfüçyüs yaşamak ve değişim hakkında şöyle söylüyor;
“Yaşamak kendi güvenli alanında sayılı günlerini geçirmek değil, akışa dahil olarak hayatın döngüsüyle birlikte hareket edebilme yetisidir.
Değişim konusunda sınırsız olduğunuz tek yer, kendinizle olan münasebetlerinizdir. Yüksek bir dağın eteğinde yıllarını geçiren insana dair bilgelik tanımı yoktur.
Bilgelik insanlarla temasta iken kendini tanıma erdemidir.
Yalnızlığını sevme, ilişkilerini yönetme ve mutluluğa dokunan tarafını keşfetme halidir”
Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.
Genç Padişahın gözleri dışarıda esen buz gibi poyraza rağmen iri dalgaların arasında balık tutmaya çalışan genç balıkçıya takıldı. Aşağı yukarı aynı yaşlardaydılar. Genç padişah yıllar boyu sıcak odasında otururken, dışarıda balıkçının tabiatın çetin şartlarına rağmen azimle mücadele ederek oltası ile denizden ekmeğini çıkarışını seyrederdi. Balıkçıya için için gizli bir hürmet besliyordu. Yıllar silinmez izler bırakarak hızla geçmişti. Artık ne kendisi ne de balıkçı genç değillerdi. Şimdi geriye çekilme, gölgede oturma vaktiydi. Padişah tahtını oğluna devretmeye karar verdi.
O esnada gözü dışarıya, eski sandalında halâ olta sallayan ihtiyar balıkçıya takıldı. Gözünden geçmiş yıllar bir film şeridi gibi geçti.
Duygulanmıştı. Vezirini çağırtarak, İlk tahta çıktığında görüp tanıdığı İhtiyar balıkçının da artık köşesine çekilip dinlenmesi gerektiğini, bunun için yarın bütün gün tuttuğu balıkların tartılarak kaç kilo geldiyse o kadar altının kendisine verilmesini emretti. Veziri balıkçıya durumu anlattı. Balıkçı çok sevinmişti. Ne de olsa yılların tecrübesi ile sanatını konuşturup, orta halli bir servetin sahibi olabilir, kalan günlerini de zahmetsizce sıcak odasında, geleceği düşünmeden geçirebilirdi.
O gece bütün takımlarını yeniledi ve itina ile hazırladı. En avcı oltaları hazırlayıp parlattı. Sabah gün doğmadan eski sandalına binip, açıldı. En bereketli bildiği yerine gelince dua edip oltasını yemleyip indirdi.
Beklemeye başladı. Ne de olsa balıkçılık sabır işiydi. Zaman geçiyor, güneş neredeyse tepeye çıkıyordu fakat tek bir balık bile vurmuyordu. Artık hava kararmaya başlamıştı. İhtiyar balıkçı dokunsalar hüngür hüngür ağlayacak durumdaydı. Bomboş livara bakarak kaderine lanet okuyordu. Hava artık iyice kararmış, gün bitiyor martılar çığlık çığlığa yuvalarına dönüyorlardı. Az sonra son kuşlar da süzülerek gittiler. İhtiyar balıkçı yavaş yavaş oltasını mantara sarmaya başladı. Bir iki kulaç kadar sardıktan sonra birden heyecanla irkildi. O an oltanın boş olmadığını anlamıştı. Heyecanla oltasını topladı. Oltanın ucunda ortası delik bir kemik vardı. Sadece ortası delik bir kemik. Balıkçı düşündü, bir de kemiğe baktı. Etse etse iki, bilemedin üç altın ederdi. Gözleri buğulandı. Sandalı bağlayıp rıhtıma çıktığında padişah ve saray erkânından bazı kişiler kendisini bekliyordu.
Gözlerini padişahın gözlerinden kaçırarak mahcup bir eda ile kemiği kantarcıya uzattı. Kantarcı bıyık altından gülerek küçümser bir ifade ile kemiği kantarın kefesine bırakırken, öbür kefeye de iki altın koydu. Kemiğin bulunduğu kefe yerinden bile oynamadı. İki altın daha koydu, kefede gene bir hareket yok. On altın, yirmi altın ,yüz altın ,bin altın, bir çuval altın, kefede halâ bir hareket yok. Padişah ve saray erkânı hayret içinde duruma bir izah, tatmin edici bir cevap bekliyorlardı. Fizik alimleri başta olmak üzere günlerce çok kişi geldi, kendilerince birtakım açıklamalarda bulundular ama padişahı tatmin edemiyorlardı.
Bir gün kalabalık arasından pejmürde kılıklı bir kişi çıktı. Durumu izah edeceğini söyleyerek kantara yaklaştı. Kantarcı bu densiz adamı tam kovacakken, durumu ilginç bulan padişah kantarcıya mâni oldu. Adamdan durumu açıklamasını istedi.
Adam yanda duran hamallara altın çuvalını indirmelerini söyleyerek yerden bir avuç toprak aldı ve boşalan kefeye koydu. Bir çuval altınla yerinden kıpırdamayan kemik, birdenbire havalandı. Pejmürde kılıklı adam padişaha dönerek bu kemik, haris ve aç gözlü birisinin elmacık kemiğidir. Görülen boşluk da göz boşluğudur. Terazinin diğer kefesine bütün dünyayı koysanız bile bu göz doymaz, bunu ancak bir avuç toprak doyurur dedikten sonra uzaklaşıp gitti…
Gerçekten öyle aç gözlü insanın gözünü, bir avuç topraktan başka, hiç bir şey doyurmaz.
Sevgili okuyucularım sizlerle anılarımı paylaşmaya kaldığım yerden devam ediyorum. Ortaöğretime başlamak üzere olan ve yavaş yavaş gençliğe adım atan çocuk, bakalım sandıktaki anılardan hangisini serbest bırakıyor?
İlkokul mezuniyetinin ardından üç aylık yaz dönemi arkadaşlarla vakit geçirmek, evde kitap okumak, anneme yardım etmekle geçip gitmiş, ortaöğretime başlama vakti gelmişti. Okuyacağım okula ailem tarafından karar verilmişti. Ablamın öğretim gördüğü okula gidecektim. Ablam bana ortaokuldaki eğitim biçimini anlatmıştı. Her derse başka öğretmenin girdiğini söylediğinde çok heyecanlanmıştım. Ben matematik dersini seviyordum, bir de beden eğitimini. Acaba en çok hangi dersin öğretmenini sevecektim? Çünkü ilkokulda bunun sıkıntısını yaşamıştım, sınıf öğretmenime bir türlü ısınamamıştım.
O yıl ablam üniversite son sınıfa devam edecekti. Ağabeyim, liseye başlayacaktı. Okuyacağı liseye kendisi karar vermek istediğini söyledi. Evimize on beş dakikalık yürüme mesafesindeki ticaret lisesini seçti. Matematik ve ticaret alanında öğretim görmek istiyordu. Bunda biraz hafta sonları babamın yanında çalışmasının da etkisi vardı. Kardeşim ise o yıl dördüncü sınıfa başlayacaktı.
Okuyacağım ortaokulun istediği formayı almak için annemle Kadıköy’deki Türkmen Mağazasına gittik. Orası bütün okulların kıyafetini satan bir mağazaydı. Tabii gideceğim okulun istediği kıyafet daha farklı olduğu için çok hoşuma gitmişti: Lacivert etek, beyaz gömlek, kışın beyaz boğazlı kazak, lacivert hırka, süveter ve V yakalı kazak. Çoraplar ve ayakkabı ise siyah veya lacivert olmak zorundaydı.
Annemle bunları alıp eve dönerken o kadar mutlu ve sevinçliydim ki. Yeni bir okula başlayıp yeni arkadaşlarımla tanışacaktım. Bu arada ablamın okuluna gideceğim için de. Hazırlıklar sürerken ablam okuldaki öğretmenleri anlatmaya başlamıştı. Hangi dersin öğretmeninin nasıl bir kişiliği olduğunu, derste nasıl davrandıklarını ve nasıl not verdiklerini anlatıyordu. Böylece bu öğretmenler gelirse diye önden bir bilgi sahibi olmuş oluyordum. Heyecanım giderek artıyordu. Derslere daha çok vakit ayırmam gerekecekti. Boş zamanımda okuyacağım kitapların türü de değişmeye başlayacaktı.
İlkokulda aynı sınıfta okuduğum Derya adında bir arkadaşım vardı. Onun da aynı okula başlayacağını öğrenince çok sevindim. Derya, bize çok yakın oturuyordu. Aynı zamanda çok sessiz, sakindi ve iyi anlaşıyorduk. Beraber gidip gelecektik, yol arkadaşım olacaktı. Artık servis de olmayacaktı okula trenle gidip gelecektik. Annemden, kayıt yaptırırken Derya ile aynı sınıfa olmamız için okul müdürü ile konuşmasını istedim. Çünkü hem birkaç sınıf vardı hem de sabahçı ve öğlenci olarak ayrılıyordu. Kayıt yaptıracağımız gününü öğrenip Derya’ya söyledim. Kayıt günü biz iki arkadaş ve annelerimiz, okula birlikte gittik fakat aynı sınıfa düşmedik. O başka sınıfa verildi. Tabii çok üzüldüm. Çünkü hem sevdiğim arkadaşımdı hem de sınıfta yeni olacağım için tanıdık bir arkadaşım olsun istiyordum. Neyse ki ikimiz de sabahçı olmuştuk, birlikte gidip gelebilecektik.
O gün okulun her yerini gezdik. Bahçesi çok büyüktü. Bahçede iki bina vardı. Ortaokula başlayanlar daha sonra yapılan yeni bina da öğretim görüyordu. Orta son sınıf ile lise öğrencilerinin öğretim gördüğü eski bina ise daha güzeldi bana göre, tarihi bir havası vardı. Üç katlı bu eski binanın içi de çok farklıydı. Üstteki iki katında derslikler vardı. Ayrıca okulun bütün öğretmenlerinin toplandığı toplantı odası vardı, çok ilgimi çekmişti. İlk katta beden derslerinin görüldüğü spor salonu vardı. Sınıfları büyüktü ve eski bina olduğu için tavanları yüksekti. Bu arada iki tane katin olması, özellikle okulun voleybol ve basketbol takımı olması çok hoşuma gitmişti. Çünkü bunlar benim için önemliydi, bir spor dalında okul takımına katılmak istiyordum. Benim arzum basket takımda oynamaktı.
Okulun benim için en şaşırtıcı yanı burada sadece kızların okumasıydı. Buna alışık değildim, ilkokulda benim çok iyi anlaştığım erkek arkadaşlarım vardır. Burada erkek öğrenci olmaması içimi burktu. Çünkü çocukluğumdan beri erkeklerle daha iyi anlaştığımı gördüm. Mahallede onlarla futbol maçı yapmak ve konuşmak farklıydı.
Okulun diğer bir özelliği yatılı olmasıydı. Yatakhane binasını gezdiğimde beni en fazla bahçesi etkiledi, çok büyüktü. Okul yatılı öğrenciler için ücretli ve ücretsiz olarak iki kısma ayrılıyordu. İstanbul dışından gelenler ve karşı tarafta evleri uzak olanlar yatılı kalıyormuş. Aslına bakarsanız yatılı okumak önce çok ilgimi çekti. Fakat sonra insanın kendi evinde kalmasının daha rahat olduğunu düşündüm. Özellikle ders çalışmak açısından. Ayrıca eve arkadaşların gelmesi, aile ile birlikte olmak çok değerliydi. İsteyen yatılı öğrenciler hafta sonu evlerine çıkıyorlarmış. Yatılı öğrenciler bazı prensiplere uymak zorundaymış. Ben disiplini severim ama özgürlüğüme karışacak disiplinden hoşlanmıyorum.
Bu okula yazılmamı en çok isteyen tabii ki velim olan amcamdı. Ama ablamın burada iyi bir öğretim görmesi, okulun köklü olması, öğretmenlerin gerçekten iyi öğretim vermesi, iyi yetiştirmesi de çok etkili oldu.
Bana sormuş olsalardı, kız lisesinde okumayı tercih etmezdim. İlkokuldaki gibi karma bir okula devam ederdim. İlkokulda kızlardan çok erkeklerle daha iyi anlaşıyordum. Çünkü sezgilerim bana kızların hep bilmişlik yaptığını söylüyordu. Bir de bazı kızlar, arkadaş ayrımı yapıyordu. İnsanların ayırt edilmesinden hoşlanmıyordum. Kullandığınız kalem kutusuna bakıp ona göre konuşanlar bile vardı. Durumu iyi olan ve durumu iyi olmayan arkadaşlara göre gruplaşma olduğunu ilkokulda görmüştüm. Bunlar benim hoşuma gitmiyordu. Çünkü ben aileden bunu görmemiştim. Ailemin bize öğrettiği, ne olursa olsun hiçbir zaman ayırt etmeden arkadaşlık yapmaktı. Maddi imkân veya annesinin babasının mesleğine göre arkadaş seçilmeyeceğini öğretmişlerdi. Bu konuda babam bize hep şunu söylüyordu: “Bazılarının maddi durumu iyi olmayabilir, alamayabilir. Siz elinizdekileri onlarla paylaşın.” İşte bu öğretiden gelen bir çocuk olarak bu ayrımcılığı kızlarda gördüğüm için kız lisesine gitmeye ilk anda çekindim.
Bu üzücü duruma ilkokuldan mezun olurken diploma töreninde de rastlamıştım. Bazı ailelerin maddi durumu elverişli olmadığı için çocuklarına ona göre kıyafet almışlardı. Tabii ki bu fark ediliyordu. Ama kimse üzerinde durmazken bazı arkadaşlar onlarla ilgili alaycı konuşmalar bile yapmışlardı. Babam, bize hiçbir zaman kimseyi rencide etmemeyi ve mütevazı olmayı öğretiyordu. En çok da paylaşmayı. Başkaları alamıyorsa onlar için de alıp paylaşmamızı öğütlüyordu her zaman.
Amcalarım babam gibi değildi. Özellikle küçük amcam. İster iş olsun ister diğer konular, sürekli kendini ön plana çıkarırdı. Babam içinse bunlar önemli değildi. Çünkü babam ne yaptığını bildiği için kimseye bir şey kanıtlamaya çaba sarf etmezdi. O işini yapardı. Küçük amcam ise iş yerine gelen bütün müşterilerin kendisinin sayesinde geldiğini söylerdi. Ayrıca çocuklarını özel okullarda okutacağını söylüyordu, “Devlet okullarına vermem.” diyordu. Babam bu durum karşısında sesini çıkarmazdı. Babam onlar gibi düşünmüyordu. Okulların öğretim kalitesinin iyi olmasına bakıyordu. Bu yüzden de bizim öğretimi iyi olan devlet okullarında okumamıza karar vermişti. Ağabeyim ise okulunu kendisi tercih etmişti. Çünkü ileride babamın işini yapıp ticaret yönünde kendini geliştirmek istiyordu.
Çocukken ailede öğretilenler gerçekten çok önemlidir. Çünkü önce oradan alıyor insan: Paylaşmayı, sevmeyi, değer vermeyi, saygı göstermeyi, hak yememeyi, adaletli olmayı.
Sevgili okuyucularım, 17 Ekim 2023 Salı günü bu başlık altında ele aldığımız, kelimelerin gücü konusuna kaldığımız yerden devam edelim. Hatırlarsanız o yazıda kullandığımız kötü kelimelerin yarattığı negatiflikten söz etmiştik.
Negatif kelimeler kullanmanın hiçbir zaman faydası olmaz. O kelimeleri kullanarak belki bir an için kendinizi rahatlamış hissedersiniz ama maalesef dönüşü olumlu olmaz. Örneğin “Bunu daha iyi yapmak için daha çok emek vermen gerekiyor.” demekle, “Bunu yapman için kırk fırın ekmek yemen gerekiyor.” demek arasında çok fark var. İki cümleyi dikkatle düşünün. Hangisi size ne hissettiriyor?
Evinizde bir çiçek yetiştiriyorsunuz örneğin. Her gün o çiçeğe negatif konuşmalar yapın. Bakın bakalım o çiçek iki gün sonra ne olacak? Aynı şekilde diyelim evinizde hayvanınız var, ona da çiçeğe yaptığınız gibi kötü sözler söyleyin, hayvanın tavrı nasıl olumsuzlaşacak görün. İnsanız, tabii ki hata yaparız. Bazen bazı kelimeler bir anda ağzımızdan çıkar ama farkındalık olursa bir dahaki sefere söylemek istemeyiz. İşte bu da farkındalığın artmasıyla olabilir.
Salı günkü yazıda belirtmiştim. Size yanlış davranışta bulunan ya da kalbinizi kıranlar olabilir, o insanlara bile herhangi bir negatif kelime kullanmamak gerekiyor. Böyle bir durumda yapılması gereken o insana davranışının nedenini sorup öğrenmektir. Eğer olumsuz davranış ile karşılamış olduğunuzda karşı taraf direk suçlama ve olumsuz kelimeleri kullanmak yerine kendiniz ve o kişi ile yüzleşin. Örneğin birisi sizi bilerek üzmüşse o kişiye “Sen sevgiyi yeteri kadar bilmiyorsun”. “Çünkü sevgiyi bilmiş olsan beni üzmezsin.” ya da “Bana hakaret edemezsin, beni üzecek kelimeler kullanmazsın.” diyebilirsiniz. Ama bunun yerine “Zaten ailede de sevgi yokmuş sende mi olacak.” “Senin aileden çok görgüsüz” demek veya argo ya da onu küçük düşürecek kelimeler kullanmak negatif enerji yüklemek ve yüklenmektir.
Bir insana direkt “Karanlıktasın.” demek başka, “Bu konuda egonu devreye sokuyorsun.” demek başka. Düşünün, biri size karanlıkta olduğunuzu söylese ne anlarsınız? Ama egodan söz etse, aslında herkesin egosu olduğunu hatırlayıp “Bir nebze de olsa evet, doğru” dersiniz.
Benzer biçimde bir insana size direkt olarak “Sen kafayı yemişsin, bir psikoloğa git ya da psikiyatra görün, git bir yerlerde tedavi mi olacaksın ne yapacaksan yap, düzel öyle gel.” demesi başka, “Kendin bu sorunu çözemiyorsan bir yardım alabilirsin.” demesi başka hissettirir.
Aslında kullandığımız kelimeler bizi bilgeliğe doğru götürür. Çünkü farkına vararak değişim yaptığımız her gün biraz daha olgunlaşmış oluruz. O zaman da karşımızdaki insanlar ne kadar kırıcı veya negatif kelime kullanırsa kullansın sessiz kalır ya da onun gibi cevap vermeyiz. Böylece de negatif yüklerden uzaklaşırız.
Pazarda alışveriş yapan bir tanıdık bir gün şunu söyledi: “Ne salak adam, hiç dikkat etmeden ayağıma çarptı.” Ağzına bu kelimeler o kadar yer etmiş ki bir gün de apartman görevlisi hakkında “Söylüyorum, kafası hiç basmıyor, aptal. Yine aynı şeyi almış gelmiş.” gibi sözler sarf etti. Bu insanın kendi çocuğu da kendisine sevgi göstermiyor, çatışma hâlindeler. “Ben çocuğuma böyle davranmıyorum, sevgi ile yaklaşıyorum. O bana neden böyle davranıyor?” diyor. İşte, kendisi başkasına yaptığını çocuğunda yaşıyor. O insanlara yönlendirdiği negatif enerji çocuğunda kendini gösteriyor. Çünkü onların hakkında ister arkalarından konuşmuş ister yüzlerine söylemiş olsun, kullandığı kelimeler o negatifliğin kendisine dönmesine sebep oluyor. Eğer sevgi tam olmuş olsa kimseyi ayırt etmez, o kişiler hakkında güzel kelimeler kullanır. Pazardaki adama söylenmek yerine “Dikkatli olur musun ayağıma vurdun.” dese, apartman görevlisini “Sipariş ettiğim ürün bu değildi. Beni biraz daha dikkatli dinler misin? Hem sen yorulmamış olursun hem de ben sana bir daha anlatmamış olurum.” diye nazikçe uyarsa kendisine dönecek enerji de başka olur.
İş yerinde yanınızda çalıştırdığınız elemanınızdan memnun değilseniz sürekli “Senin kafan bir şey almıyor.” demek veya arkasında olumsuz konuşmak yerine işini düzgün yapması için güzel bir dille ne gerekiyorsa öğretirsiniz ya da işten çıkarırsınız. Hem yanında çalıştırıp hem de hakarete varan sözler söylemek hoş değil.
Eşler arasında da maalesef yaşandığını görüyoruz zaman zaman. Böyle bir durumda insanın önce kendisine saygısı sonra eşine saygısı kalmıyor. Bir de başkasının eşi veya sevgilisi hakkında düşünmeden kullanılan olumsuz kelimeler var. İşte, “Sen bu salağı nerede buldun?”, “Bu psikopatı çok mu aradın?”, “Bunun aptal aptal bakışları var.” “Bu insan ahlaksız” gibi alaycı ve kötü kelimeler kullananlar var. Kime göre aptal, kime göre salak? Böyle insanlar kendilerini çok mu akıllı, çok mu zeki sanıyorlar? Böyle bir ifade biçimi negatiflik yüklediği gibi kibre de giriyor ki o da negatif bir duygudur. Aynı zamanda hemen ahlaksız kelimesini yapıştırmak o kadar olumsuz ki bu ahlaksız kelimesine baktığımızda çok şeyleri kapsıyor. Onun için bilmeden ahlaksız demek çok yanlıştır. Ayrıca eşi için de başkasına ve kendi ailesine işte “Bunun hiç kafası basmıyor“. “Anlayışı çok kıt“ “Ailesi ve kendisinde çok boş insanlar“ Aslında burada kullandığı kelimeler kendine olan özsaygısı olmadığı için kullanıyor. Eğer kendine özsaygısı olmuş olsa eşinin ve ailesine böyle konuşmaz.
En başta başkasının tercih ettiği insan hakkında kimsenin yorum yapmaya hakkı yoktur. Ama diyelim ki kendisine fikri sorulmuş, illa ki bir şey söyleyecek o zaman “Ben bu kişiden pek iyi enerji alamadım. Tabii ki sen iyi enerji almış olabilirsin.” veya “Dikkatli olmanı isterim sonra üzülmeme için” ya da “Egoları biraz yüksek geldi” diyebilir. Çünkü bir kişi iyi enerji alamadı diye herkes de alamayacak değil ya da iyi enerji aldı diye herkes alacak değil. Sadece kullanacağımız kelimelerin olumlu olması gerekiyor.
Hayatımızda kullandığımız negatif kelimelere dair alışkanlıkları değiştirmek bizi bilgeliğe götürür. Bilgelikte pozitif olmak vardır, suçlamak, hakaret, kalp kıran kelimeler yoktur. Kullandığımız kelimeleri özenle seçmeye her geçen gün daha fazla dikkat ederek bu yolu yürümeliyiz ki sonra çevremizden hatta bizi yönetenlerden bu kelimeleri işittiğimizde suçlamayalım.
Birisine bir şey öğretmek isterseniz bunu olumlu kelimelerle yapabilirsiniz. Ama tek koşul olumlu kelimelerin aynı zamanda gerçek olmasıdır. Bir insan, hayatına neden girdiğinizi sorduğunda bunun açıklamasını yaparken bile onu rencide etmek yerine ne sebeple hayatına girdiğinizi söylemelisiniz. Örneğin eğer size insanlık olarak yanlış davranışta bulunmuş bir kişi ise bu soruyu soran, “Sana insanlığı öğretmek için.” demek yerine “Senin başkalarına veya bana yaptığın yanlış davranışı nasıl doğru davranışa dönüştüreceğini bulunman için girdim.” diyebilirsiniz.
Hepimiz insanız hatalarımız tabii ki olacak ama önemli olan farkına varıp bir daha yapmamak üzere değişimi başlatmaktır.
İletişim olanaklarının her geçen gün arttığı bir dünyada yaşarken en çok bu iletişimi kurmak için kelimelere ihtiyacımız var. Genel hayatımızda sözlü ya da yazılı olarak nasıl bir iletişim tarzına sahibiz? Hangi kelimeleri kullanıyoruz? Seçtiğimiz kelimelerle nasıl bir enerji gönderiyoruz? Bu gönderdiğimiz enerji bize nasıl geri dönüyor? Kelimelerin gücünün ve hayatımıza etkisinin ne kadar farkındayız?
Bazen farkında olmadan ağzımızdan çıkan kelimeler için hemen kendimizi savunur “Alışkanlık oldu.” deriz. Tabii ki alışkanlık ama bu alışkanlık neden kullandığımız kelimeleri değiştirmek olmasın?
Daha doğar doğamaz ailemizden işittiğimiz kelimelerin bilinçaltına yerleşmesiyle başlıyor her şey. Büyüdükçe çevremiz ve arkadaşlarımızla devam ediyor. Bunların farkına varmadan kendimiz de kelimeleri etkiliyoruz. Sonra da yetişkinlik döneminde olumsuz kelimelerin sözlerimize yansımasına engel olamıyoruz. Oysa hiç düşünmeden kullandığımız bu olumsuz kelimelerin bize geri geleceğini bilmiş olsak, hayatımızı değiştirmenin bizden başladığının farkına varmış olsak işte önce bu olumsuz alışkanlığı değiştirmeye başlarız. Fakat değişmeyi denemek yerine söylediğimiz “Aman, ne olacak ki bu bir kelime ile mi değişecek?” veya “Bunda ne var Allah aşkına? Sen çok abartıyorsun, alt tarafı bir küfür ettim.” ya da “Ne var? Adam işini düzgün yapsın ben ona salak ya da geri zekâlı demem.” Bu açıdan bakan insanların iletişim tarzları ve yaydıkları enerji negatiftir ve negatiflikte sevgi olmaz.
Şimdi sizi aşağı çeken veya enerjinizi düşüren duygulara bir bakın? Karşınızda öfkeli bir insan varsa o size huzur verir mi ya da öfkeli bir insan enerjinizi yükseltebilir mi? Aynı şekilde kibirli, alay eden bir insan düşünün, enerjiniz negatife dönmez mi? İşte duyguların gösterdiği davranışlar gibi iletişimde kullandığımız kelimeler de aslında o anda içimizde olan duyguyu belirtiyor.
Sakin olduğunuzda ve öfkeliyken yaptığınız konuşmalara bir bakın. Aradaki farkı hemen göreceksiniz. Öfkeliyken ağızdan çıkan kelimeler küfre ve hakarete doğru gider. Ama sakinlikle söylenen sözlerin hiçbirinde karşınızdaki insanı kıracak kelimeler ve hakaret olmaz. Sadece o anda yapılan yanlış davranışı nezaketle söylersiniz.
Şimdi beraber örneklere bakalım. Trafiktesiniz, bir yaya veya bir başka sürücü hata yapıyor. Siz, karşı tarafa ister duysun ister duymasın, “Geri zekâlı, aptal, salak!” diyorsunuz veya küfrediyorsunuz. Şimdi bu kelimeler sizce nasıl bir enerji verecek? Ayrıca siz hiç hata yapmıyor musunuz? Az önce sarf ettiğiniz sözleri size söylemiş olsalar ne yapardınız? Sonra evinize veya işyerinize gidiyorsunuz. Bir hata yaptığınızda aileniz veya işyerindekiler trafikteki sözlerinizin aynısını size söylüyorlar. Bu sefer diyorsunuz ki “Ben iş yerimde böyle konuşmuyorum. Ailemin fertlerine iyi davranıyorum, böyle konuşmuyorum. Neden bu sözleri işitiyorum?” Aslında ister “ayna” olarak tanımlayın ister “ne ekersen onu biçersin” ister “evrene bıraktığın geri dönüyor” deyin. Olan biten tam da budur. İşte bunun farkına varmak önemli. Farkındalık ister istemez bu olumsuz alışkanlığınızı dönüştürmenizi sağlar. Çünkü bilinçaltımıza yerleşmiş olan ve hayatımızı olumsuz etkileyen kelimelerin etkisinden kurtulmamız o kadar da zor değil. Biraz çabayla olumsuz kelimelerin yerine olumlu kelimeleri yerleştirmeyi başarabilirsek hayatımızı güzelleştirebilir, bir anlamda kendi kendimizin psikoloğu olabiliriz.
Diyelim ki iş yerinde müdürünüzle bir iş yüzünden tartışırken küfrettiniz veya argo kelimeler kullandınız. Sonra bir başkası, ister aile olsun ister akraba ister arkadaş, gelip size aynısını söyledi, “Lütfen saygılı ol! Bu kelimeleri kullanma. Ben sana karşı böyle kelimeler kullanmıyorum ki.” dersiniz. Aslında ona kullanmıyorsunuz ama müdürünüze kullanmışsınız. İşte, farkında olmadan size dönen kelimeler. Bazı insanlar bunu “şekilcilik” olarak adlandırır “Ne var?” der, “Sen de amma şekilcisin.” Hâlbuki öyle şekilcilikle alakası yok. Burada ince çizgiyi ayırt etmek önemli. O kelimeyi kullanırken altında yatan duygu ve niyete bakmak gerekiyor. Tamamen kızgınlık ile ağzından çıkan bir kelime başkası tarafından da kızgınlıkla kendisine söylenmişse artık karşısındaki o kişiye kızmaya hakkı yoktur.
Düşünün, iş yerinde, toplumda herkes ya da ülkeyi yönetenler böyle kelimeleri kullansa nasıl bir enerji bırakırlar dünyaya? Bize karşı kullanılan kelimelere kızarız ama kendi kullandığımız kelimelere hiç bakmayız. Hâlbuki önce kendimize, ne yaptığımıza, nasıl konuştuğumuza bakmamız gerekiyor. Hep söylediğim gibi, insan karşısındakini değiştirmek yerine önce kendine bakıp değişmeli.
Tabii bazılarının davranışları size iyi gelmez ya da haklı iken haksız duruma düşersiniz. Böyle bir durumda karşı tarafa sorular sorup öğrenmeye çalışın ve düşünün “Neden bu kelimeyi bana kullandı ya da niye kullanmak zorunda kaldı? Bu kelimeyi neden hak ettim?”
Yemek yapmasını bilmeyen ve ilk defa yemek yapan bir insana, “Amma sakarsın, hiç eline yakışmıyor.” derseniz o insan bir daha yapmak istemez. Spora başlayan insana “Sen kabiliyetsizsin. Hiç aklın çalışmıyor mu şu topu buraya atman gerekiyor.” derseniz o kişi spor yapmaktan vazgeçer. Kendini beceriksiz görür. Hâlbuki ilk kez yemek yapana şunu söyleyebilirsiniz: “İlk kez yapan birine göre gerçekten başarılı. Bir dahaki sefere daha başarılı olacağına inanıyorum. Şunlara dikkat etmelisin.” İnsanları suçlayıcı kelimeler kullanırsanız negatif enerji verirsiniz. Evrene bunu yaymış olursunuz. Trafikte hata yapana, bir anda önünüze çıkana “Biraz daha dikkatli olur musunuz neredeyse kazaya sebep olacaktınız.” diyebilirsiniz. Bunu yapmak yerine direkt argo kelimeler kullandığınızda ya da küfrettiğinizde aslında o anda rahatladığınızı sanıyorsunuz. Hâlbuki gerçekte, farkında olmadan negatif enerjiyi kendinize vermiş oluyorsunuz. Üstelik başka birinden duyunca da hemen tepki gösteriyorsunuz.
Sevgili okuyucularım, bu konuya 20 Ekim 2023 Cuma günü devam edeceğim.
Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.
Şimdi sizi hikâyemizle baş başa bırakıyorum.
Amerikalı bir iş adamı, iş seyahati için Meksika’ya gitmiş. Boş zamanında şirin bir kıyı kasabasını ziyaret etmiş. Limanda gezinirken, balık dolu bir tekne ve içinde keyifli bir balıkçıyı görmüş. Balıkçıya seslenmiş:
– Merhaba balıkçı, teknen balık dolu, bu kadar balığı ne kadar zaman da tuttun?
Balıkçı cevap vermiş: – Bir iki saatte tuttum.
İş adamı merak etmiş: – Neden biraz daha uğraşıp daha fazla tutmadın?
Balıkçı omuz silkerek, cevaplamış: – Bu kadar balık bizim için yeterli, daha fazlasına ihtiyacımız yok ki.
İş adamı balıkçının kanaat karca yaklaşımına şaşırmış, merak etmiş: – Günün kalan zamanında ne yapıyorsun peki, bütün günü nasıl geçiriyorsun?
Balıkçı, tüm güzelliklerini maneviyatı ile anlatmış bir gününü: Anlayacağınız gün nasıl geçiyor anlamıyorum.
İş adamı kendinden emin bir şekilde: – Bak demiş istersen ben sana yardım ederim. Balık tutma işine daha çok zaman ayırmalısın. Büyük bir tekne ile daha çok balık tutabilirsin. Elde edeceğin gelirle başka tekneler de alırsın. Kısa zamanda bir balıkçı filosuna sahip olursun. Çok balık yakaladığın için balığı aracılara değil, doğrudan işleme tesislerine satabilirsin. Hatta daha sonra kendi balık işleme tesisini bile kurabilirsin. Benim yardımlarımla balıkçılık sektöründe lider olursun.
Balıkçı merakla sordu: – Bu dediklerinizi yapmak kaç sene sürer?
İş adamı: – Tahminen 15-20 yıl sürer, ama sonrası daha güzel, şirketini halka açarsın, hisselerini iyi paraya satarsın, kısa zamanda zengin olup milyonlar kazanabilirsin.
Balıkçı heyecanlanmış:– Milyonlar kazanırım ha, peki sonra bu parayla ne yapacağım?
İşadamı hayalini anlatmış: – Sonra emekli olursun. Şirin bir balıkçı kasabasına yerleşirsin. Bundan sonra artık zevk için balık tutarsın. Çocuklarınla, torunlarınla oynarsın. Sence de mükemmel değil mi?
Balıkçı güler; “ zaten ben bu dediklerinizi şu anda da yapabiliyorum, yine bu huzura kavuşmak için neden 15-20 yıl daha sıkıntı çekeyim ki? “Balıkçı işadamını dinleyince ondan daha zenginim diye düşünür… 😊
Zengin olan çok parası olup hayatı boyunca durmak bilmeden çalışan mı, yoksa zengin gibi hayat süren midir…? Sokrates mutluluğun sırrını şu sözüyle dile getirmiştir. “Mutluluğun sırrı; daha çok olanı aramakta değil, daha az olanın tadını çıkarmakta saklıdır.”
Sevgili okuyucularım, on beş günlük aralıklarla geçmişe yaptığım yolculuklarımın biriyle daha sizinleyim. Sandığın başındaki çocuğu artık siz de çok iyi tanıyorsunuz. Kimi gün gülüyor kimi gün hüzünleniyor sandığın içindekilere bakınca. Ama istisnasız hepsinden çıkardığı bir ders var. Artık ilkokul öğretimi bitiyor, mezun olma telaşında. Her konuda büyüyen çocuk bu kez üzüntüyle mutluluğun iç içe geçtiği okuldaki o son güne dair anısını sandıktan salıveriyor.
Evet, artık ilkokulun son günlerine gelmiştik. Arkadaşlarımla konuşmalarımızın en önemli konusu okulda yapılacak mezuniyet töreniydi. Diplomalarımızı alacağımız bu törene okul önlüğüyle değil serbest giysiyle katılacaktık. Anneme söylediğimde “Önce mağazalara bakarız yeni bir elbise için, eğer bulamazsak ben dikerim.” demişti. Mezuniyet töreni okul kapandıktan sonra yapılacaktı fakat yine de zaman darlığı vardı. O yüzden “Ya elbise yetişmezse?” diye biraz endişelenmiştim.
Programa göre mezuniyet gününde ikram edilecek yiyecekleri, aileler getirecekti. Böylece diplomalar alındıktan sonra biz öğrenciler, öğretmenlerimiz ve ailelerimizle birlikte mezuniyeti kutlayacaktık.
Mezuniyet benim için hem sevinç hem üzüntü demekti. Sevincim, yeni bir okula başlayacağım içindi. Üzüntüm ise arkadaşlarımdan ve aynı okulda okuduğum kardeşimden ayrı kalacağım için. Kardeşimle gidip gelmeye öylesine alışmıştım ki sanki birimiz olmasa diğeri okula gidemeyecekmiş gibi geliyordu. Fakat onun okulu bitirmesine daha iki sene vardı.
Son gün gelip çattı. Nedendir bilmem, o gün okul çantama bütün kitaplarımı koymuştum. Coğrafya atlasını bile. Okulda ders yapılmadı, yazın neler yapacağımızı ve hangi ortaokula gideceğimizi konuştuk sınıfça. Sonra da karnelerimizi aldık ve veda vakti geldi. Arkadaşlarımla vedalaştık, diploma törenine kadar görüşmeyecektik. Bu duruma çok üzülmüştüm, sanki onları bir daha asla göremeyecektim. Sevdiklerimden ayrılmak bende kaybetme korkusuna neden oluyordu. Bu korku ileri zamanlarda sevdiklerimi kaybettikçe bilinçaltıma iyice yerleşti. Farkına varıp şifalandırıncaya kadar bu korkuyu yaşadım. Zamanı geldiğinde tabii ki anlatacağım.
İçim burkularak arkadaşlarımdan ayrıldım. Kardeşimle birlikte servise binip eve dönecektik. Önce başka bir okulun öğrencilerini sonra bizi alan servise bindiğimiz nokta, okulumuzun önünde değil yan sokağın başındaydı. Üç dakika yürüme mesafesi vardı. Aracın bizi alacağı noktaya gittim, ne servis gelmişti ne de kardeşim. Merak ettim, okula dönüp ona bakmaya karar verdim. Çantam ağır olduğu için mi arkadaşlarımla vedalaşmanın üzüntüsüyle yaşadığım kafa karışıklığı mı kardeşim için duyduğum endişe mi yoksa hepsi birden mi neden oldu bilmiyorum ama çantamı kaldırımın kenarındaki duvarın üzerine koyup okula koştum. Kardeşimi buldum ve birlikte servise bineceğimiz noktaya gittik. Çantam bıraktığım yerde yoktu. Etrafa baktım, yok. “Kim alabilir acaba, bir arkadaşım geçerken almış olabilir, biri saklayıp şaka yapmıştır.” diye düşündüm. O sırada servis geldi ama ben binmedim, çantamı bulmalıydım. Bütün yıl boyunca okuduğum ders kitapları, atlas ve en önemlisi karnem içindeydi. Okula döndüm, müdüre çantamın kayıp olduğunu söyledim. Tabii okul dağılmış, öğlenciler gelmeye başlamıştı. Maalesef çantam okulda değildi. Servisi daha fazla bekletemeyecektim, çaresiz aramayı bıraktım, araca bindim.
Çok üzülmüştüm. Kitaplarımın, en çok da karnemin içinde olması beni etkiledi. O vaziyette eve girince annem telaşlandı, “Ne oldu?” dedi. Çantamı kaybettiğimi söyleyince nasıl olduğunu sordu, anlattım. Bu sefer de “Neden orada bırakıp gidiyorsun?” diye çıkıştı. Aslında annem kızgınlıktan çok şaşkındı çünkü benim dikkatli olduğumu, böyle bir hata yapmayacağımı, hiçbir şey kaybetmediğimi biliyordu. Ama yine de neden bırakıp gittiğimi ve üstelik bütün kitapları neden çantama koyduğumu sordu. O anda “Nasıl böyle bir şey yaptım?” diye kendimi suçlu hissettim. Üstelik kardeşim de alay etti. Çantaya bütün yılın kitaplarını hatta atlası bile koymama güldü. Onun bu davranışı gücüme gitti. Çünkü zaten yeterince üzülmüşüm, gösterecek karnem de yok. Kendimi kötü hissettim.
Bu arada babam pek sesini çıkarmadı. Fakat velimiz olan amcam karneyi göremeyince “Neden eşyana sahip çıkmıyorsun, bırakıp gidiyorsun?” diye suçlayıcı sözler söyledi. Amcama göre bu büyük bir hataydı ve o hatayı kabul etmezdi. Küçükken bahçede oynarken bile düştüğümü görse “Neden dikkat etmiyorsun?” diye suçlardı. Fakat bu defa başkaydı, o güne kadar böyle bir suçluluk duygusu yaşamamıştım.
Bu olay, benim bilinçaltımda yer etti. Ne zaman bir hata yapsam hemen kendimi suçluyordum. Her şeyin mükemmel olması gerektiği duygusu geldi yerleşti içime. Asla hata yapmamalıydım. Zamanla fark ettim ki mükemmeliyetçilik bir bakıma suçluluk duygusunun dışa yansıması. Başkalarının suçlamalarına maruz kalmamak ya da suçlu hissetmemek için insan her şeyi kusursuz yapmaya çalışıyor.
Annemin ve amcamın “Nasıl olur? Nasıl çantayı bırakıp okula kardeşine bakmaya gidersin? Kardeşin zaten biliyor servisin geleceğini, neden tekrar okula gidiyorsun? Acele ediyorsun.” sözleri, çantamı ve özellikle karnemi kaybetmekten daha çok üzdü. Annemin suçlaması o kadar zoruma gitmedi de amcamın suçlaması çok ağır geldi. En çok da “Yoksa karnen iyi değil de onun için mi çantayı kaybettin?” sözü beni hırpaladı. Bana güvenmediğini düşünmeme yol açtı.
İşte buradaki suçlamanın esas nedeni, yapılan hataya öfkelenmektir. Amcamın bu davranışı öfkesinin ortaya çıkmasından başka bir şey değildi. Yıllar sonra bunun farkına vardığımda kendimi şifalandırdım ve artık mükemmeliyetçilik benim için bitti. Ruhumu bir olumsuzluktan özgürleştirmiş oldum. Çünkü mükemmeliyetçilik insanı çok yoran bir özellik.
Çocuk hata da yapabilir, bu son derece doğaldır. En küçük hatasında suçlamak yerine daha farklı yollar denenmelidir. Üstelik ruhunuz hassas ise suçlamalardan daha çok etkileniyorsunuz. Haklı olsanız bile karşınızdaki insan yüzde yüz hatalı olduğunuzu iddia ettiğinde hakkınızı savunamıyorsunuz.
Aslında çocuk her şeyin farkında oluyor fakat büyüklere karşı saygısızlık olmasın diye cevap vermiyor. Zamanla olan biteni konuşmaya başlayıp o kadar da büyütülecek bir hata yapmadığını fark ettiğinde kendisine zarar veren duygulardan kurtuluyor. Suçlandığı zaman kendi hatası varsa hemen açıklamasını yapıyor. Şu bir gerçek ki çocukken bilinçaltına yerleşen suçluluk duygusu ileri zamanlarda insanı hata yapmamak için kendisiyle savaşır hâle getiriyor.
O gün o kadar suçlanmasaydım belki rahatça açıklayabilirdim davranışımı. Okula geri dönüp kardeşimi bulmaya çalışmamın nedeni babamın bize hep “Birbirinize sahip çıkın.” demesidir. Kardeşim ortada yoktu, oysa hep zamanında gelirdi servise. O hâlde gidip onu bulmalı ve sahip çıkmalıydım. Ayrıca servisi bekletmek istemiyordum. Tamamen sorumluluk duygusuyla hareket etmiştim. Aslında bir insanı merak etmek, onun için endişelenmek, onu sahiplenmek tamamen sevgiden kaynaklanır. Babam kardeşlerini çok sever, sahiplenirdi. Bize de hep bunu söyledi, bunu öğretti. Çocuk sahiplenmeyi öğreniyorsa ve ruhunda varsa büyünce bu devam ediyor. Çalıştığı iş yerini, arkadaşlarını, eşini, akrabalarını, kardeşlerini sahipleniyor.
Sevgili okuyucularım, 3 Ekim 2023 Salı günü arkadaşlık kavramından neyi anlamamız gerektiği üzerine kaleme aldığım yazıma bugün de devam edeceğimi açıklamıştım. O yazıda gerçek arkadaşlığın ancak samimiyet üzerine kurulabileceğini, arkadaşlıklarda sorun olsa bile samimiyetle hatalarla yüzleşmenin mümkün olacağını belirtmiştim. Şimdi kaldığım yerden devam edeyim.
Gerçek sevgi ile menfaat sevgisi arasındaki farkı görebileceğiniz yerlerden biri de iş arkadaşlığıdır. İş yerinde gayret iyi olursunuz. İş gereği veya yine iş konusunda menfaat gereği sizi çok sevdiklerini, sizin yerinizin diğer arkadaşlarınızdan başka olduğunu söylerler ama ayrıldıktan sonra bir kere aramazlar. Nedenini sorarsınız bahaneler sıralarlar. Siz bütün iyi niyetinizle yine ararsınız ama onlar yine size dönüş yapmazlar. Bu örneği beklentiye girmek olarak yorumlarsak hata yapmış oluruz. Hayır, bu beklentiye girmek değil. Belki görüşmek istemiyor ama siz sorduğunuzda ayıp olmasın diye bunu samimi olarak dile getirmiyor. İşte tek taraflı bir arkadaşlık ilişkisi bana göre. Onun için bazen söyleyeceğimiz sözlere dikkat etmek, hakkını vermek gerekiyor. Bir insanla sırf “Seni seviyorum.” ya da “Senin hakkında olumsuz düşünmüyorum.” dediği için arkadaşlık yapılmaz.
Şimdi yaşadığım örneklere geçelim. 2009 yılında grup olarak ablamın arkadaşları ile tatile gitmiştim. O tatilde gözlemlerim ve sezgilerimle kimlerle arkadaşlık yapılacağını, insanların gerçek karakterleri ve kişiliğini gördüm. Tatilden döndükten sonra bir kişi ile hiç görüşülmedi. Ablam bile aradı geri dönülmedi. Sonra 2014 senesinde bir takım olumsuzluklar yaşadığı için buluştuk. Sonra görüşme başladı, arkadaşlık yapıldı ama bu kendi işleri, ihtiyacı içindi. Sonra da kesik kesik arkadaşlık devam etti. Bu insan siz aramasanız hiç aramaz. Siz sormasanız hiç sormaz ama sevdiğini, arkadaş olduğunu söyler. Oysa tatilden sonra aramamış, arandığı zaman cevap vermemiş, buluşmaya gelmemiş. Sonra bu insan kendi oğlunun düğününe ve torun kutlamasına gelinmesini ister. İnsan önce kendisi ile yüzleşir, “Ben ne kattım bu arkadaşlığa?” diye.
Bir önceki yazımda da dediğim gibi ruhlar uyuşmayabilir, karakterler, kişilikler uymayabilir ama buna rağmen yok “Seni bırakmam”, yok “Senin arkadaşınım, seni seviyorum.” denmez. Zaten o sevgi evrensel, ayrıca birisi kendini sevmiyorsa (benciller hariç) başkasını sevemez sadece o anda şu ince çizgiyi ayırt etmek gerekiyor kendisinin işleri hallolduğu, kendi mutlu olduğu için “Seni seviyorum.” der.
Arkadaşlıkta önemli olan maddiyattan ziyade manevi olarak yanında bulunmaktır.
Arkadaşınızı gerçekten seviyorsanız yaptığı olumsuz davranışı onun olmadığı ortamlarda dile getirseniz bile mutlaka yüzüne de söylemelisiniz. “Ben senin hakkında böyle konuştum çünkü o anda beni çok üzmüştün.” diye. İşte bu da arkadaşlıkta samimiyet açısından önemlidir.
Aynı zamanda siz arkadaşınıza karşı bir hata yapmışsanız, hatanızı anlayıp özür dilemeniz de gerçek sevgiyi gösterir. İlişkiniz kaldığı yerden devam eder.
Gerçek arkadaşlar birbirleri hakkında kimseyi konuşturmaz, susturur, böyle ortamlarda birbirlerini savunur. Arkadaşını üzene neden üzdüğünü sorar, ona karşı arkadaşını korur.
Arkadaşlıkta karşılıklı değer vermek vardır. Çünkü değer sevgiden kaynaklanır.
Yaşadığım bir başka örneği anlatayım. Grup olarak gittiğimiz seyahatte bir arkadaş kendine limonata söyledi. Diğer arkadaş “Limonatayı paylaşalım mı? Çünkü bir bardak bana fazla gelir.” dedi. Limonata söyleyen kişi de “Hayır.” dedi ve kendisine de söylemekten vazgeçti.
Arkadaşlık eğer paylaşmaksa sizden bunu rica eden arkadaşınızla paylaşırsınız, hoşunuza giderse bir tane daha söylersiniz. Ama hemen tepki gösteren hatta kendisi bile içmekten vazgeçen bir insanla ya da arkadaşla tatile tekrar gider misiniz? Eğer bencil değilseniz, kendinizi tanıyorsanız o insanın bencil ve huzursuz bir ruha sahip olduğunu görürsünüz. Veya cimri olduğunu iki ve üç kuruşun hesabını yapanlar. İşte her şey kendinizi tanımakla başlar. Yalnız kalmamak için veya karşı tarafa ayıp olacak diye düşünüp hayır demediğiniz için kendi kişiliğinize uygun olmayan kişilerle arkadaşlık yapıp tatile gitmeye kalkarsanız kendinizi üzmüş olursunuz.
Bir de kimlerle arkadaşlık yaptığınız önemlidir. Bazı insanlar çevre edinmek için ünlülerle arkadaş olmaya çalışır veya maddi durumları iyi olanlarla arkadaşlık yapar. Aslında kendi kişiliği ve karakterine ters insanlardır arkadaş olmaya çalıştıkları ama menfaati için buna katlanmayı seçer. Öyle davranan bir tanıdığım vardı, bir gün kendisine de söyledim. Belki farkındalık yaşar diye, “Her yönünü olumsuz bulduğun, sana uymadığını söylediğin hâlde niye yapıyorsun ki? Amacın yalnız kalmamak mı yoksa o insan ünlü ve zengin olduğu için çevresinden faydalanmak mı?” dedim.
Arkadaşlıkta en önemlisi vefadır. İnsan vefa bilirse arkadaşlığı sağlıklı sürdürebilir. Eğer menfaat olursa vefa olmaz. Vefa konusunu da zamanı gelince yazacağım.
İş yerinde öyle olur ya, birlikte çalıştığınız arkadaşınız yaşadığı olumsuzluklar yüzünde uzun bir izne çıkmak zorunda kalır. Siz yoğun olmanıza rağmen arkadaşınız işinden olmasın diye eleman talep etmez, onun yerine de fazladan çalışırsınız. Fedakârlık yaparsınız. Bu vefalı arkadaşlığa bir örnektir, burada gerçek sevgi vardır.
İnsan gerçekten kendini çok iyi tanımalıdır. Arkadaşlık kurarken bu arkadaşlığın nasıl sağlam yürüyeceğinden emin olmalıdır. Yalnız kalmamak için veya karşı tarafa ayıp olacak diye ya da size ne kadar çok seviliyorsun, çok arkadaşın var diyecekleri için size uygun olmayanlarla arkadaşlıklar yapmayın.
Bana göre arkadaşlık öyle uzaktan seni seviyorumlarla, kötülüğünü istemiyorumlarla sözde kalmış bir kavram değil.
Yeryüzünde yaşayan herkese arkadaş. Sosyal medya hesabınızda hiç görüşmediğiniz, bir “Merhaba.” demediğiniz insanlar var. Onlar da sizin arkadaşınız ama gerçekten arkadaşınız mı?
“Seni seviyorum.” deyip de farklı davranan insan arkadaş değil bana göre.
Birine kendinizle ilgili özel sırınızı veya yaşadığınız olumsuz bir olayı anlattığınızda bunları başka yerden duyuyorsanız o anlattığınız kişi arkadaşınız değildir.
Arkadaşlık iki tarafın da arayıp sorması, sevinçte ve üzüntüde hayatı paylaşmaktır. Sevgi sadece hediye almak, yemek ısmarlamak, ihtiyaçlarınızı karşılamak değildir. Menfaat üzerine arkadaşlık yapılmaz. Arkadaşlık ruhların anlaşmasıdır, en önemlisi sevgiyi paylaşmaktır.
İnsan ilişkileri türlü türlü. Bunların içinde en önemlilerinden biri de arkadaşlık veya dostluk yapmak. Hayatımıza bakalım. “Arkadaş” dediklerimiz gerçek arkadaşlarımız mı? Menfaat arkadaşlığı mı yapıyoruz yoksa gerçekten o kişiye ihtiyacımız olduğu için mi? Burada gerçekten kendimize çok dürüst olmamız gerekiyor.
Eski insanların söylediği bir söz vardır: Bir tane dostun varsa sen çok şanslısın.
Ne yazık ki bu şans giderek kaybediliyor. Çeşitli nedenlerle her geçen gün insanlarda sevgi azalıyor ve arkadaşlıklar yüzeyselleşiyor.
Arkadaşlık veya dostluk kavramı herkese göre değişir. Bu yazımda sadece kendi düşüncelerimi, duygularımı ve arkadaşlığa bakış açımı anlatacağım. Tabii her zaman olduğu gibi yaşadıklarımdan örneklerle…
Bazen aramızda konuşuruz, “Eskiden komşuluk, arkadaşlık, dostluk böyleydi.” diye. Eskiden öyleydi de şimdi niye böyle? Şimdi ne değişti? Üstelik eskiden teknolojik olarak daha az imkân vardı. İnsanlar telefon yokken mektupla ulaşıyorlardı birbirlerine. Hem de daha samimi ve içten arkadaşlık oluyormuş ve oluyordu. İster okul yıllarında olsun ister mahalle veya iş arkadaşlığı, daha sağlam ve uzun ilişkiler yaşanıyordu. Çünkü eskiden hesapsızdı arkadaşlıklar, menfaatçilik azdı. Hayat şartları zorlaştıkça maddiyat ön plana çıkmaya ve ilişkiler de menfaat üzerine kurulmaya başladı. Günümüzde yaşadığımız durum maalesef böyle. Eğer manevi değerlere, SEVGİYE önem verilmiş olsa ilişkiler sağlam olur.
Hemen hemen her yazımda belirttiğim gibi insan kendisini çok iyi tanıması gerekiyor ki nasıl bir arkadaşlık beklediğini, bir arkadaşlığı nasıl sürdürebileceğini bilsin. İnsan kendini tanımıyorsa öyle olumsuz arkadaşlıklar yapıyor ki. Sonuç olarak hep üzülen taraf oluyor. Sonra da karşı tarafı suçluyor. Hâlbuki kendini tanısa nasıl bir arkadaşlık istediğini bilecek, karşıyı suçlamayacak, kendisine olumsuz gelen şeyleri karşı tarafa açık ve samimi olarak söyleyecek. Böylece sağlıklı bir arkadaşlık sürdürecek.
İlişkilerde en büyük sorun açık ve net olmamaktır. Bu yüzden olumsuzluk yaşandığı zaman birbirini üzmeler, hakaretler, kalp kırmalar yaşanıyor. Baktığımızda herkes birbirini çok seviyor. Kullanılan hitaplara bakıyorsunuz, herkesin ağzından bal damlıyor. Sonra menfaatler çakıştığında bir anda o sevgi dolu kelimeler, bir dakika önce söylenen tatlım, hayatım, aşkımlar kalkıyor, yerine başka bir şey geliyor. Şimdi ne oldu? Bir dakika önce “Tatlım.” dediğin arkadaşın sana ne kadar kötülük yapmış olabilir ki bir anda ona hakaret ediyorsun veya ilişkini kesiyorsun? İşte bu arkadaşlığın altında gerçek sevgi yok! O anda birbirlerine iyi geliyorlarsa ya da bir taraf kendi menfaatleri için karşıdakini kullanıyorsa orada arkadaşlık da yoktur gerçek sevgi de. İlişkilerde her zaman denge gereklidir. Eğer sürekli birisi veriyorsa zaten sürmüyor. Çünkü bir taraflı sevgi oluyor.
Şimdi kendi hayatınızı düşünün. Gerçekten, kalpten sevdiğiniz kaç arkadaşınız var? Hiçbir menfaat olmadan özlediğiniz, konuşmak istediğiniz, buluşmak istediğiniz kaç arkadaşınız var? Bu gibi sorulara dürüstçe cevabınız ne olacak? Kendinizi sınayın.
Başta yazdığım gibi herkese göre farklı bir arkadaşlık tanımı vardır, bakış açısı değişebilir. Bana göre, sürekli alışveriş yaptığım marketin çalışanları, kasap ve diğer esnaf arkadaşımdır çünkü onlarla o anda konuşuyorum. Karşılıklı hatır soruyoruz veya yaşadıkları olumsuz bir olayı anlattıklarında dinliyorum, üzerine konuşuyoruz.
Mesela bazı insanlar aramıyor, sormuyor ama ”Seni çok seviyorum.” diyor ve bunu arkadaşlık olarak tanımlıyor. İşte bu benim bakış açıma uymuyor. Çünkü sevgi varsa paylaşmak vardır. İnsan sevdiği zaman özler, arar, hatırını sorar. Şimdi artık eskisi gibi de değil, teknoloji diye bir şey var, akıllı telefonlar var. SMS çekebilirsin. Mail atabilirsin. Tabii ki sevebilir, çok sevdiğini söyleyebilir ama benim arkadaşlık anlayışıma uymuyor. Çünkü insanın sevincinde ve üzüntüsünde yanında olmadıktan sonra ya da sesini duymak için bile olsa bir gün arayıp “Nasılsın?” demedikten sonra bu, arkadaşlık olmuyor.
Bu düşüncemi dile getirdiğimde insanlar “Beklentiye giriyorsun.” diyorlar. Hayır, beklenti değil. Şu ince çizgiyi ayırt etmek gerekiyor: O kişi size hediye almış ama siz onun karşılığını yapmamışsınız ve buna içerlemişse ya da siz “desinler diye” karşılığını yapmışsanız beklentiden söz edilebilir. Tabii ki her gün aramak ve sormak olmaz. Ama bir insanın sosyal medyaya ayıracak vakit bulduğu hâlde paylaşımlarına “Seni çok seviyorum.” diye yazdığı arkadaşını aramayıp sadece işin düştüğü zaman araması ya da hiç aramayıp arkadaşı aradığında konuşup buluşması bana samimi gelmiyor. Sadece diğer saydıklarımı; marketteki çalışanı, çiçekçiyi, kasabı daha samimi buluyorum. Çünkü onlarda duygusal bir sevgi yok sadece evrensel olarak sevgi var.
Bir de vakitsizlikten yakınanlar var. İşte onlara sormak istiyor insan, “Sosyal medyada saatlerini harcıyorsun, televizyon karşısında oturup saatlerce seyrediyorsun. İki dakika zamanın hiç mi olmuyor?” Fakat “Seni seviyorum.” diye geçiştirmeyi tercih ediyorlar. Zaten herkes birbirini o kadar çok seviyor ki(!) her gün olumlu yerine olumsuzluklar yaşanıyor ilişkilerde. İnsanın kendisine dürüst olması o kadar önemli ki.
Sonra bu kişiler, mesela tatile gidecekse sizi çağırır. Sizi bir kere aramamış sormamış, yalnız gitmemek için sizi arar ya da mesaj yazar hem de size “Sevgili arkadaşım.” der. İşte bu da bana samimi gelmiyor. Çünkü paylaşmak yalnızca ihtiyacını gördüğü zaman aramak, sormak değildir. Benzer şekilde birlikte tatile gider gelirsiniz, sonra siz ararsınız o kişi sizi aramaz ama o da “Arkadaşım.” der. Bu da bana göre özel bir arkadaş değil sadece o anı yaşamak için sizinle arkadaşlık yapıyor.
İlişkide sevgi varsa kurulan arkadaşlık da sağlam olur. Hiçbir iletişim kurmuyor sadece kendi menfaati gerektirdiğinde arıyorsa ve görüşüyorsa o benim gerçek anlamda arkadaşım değildir. Her zaman söylediğim gibi, insan ne kadar uzakta da olsa gerçekten seviyorsa bir şekilde irtibata geçer.
Tabii arkadaşlar arasında zaman zaman anlaşmazlık da olabilir. Eğer sevgi varsa oturup konuşulur, iki taraf da varsa hatasını kabul eder, tekrar başlanır. Ama sevgi varsa! Zaten o sevgiyi insanın ruhu ve kalbi hissediyor ya da menfaat sevgisini. Anlaşmazlık yaşandı diye öyle uzaklaşmak olmaz, insan sevdiği insanla sorunlarını mutlaka çözer. Bakılır, eğer karakterler uymuyorsa “Tamam.” denir ve orada bırakılır. Ama karakterlerin uymadığını söyledikten sonra menfaat için veya yalnız kalmamak için aramak olmaz. Çünkü gerçek arkadaşlık karşılıklı samimi olmaktır. Hatalarla yüzleşmektir. Siz bir adım atarsınız SMS gönderirsiniz, karşınızdaki o anda adım atmaz, sonra bir neden olur arar, işte buna diyecek bir şey yoktur.
Değerli okuyucularım, arkadaşlık konusunda anlatacak çok şey var. Fakat bugün için burada noktayı koyuyorum. 6 Ekim Cuma günü yaşadığım örneklere de değinerek kaldığım yerden devam edeceğim.