BAŞKALARININ ÖN YARGILARI SİZİ MUTSUZ ETMESİN

“Eski ve Yeni Yok” başlığıyla on beş gün önce yazdığım ön yargılar konusuna bugün de devam ediyorum.

Başkaları hakkında ön yargılı olmanın, kendi içsel dönüşümü gerçekleştirmemekten, kalbin sesini dinlememekten kaynaklandığından geçen yazımda söz etmiştim. Ön yargının insan ruhuna yüklediği yükten de. Gerçekten de öyledir. İnsan ön yargı ile kendine karma oluşturur. İşin kötüsü bazı insanlar o ön yargının kendilerine yüklediği karmadan habersiz olarak yaşar. Eskiden ön yargılı davrananlara “Günahımı aldın.” derlerdi, şimdi ise modern terim ile “Karma” deniliyor.

Olaylar ve davranışlar karşısında ön yargılara başvurmak yerine, olay veya davranışın muhatabına sorarak gerçeği öğrenmek daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Çünkü insanların niyetlerinin ne olduğunu bilemezsiniz.

Yanındaki eşi kendinden yaşça büyük veya küçük olan insanlar hakkında “Şunun için evlenmiş.” diye ön yargıda bulunulur. Aynı şekilde evlenmemiş bir insan hakkında ön yargıyla, olmayan şeyler söylenir. Belki sizin de başınıza gelmiştir; beraber olduğunuz insan hakkında tanımadan bilmeden ön yargıda bulunup size yakışmadığını söylerler. Hâlbuki sizin onunla mutlu olduğunuzu, onun sizi mutlu ettiğini bilmezler, dış görüntüye bakarak karar verirler. Bazen de bir iş yapacaksınız; peşin hükümle bu işi başaramayacağınızı söylerler. O konuda yeteneğinizin olduğunu bilmezler bile. Daha önce de yazmıştım; alınan eğitimlere bakıp kültür, ilişkilerde denklik gibi kriterlerle insanlar birbirini yargılar.
Bu ön yargılarla karşılaşmak sizi mutsuz etmesin. Kendinizde emin olduktan sonra yanlış da yapsanız kendinize doğru da yapsanız kendinize… Bunu bilirseniz ön yargılı insanların ne dediğini duymazsınız.

Kimi zaman da siz kendi ön yargınızla kendi mutsuzluğunuza yol açabilirsiniz. Örneğin yanınızda çalışan bir insan ayrıldığında “Onun gibisini bulamam.” dersiniz telaşla. Neden bulamayacaksınız? Sizinki anlık bir ön yargıdır ve sadece mutsuz eder.

Ön yargılardan biri de size anlatılan olayları ve kişileri bilmeden yorum yapmanızdır. Yine kendimle ilgili bir örnek vereyim. Bir arkadaşıma bundan yedi sene önce alacağım bir eğitimden bahsettim. Bu eğitimi ne amaçla alacağımı da söyledim. Fakat arkadaşım, bir başka arkadaşıma eğitimi ne amaçla aldığımı nasıl anlatmışsa o diğer arkadaşım bana hiç beklemediğim bir mesaj gönderdi. Mesajında beni yargılıyor, negatif kelimelerle direkt suçluyordu. Diğer arkadaşımın anlattıklarından ise hiç söz etmedi. O anda sesimi çıkarmadım. Sabır ile bekledim. Zamanı gelince kendisini bana sarf ettiği negatif sözleriyle yüzleştirdiğimde gerçeği anlattı. Aldığım eğitimin amacına dair duydukları yüzünden bunları yazmıştı. İşte bu da bir ön yargı. Başkasından duyduklarıyla beni suçlamak yerine arayıp sorsa gerçeği öğrenecekti. Dahası beni tanıyorsa güveniyorsa zaten başkasının sözlerine itibar etmez ve o sözler üzerine bana karşı negatif kelimeler kullanmazdı. Burada, ilk kişi benim eğitimi alış amacıma inanmayıp kendi ön yargısı ile farklı algıladığı gibi başka birine yanlış anlatıyor. Hem bir karma oluşturuyor hem de diğer arkadaşın ön yargılı davranmasına yol açarak bir karma daha oluşturmuş oluyor.

Bir insanı neşeli görürsünüz; hemen ön yargı ile yaklaşıp “Bak hep gülüyor, neşeli. Hiç derdi yok, hiç sorunu yok.” dersiniz. Hâlbuki içinde ne acılar yaşıyordur da bilmiyorsunuzdur. Bazen de tam tersi neşeli olmayan insanı görüp “Yüzü gülmüyor, ne sorunları var acaba?” diye düşünürsünüz. Aslında sorunu yoktur, sadece yüz ifadesi öyledir.

Geçenlerde televizyonda izlediğim bir filmde bu ön yargı konusu o kadar güzel anlatılmıştı ki. Kadın çok uzun boylu fakat sevgilisi bayağı kısa boylu. Ailesi ve çevresindekiler sürekli bu boy farkı ile nasıl yaşayacaklarını söyleyip duruyorlar. Oysa filmin kahramanlarının o kadar çok ortak yanı var ve öyle mutlular ki hiçbir şekilde o boy farkını görmüyorlar. Çünkü birbirlerine ruh olarak iyi geliyorlar.

Yine kendimden örnek vereyim. Hiç enstrüman çalmamış bir arkadaşım, enstrüman çalma eğitimi alacağını söyledi, ben de ona “Çok iyi olur, istiyorsan tabii ki git.” dedim. Başka bir arkadaşı ise “Hiç çalmamışsın nasıl yapacaksın? Öyle kabiliyetinde yokmuş.” demiş. İşte bir ön yargı! Nereden biliyorsun çalamayacağını? Karşısındakinin moralini bozmaktan başka işe yaramayacak sözler bunlar.

İş yerinde, evde bir eşya kaybolduğunda hemen çalışanları suçlayanlar ön yargılı davranmış olur. Sizin arabanız yoktur veya kirada oturuyorsunuzdur; maddi imkânlarınızın iyi olmadığı zannıyla yorum yaparlar. Sizin yaşam felsefenizi veya yatırım tercihinizi bilmezler. Ayrıldığınız partnerinizin arkadaşına yardım etmenizi veya sohbetinizi, eski partnerinizle iletişime geçmek isteği olarak yorumlarlar ön yargıyla veya eski partnerinizle yaşadığınız bir olayı anlattığınızda “Unutmamış, onun için hayatına başkasını almıyor.” diye yargıda bulunurlar.

Baktığınızda bunların altında hiçbir şekilde sevgi olmadığını görürsünüz. Hakkında fikir sahibi olmadığınız kişi ve olayları herkesin kendine göre anlatmasıyla değerlendirirseniz hem ön yargı ile yaklaşmış hem de karma yaratmış olursunuz. Bu nedenle tanıdığınız biri ise direkt ona sorabilirsiniz. Tanımıyorsanız anlatan kişinin size ne kadar güven vermiş ona bakabilirsiniz. Çünkü gerçekten dürüst ve güvenilir insanlar yalan söylemez.

Bununla ilgili bir örnek vermek isterim. Bir komşunuz gelip az görüştüğünüz komşu hakkında olumsuz konuşuyor. Siz o komşu ile fazla irtibat hâlinde olmadığınız için yorum yapıyorsunuz. Bir gün o komşu size gelmek istiyor fakat hakkındaki olumsuzluğu duyduğunuz için görüşmek istemiyorsunuz. Sonra başka bir komşu görüşmek istemediğiniz o komşu hakkında olumlu sözler söylüyor. Kime inanacaksınız? Burada yapacağınız şey, iki komşunuzdan hangisi ile daha çok iletişimde olduğunuza, size güven verdiğine bakıp sözüne itibar etmektir. Aslında çok daha iyisi anlatılanlara kulak asmadan size gelmek isteyen komşunuzu kabul edip kendiniz tanımanızdır.

Şirket servisinde beş kişi taşıyan servis şoförünün aracı hatalı kullanmasından bir kişi rahatsız olup söylüyorsa idari amir şoförü suçlamadan önce, servisteki diğer yolcuları da dinlemelidir. Aksi hâlde ön yargılı davranmış olur. Eğer rahatsızlık duyan kişi çok güvenilir ise idari amir diğerlerine sormadan ona inanır. İnsanlara bırakacağız; güvenerek aslında farkında olmadan ön yargıyı parçalamış oluyoruz.

Başka insanların kendi ön yargıları mutluluğunuzu engellemesin. Önemli olan sizin kendinizi tanıyıp ahlaklı ve erdemli davranarak kimsenin ön yargısına kendinizi kurban etmemenizdir.

Her şey yolundadır!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ŞAMAN, ŞİFACI, BİLGE

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi “Şaman, Şifacı, Bilge”

Bu kitabın yazarı olan; Dr.Alberto Villoldo, Amazon ve İnka şamanlarının şifa uygulamalarını 25 yıldan fazla bir süredir uygulamaktadır. Ayrıca, San Fransisco State University’de, zihnin psikosomatik olarak ne şekilde sağlık ve hastalık yarattığını inceleyen Biyolojik Öz Düzenleme Laboratuvarının da kurucusudur. Tabii ki her okuduğumuzu içselleştirmek gerekiyor sadece okumak ile olmuyor.

Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.

“…

Uzun  ve ışıldayarak yaşamak

Işıltılı enerji alanı, çevresel ve duygusal kirliliğin bir sonucu olarak zehirli hale geldiği zaman çakralar tıkanır. Bu, pistonlarına kirli motor yağı bulaşmış bir makineye benzer.

Çakralar bu kalıntıları biriktirir ve ağır dönmeye başlar, böylece enerjimiz olmaz, çabuk bunalır ve sinirleniriz. Çakralar eninde sonunda durur ve bağışıklık sistemimiz bozulur. Işıltılı enerji alanı’nın içindeki yakıt rezervlerinin kalitesinin de uzun ömür üzerinde etkisi vardır. Enerji rezervlerinin zehirli hale gelince çakralar bu zehirleri merkez sinir sistemine taşır ve hastalığa yenik düşeriz veya ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalırız. Enerji depolarımızı ne kadar etkin bir şekilde yenilediğimiz ne kadar sağlıklı ve aktif kalacağımızı belirleyebilir. Işıltılı enerji depolarımızın kalitesi nasıl yaşlandığımızı bile etkileyebilir.

Amerikan yerlisi şamanlar beş bin yıldan uzun süredir enerji tıbbıyla uğraşmaktadır. Bazı şifacılar, şamanların spiritüel kökenlerinin daha da eski zamanlara uzandığına inanır. Onlar, büyükannelerden torunlarına aktarılan, dünyanın genç olduğu zamanları anlatan hikayeleri hatırlıyorlar. Amerikan kıtasının ilk sakinleri ileri seviyede matematiksel, gelişmiş mimari ve karmaşık bir astronomi bilgisine sahip olsalar da bu kıtada yazı, hiçbir zaman diğer yerlerde olduğunu gibi gelişmemiştir. Bilim insanları, geride yazılı kayıtlar bırakan Musevilik’in, Hıristiyanlık’ın ve Budizm’in üstüne eğilirken Amerikan yerlilerinin spiritüel geleneklerini göz ardı ettiler. Batılı ilahiyatçılar Budizm’i iki yüz yıldan uzun bir süredir inceliyorlar ancak Amerikan yerlilerinin spiritüelliğini son kırk yıldır ciddi bir şekilde incelemeye başladılar.

Şamanın yolunun bir güç yolu, Büyük Ruh’un güçleriyle doğrudan bir bağ kurma yolu olduğunu keşfettim. Büyük Ruh’un kendi alanında, sonsuzluk içinde doğrudan deneyimlenmesini gerektirir. Işık dünyasının güçlü enerjileriyle iletişim kurduğumuzda müthiş bir şifalanma gerçekleşir.

Kızılderili rehberimden öğrendiğim ve süzgeçten geçirerek arıttığım bu şifa çalışmaları, içinde mucizelerin gerçekleşebildiği kutsal alanlar yaratan kadim bilgi ve yöntemlerdir. Bunlar, kişinin sonsuzluğa adım atmasını ve zamansız anın içinde aydınlanmayı deneyimlemesini sağlar. Kitapta anlatılan, şamanların temel şifa çalışması olan aydınlanma yöntemi budur. Sonsuzluğa girdiğimizde geçmiş ve gelecekten sıyrılırız ve orada sadece şimdi ve burada vardır. Artık ne geçmişten gelen acı dolu hikayelere bağlıyızdır ne de geleceğimizin senaryosunu yazan kişisel tarihimizdir. Geçmiş sihirli bir şekilde silinmez. Yaşadığımız kayıplar, acılar ve üzüntüler sadece bir anı olarak kalır; artık kim olduğumuzu belirlemezler. Ve biz, hikayelerimizden ibaret olmadığımızın farkına varırız. Sadece psikolojik veya spiritüel bir süreç değildir bu; bedenimizdeki her hücre onunla can bulur ve yenilenir. Bağışıklık sistemimiz şahlanır, fiziksel ve duygusal şifalanma çok hızlı bir şekilde gerçekleşir. Ruhsal bir özgürleşme ya da aydınlanma gerçekleşir. “…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ÇOCUK OLAYLARA EMPATİYLE BAKIYOR

On beş gün aradan sonra tekrar sandığı açma zamanı gelmişti. Ortaokul birinci sınıfa giden öğrenci yine açtı kapağı ve sandıktan bir anı daha çıkardı.

Hızla zaman akıyor; dersler, arkadaşlar, öğretmenler, hafta sonu gezmeleri derken geçip gidiyordu.

Okula birlikte gidip geldiğim üç arkadaşımdan Gizem’in sessizliği ilgili çekmişti. Birlikte gider gelirdik ama o fazla konuşmazdı. Babaannesinde kalıyordu. Ailesinden pek söz etmiyor sadece babaannesini anlatıyordu. Bu durum bana Gizem’in hayatında bir şeylerin yolunda gitmediğini hissettirmişti.

Okulda veli toplantısı olacaktı. Aramızda bu konuyu konuşurken Gizem, “Benim ailemden babaannem toplantıya gidecek.” dedi. Ben de “Benim amcam gidecek.” dedim. “Peki, ailenden kimse yok mu?” diye sordu Gizem. Babamın var olduğunu ancak amcamın çocuğu olmadığı ve bizimle de yakından ilgilendiği için babamın ondan velimiz olmasını istediğini anlattım.

Gerçekten de öyleydi, amcam ilgilenince babam okul işlerimizi tamamen ona bırakmıştı. Hatta bir gün bir öğretmenim anneme “Babası geldi, konuştuk.” deyince annem, “O, babası değil amcası.” demiş. Çünkü babam hiçbir zaman okula gelmedi.

Ben bunları anlatınca Gizem de annesini küçükken kaybettiğini, babasının evlendiğini ve kendisini babaannesine bıraktığını söyledi. Bunun böyle olması gerektiğine babası ve babaannesi birlikte karar vermiş, o günden sonra da babaannesi kendisine annelik etmiş. Çok üzüldüm. Ben de ona yedi yaşımdayken sevdiğim babaannemi ve dedemi, ilkokul üçüncü sınıftayken de çok sevdiğim arkadaşımı kaybettiğimi anlattım. Acısını az çok anladığımı söylemeye çalıştım. İnsan sevdiklerini kaybedince üzülüyor.

Çocukken tabii ki büyükler gibi bakamıyorsunuz. Daha farklı düşünüp farklı duygularda oluyorsunuz. Babaannem öldüğünde üzülmüştüm. Onu seviyordum. Üç yaşımdayken babaannem bana, “Beni seviyor musun?” diye sormuştu. Sevdiğimi söylediğimde de nedenini sormuştu. “Sen temiz bir kadınsın.” dediğimi hatırlıyorum. Annem ve yengemin ise düşünceleri farklıydı. Çünkü onların babaannem ile diyalogları, yaşanmışlıkları farklıydı. Bu yüzden de onların konuşmaları bana ters geliyordu. İnsan yaşamadığı sürece başkalarının yaşanmışlıklarını pek anlayıp empati yapamıyor.

Ama Gizem’i anlamıştım. Üzülmesini istemediğim için de aramızda konuşurken evde olanlardan daha doğrusu annem ve babamdan pek söz etmiyordum. Genellikle dersler, öğretmenler ve arkadaşlardan konuşuyordum.

Gizem’in babaannesinin evi Feneryolu’nda, istasyona üç dakika yürüme mesafesinde, bahçe içinde, iki katlı bir evdi. Babaannesinin bahçeye istediği sebzeleri ektiğini ve bunu kendisine de öğrettiğini anlattı bir gün. Ben de ona, “Bak ne güzel ki böyle yerde oturuyorsun.” diyerek apartmanda oturmanın dezavantajlarını anlattım. Bunlardan konuşurken mutlu oluyordu. Ben de oluyordum. Bazen çok mutsuz ve dalgın görüyordum onu. Zaten öyle günlerde kendisi de “Bugün hiçbir şey yapmak istemiyorum, hazırlanıp okula gelmek bile zor geldi.” diyordu. Bu hâlde olunca ders çalışma konusunda da isteksiz davrandığı oluyordu. Bazı öğretmenler veli toplantısında bunu babaannesine söylemişler.

Gizem’in durumunu anneme anlattım, “Çok üzücü.” dedi. Ben de babaannemi söyleyince annem “Babaannen Gizem’in annesine göre daha yaşlıydı. O, genç yaşta ölmüş.” dedi. “Ama babaannem de gençti.” diye itiraz ettim. İnsan sevdikleriyle ilgili her şeyi çocukken farklı görüyor. Sonra tabii büyüdükçe anlıyor gerçekleri. Bir de o anda farkında olmadan insanın bilinçaltına korku yerleşiyor. Bu sefer diyorsun ki ‘Benim anneme bir şey olmuş olsa ne oluruz?’ Çünkü o yaşlarda insan hep sanki belli yaşın üstündekilerin öleceğini sanıyor. O güne kadar sadece ilkokul arkadaşımı kaybetmiştim ve bu beni çok etkilemişti ama yakın çevremde genç yaşta ölüm olmamıştı. Bu yüzden arkadaşımın annesini kaybetmiş olması bilinçaltımda korkulara yol açmıştı.

Gizem’e babaannesinin bize gelebileceğini, annemle arkadaşlık yapabileceğini söyledim. Anneme de arkadaşıma yaptığım teklifi anlattım, olumlu karşıladı, “Tabii babaannesi de isterse buyursun gelsin.” dedi. Annem kendisine sormadan yaptığımız böyle tekliflere kızmazdı çünkü misafiri seviyordu. Bazı akrabalar bize gelirken kendi arkadaşlarını getirdiklerinde annem tanımıyor olsa bile olumlu karşılıyordu.

Oysa bazı insanlar karşı çıkar. Mesela ortanca amcamla evli olan yengem öyleydi; tanımadığı birisi gelince “Belki ona göre hazırlık yapacağım.” diyordu. O da kendi yönünden haklıydı. İnsan büyünce daha iyi anlıyor. Bir arkadaşınıza gittiğinizde hiç tanımadığınız birini de çağırmış ise siz rahatsız olabiliyorsunuz. Çünkü o arkadaşınızla o gün paylaşmak isteyeceğiniz özel şeyler vardır ya da size gelen arkadaşınız hiç tanımadığınız birini yanında getirir ama siz o arkadaşınız yabancı olmadığı için evinizde ona göre hazırlık yapmışsınızdır. Yengem de bu konuda titizdi, bu yüzden amcam öyle habersiz misafir getirmezdi. Babam ise iş yerine birisi gelmişse eve getirirdi. O anda anneme ‘hazırlığın var mı, durumun nasıl?’ diye sormazdı. Annem zaten sessiz olduğu için kabul ederdi, sonra da evde hazırlığı olmadığı için koşturup yorulurdu. Babama göre evde ne varsa misafir de onu yerdi ama annem aynı fikirde değildi, ‘Misafir için bir şeyler yapmak veya dışarıdan bir şey almak gerekir’ diye düşünüyordu.

Annem habersiz gelen misafir olduğunda ev temizliğini de dert ediniyordu. Gerçi evin temizliğini sürekli yapıyordu ama yine de bu konuya dikkat ediyordu. Ablam üniversite bitirme telaşında olduğu için anneme yeteri kadar yardım edemiyordu, ben de boş zamanlarımda yardım ediyorum.

Babam amcam gibi davranmış olsaydı annem yorulmazdı. Gerçi annem de birisi geleceği zaman işi olduğu hâlde kabul ederdi. Babamın ve annemin “hayır” kelimesini kullanmadıklarının sonradan farkına vardım. Oysa iki amcam ve ortanca yengem “hayır” kelimesini çok kolaylıkla kullanıyorlardı. Aslında insan biraz olsun kendini düşünmek zorunda. Zaten karşısındaki insan anlayışlı ve empati kurabilen biriyse alınganlık yapmaması gerektiğini bilmelidir. Onun için her daim şunu söylerim:

İnsan karşıdakine ayıp olmasın diye kendi hakkını koruyamadığı zaman başkası o hakkı hiç vermiyor. Ben bunu çocukluk dönemimde ailemde gördüm. Babam ve annem kendilerini hiç düşünmedikleri için karşı tarafın istekleri hep öncelikleri oldu.

Tabii insan sonra üzülüyor.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ESKİ VE YENİ YOK

Sevgili okuyucularım, 9 ve 12 Mayıs 2023 tarihlerinde iki bölüm hâlinde “Ön Yargı Sevgiden Uzaklaştırır” başlıklı bir yazı yazmıştım. Bugünkü yazımda da ön yargılara değineceğim. Fakat bu sefer bilinçaltına yerleşen kalıplar veya yaşanan olumsuzluklar yüzünden ortaya çıkan ön yargıların başkalarına karşı davranışlarımızı nasıl şekillendirdiğinden söz edeceğim.

İnsan ancak kendi içsel yolculuğunu yaptığı zaman ön yargılara sebep olan duyguları ve düşünceleri bulur. Bu sırada beklentilerinin hepsinden özgürleşir. Çünkü her beklenti insana bir yüktür ve özgür hissetmesini engeller.

Hepimiz ilişiklerimizde mutlaka olumsuzluklar yaşamış ve üzülmüşüzdür. Bizi üzen kişilere kızgınlık, öfke duymuşuzdur. Bazılarında bu, kin ve nefrete kadar gitmiştir. Bazıları o kişileri affetmemiş ve olayları içinde saklamıştır. Ama böyle davranarak kendini de şifalandırmamayı seçmiştir. Bazıları ise o kişileri hayatından çıkarmış, kesin bir karar alarak “Asla görüşmem.” deyip hemen çizgiyi çekmiştir. Tabii kendine göre haklı yanları vardır çünkü zarar görmüştür.

Aile içi ilişkilerde, özel ve sosyal arkadaşlıklarda veya iş ortamında; yaşanan her ne olursa olsun asıl önemli olan nokta şudur: Bazı şeyler için katı olmamak, daha esnek bakış açısı ile bakmak gerekiyor. Bazı ilişkiler yaşandığı anda çok iyi gelir ama bir süre sonra iyi gelmez. Kimi zaman da tam tersi olur yaşandığı anda çok kötü olan ve sonuçlanan ilişkiler birkaç yıl sonra yeniden başladığında iyi gelebilir. Burada önemli olan geçen sürede sizin kendinize yapacağız iç yolculuktur. O yolculuğun sizde yarattığı dönüşümdür.

Diyelim siz bir insanla beş veya on yıl hatta birkaç ay önce bir olumsuzluk yaşayıp aranıza mesafe koydunuz. O insan size tekrar geldiğinde etrafınızdakiler hemen “Tekrar aynı şeyleri yaşayacaksın.” derler veya siz “Yine aynı şeyleri yaşacağım.” dersiniz. İşte bu bir ön yargıdır, altında yatan duygu korkudur. Neden? Çünkü tekrar üzülmek ve zarara uğramak kaygısı yaratmıştır.

Bazen de tam tersi olur. Size iyi gelen ve sudan sebeplerle yollarınız ayırdığınız biri, bir süre sonra yeniden hayatınıza girdiğinde eskisi gibi size iyi gelecek diye bir kural yok. İyi geleceğini düşünmek sadece ön yargıdan ibarettir. Kısacası, kendinizi tanıyıp kendinizdeki bütün olumsuzlukları değiştirip dönüşümünüzü yaptığınızda zaten olması gerekenler olur.

Geçmişte sizinle aynı frekansta, aynı enerjide, aynı duygu ve düşüncede olmayan, beklentilerinizi karşılamayan insanlar tekrar hayatınıza girdiğinde çevrenizdekilerden ön yargı ile “Eski eskide kaldı, yeniye bak”, “Gelse bile eskisi gibi olmaz”, “O kişinin enerjisinden çık ki yenisi gelsin” gibi sözler duyarsınız. Hatta bazen siz kendinize bunları söylersiniz. Bunu bana sorsanız tekrar aynı şeyleri yaşayacağınızı söylemem. Çünkü görüşülmeyen süre içinde o insanın kendi hatalarının veya olumsuzluklarının farkına varıp değişim yapıp yapmadığına dair bir fikrimiz yoktur. Kendi ruhunda tekâmül yapmadığını nereden biliyoruz? İşte bunu bilmek için insan önce kendi değişimini yapmalıdır.

Değişim kendinden başlar. Kendi ile yüzleşip egolarından arınan, kalp sesini daha doğrusu içsel sesini dinleyen, diğer bir deyişle zihnini susturan, mantığıyla değil kalple yol alan insan için değişim başlamıştır. Zaten bir insanda endişe ve korku varsa içsel sesini dinleyemez, kalp sesini duyamaz. Bununla ilgili bir yazıyı daha sonra kaleme alacağım.

Kendi yaşantımdan bir örnek vereyim. Sekiz ay önce bir insan bana olumsuzluk yaşattı. Farkındalık oluşması için yaptığı hatayı söylediğimde kabul etmedi. Kendini haklı gördü. Kendi menfaatlerini düşünüp öyle davranmıştı. Sekiz ay sonra hiç beklemediğim anda telefonla aradı. Açmamazlık yapmadım. Önce hatırımı sordu sonra yaptığı davranışın yanlış olduğunu söyledi. Ziyarete geleceğini söyledi, kabul ettim. Geldi ve açıkladı hatalı olduğunu, sonra da farkına vardığını söyledi. Şimdi, bu insan bu konuda değişimini yapmış, anlamış. Eğer telefonu açmayıp, ziyaretini kabul etmeyip, ‘Pek samimi gelmiyor, tekrar aynı davranışta bulunacak ve üzüleceğim’ diye ön yargıda bulunup, kestirip atsaydım mantığımı devreye sokmuş ve kalp sesimi (içsel ses) duymamış ve korkularımla karar almış olacaktım. Kendimi şifalandırmamış olacaktım.

Başka örneklerle devam edelim. Diyelim ki çok iyi anlaştığınız arkadaşınız başka ülkeye taşınıyor, pek görüşme imkânınız olmuyor. Yıllar sonra geri dönüyor. Görüştüğünüzde o çok iyi anlaştığınız arkadaşınızla bu sefer anlaşamıyorsunuz; şaşırıyorsunuz, kendi kendinize ‘Eskiden anlaşıyorduk şimdi neden?’ diye soruyorsunuz. Aslında ya o kişi çok değişmiştir ya da siz değişmişsinizdir. İnsan sürekli değişim içinde olur ve tekâmülünü tamamlarsa ‘Eskisi iyi gelmez. Artık o konu kapandı’ ya da ‘Yenisi geldi o tam bana göre’ diye ön yargılarda bulunmaz. Hiç kimseyi dinlemeden kalbin sesi ile hareket eder ve zaten olması gerekenler olur.

Hiçbir zaman insanları geçmişteki yaptıkları hatalarla yargılamayın. Eskiden size olumsuzluk yaşatan insanlar tekrar geldiğinde onlara karşı önceden oluşturduğunuz ön yargıları oluşturmayın. Zaman içinde o insanın kendisi için yaptığı yolculuğu bilemezsiniz. Kendi ruhunun tekâmülünü asla bilemezsiniz. Aynı şeyi yaşayacaksınız diye bir kural yoktur.

Bu iş yeri için de geçerlidir. Patron çalışana yanlış davranışta bulunur ya da çalışan patrona yanlış davranışta bulunur. Bu insan istifa eder veya işten çıkarılır. Zaman içinde patron hatasını anlayıp konuşmak için tekrar çağırdığında çalışan, kendine göre haklı sebeplerle tekrar üzülmekten korkarak gitmek istemeyebilir. O zaman ön yargıyla hareket etmiş olur. Bunun tam tersi patronuyla konuşup görevine tekrar başlamak isteyen insanı patron hiç görüşmeden kabul etmediğinde bu da bir ön yargıdır.

Ön yargılar güveni azaltır. İnsan sürekli bir sorgulama ve suçlama içinde olur. Ama burada asıl olan yaşadığınız olumsuzlukların kendi içinizdeki nedenini bilip bunları dönüştürmektir. Çünkü siz kendinizi sevgiye ne kadar açarsanız olumsuzlukları da o kadar kolaylıkla dönüştürebilirsiniz. Kendinizde olumlu yönde ne kadar çok değişim ve dönüşüm yaparsanız hayatınızda olması gerekenler o kadar kolaylıkla olur.

Kendinizde değişim yapmadan insanların değişmesini istemek kolayına kaçmaktır. İçinizde öfke enerjisine sahip iseniz size zamanında olumsuzluk yaşatmış insanlar tekrar hayatınıza geldiğinde ön yargılı davranıp “Ben istemem.” dediğinizde yanlış karar vermiş olabilirsiniz. Belki o sizi istemeyecek çünkü o kişi kendi olumsuzluklarını değiştirmiş, ruhunu olgunlaştırmış, tekâmül yapmıştır. Siz değişmemişsinizdir. Bu her türlü ilişkide geçerlidir. Asıl olan kimin kendi üzerinde olumsuzlukları şifalandırdığı ve aydınlığa çıktığıdır.

Onun için “Şu gelse bana iyi gelir, bu gelirse bana kötü gelir.” demek yerine kendi sorumluluğunuzu alıp kendi üzerinizde çalışma yaptığınızda zaten olması gereken olur.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ZARİF İYİLİKLER DAHA GÜÇLÜDÜR!

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

Yalnız iyilik yapmak yetmez, iyiliği zarafetle yapmak da lazımdır” Denis Diderot. Sinema tarihinin en ünlü komedyeni Charlie Chaplin bir röportajında şöyle der:

“Küçük bir çocukken babamla bir sirk şovunu izlemeye gittik. Bilet sırasında uzun bir kuyruk vardı ve önümüzde anne-baba ve 6 çocuktan oluşan bir aile vardı. Fakirlik hallerinden belliydi, elbiseleri eski ama temizdi.

Çocuklar sirkten bahsederken çok mutlu görünüyordu. Onların sırası gelince, babaları gişeye geçti ve bilet fiyatını sordu. Gişe çalışanı ona bilet fiyatını söyleyince adam kekelemeye başladı ve dönüp karısının kulağına bir şeyler fısıldadı.

Mahcubiyet, yüzünden kolayca okunuyordu. Birden babam cebinden 20 dolar çıkardı ve yere attı.

Sonra da eğilip yerden aldı ve adamın omzuna dokunarak şöyle dedi: ‘Paranız düştü beyefendi.’ Adam babama baktı ve gözleri dolarak ‘Teşekkür ederim efendim’ dedi.

Onlar içeri girdikten sonra babam beni elimden çekti ve kuyruktan çıktı. Çünkü babamın adama verdiği 20 dolardan başka parası yoktu.

O günden beri babamla gurur duyuyorum ve o iki dakika benim hayatımda izlediğim en güzel şovdu.

O gün izleyemediğim sirk şovundan eminim daha güzeldi.”

Tatlı Kaçık oyununun yönetmeni Naşit Özcan, Opal adlı karakteri şöyle anlatıyor: “İnsanların birbirinden hızla uzaklaştığı, kazanmak uğruna her şeyin yapıldığı, kıran kırana bir rekabetin gözleri kör ettiği ve tüm insani değerlerin ayaklar altına alındığı günümüz dünyasına yani iyilik tek başına meydan okur.

O tıpkı adını aldığı değerli taş gibi eşsiz ve kıymetlidir. Korunup kollanması, üzerine titremesi gerekir çünkü hırsın, paranın ve kötülüğün egemen olduğu bir dünyada bizi ancak iyilik kurtaracaktır.”

Teknolojinin, dijital çağın baş döndürücü gelişimi karşısında ideolojilerin taraftarlarının da sessiz travmalar yaşadığına şahit oluyoruz.

Artık İnsanın kendi bireysel ve toplumsal kişiliği ile hesaplaşması ve ruhsal manevi bir restorasyona olan ihtiyacının tartışılması kaçınılmaz bir hal almıştır.

Modern insanın çıkmazı iki şekilde tezahür ediyor. Modernizmin anaforuna kapılmış çaresiz insan, bir diğeri de modernizmin deforme ettiği hasta haline getirdiği insan.

Lokman Hekim, oğluna tavsiyesinde diyor ki: “Oğlum, hayatında üç şeyden taviz verme;

Bir: En iyi yemeği yemekten, İki: En konforlu yatakta uyumaktan, Üç: En lüks evde oturmaktan…

Oğlu, “Babacığım, biz fakiriz, peki ben bunu nasıl gerçekleştireceğim?” deyince, Hekim şöyle cevapladı:- Sadece acıktığında yemek yersen, en iyi yemeği yemiş olursun, – Çok çalışıp yorgun vaziyette uyursan, en konforlu yatakta yatmış olursun,

– İnsanlara iyi muamele yaparsan, onların kalbinde yer edersin, böylece de en lüks evde oturmuş olursun.”

İyi düşünmek, iyilik yapmak tüm dinlerin ve ideolojilerin temel öğretisidir. Günümüzde psikologlar İyilik yapma düşüncesinin insan ruhu ve metabolizması üzerinde olumlu etkileri olduğunu insanlara anlatmaya çalışıyor.

İyilik eylemi, modern bireyin inanç ve değerler dünyasındaki karmaşasını dengeleyen önemli bir unsurdur.

Tüm iyilikler antidepresan özellik içerir. Sadece iyilik eyleminin tarzı ve dozajını dikkatli ayarlamak gerekiyor.

Paracelsus’un zehiri tanımlarken kullandığı “Her madde zehirdir. Zehir olmayan madde yoktur; zehir ile ilacı ayıran dozdur” sözünü hatırlamakta fayda vardır.

Sosyal medya ağlarında iyilikleri sunarken; tüketim malzemesi haline dönüştürülmemelidir.

Teknoloji aletlerinden sunulan insani yardım paylaşımlarının yardım paketinden daha çok insanın mağdurluğunun öne çıkarılması iyilik kavramını da tahrip ediyor.

Bilim insanı, filozof İbn-i Sina der ki;- İyiliğin şartı beştir: Tez olmalı, gizli olmalı, gözde büyütülmemeli, sürekli olmalı ve yerini bulmalı.

İyilik eylemleri endüstriyel çağın barkodlanmış şov paket programlarına dönüştürülmemeli…Zarif, sessiz ve sakin iyilikler hem kişiliği hem de toplumsal dayanışmayı güçlü kılar…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

POZİTİF VE NEGATİF ÖĞRETMEN

Ortaokul birinci sınıfa giden öğrenci, sandığı iki hafta sonra tekrar açıyor ve bir anıyı daha serbest bırakıyor.

Okuldaki öğretmenlerin birkaçından bahsetmiştim. Bizim sınıfa derse gelmeyen diğer öğretmenleri teneffüslerde ve okulda kıyafet kontrollü sırasında gördüğüm oluyordu. Dış görünüşlerine bakıp nasıl bir duruş sergilendiklerini de görüyordum. Bazılarının bakışları o kadar sertti ki insan gidip bir şey sormaktan çekiniyordu. Belki gerçekten içi öyle değildi ama öyle bakmak zorundaydı, öğrenciler çekinsin, disiplinli olsun diye.

Okulumuz her bakımdan disiplinliydi. Bu disiplini sağlayan tabii ki başta müdür ve öğretmenlerdi. Beni en çok rahatsız eden okulun ana kapısında girerken bir iki öğretmenin sonra da sınıfımızın bulunduğu binada en az dört öğretmenin kıyafetleri kontrol etmesiydi. Bunu anlamsız buluyordum çünkü zaten giyilecek okul formasından saçların nasıl olması gerektiğine kadar kuralları okul yönetimi baştan belirlemişti. Bana göre her öğrenci kontrole gerek duymadan bu belirtilen koşullara uymak zorunda. Bunu dışına çıkmak bence zaten hata olur. Bir kural varsa her öğrenci ona uyar.

Ben, öğretmenlerin önünde geçip sınıfıma giderken her birinin gözlerine bakıp nasıl bir ifadeyle baktıklarını anlamaya çalışıyordum. O bakışlarda, sanki ‘bir hata bulalım’ ifadesi vardı. Bir gün gri renk bot giymiştim. Tam sınıfa girerken böyle sert bakan hatta çok sinirli olduğu, dersinde bile konuşulduğunu görünce çok ters davrandığı söylenen bir öğretmen beni kenara çekti ve “Gri renk bot giymek yasak! Siyah veya lacivert olacak!” dedi. Ben usulca “Peki,” diyerek sınıfa geçtim.

Eve geldiğimde aileme hiçbir şey söylemedim. Kendi kendime düşündüm: ‘Ben bu botu ilk kez bugün giymedim. Hep giyiyordum. Başka öğretmenlerin de önünde geçtim ve hiçbir şekilde itiraz etmediler. Sadece bu öğretmen itiraz etti. Biz bu botu alırken annem okul yönetimine sormuştu. Ben modelini çok beğendiğim için okula da uygun diye aldık. Peki, şimdi neden böyle söyledi bu öğretmen?’

Ertesi gün yine aynı botu giydim, o öğretmen yoktu ama hiçbir öğretmen bir şey demeden kontrolden geçtim. O anda anlamıştım aslında öğretmenin mizacının yumuşak olmadığını çünkü konuşurken bile sertti. Oysa bazı öğretmenler hem yumuşak bir tonda konuşuyordu hem de güler yüzlüydü. Mesela müzik dersinde flüt çalmaya çalıştığım hâlde iyi çalamıyordum. Çünkü müziğe yeteneğim yoktu. Severim enstrümanları fakat o yetenek bende yoktur. Müzik öğretmenimiz o kadar sevecen o kadar güler yüzlüydü ki flüt çalamadığım hâlde hiçbir zaman öyle sert konuşmamıştır benimle. Nasıl çalmam gerektiğini yumuşak bir ses tonuyla anlatırdı. Daha sınıfa girerken bile gülümseyerek giriyordu. Bir iki öğretmenimiz daha böyleydi ve biz bundan çok memnunduk. O yıllarda nedenini anlayamıyordum ama büyüyünce öğrendim aslında insanın kendisi ile ilgili sorunların dışarı yansıdığını. Müzik öğretmenimiz kendisi ile barışık olduğu için o pozitif enerjisini sınıfa da öğrencilere de veriyormuş.

Tabii öğrenci iken çoğu öğrenci için öğretmen ne söylerse haklıdır. ‘O her şeyin doğrusunu bilir’ düşüncesi vardır. Bir de aileden “Öğretmenlerine karşı çok saygılı olup onlara herhangi bir cevap vermeyeceksin!” diye öğretilmişse asla karşı gelinmez. Aslında aileden, hiçbir büyüğe karşı cevap verilmemesi öğretilmiştir. “Çünkü büyükler her şeyin doğrusunu bilir ve onlar senin iyi olmanı istedikleri için söylerler.” Tabii ki büyükler çocukların iyi olmasını ister ama neden tavırları bunu yansıtmaz? Neden müzik öğretmeni gibi tatlılıkla anlatmaz da diğer öğretmen gibi sert ve emir vererek söyler?

İnsan, yaşı büyüdükçe daha iyi anlıyor ki negatif insanlar, öfkeli insanlar, kızgınlık içinde olan insanlar kendileriyle barışmamış, sevgiden uzak ve hayatları boyunca kontrolcü oldukları için seslerini yükseltebiliyorlar ve kırıcı konuşmalar yapabiliyorlar. Mesela ailede de ortanca amcam böyleydi. Aşırı kontrolcü ve öfkeliydi. Bu ister istemez davranışlarına yansıyordu. Çocukken büyüklerden gelen bu tür tepkilerin üzerinizdeki etkileri anlaşılmıyor ama bilinçaltında yerleşip şifalandırılmazsa ileride sizi sürekli kontrol eden veya emir kelimeleri kullanan insanlarla karşılaştığınızda sizde rahatsızlık yaratıyor ve hemen oradan uzaklaşmak istiyorsunuz veya başka türlü tepki veriyorsunuz. Çünkü kendinizi özgür hissetmiyorsunuz. Kontrol eden kişi de zaten kendi bakış açısı, kendi mantığı ve kendi ön yargısı ile size tavsiyelerde bulunuyor. Sizin bakış açınızla bakmış olsa daha farklı yol dener.

Bir gün aynı öğretmen beni tekrar çevirdi. Kapıda durmuş geçen öğrencileri kontrol ettiğini görünce durumu anlattığım bir arkadaşım “Öğretmene görünmeden sınıfa geç, diğer öğrencilerin arkasına saklan.” diye önerdi. Kabul etmedim, “Nasıl geçmem gerekiyorsa aynı şekilde geçerim.” dedim. Tam geçiyordum ki öğretmen yine beni çevirdi. “Bu renkte bot giymek yasak demiştim!” Üslubu yine sertti. Bu sefer sessiz kalmadım, dedim ki “Öğretmenim ben hep bu botu giyiyorum. Gören hiçbir öğretmen sesini çıkamıyor. Okula başlarken bu renge okul müdürü izin vermişti.” Bunun üzerine bir şey diyemedi, kısa bir sessizlikten sonra “Ama çoğunlukla siyah ve lacivert.” dedi. Hiç sesimi çıkarmadan sınıfın yolunu tutum. Başka bir okuldan geldiğini sonradan öğrendiğim bu öğretmene bazı öğrenciler lakap takmıştı, gördükleri yerde hemen lakabını kullanarak “Kaçın …. öğretmen geliyor.” diyorlardı.

Eve dönünce ablama sordum. Ablam, “Bizim dönemimizde bu öğretmen yoktu. Yeni gelmiş olabilir.” dedi. Annem de “Eğer istemiyorlarsa onun söylediği renkte bot alırız.” dedi. Ama ben istemedim. Çünkü bir tek o kabul etmiyor diye başka bot alamazdım. Ondan sonra da zaten uyarıda bulunmadı.

Aslında insan, karşısındaki kim olursa olsun yanlış bir davranışta bulunuyorsa bunu saygılı olarak söylemeli. Çocuk diye haklı da olsa büyüklerin hep söylediklerine evet demek zorunda kalmamalı.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BARIŞ BENİM İLE BAŞLAR- 10

Sevgili okuyucularım, geçen ay bilinçli ve bilinçdışı anıların, olumsuzlukların temizlenmesi için yapılan ve “ho’oponopono” adı verilen bir arınma çalışmasını paylaşmıştım. Bu ay da farklı konular için aynı şekilde yapmanız gereken bu arınma çalışmasını dört madde hâlinde paylaşıyorum. Düzenli olarak yaptığınızda gerçekten kendinizde inanılmaz bir olumlu değişiklik göreceksiniz. Özellikle zihniniz, ne kadar berraklaşırsa o kadar huzurlu olur. En önemlisi berrak bir zihin her zaman doğru karar almanızı sağlar. Çünkü zihin olumsuzluklarla dolu olduğu zaman doğru karar bile alamıyorsunuz. Disiplin ve azimle yapılan çalışmalardan her zaman olumlu karşılık alınır. Çalışmaya geçmeden önce bununla ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum. Geçen ay bu bilgiyi paylaşmıştım fakat belki ilk defa okuyacak olanlar vardır. Onlar için yinelemekte fayda görüyorum.

Ho’oponopono yöntemi; karşımızdaki insanın yaşadığı bir sorunu duyduğumuz, öğrendiğimiz anda bizim sorunumuz olarak algılayıp kendi içimizde bundan arınarak karşımızdakini de arındırma yolunu öğretiyor. Sadece insanları değil her şeyi arındırıp temizlemenin yoludur bu. Olumsuz durumlardan kurtulmanın bir yöntemidir.

Ho’oponopono, Havai halkının kullandığı bir kendini arındırma yöntemidir. Bu yöntemi Joe Vitale’in kitabı “Zero Limit” aracılığı ile batı dünyasına tanıtan ve meşhur eden kişi Dr. Ihaleakala Hew Len oldu. Doktorasını Iowa Üniversitesi’nde yapmış olan Dr. Ihaleakala Hew Len, uzun yıllar Havai Devlet Hastanesi’nin suç işleyen akıl hastaları ile ilgilenen adli biriminde uzman psikolog olarak çalışmış. Hastalarıyla elde ettiği mucizevi sonuçlar çok ilgi çekmiş. Kullandığı yöntemler öyle etkiliymiş ki zamanla yatan hastaların tümü taburcu edilmiş, sonunda dört yıl içinde birim kapatılmış. Dr. Len’in kullandığı bu yöntem, 1982 Kasım’ından beri güncelleştirilmiş Ho’oponopono uygulaması yapan Hawaiili şaman Morrnah Nalamaku Simeona sayesinde ortaya çıkmış. Tüm dünyada bu yönteme ün kazandıran, öğrencisi Dr. Ihaleakala Hew Len ve Joe Vitale oldu.

Şimdi çalışmaya geçelim:

1) Kendimi olduğum gibi sevmemi ve kabul etmemi engelleyen içimde bana, aileme, atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanana kadar andan ana ho’oponopono dedikten sonra

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet.

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

2) Değişimler yapmaktan korkmama, değişimden rahatsız olmama yol açan içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

3) Hayatımda yenilikler yapmamı, yeni fırsatları ve şansları deneyimlememi engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono “

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

4) Hayata, akışa ve geleceğe güvenmemi engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono “

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

Kaynak: Dr.Ihaleakala Hew Len ve Berna Özcan

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

HAYAT HESAP İLE GEÇER Mİ?

Sevdiğim iki söz vardır. Halk arasında söylenen bu sözleri sıkça duymuşsunuzdur:

“Sen hesap yaparken kader gülermiş.”

“Evdeki hesap çarşıya uymaz.”

Gerek özel gerek sosyal hayatınızın ne kadarını hesap ederek yaşıyorsunuz? Yaptığınız hesaplar size ne kazandırdı ne kaybettirdi? Bunları bir teraziye koysanız hangisi ağır basar?

Hesap kelimesinden kast ettiğim kalbin sesini dikkate almadan yapılan davranışlar, alınan kararlardır. Gelecek için kaygılarla, korkularla ve başkaları adına veya menfaat uğruna anda kalmayı engelleyen, anı yaşamayı ıskalayan davranışlar, kararlar.

Oysa sevgi dolu bir kalp hesap yapmaz, hayatı sevgi ile akışında yaşar. Hesabı yaptıransa korkular ve egolar. Aslında egolar da korku sayılır. Çünkü korku olduğu zaman sevgi ile bakamaz insan. Zaten kalbinin sesini de dinlemiyor. Kalp, “Sevgiyi seç.” dese bile o anda duymuyor, kendimi garanti altına alırım diye iyi imkân sağlayacak insanlara, olaylara yöneliyor. Kalbini, sevgiyi dinlemiş olsa sevgi ona istediğini zaten getirecek. Sevgiyi bulmak için önce korkuları, o mantık ve susmayan zihni susturmak, daha doğrusu bu yüklerden (EGOLARDAN) kurtulmak gerek ki şifalanma sağlasın.

“Önce kendini tanı.” diyerek yazdığım yazıların hepsinde söz ettiğim gibi insanın kendini tanıyıp kendi sorumluğunu alması gerekiyor. “Ben neyin hesabını yaparak hayatımı yaşıyorum?” diye kendine sorması gerekiyor ki hesaplar çarşıya uymadığı zaman karşısındaki insanı veya hayatı suçlamasın. Adımlarını ya da kararlarını neye göre belirliyor, önce neyin hesabını yapıyor? Kendi menfaati için mi? Etraf için mi? Ailesi için mi? Bunu bulmak çok önemlidir. Bulduktan sonra yüzleşmek de. Ama yüzleşmek cesaret işidir.

Her insan hayatını çok iyi şartlarda yaşamak ister. Kimse ne üzülsün ne de acı çeksin, her şeyi güzellik içinde yaşasın tabii ama unutulmamalı ki bu güzelliğe ulaşmak için yol hesaptan değil sevgiden geçer.

Bu hesaplar yüzünden insanlar duygularını yitirmeye başlıyorlar ayrıca da samimiyetsiz sosyal ve özel ilişkiler kuruyorlar. Günümüzde sıkça kullanılan bir cümle var: “Network’ün (sosyal ağın) ne kadar geniş olursa o kadar iş birliğin ve çözüm paydaşın olur.” İşte bu cümle, bu samimiyetsiz ve hesaba dayalı ilişkileri çok iyi anlatıyor.

Bununla ilgili şahit olduğum yaşanmış o kadar örnek var ki? Örneğin bir tanıdık, yıllar önce birlikte davet edildiğimiz yemeğe giderken bir kutu çikolata götürmeyi teklif edince “Bu yemeğin kârı ne?” diye sormuştu. İşte bu hesaptan başka bir şey değil. Eğer burada sevgi olsaydı bunu söylemez o çikolatayı kendisi alırdı.

Siz de şahitlik etmişsinizdir. Aile, kızına veya oğluna diyor ki “Bak bu kişinin eğitimi iyi, mevkisi, makamı ve maddi şartları iyi. Sen bununla evlen. Üstelik ailenin tek çocuğu; ileride her şey sana kalacak. Ailesi de çok verici, çok rahat edersin. Hiç sıkıntı çekmezsin, hayatını güzel yaşarsın.” Bu hesapla yapılan evlilik dışarıdan iyi görünüyor, “Birbirlerini çok seviyorlar, çok iyi anlaşıyorlar, çok mutlular.” diyor herkes. Fakat bir süre sonra o ailenin ya da o kişinin hesabı tutmuyor. Bu sefer hemen gelin veya damat hakkında, “Kötü çıktı”, “Gördün mü baştan böyle değildi hiç”, “Ailenin etkisi altında kaldı,” “Öbür yüzünü gösterdi” diye söylenir durur. Kendi hesaplarına bakmıyor, “Ben bu kişi ile neden evleniyorum veya ilişkime devam ediyorum? Ne hesabı yaptım?” demiyor da en kolayı seçip suçluyor. 

Flörtlerde de benzeri durumlar yaşanır. Yine şahit olduğum bir flörtte taraflardan biri boşta kalmamak için bu ilişkiyi yaşıyor. Sonra daha iyi imkânlara sahip bir başkasını bulunca önceki flörtünü bırakıp imkânları iyi olanla birlikte oluyor. Bunun adına da “sevgi” diyorlar. Sevgi değil hesap sevgisi, samimiyetsizlik oluyor bu bence. Aslında kendisini tanısa korkularından arınıp gönül gözüyle baksa, sevgi ile hayatı yaşasa çok daha iyi şartlar o kadar kolay gelecek ki önüne.

Sevgi yerine karşılıklı menfaat hesaplarıyla başlayan duygusal ilişkilerde kimi zaman menfaatler bitince “İşim olmaz onunla” diyenlere kader öyle bir güler ki hesabı şaşar. Kimi zaman da kader öyle oyunlar eder ki beklenen menfaatler gerçekleşmez ve hesap yapan önce karşısındakini sonra şansını ve hayatı suçlar. İnsan suçlamaya bir başladı mı da sonu gelmez ve bu çember etrafında dönüp durur. Hâlbuki yapılması gereken tek şey mantık olarak zihninde neyin hesabının yapıldığıyla yüzleşmektir.

Bir iş ararken “Nasıl olsa ondan gelir” diye hesap ederek hemen çevresi geniş ya da iyi bir mevki sahibi insanlara cv‘ler gönderilir. Karşılaştığım örneklerden biri böyleydi. Bir iş yeri açmak veya bir kitap çıkarmak konusunda medet umduğu kişiye önce hediye verip sonra isteyeceğini isteyen kişi umduğunu bulamamıştı.

Bir başka örnek de maddi kazançlarla ilgili. Sürekli bilgisayarın başında piyasaları takip eden, dolardan, borsadan, altından, gayrimenkulden başka bir şey konuşmayan ve sürekli hesap yapan biri gelişmeleri yakından takip ettiğini düşünürken anı yaşamaktan uzaklaşıyor, hayatın tadını çıkaramıyor. Üstelik yaptığı yatırım o anda iyi gelse de bir süre sonra bir şekilde gidiyor. Bu sefer şansını suçluyor. Yatırımlarını, geleceği garanti altına almak korkusu, para kaybetme korkusu, sürekli kazanma isteği gibi hesaplarla yaptığını fark edip şifalandırsa ve sevgi ile yapabilse gelen para da bereketli olacak. Hatta belki bu kadar hırs yapmayacak.

Şahit olduğum bu örnekler çoğaltılabilir. İşini, müdürünü ve patronu sevmediği hâlde çok para veriyor diye çalışanlar, eşini değil sağladığı imkânları sevdiği için evliliğini sürdürenler hep bir hesap peşinde oldukları için günün birinde kader başka bir sınava tabi tutuyor. Ya o paranın bereketini göremiyorlar ya evlilikte huzur bulamıyorlar ya çok güvendikleri ortakları zarara uğratıyor. O sınav mutlaka ama mutlaka yaşanıyor.

Siz de çok rastlamışsınızdır; kendi hesabı için sizi sevdiğini söyleyenlerin övgü dolu sözleri, takdir etmeleri kendi hesapları bitince bir anda biter. Bir bakarsınız ortadan kaybolmuşlar, aramıyor sormuyorlar. Aslında o anda size bir şey olmuyor sadece herkes kendi hesabına göre yolunu çiziyor.

Eğer karşınıza çıkan kişileri veya işleri hesap yapmadan sevgi ile kalp gözü ile bakıp severek kabul ederseniz beklemediğiniz anda mucizeler olur.

Sevgide olursanız her şeye sevginizi verirsiniz. Hiçbir zaman kendi hesabınızı için yanaşmazsınız. Onu olduğu gibi sevdiğinizi görürsünüz.

Hayatta her yolu açan sevgidir. Sevginin yolu ise kalp gözü açık olmaktan geçer. Ağızdan söylemekle değil.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ÖZGÜRLEŞEBİLMEK

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi “Özgürleşebilmek”

Bu kitabın yazarı olan; Guy Finley, Amerikalı bir kendi kendine yardım yazarı, filozof, ruhani öğretmen ve eski profesyonel söz yazarı ve müzisyendir. Bu kitapta, gerçekte kim olduğunuzu keşfedecek, özgün korkusuz benliğinizi tanıyacak, özlem duyduğunuz ruhsal özgürlüğe kavuşmak, içeriden ya da dışarıdan sizi esir eden istenmeyen durumların etkisinden kurtulacak ve özgürleşeceksiniz. Tabii ki her okuduğumuzu içselleştirmek gerekiyor sadece okumak ile olmuyor.

Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.

“…

Hayatının Yönetimini Almanın Anahtarları

Kendi yaşamımızı yönetmenin değeri nedir? İnsanların güçlü karakterimiz için bizi alkışlaması mı? Yoksa bizim bir “kaya” olduğumuzu düşünenlerin onayını kazanmamız mı?

Hayatımıza hakim olduğumuzda da, o ya da bu şekilde bir çelişki ortaya çıkabilir, ancak artık kendimizi örneğin gerçek güç için kızgınlık ya da öfkeye ya da sakin bir güven için küstahlığa bürünmek gibi yanlış bir şekilde aldatmamız mümkün değildir.

Kendimize hakim olduğumuzda başkalarına acımasız şeyler söylemeyiz. Telaş etmeyiz. Korku içimizde barınamaz. Acı verici pişmanlıklar gün geçtikçe geçmişin bir parçası olurlar; artık bulutların ve onların süzüldükleri gökyüzünün içinden geçmenin farkını bildiğimiz için bizi aşağı çeken karanlık günler güçlerini yitirirler. Bu gerçek irade gücüdür. Belki bu çabasız irade gücünün gerçekten var olup olamayacağını merak ediyorsunuzdur. Sizin de birazdan anlayacağınız gibi yanıt evettir. Aslında, olumsuz düşünce ve duygulara sürüklenmemizin sadece tek bir nedeni vardır ve bu da onların doğru yere konumlanacak kadar güçlü olmaları değildir!

Doğuştan hakkın olan özgürlük…

Şimdilik bu hediyenin önemini düşünmeyi bir an için bırakalım ve farkında olmadan sıklıkla kendimizden ödün verdiğimiz düşünce ve hislere odaklanalım.

Bildiğimiz tek şey; şekilleri veya biçimleri ne olursa olsun kaygı, şüphe, öfke ve korkunun bizleri kendi ağlarına düşürüp esir alan duygular olduğudur. Bu duyguların ortaya çıkarabileceği korkunç koşulların üstesinden ancak doğuştan sahip olduğunuz özgürlük hakkınızı geri kazanabildiğinizde gelebileceğinizi bilmelisiniz.

Dahası; öfke ve hayal kırıklığı gibi kolayca tanıyabileceğiniz, kılık değiştirerek bizleri esir alan duyguların sabır, ilgi ve sevgi ile yok edilebileceğini bilmeniz gerekir. Özgürlüğünüzü tehdit eden-bakımlı bir çiçek bahçesindeki yabani otlar misali hızla yayılan-bu duyguları temizlemek için gereken yaşam ışığının içinizde olduğunu hatırlamanız yeterli olacaktır.

1.Yaşamın iyiliğine karşı duyduğumuz koşulsuz inanç

2.Bazen farklı görünmesine rağmen her şeyin adil ve doğru olduğuna dair mükemmel güven.

3.Zamansızlığı başarısı olan bir  gerçeklik düzeni ile zahmetsiz bir ilişki. “…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

SINIFTAKİ HERKESE ADALETLİ DAVRANMAK

Anılarımı anlatmaya on beş gün önce kaldığım yerden devam ediyorum. Ortaokul birinci sınıfa başlayalı 3 ay olan çocuk şimdi sandıktaki bir anıyı daha serbest bırakıyor.

Okulda günler hızla geçiyordu. Derslere ve yeni öğretmenlere alışmaya başlamıştım. Beni en çok etkileyen tarih hocası olmuştu. Belki tarihi çok sevdiğim içindi. Coğrafyada seviyordum fakat coğrafya hocasının anlatımı bana yeterli gelmemişti. Oysa tarih hocamız her konuyu ayrıntılı anlatıyor üstelik ders dışında çok güzel kültürel bilgiler de veriyordu. Bunun üzerine kendisine hangi tarih kitaplarını okumam gerektiğini sordum. Önerdiği kitapları zevkle okuyor, tarih dersini de zevkle çalışıyordum. Diğer derslere de çalışıyordum ama bir tarih gibi değildi.

İngilizceyi de çok sevmiştim. Çünkü yabancı bir dil öğrenmek faydalıydı. Kuzenlerim Almanyada yaşadığı için dil öğrenmenin öneminin farkındaydım. Bir yerlere, mesela Almanya’ya gidersem yabancı dilim olduğunda rahatlıkla konuşacağımı düşünmek bile beni heyecanlandırıyordu. Bir de ilkokuldan beri hiç vazgeçmediğim spor vardı. Beden eğitimi dersini çok seviyordum. Okulumuzda basket potaları vardı. Basket oynamaya başlamıştım. Oynarken çok mutlu oluyordum, zaman hiç geçmesin istiyordum.

Sınıfta genellikle sessizce dersi dinlerdim. Arkadaşlarımla fazla konuşmazdım. Sadece teneffüslerde kantine gidip orada muhabbet eder ama çoğunlukla da hava güzel olsun olmasın mutlaka bahçeye çıkardım. Koridor büyük ve uzun da olsa pek kapalı kalmak istemiyordum. Benimle kimse gelmese bile tek başıma okulun bahçesinde geziyor ya da oturuyordum. Bahçede olmaktan keyif alıyordum.

Okula birlikte gidip geldiğim gruptan sınıf arkadaşım Almilanın evine hafta sonları ders çalışmaya gidiyordum. Annesi kimya öğretmeni olduğu için biz ders çalışırken zaman zaman yardım ediyordu. Bizi sınav yapıyordu. Almila, annesi öğretmen olduğu için daha farklı dersleri çalışıyordu, bir de annesi okuldaki öğretmenlerden onun hakkında bilgi alıyordu. İşte o günlerde bir şey dikkatimi çekti. Öğretmenler, Almilaya sınıftaki diğer öğrencilerden daha farklı mı davranıyordu, yoksa bana mı öyle gelmişti. Bir süre sonra yanılmadığımı anladım. Annesi bu okulda öğretmen diye bazı öğretmenler Almila daha çok takdir ediyor, daha farklı davranıyordu. Aslında sorulan sorulara sınıftaki herkes cevap veriyordu ama Almila cevap verdiği zaman birkaç öğretmen ona farklı davranıyor, övgü dolu sözler söylüyordu. Zaman içinde Almila’nın ön planda tutulduğunu gördüm. Aslında bütün öğrencilere aynı şekilde davranılmalıydı. Onun annesi okulda öğretmen diye farklı davranılması bana hoş gelmemişti. Bunu anneme ve ablama anlattım. Ablam aynı okulu bittirdiği için öğretmenleri tanıyordu, bu yüzden davranışlarına şaşırmadı. Annem ise Almila sana olumsuz bir şey söylüyor mu? Söylemiyor. O yüzden sen böyle şeylere takılma, derslerini çalış.” dedi. Aslında ben herkese aynı davranılmasından yanaydım ama annem üzerinde durmamam gerektiğini söyledi.

Bu arada ortanca amcam ortaokulda da velim olmuştu. Veli toplantılarını hiç kaçırmazdı. Altı gün çalıştığı hâlde pazar günü tatilinden fedakârlık yapar mutlaka toplantıya katılırdı. Bizim okuldaki başarımız onun için çok önemliydi bu yüzden ne yapılması gerekiyorsa yapardı. Üstelik her geldiğinde “Dersler nasıl gidiyor?” diye sormadan edemezdi. Tabii bu kadar fedakârlık ve ilgi karşısında insan başarılı olmak için daha fazla çalışmak zorunda kalıyor. Çünkü karnenin iyi gelmesi gerekiyor. Bu da ister istemez büyüdükçe her yaptığın işte başarılı olmalıyım” düşüncesinin gelişmesine neden oluyor.

Aslında kime göre, neye göre başarı? Babam mesela, o kadar üstünde durmazdı. Ona göre başarı, sınıfı geçmek, okulu bitirmekti. Babam çok çalışıyordu çünkü o da işinde başarılı olmak istiyordu. Bir kere çalışmayı seviyordu. Oturmayı sevmiyordu. Hasta olduğu zaman bile işine gidiyordu. Kendine yeterince zaman ayırmıyordu. Sadece pazar günleri tatil yapıyordu. İş hayatına atılıp da yoğun çalışırken iki günlük iznin bile yetmediğini görünce tabii, “Babam nasıl o tempoya dayanabiliyordu?” diye üzülerek düşünüyorsun ister istemez. Babamın çalışması akrabalar bilirdi. Bize geldiklerinde babamı görmezlerse anneme,“Nerede? Yine çalışıyor mu?” diye soruyorlardı.

Aslında babam için aile kavramı çok önemliydi. Bu yüzden akşam geç de gelse pazar günü de olsa mutlaka hep beraber dışarıya çıkardık. Ailesinden ayrı gezmezdi. Birimiz bu gezmelere katılmak istemesek “Neden gelmiyorsun?” diye sorar mutlaka geçerli sebep sunmamızı isterdi. Buna rağmen babam biraz daha az çalışıp kendine ve bizlere daha çok vakit ayırabilseydi keşke. Çocukken anlamıyorsunuz ama zaman geçtikçe ailenizle vakit geçirmenin önemini ve kıymetini daha iyi anlıyorsunuz.

Ağabeyim de babamla çalışıyordu. Okuldan gelip hemen babamın yanına gidiyordu. Lise birinci sınıftaydı. Ödevlerini işten geldikten sonra yapardı. Ağabeyim genellikle dersi derste dinlediği için fazla çalışmadan çok iyi notlar alırdı. Onun evde pek ders çalışmadan başarılı olmasını çok takdir ediyordum.

Bu arada evimizde sürekli misafir olduğu için annemin boş vakti olmuyordu. Her gün mutlaka komşumuz sabah kahvesine veya öğleden sonra çaya gelirdi. Annem de yalnızca kahve veya çay vermek alışkanlığı olmadığı için mutlaka yanına ikramlık hazırlardı. Annemin yaptıklarından en çok sevdiğim elmalı ponçikleri arkadaşlarımla da paylaşmak için peçeteye sarıp çantama koyuyordum. Arkadaşlarım annemin yaptıklarını beğenince mutlu oluyordum ve eve gelir gelmez onlara götürmek için annemden tekrar pasta yapmasını istiyordum. Arkadaşlarımla paylaştığım, onlara bir şeyler verdiğim zaman mutlu oluyordum.

Bazı alışkanlıklar çocukluktan kalmadır. Paylaşmak da öyle. Çocukken alışmışsanız şartlar ne olursa olsun o paylaşma büyünce de devam ediyor. Paylaşmanın azı çoğu yoktur. Bazılarına göre küçük gelebilir ama önemli olan niyet etmektir. Mesela ablam da üniversitede okurken çiçek alırdı. Okul dönüşü genelde Kadıköy’e uğradığı için alışverişi de o yapardı. Bazen çiçek de alırdı. Getirdiğinde annem hemen vazoya yerleştirip salondaki masanın üstüne koyuyordu. Vazodaki o çiçekler masanın üstünde çok güzel görünüyordu, bakınca mutlu oluyordum. Bir de kokulu çiçeklerse gidip gelip kokluyordum. Belki de bu yüzden çiçeklerin benim hayatımda her zaman ayrı bir yeri olmuştur. Hâlâ da bu alışkanlığım devam eder, çiçek alırım.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com