IŞIK VE KARANLIK (1)

 

Sevgili okuyucularım 22 Ekim 2024 Salı günü yazdığım “İnsanın Ruhu Acı ise Tatlılık Veremez” başlıklı yazımda insan ruhunu acılaştıran unsurları anlatmıştım. Bugünkü yazımda ise ruhların aydınlık ve karanlık yanlarına değinmek istiyorum.

İnsan kendinde olanı görmezden gelmeye meyillidir. Her insan kendi ruhundaki karanlığı bildiği hâlde ışıkta olduğunu savunur veya karanlığın ne olduğunu bilmediği için ışıkta olduğunu zanneder.

Carl Gustav Jung’un söylediği gibi “Kimse ışığı hayal ederek aydınlanmaz. İnsanı aydınlatan karanlığı idrak etmektir.”

İnsan ancak karanlığı fark ettiği zaman ışığa çıkıp aydınlanmaya geçebilir. Peki, insan ruhu için karanlık nedir? Hiç kendinize bu soruyu sordunuz mu? Hangi düşünceleriniz ve duygularınız karanlıkta; kendinizde bununla ilgili yüzleşmeler yaptınız mı?

En kötüsü, insanın kendi karanlığını bildiği hâlde o karanlıkta kalmakta ısrarla direnmesi,  aydınlanmak istememesidir. Çünkü bazı insanlar o karanlıkla beslenir ve kendi karanlığına başkalarını çekmeye çalışır. Daha doğrusu ışığı seçmiş ve aydınlanmış insanların ışını söndürmeye çalışır. Siz eğer o ışığı fark etmiş ve ona ulaşmış, aydınlanmışsanız bir daha o karanlığa sizi sokmaya çalışanlardan uzak durursunuz.

Bir de karanlıkta olduğunu bilmeyen insanlar var. Bu insanlar için yapabileceğiniz en doğru davranış, yargılamak yerine farkındalık verip karanlıktan kurtulmalarını ve şifalanmalarını sağlamaktır.

Karanlıktan kurtulmak için insan önce kendi ile tam olarak yüzleşmeli, kendini tanımalıdır. Çünkü kendini tanımak, karanlık ve gölge yanlarıyla yüzleşmekle olur. Zaten yüzleşme olmadan şifalanma sağlanamaz. İster çocukluktan gelen travmalar ister sonradan oluşan travmalar olsun; şifalanmaz.

Peki, nasıl yüzleşeceğiz? Kendinizle yüzleşmek sadece size yaşatılan olumsuz olaylar ve kişilerle değil kendi benliğinizle yapacağınız bir muhasebedir. İçinizden geçenleri, niyetlerinizi, duygularınızı, olaylar ve durumlar karşısındaki davranışlarınızı son derece açık ve dürüst bir şekilde değerlendirerek karanlık ve gölge yanlarınızın varlığını kabul etmenizdir.

Hayatınızı gözden geçirip “Evet, şu durumlar karşısında şöyle davranıyorum çünkü içimde şu olumsuz duyguları taşıyorum,” diyebildiğinizde zaten gerekli değişim ve dönüşümü yaparsınız. İşte böylelikle bir karanlık ve gölge yanınızdan kurtulmuş olursunuz.

Bazı insanlar kendi gerçekleri ile yüzleşmekten kaçınırlar. Aslında insan ne kadar çok yüzleşme yaparsa o kadar çok ışığa kavuşur. Aydınlığın hafifliğini yaşamak varken neden karanlığın yükünü taşısın ki insan?

Gelelim yukarıda sorduğum “Karanlık nedir?” sorusunun yanıtına. İçinde sevgi olmayan her şey karanlıktır. Şimdi de bu “içinde sevgi olmayan her şey”in neler olduğuna tek tek bakalım.

1.Yalan söylemek: Yalan söylemek güvensizlik yaratacağı için karanlıktır. Bu yalan, ister pembe olsun ister beyaz; fark etmez. Çünkü bugün pembe yalan söyleyen yarın başka ve büyük yalanlar da söyleyebilir. Birçok insan korkularından dolayı yalana başvurur. Duygusal ve maddi açıdan kaybetme korkusu, yalnız kalma korkusu, kendi menfaatlerinin tehlikeye girmesi korkusu insana yalan söyletir. Örneğin menfaati için sizin imkânlarınıza ihtiyacı olan insan sizi seviyormuş gibi davranışlar sergiler, sözler söyler. Aslında bu gerçek değil yalandır. Yalanda aldatma enerjisi vardır, bu nedenle aldatma da karanlıktır. Aldatma, deyince aklınıza yalnızca kadın-erkek ilişkilerindeki sadakatsizlik gelmesin. Her türlü ilişkide verilen sözler yerine getirilmediğinde aldatma olur. Yukarıda saydığım korkular yüzünden kurulan arkadaşlıklar, iş ilişkileri, evlilikler vb. gerçek duyguları barındırmadığı için hem aldatma enerjisi oluşturur hem de insanın kendi özünü yaşayamamasına neden olur. Samimi ve içten olmayan her şey karanlıktır.

2.Değersizleştirmek ve emeği hiçe saymak: Her türlü ilişkide gerek psikolojik gerekse fiziksel şiddet içeren davranışlarla karşısındakini değersizleştirerek üstünlük sağlanmaya çalışılması, verilen maddi ve manevi emeğin hiçe sayılması karanlıktır. Nezaketsiz davrandığınızda, size zamanını harcamış, iyilik yapmış, zor zamanınızda yanınızda olmuş birinin, emeğini hiçe sayıp nankörlük yaptığınızda doğrudan karanlığa geçmiş olursunuz. Nankörlük zaten karanlıktır. Maddi ve manevi açıdan hak yemek karanlıktır. Örneğin hastanede, markette, otobüs durağında, banka kuyruğunda sıranızı beklemek işinizi bir an önce gördürmek için diğer insanların önüne geçmeye çalıştığınızda yalnızca onların hakkını yemiş olmazsınız, kendinizi de karanlığa itmiş olursunuz. Diğer deyişle kendiniz için o anda iyi bir şey yaptığınızı zannederken aslında en büyük kötülüğü yine kendinize yapmış olursunuz. Her çağırdığınızda derdinizi dinlemek, çözüm üretmek için yanınızda olan arkadaşınıza bir gün gelip sırt çevirir ve “Ne yaptın ki? Kimi çağırsam gelirdi,” diyerek emeğini değersizleştirirseniz arkadaşınıza bir şey olmaz, en fazla üzülür. Ama size çok şey olur; ruhunuz karanlıkta kalır.

3.Bencillik: İnsanın kendisinden, kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmemesi karanlıktır. Bencillikle karanlıkta kalmayı seçenler başkalarının ihtiyaçlarını, duygularını önemsemezler. Sizi bir gün arayıp sormaz yalnızca size ihtiyacı olduğunda ortaya çıkar sizinle işi bittikten sonra da yine ortadan kaybolurlar.

4.İkiyüzlülük (Riyakârlık): İnsanın içindeki neyse dışında da o yoksa; içinden geçenler başka, söze döktükleri başkaysa; karanlıktır. Özü sözü bir olmamak karanlıktır. İkiyüzlü insanların gerçek sevgi duygusunda oldukları söylenemez. Size ihtiyaçları varsa sahte bir sevgi sunarlar. Sözlerinde bolca “canım, cicim” vardır, mesajlarında kalpler, öpücükler gönderirler. Ama istedikleri şeyleri bir kez yapmazsanız o sevgi sözcüklerinin ve işaretlerinin hepsi bir anda yok olur. İşte bu davranışlar gerçek sevgi olmadığı için karanlıktır.

5.Şiddet: Canlı ve cansız varlıklara yönelik olumsuz duygu ve düşünceleri eyleme dökmek karanlıktır. Hayvanlara eziyet etmek, katletmek, bitkilere zarar vermek, kamu malına zarar vermek, karanlıktır.

6.Kıskançlık: Karşı cins olsun aynı cins olsun fark etmez; her türlü kıskançlık karanlıktır. Bu açıdan “Seven insan kıskanır,” sözü de aynı karanlığa hizmet etmekten başka bir şey değildir. Bazı insanlar kendi yapmadıkları şeyleri, kendilerinde olmayanı kıskanır maalesef. Bu yüzden sizi değersizleştirdikleri gibi emeğinizi de hiçe sayarlar. Bazılarının kıskançlığı ise kendilerinde olanı başkasına layık görmemekten ve başkasında olmasını istememekten kaynaklanır. Fakat hangi sebeple olursa olsun kıskançlık, ruhu karanlıkta bırakır.

7.Sinsilik: Yüzünüze gülüp arkanızdan iş çevirenler de karanlıktadır. Sinsi insan size karşı hep güzel sözler söyler, herkes karşı pozitif görünür, açık ve dürüst olarak konuşmaz ama sonra bir bakarsınız ki arkanızdan kuyunuzu kazmış. Bir bilse o kuyuda gördüğü karanlık kendi ruhundan yansıyandır!..

8.Kibir: En karanlık duygulardan biridir. Kalbinde kibir barındıranlar her şeyi kendisinin bildiğini sanır, kendini sürekli över, başkalarını küçümser, insanları sınıflar, ayırt eder; kişiyi mevkisine, makamına ve parasına göre değerlendirir. Aynı yerden aynı kumaşı alsanız bile kibirli insanlar kendilerini üstün tutarak daha iyi bir kumaş aldığını söyler. Kibirli insanlar her şeyi kendilerinin yaptığını sandıkları için manevi inançları zayıftır. Çünkü onlar yalnızca kendi akıllarını beğenirler, Allah’ı hiçe sayarlar ama o aklın da Allah tarafından verildiğini bilmezler. Alçak gönüllülük bilmezler.

9.Alay etmek: İnsanların farklılıklarını, kusurlarını ya da bazen sadece kendileri gibi olmalarını küçük görmek, karanlıktır. Bir insanı giyimi, eğitimi, konuşması, fiziksel özellikleri, yaşadığı ülkesi, dini, ırkı ile değerlendirmek, yargılamak, beğenmemek insanı karanlığa düşürür.

10.Öfke: İçinde şiddeti de barındıran bir duygu olduğu için öfke karanlık olduğu kadar tehlikelidir de. Çünkü öfkeli insanlar ağızlarından çıkan sözü bilmezler. Bir anda yakıp kül ederler. Bu nedenle insan bir konuda haklı bile olsa öfkelenmek yerine sakinlikle cevap vermeyi tercih etmelidir. Kızgınlık bile ruhu karanlık içinde bırakır. Her karanlık bir negatiftir ruh için.

(Devam edecek)

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BARIŞ BENİM İLE BAŞLAR – 17

Sevgili okuyucularım, bu ay ki “ho’oponopono” adı verilen bir arınma çalışmasını paylaşıyorum. Bu ay da farklı konular için aynı şekilde yapmanız gereken bu arınma çalışmasını dört madde hâlinde paylaşıyorum. Düzenli olarak yaptığınızda gerçekten kendinizde inanılmaz bir olumlu değişiklik göreceksiniz. Özellikle zihniniz, ne kadar berraklaşırsa o kadar huzurlu olur. En önemlisi berrak bir zihin her zaman doğru karar almanızı sağlar. Çünkü zihin olumsuzluklarla dolu olduğu zaman doğru karar bile alamıyorsunuz. Disiplin ve azimle yapılan çalışmalardan her zaman olumlu karşılık alınır. Çalışmaya geçmeden önce bununla ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum. Geçen ay bu bilgiyi paylaşmıştım fakat belki ilk defa okuyacak olanlar vardır. Onlar için yinelemekte fayda görüyorum.

Ho’oponopono yöntemi; karşımızdaki insanın yaşadığı bir sorunu duyduğumuz, öğrendiğimiz anda bizim sorunumuz olarak algılayıp kendi içimizde bundan arınarak karşımızdakini de arındırma yolunu öğretiyor. Sadece insanları değil her şeyi arındırıp temizlemenin yoludur bu. Olumsuz durumlardan kurtulmanın bir yöntemidir.

Ho’oponopono, Havai halkının kullandığı bir kendini arındırma yöntemidir. Bu yöntemi Joe Vitale’in kitabı “Zero Limit” aracılığı ile batı dünyasına tanıtan ve meşhur eden kişi Dr. Ihaleakala Hew Len oldu. Doktorasını Iowa Üniversitesi’nde yapmış olan Dr. Ihaleakala Hew Len, uzun yıllar Havai Devlet Hastanesi’nin suç işleyen akıl hastaları ile ilgilenen adli biriminde uzman psikolog olarak çalışmış. Hastalarıyla elde ettiği mucizevi sonuçlar çok ilgi çekmiş. Kullandığı yöntemler öyle etkiliymiş ki zamanla yatan hastaların tümü taburcu edilmiş, sonunda dört yıl içinde birim kapatılmış. Dr. Len’in kullandığı bu yöntem, 1982 Kasım’ından beri güncelleştirilmiş Ho’oponopono uygulaması yapan Hawaiili şaman Morrnah Nalamaku Simeona sayesinde ortaya çıkmış. Tüm dünyada bu yönteme ün kazandıran, öğrencisi Dr. Ihaleakala Hew Len ve Joe Vitale oldu.

Şimdi çalışmaya geçelim:

1) Gerçek sevgiyi ve şefkati hayatımda doya doya deneyimlememi engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

2) Hayatıma olumsuzluk yaşatan insanları tüm deneyimlerimi sevgiyle affederek özgürleşmemi engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono 

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

3) Duygusal, enerjik veya ruhsal olarak kendimi kısıtlamama, hapsetmeme veya engellememe yol açan içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

4) Olumlu düşünmemi ve zihinsel olarak rahat olmamı engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda bütün boyutlarda bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

Kaynak: Dr.Ihaleakala Hew Len ve Berna Özcan

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

EV ALMA HEYECANI

Sevgili okuyucularım, iki hafta aradan sonra yine anılarla birlikteyiz. Ortaokul ikinci sınıftan üçüncü sınıfa geçmeye hazırlanan ve ergenlikten genç kızlığa doğru ilerleyen öğrenci, sandıktan bir anıyı daha serbest bırakıyor.

Kış dönemi geride kalmış ilkbahar yavaş yavaş yüzünü göstermeye başlamıştı. Yine dini bayramlardan birini kutluyorduk. Bu seferki bayram kutlaması benim için farklıydı çünkü anneannemler ve dayımlar artık İstanbul’a yerleşmişti ve bayram ziyaretinde onlara gidecektik. Üstelik dayımın 3 yaşındaki ve daha 6 aylık kızlarını seveceğim.

Annem bayram hazırlıklarına erkenden başlamıştı. Bu, bizim evin vazgeçilmez klasiğiydi. Bize alınan kıyafetler, misafirlere sunulacak ikramlar için alışverişler, bayram sabahı annemin bayram yemeği yapması ve bayram gazetesi alınması o günlere özel işlerdi. Konuklara ikram edilecek çikolatayı her bayram babam ve ablam birlikte pastaneye gidip alıyorlardı.

Bayram, babam için de dinlenme fırsatı oluyordu; çalışmıyordu. Ama bazı şeyler hiç değişmiyordu. Sabahın erken saatinde kalkıp ailece o bayram yemeğini yedikten ve aile içinde bayramlaştıktan sonra babam, her bayram olduğu gibi hiç zaman geçmesini beklemeden bizi 5 dakikalık yürüyüş mesafesinde ve aynı apartmanda aynı katta yan yana dairelerde oturan iki amcama göndermek için sabırsızlanıyordu. Annemin sakin yapılıydı, “Niye acele ediyorsun? Çocuklar giderler,” diyordu ama babam aceleci bir yapıya sahip olduğu için ne yapılacaksa bir an önce olsun bitsin istiyordu. Zamanla bu aceleciliğinin hem kendisini hem de karşı tarafı yorduğunu fark ettim. Çünkü acele ederken bazen ters giden olaylar oluyordu. Ama işte babam da hem kendi dediğinin yapıldığını görmek hem de amcamlarım bir yerlere gitmeden onları ziyaret etmiş olmamızı istiyordu.

Babam hep bir sonraki olayı, bir sonraki adımı düşünürdü. Bizi de bu disiplinle yetiştirdi. Değerlere önem vermemizi, örf ve âdetlere uygun davranmamızı isterdi. Özellikle bayramda sabah erken kalkmak, birlikte bayram yemeği yemek ve büyükleri ziyaret etmek, bayramda şehir dışına çıkmayıp akraba ziyaretleri yapmak ve onları ağırlamak önemsediği konulardı. Babam için bayram demek, aile ile bir arada olmak demekti. Bu yüzden bayramlarda herhangi bir arkadaşımıza söz vermemizi istemezdi.

Benim için ise bayram, yeni kıyafetler giyinmek ve kapıya gelen çocukların bayram şekeri toplamasıydı. Bunlar sevdiğim ritüellerdi. Tabii ki amcalarımı ziyaret etmek ve onların verdiği bayram harçlıkları bizim de hoşumuza giderdi. İnsan büyüse de maddi gücü yerinde de olsa hediye almak güzel bir şey. Babam anneme arada sırada da olsa hediye alırdı. Hediye alıp vermeyi ailede öğrenmiştik.

O bayram ve sonraki bayramlarda biz dört kardeş (Ablam, ağabeyim, ben ve erkek kardeşim,) amcalarımdan sonra trenle hemen dayımlara gitmeye başladık. Ben, dayımlara gitmek için can atıyordum, onlarla bir arada olmayı gönülden istiyordum çünkü orada ortam daha neşeliydi. Anneannem yöresel yemekler yapar, baklava açardı. Biz gidince akşama kadar oturmamızı ister yemek yedirmeden de göndermezdi. Anneannemin yemekleri her zaman çok lezzetli olurdu. Bunda, kullandığı malzeme kadar elinin lezzeti oluşunun da etkisi vardı.

Bir arada olduğumuz o ilk bayramda dayımın evden olması bizi daha çok mutlu etti. Çünkü dayım yurt dışına nakliyat (lojistik) firmalarının mallarını götürüyordu. Bazen on beş gün bazen de yirmi iki gün evde olmazdı. Sürekli tır kullanıyordu. Annem ve anneannem buna karşıydı. Onun İstanbul’da bir şirkette çalışmasını istiyorlardı. Böylece belirli bir çalışma düzeni ve tatilleri olur ailesinden de uzakta kalmazdı. Babam önceden ve o dönemde dayıma çalışması için iyi iş imkânları buldu ama o istemedi. Böyle kendini daha iyi hissettiğini ve mutlu olduğunu söylüyordu.

Neşeli bayram günleri çabucak geçti ve yeniden okula başladık. Yaz tatiline girmemize az kala bu sefer ev taşınması gündeme geldi. Ev sahibi kiraya zam yapınca babam, “Artık ev alma zamanı geldi,” dedi. Babam ev almayı hep düşünüyordu ama aradığı koşullar vardı. Oturduğumuz semtte yeni yapılmış bir binada üç daire almalıydı. Amcalarımla aynı apartmanda olmak istiyordu. Bu arada babamın ticaret anlayışı yatırım yapmak üzerineydi. Ev almadan önce başka şeylere yatırım yapmanın hep avantajlı olduğunu düşünüyordu.

Ev alma fikri annemi ve bizi çok sevindirdi. Babam gibi bizim de evin aynı semtte olmasını tercih ediyorduk. Okullarımıza yakınlığını ve toplum ulaşım kullanma olanağı bulunmasını önemsiyorduk. Bir de insan çocukluğundan beri hep aynı semtte oturunca arkadaşlarından kopmak, o alışkanlığı bırakmak istemiyor. Annem de en çok komşularını özleyeceğini, aynı semtte olursa onlarla aynı sıklıkla görüşeceğini söylüyordu. Mesela annemin kardeşi gibi sevdiği Aynur teyze onlardan biriydi. Her gün mutlaka bize gelir, bir kahve içer, sohbet ederdi. Annem taşınacağımızı söyleyince hem gideceğimize çok üzüldü hem de ev sahibi olacağımız için çok sevindi.

Aslında oturduğumuz evin sadece mutfağı küçüktü. Salon çok büyüktü; iki oturma takımı alıyordu. Diğer üç oda ve balkon da büyüktü. Aynı zamanda kocaman bahçesi vardı. Çocukluğum o bahçede geçti; en çok da kışın kartopu oynamayı ve kardan adam yapmayı severdik. Bu yüzden yeni evimizin merakı sarmıştı hepimizi, “Babamın alacağı ev bakalım nasıl olacak?” diye kardeşler arasında konuşuyorduk. Odalarımıza alacağımız yeni eşyaları planlamaya başlamıştık.

Hafta sonu babam ve annem ilanlara ve emlakçıların tavsiyelerine göre bizim semtte ev bakmaya gidiyorlardı. Annem, önü açık ve ferah, mutfağı ve balkonu büyük ev istiyordu. Taraftar olmadığı tek konu amcalarımla aynı apartmanda oturmaktı. Daha rahat olmak istiyordu çünkü aynı apartmanda olunca gidiş gelişler çoğalacak, özellikle ortanca amcam ve yengemin sürekli karışma isteği ve kontrol etme durumu olacaktı. Annem önceden; aynı evi paylaştıkları günlerden bunun tecrübesini bildiği için istemiyordu.

Babam ise evin büyüklüğüne ve bulunduğu konuma önem veriyordu. Tek düşüncesi aynı apartmanda üç boş daire bulabilmek ve kardeşlerine de ev almaktı. Annem ve babamın her ev bakma sonucu semtimizde bulamayacakları ümitsizliği ile noktalanıyor ve bu konuşmalarına yansıyordu. Her şeye rağmen annem her zamanki pozitif, sakin bir yapısını korumaya çalışıyordu. Babamın aceleciliği ve daha gerçekçi bakışı vardı, zaman zaman kendini karamsar olarak da görürdü. İşte ev konusunda da istediğini bulamayınca karamsarlığa kapılmıştı.

Tabii insanın bazı alışkanlıkları oluyor ve zaman içinde onlardan vazgeçmek giderek zorlaşıyor. İnsanın özellikle çocukluğunun geçtiği semtin dışına çıkmak istememesi de böyle bir alışkanlık. Çünkü kendini orayla bütünleşmiş hissediyor, beraber büyüdüğü arkadaşlarından uzaklaşmak, kopmak istemiyor. Bir de anlaştığı arkadaşları olunca…

O süreçte anneme de çok hak verdim; komşuluk ilişkileri çok iyiydi ve bunu kaybetmek istemiyordu. Akrabadan çok komşularla vakit geçiyor üstelik daha iyi anlaşıyordu. Bazı akrabalar maalesef tam olarak akrabalık yapmıyordu. Yalnızca kendi menfaatlerini düşünüyor ve sessiz sakin olduğu için annemi kullanıyorlardı.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

MÜCEVHER

 

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, ülkelerden birinin küçük bir köyünde, Bilge Hoca derler, bir filozof yaşarmış. Filozofun bilgeliği bütün ülkede bilinir, dara düşen herkes danışmak için ona gelirmiş. Günün birinde filozofun kapısı çalınmış. Filozof kapıyı açtığı zaman karşısında bir delikanlının durduğunu görmüş. Tanrı misafiridir diyerek genci içeriye davet etmiş. Hal hatır sorduktan sonra, genç derdini anlatmaya başlamış:

“Ben, babamla hiç geçinemiyorum. Ne yapsam ona beğendiremiyorum. Hoş bana kızmakta da haksız değil. Ben beceriksizin biriyim. Bu yaşa geldim, hala bir baltaya sap olamadım gitti. Elimden hiçbir iş gelmiyor. Neye elimi atsam, elimde kalıyor. Bende bu şans varken, zem zem kuyusuna gitsem, onu bile kuruturum. En son geçen hafta, babamın tek ineğini otlatmaya götürmüştüm. İnek otlarken ben de bir ağaca yaslanıp oturdum. Orada uyuya kalmışım, inek de kaçmış gitmiş. İneği bir daha bulamadık. Babam da bana çok kızdı. ‘Senden ne köy olur ne de kasaba. Defol git, gözüm görmesin seni diyerek beni kovdu.’ ‘Ama babacığım ! Ben şimdi ne yaparım, nereye giderim ?’ diye sorunca da bana ‘Bilge Hoca’ya git, seni adam etsin. Adam olmadan da geri dönme !’ dedi. Ben de bunun üzerine tasımı tarağımı topladım, yollara düştüm ve kapınıza dayandım. Ocağınıza düştüm. Hocam, Allah rızası için bana bir yol gösterin!

Çocuğu dikkatle dinleyen filozof, başını sallayarak gülümsemiş: “ Bir dakika bekle beni” diyerek içerdeki odaya geçmiş ve bir süre sonra elinde pırıl pırıl parlayan bir şeyle odadan çıkmış: “Şimdi seni bir denemeden geçireceğim. Bu gördüğün elmas, ülkenin en değerli mücevheridir. Bütün ülkede ondan daha değerli bir pırlanta yoktur. Değeri en az bir para eder. Senden bu mücevheri şehire götürerek satmanı istiyorum. Ama zinhar, sakın ola ki değerinden düşük bir fiyata satmayasın. Bu görevi başarıp başaramayacağına bakarak senin değerli bir insan olup olmadığını hepimiz göreceğiz.”

Çocuk o gece filozofun evinde yatıya kalmış. Ertesi gün erkenden kalkmışlar. Kahvaltı ettikten sonra çocuk veda edip yola koyulmuş. Şehre vardığındakarşısına çıkan ilk kuyumcu dükkanına girmiş: “Merhaba!” Kuyumcu uykulu gözlerle çocuğa bakmış: “Merhaba!” “Bu mücevheri satmak istiyorum, kaça alırsınız?” Kuyumcu mücevhere küçümseyen bir tavırla baktıktan sonra sormuş: “Nereden buldun bunu?”

Çocuk gerçeği söylemek istemediği için aklına gelen ilk şeyi söylemiş: “Yolda yürürken yerde buldum.” Kuyumcu alaycı bir tavırla: “İki paralık bir cam parçası bu, ufaklık!” demiş. “Ama istersen bunun için sana dört para veririm.” Çocuk mücevheri kapmış, öfkeyle dükkandan dışarı çıkarken: “ Canın cehenneme! Şehirdeki tek kuyumcu sen değilsin ya” demiş kendi kendine.

Biraz yürüdükten sonra başka bir kuyumcu dükkanı bulmuş: “Merhaba! Bu taşı satmak istiyorum. Sizce ne kadar eder?” Kuyumcu taşı elinde birkaç kez evirip çevirdikten sonra, kaşlarını çatmış ve kuşkulu gözlerle çocuğa ters ters bakmış : “Nereden buldun bunu, yoksa çaldın mı ?” “Babamdan miras kaldı da!” “Baban bunun değerini sana söylemiş miydi?” “Hayır.” “Aslında beş para etmez ama hadi ben sana on para vereyim.” Çocuk üzüntü içinde dükkandan çıkarken “Ters tarafından kalkmış galiba” diye söylenmiş.

Sonra üçüncü bir kuyumcuya girmiş: “Merhaba! Bu elması satmak istiyorum da. Ne verirsiniz bunun için?” Kuyumcu elması dikkatle incelemiş: “Nereden buldun bunu?” Çalışarak kazandım. Ustam maaş olarak verdi: “Maaşın ne kadar?” “Ayda yüz para. Bu ay ustam paraya sıkıştığı için maaş yerine bunu verdi.” Kuyumcu bıyık altından gülmüş: “Tamam, sana iki yüz para veririm. Böylece maaşını aldığın gibi yüz para da ikramiye almış olursun.” diyerek bir de göz kırpmış. Çocuk oradan da ayrılmış.

Akşama kadar şehir kazan o kepçe dolaşmış durmuş. O kuyumcu senin bu kuyumcu benim diyerek şehrin altını üstüne getirmiş. Girip çıkmadığı kuyumcu dükkanı bırakmamış ama hiçbir kuyumcu elmasa gerçek değerini verememiş. Akşam olup da güneş batmaya başlayınca çocuk çaresizlik içinde köyün yolunu tutmuş. Yolda kendi kendine: “ Babam ne kadar haklıymış !” diyormuş. “Benden ne köy olur ne de kasaba. İşte bu işi de beceremedim ve ne kadar değersiz bir insan olduğumu gösterdim.”

Köye varınca doğru filozofun evine varmış. Olan biteni aynen anlatmış ve utanç içinde kafasını önüne eğmiş.

Filozof çocuğun başını şefkatle okşadıktan sonra şunları söylemiş: “Evladım, bu olaydan çıkarman gereken ders şudur, ruhunda taşımakta olduğun mücevhere asla ve asla, şunun, bunun, ötekinin, berikinin lafıyla değer biçme. Onun gerçek değerini, baban da dahil olmak üzere, hiçbir kimse bilemez. Onu ancak ve ancak sen takdir edebilirsin!”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BARIŞ BENİM İLE BAŞLAR – 16

Sevgili okuyucularım, bu ay ki “ho’oponopono” adı verilen bir arınma çalışmasını paylaşıyorum. Bu ay da farklı konular için aynı şekilde yapmanız gereken bu arınma çalışmasını dört madde hâlinde paylaşıyorum. Düzenli olarak yaptığınızda gerçekten kendinizde inanılmaz bir olumlu değişiklik göreceksiniz. Özellikle zihniniz, ne kadar berraklaşırsa o kadar huzurlu olur. En önemlisi berrak bir zihin her zaman doğru karar almanızı sağlar. Çünkü zihin olumsuzluklarla dolu olduğu zaman doğru karar bile alamıyorsunuz. Disiplin ve azimle yapılan çalışmalardan her zaman olumlu karşılık alınır. Çalışmaya geçmeden önce bununla ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum. Geçen ay bu bilgiyi paylaşmıştım fakat belki ilk defa okuyacak olanlar vardır. Onlar için yinelemekte fayda görüyorum.

Ho’oponopono yöntemi; karşımızdaki insanın yaşadığı bir sorunu duyduğumuz, öğrendiğimiz anda bizim sorunumuz olarak algılayıp kendi içimizde bundan arınarak karşımızdakini de arındırma yolunu öğretiyor. Sadece insanları değil her şeyi arındırıp temizlemenin yoludur bu. Olumsuz durumlardan kurtulmanın bir yöntemidir.

Ho’oponopono, Havai halkının kullandığı bir kendini arındırma yöntemidir. Bu yöntemi Joe Vitale’in kitabı “Zero Limit” aracılığı ile batı dünyasına tanıtan ve meşhur eden kişi Dr. Ihaleakala Hew Len oldu. Doktorasını Iowa Üniversitesi’nde yapmış olan Dr. Ihaleakala Hew Len, uzun yıllar Havai Devlet Hastanesi’nin suç işleyen akıl hastaları ile ilgilenen adli biriminde uzman psikolog olarak çalışmış. Hastalarıyla elde ettiği mucizevi sonuçlar çok ilgi çekmiş. Kullandığı yöntemler öyle etkiliymiş ki zamanla yatan hastaların tümü taburcu edilmiş, sonunda dört yıl içinde birim kapatılmış. Dr. Len’in kullandığı bu yöntem, 1982 Kasım’ından beri güncelleştirilmiş Ho’oponopono uygulaması yapan Hawaiili şaman Morrnah Nalamaku Simeona sayesinde ortaya çıkmış. Tüm dünyada bu yönteme ün kazandıran, öğrencisi Dr. Ihaleakala Hew Len ve Joe Vitale oldu.

Şimdi çalışmaya geçelim:

1)Kavgalar ve gerginlikler yaşamama yol açabilecek içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono”

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

2)Her konuda özgürleşmemi engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono”

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

3)İnsanları suçlama ve şikâyet ihtiyacımı yaratan olaylar içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono “

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

4)Kendimi geliştirmemeye yol açan aynı zamanda gücümü sevgi ve ışıktan almamı engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono “

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

Kaynak: Dr.Ihaleakala Hew Len ve Berna Özcan

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

İNSANIN RUHU ACI İSE TATLILIK VEREMEZ

Hayat yolculuğumuzda karşılaştığımız insanların arasında bize acı verenler de vardır tatlılık sunanlar da. Bize acı verenlerin ruhları acıdır, bu yüzden onlarla iletişimimizde hep olumsuz şeylerden konuşur üzülürüz. Tatlı ruhlar ise etrafına da tat verir, onlarla iletişimimiz pozitiftir. İnsanların bu kadar farklı olması doğaldır çünkü nasıl ki fiziken hiçbir insan birbirine benzemiyorsa ruhen de benzemez. Aynı anne babadan doğmuş kardeşler bile birbirinden bambaşka ruhlara sahiptir.

Tatlı bir ruh herkesin yüzünü güldürürken acı ruh birtakım olumsuzluklara sahip olduğu için önce kendisine sonra bütün canlılara zarar verir. Dikkat edilmesi gereken esas nokta yarattığı zarardan çok acılığın kaynağıdır. Bunun için de acı ruha neden olan travmaları bilmek gerekiyor. Hayat hiç kimse için kolay değildir, herkesin kendine göre yaşadığı zorluklar vardır. Bazıları daha çocukken annesiz babasız kalmıştır hatta belki anne ve babasını hiç tanımamıştır. Bazılarının çocukluğu ekonomik zorluklar içinde geçmiştir. Bazıları hiçbir şekilde sevgi görmemiş bazıları sevgi verdiğini sanıp her isteğini yerine getiren ebeveynleri yüzünden şımarık büyümüştür. Bunun gibi birçok travma nedeni sıralayabilirim. Bazı insanlar da vardır ki doğuştan acı ruha sahiptir, doğası öyledir. Temelinde ne olursa olsun önemli olan kişinin kendi yetişkin döneminde ruhunun acı mı yoksa tatlı mı olduğunun farkına varması ve gerekeni yapmasıdır.

Nasıl bir yiyecek veya içeceği damak zevkimize göre değerlendiriyorsak veya pişirdiğimiz bir yemeğin tuzu veya biberi fazla gelmişse bir dahaki sefere aynı hatayı yapmıyorsak acı ruha sahip insanlar da bir kez bunun farkına varabilirse ruhunu eğiterek bundan kurtulabilir. Yeter ki farkındalık oluşturabilsin, kendini tanıyabilsin.

Bir acı ruhta, sevgi olmayan her şey vardır: Bencillik, öfke, kıskançlık, kibir, cimrilik, intikam, kin, nefret, psikolojik ve fiziksel şiddet dürtüsü, yalan, hırs, nankörlük, vefasızlık, maddi ve manevi hak yemek, inat, vb.

Bu acı ruha sahip olan insanlar etrafa sevginin ışığını veremez. İnsan kendinde olmayanı başkasına nasıl versin? Bir de üstelik ışığı olanların ışığını söndürmeye çalışır.

Ruhunda kıskançlık olan belki farkından olmadan belki farkında olarak sizin ışığınızı ve yeteneklerinizi hiçe sayar ve değersizleştirmek için uğraşır. Fakat sizin farkındalığınız yüksek ise o kişinin ruhunu, size karşı ne yapmak istediğini görürsünüz. Çünkü böyle ruhlar açık olarak göstermez, bir yandan sizi seviyor, yeteneklerinizi, ışığınızı takdir ediyor gibi görünür diğer taraftan sizi değersizleştirir. O ışığın kendilerinde olmadığını gördükleri hâlde varmış gibi hissettirip o sırada sizin de ışığınızı söndürmeye çalışırlar. Siz, o kişilere farkındalık verseniz bile kabul etmez o acı ruhla yaşarlar. Kendi yetersizliklerini, yeteneksizliklerini, özgüvensizliklerini bu şekilde kapatmaya çalıştıkları için de hayatta başarısız olmaya mahkûmdurlar.

İnsanın ruhunda bencillik varsa veya aileden şımarık büyütüldüğü, her isteği karşılandığı için bencilleşmişse önce kendini düşünür; karşı tarafın zarara uğrayıp uğramayacağına aldırmadan kendi isteklerinin yerine gelmesini ister. Aslında kendisi zarar vermediğini sanır ama zarar verir. Çünkü bencil insan sevgide cimri olur. Hep almaya alışıktır. Sizinle iletişimini belirleyen de kendi ihtiyaçlarıdır. İhtiyacı varsa iletişim kurar yoksa hatırlamaz bile. Bencillikten kurtulmanın yolu, bunun ruhunu acılaştırdığını, menfaati için bütün canlılara zarar verdiğini insanın yine kendisinin fark etmesi ve görmesidir.

Acı veren ruhların altında aslında bir travma yattığını ve o travmanın da olumsuz duyguları tetiklediğini yukarıda belirttim. İşte o duygulardan biri de öfke. Hayatı boyunca zorluklar görüp üstesinden gelememenin, aileden sevgi yerine sürekli değersizlik görmenin, suçlamanın, suçlanmanın, ezilmiş hissetmenin, kendi ile barışmamış olmanın, yapılan haksızlıklara karşı duramamanın duygusudur öfke. Kısacası hayata karşı duyulandır ve ruhu acılaştırır ve o ruh, etrafına da acı verir. İnsan, öfkenin doğurduğu acılığın kendine ne kadar zarar verdiğini bildiğinde, fark ettiğinde kendi özgür iradesi ile değişime başlar. Fakat bu duygusunu kabullenmez reddederse acı ruhu ile yaşamak zorunda kalır.

Aynı şey diğer duygular için de geçerlidir. Yalan söyleyen birinin kendine güveni, saygısı ve sevgisi yoktur. Menfaat için insanlara yalan söyleyebilir. İşte bu ruh da acı verir. Bir yalana şahit olduğunuzda artık bu acı ruha karşı kendinizi korumaya alırsınız. O kişiye farkındalık verip bu acı ruhtan kurtulmasını da söyleyebilirsiniz. Fakat özgür iradesi ile kabul edip acı ruhtan kurtulmak veya kurtulmamak kendi elindedir.

Gördüğünüz gibi acı ruhta korkular ön planda. Korku yüzünden yalana başvurmak, korku yüzünden başkasının hakkını yemek, korku yüzünden vicdanlı ve merhametli davranışta bulunmamak, korkular yüzünden açık ve samimi olmamak, korkular yüzünden cimri davranmak ve karşı tarafın emeğini hiçe sayıp hakkını vermemek ya da sürekli karşı taraftan çekmeye çalışmak.

Acı ruhlar yalnız insana değil hiçbir canlıya saygı göstermez. İstediği gibi davranışta bulunur ve karşıdakine saygısızlık mı olmuş, bakmaz bile.

İki ay önce parkta yürüyüş yaparken karşılaştığım bir olaydan örnek vermek isterim. Dış görünüşe baktığınızda gayret düzgün ve tanımış markalı kıyafeti ile yürüyüş yapan biri, önünde duran bir kediye ayağı ile vurdu. Etrafından dolaşıp geçmek varken bu insan, ayağı ile kediye vurdu. Tabii ki kedi kaçtı. Şimdi, dış görünüşü ile değerlendirme yaptığımızda böyle bir insanın herhangi bir canlıya asla zarar vermeyeceğini düşünürüz. Ama işte acı ruhu zarar verdiğini gösterdi. Kim bilir zamanında neler yaşamış ki bu acı ruha sahip olmuş. Maalesef bu insan acı ruha sahip olduğunun ve bundan kurtulması gerektiğinin farkına varmadığı sürece hem kendine hem de diğer canlılara zarar vermeye devam edecek. 

Böyle bir insan olmak istemiyorsak bugüne kadar ruhumuzda olan acılar nelerdir, bunları kimlere yaşattık veya kimlerden gördük düşünmeliyiz. Düşünmeliyiz ki farkındalıkla dönüştürebilelim. Kendimizi ne kadar çok tanırsak eksiklerimizi o kadar gidermiş oluruz.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

AİLEDE SAĞLIK VE HUZUR

Sevgili okuyucularım, bir hafta aradan sonra yine anılarla birlikteyiz. Genç kız olma yolunda ilerleyen ortaokul ikinci sınıf öğrencisi, sandıktan bir anıyı daha serbest bırakıyor.

Öğretim yılının yarısını tamamlamış, karnemizi almıştık. Karnem normaldi, takdir veya teşekkür belgesi yoktu. Onun için 15 günlük sömestir tatilinin, eksiklerimi tamamlamak için bir fırsat olacağını düşünüyordum.

Bu arada her tatilde olduğu gibi bu tatilde de en çok sevdiğim konular olan spor ve siyaset ile ilgili gelişmeleri dinlemek ve okumak için vaktim olacaktı.

Amcalarımın siyaset ile ilgili konuşmalarını kulaklarımı açıp dinlemeyi seviyordum, geçmişte ülkede yaşanan olumsuz olayları ve yönetenleri merak edip ailemden öğrenmeye çalışıyordum. Fakat bu duruma babam hiç sıcak bakmıyordu. Çünkü babam çocuklarının siyasete karışmasını istemiyordu, ona göre siyaset tam olarak layığı ile işlemediği için yorum yapmazdı. Fakat ben o tatil dönemlerinde siyasetçilerin konuşmalarını kaçırmazdım. Özellikle meclis toplantılarında alınan kararları, milletvekillerinin konuşmalarını, dünyada nasıl yönetimler olduğunu öğrenmek konusunda merak içindeydim.

Amcalarım konuşurken ben de kendi düşüncelerimi ve fikrimi söylüyordum. Bunu sınıfta bazı arkadaşlarımla da konuşuyordum. Siyaset konusunda ben, bir partiyi desteklemek yerine kim, ne yapıyor, diye bakıyordum. Geçmişte yaşanan olaylarla ilgili özellikle anneme sorular sorup anlatmasını istiyordum. Siyaseti bu kadar sevmemin ve ilgilenmemin sebeplerinden biri tarihi sevmemdi.

Ablam üniversitede okuduğu için hiçbir zaman siyasetle ilgili konulara hiç karışmazdı. Okulda siyasi olaylar olduğunda korkup eve gelirdi. Çünkü sınıfındaki bazı arkadaşları bazı görüşlere sahipti ve babam bu konuda ablamı uyarmıştı. Ayrıca ablam benim gibi değildi. Bu konulara biraz daha farklı bakar fazla da ilgilenmezdi. Ağabeyim ve erkek kardeşim de siyasetle ilgilenmezler sadece gazete ve televizyondan takip ederlerdi. Onlar daha çok spor ile ilgilenirlerdi.

Benim sınıfımda ise siyasetten çok spor konuşulurdu. Özellikle pazartesi günleri hafta sonu oynanan futbol maçları sohbetlerin ana konusu olurdu, tuttuğu takım galip gelenler diğerlerini kızdırırdı. Sınıfta Fenerbahçe’yi tutan sayısı biraz da olsa fazlaydı. Benim tutuğum takım Beşiktaş’ı tutanların sayısı azdı. Futbolu yakından takip ettiğim için oynanan maçlar hakkında objektif değerlendirme yapıyordum. Bazı arkadaşlarımın farklı takım tutsa da benim gibi düşünmesi, objektif değerlendirme yapması, daha kolay konuşma fırsatı yaratıyordu.

İster sporda ister siyasette olsun fanatik olanlarla konuşmak istemezdim. Hâlâ da öyleyimdir, spor ve siyasette fanatizmden rahatsızlık duyarım. Çünkü objektif bakamayan böyle insanlar savundukları siyasi görüşü temsil eden partileri ve futbol takımlarının hatalarını görmezler. Hatta takım tutar gibi parti tutarlar. Bir de sizin konuşmalarınızı eleştirir ve yargılarlar.

Şimdi babama o kadar hak veriyorum ki. “Arkadaşlarınla hiçbir zaman siyaset konusunda tartışma çünkü bu küslüğe gider. Sen adaletli olduğun hâlde fanatikler senin düşünceni benimsemiyorlarsa saygı gösterip sessiz kal,” derdi. Doğru çünkü aksi durumda hakarete varan veya kalbinizi kıracak kelimeler duyabiliyorsunuz ve huzurunuz kaçıyor.

Babam da siyaseti takip ederdi aslında fakat fazla yorum yapmaz, eve gelen misafirlerle akrabalarla oy verdiği parti hakkında fanatik konuşmalar yapmaz, savunmazdı. Amcalarım ise her işin doğrusunu ve güzelini sadece tutukları partinin yaptığı görüşündeydiler.

Bu arada hafta sonları babama işinde yardım ederdim. Özellikle pazar günleri araba parça sayımında hesap işlerini beraber yapardık, hesabı birkaç kere kontrol ederdim. Çünkü bu para işiydi ve yanlışlık götürmezdi. Babam işinde çok titizdi, özellikle amcalarımın çalıştığı ve araba tamirinin yapıldığı diğer dükkândaki girdi ve çıktıları kontrol ederdi, açık olduğunu görünce bunu sorardı. Fakat bu sorular küçük amcam ile çoğu kez tartışmaya yol açıyordu. Küçük amcamın babama verdiği hesaplar bazen tutmazdı.

Annemin en çok istediği babamın amcalarımla olan ortaklıktan ayrılmasıydı. Çünkü maddi yönden ve iş konusunda sürekli ters düşmeleri sonucu babam üzülüyor ve sağlığı zarar görüyordu. Babam böyle bir ayrılığı hiç istemiyor onların yalnız başına yapamayacaklarını düşünüyordu. “Birlikten kuvvet doğar,” diyor ve birlikte çalışmak istiyordu fakat tek taraflı fedakârlık da olmuyordu. Annem durumdan rahatsız oluyordu. Harcamalar adaletli değildi. Annem ve babam tutumlu davranıyorlardı, babam yatırım yapmak için tasarruftan yanaydı. Amcalarımsa hiçbir zaman bir fedakârlık yapmıyor ağabeylerine güveniyordu. Olan biteni akrabalarımız da görüyordu ve babama “Bu konuda yumuşak olma, konuş,” diyorlardı.

Babamın kardeşlerine gösterdiği sevgi, anlayış, hoşgörüyü amcalarımın suistimal ettiğini, içlerinde sevgi olmadığını gördüm. Sevgi olsa babamı üzmez adaletli davranırlardı. Bencil olmazlardı.

Çocukken ailemde bunları görerek büyüdüğüm için ortaklı iş yapmayı hiçbir zaman istemedim, istemem. Çünkü ortaklıkta insan kendi başına karar alamıyor ve özgür hissetmiyor. Özellikle babamın kardeşleriyle olduğu gibi, birçok konuda tek başına karar veremediğiniz, üstelik adaletli olmayan ortaklıklar hiç yürümez. Böyle sorunlar yaşayınca insanın huzuru olmuyor.

Babam bazen amcalarımla toplantı yapıp iş dönüşünde gergin ve stresli görünüyordu. Bu hem bizi hem de kendisini üzüyordu. Bu yüzden bazı sağlık sorunları yaşamaya başlamıştı. Diyabet tanısı konulmuştu. Annem perhiz yemekleri yapmaya başladı. Babam boğazına düşkün değildi aslında, sonuç olarak hastalığının yemek nedeniyle değil stres kaynaklı olduğunu gördük. Çünkü babam perhiz yaptığı günlerde de yine sağlık sorunları yaşıyordu. Tabii spor da yapmadığı için ancak hafta sonu dışarı çıkarak o stresi atmaya çalışıyordu.

İnsan, kendi sağlığını etkileyecek kişilere hiçbir zaman müsaade etmemeli. Çünkü hayatta en önemli ve kaybedilirse yerine gelmeyecek tek şey sağlıktır. Babamın stres yaşayıp hasta olması bütün ev halkını etkileyip üzdüğü gibi huzurumuzu da kaçırıyordu. Sağlıktan sonra insana en çok gerekli olan huzurdur. Huzur olmadığı zaman istediğiniz kadar maddiyat sahibi olun, gerçekten boş. Çünkü o anda gözünüz hiçbir şey görmüyor.

Ergenlik döneminde bunların farkına varınca ileri yaşlarda sağlık, mutluluk, huzur ve aileniz sizin için her şeyden daha önce geliyor, her şeyden daha kıymetli oluyor. Başkalarına bu huzuru bozacak fırsatı vermiyorsunuz ve ailenize kimse tarafından haksız söz söyletmiyorsunuz.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KİMSE ERDEM OLMADAN MUTLU OLAMAZ

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi “Kimse Erdem Olmadan Mutlu Olamaz”

Bu kitabın yazarı olan; Cicero, Romalı ideal bir politikacı, hukukçu ve mükemmel bir hatipti. Stoa felsefesinin benimseyen Cicero, iyi bir devletin nasıl olacağı hakkında, dostluk, erdem, yaşlılık ve mutluluk gibi, toplumsal yaşamın hemen her alanında düşünce üretti. Bugün dahi düşünceleri güncel çalışmalara ilham olmaktadır. Roma’nın en çalkantılı siyasi döneminde yaşayan Cicero, dürüstlüğü, adaleti, özgürlük tutkusu ve büyüleyici konuşma tarzıyla dönemimde bir yıldız gibi parladı. Ona göre zalimlik her çağda baş belasıydı.

Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.

“…

Erdemlerin kraliçesi minnettarlıktır. Minnettarlık kelimesi Latince “gratia” kelimesiyle karşılık bulur. Hayatın hızla aktığı modern toplumda ona hak ettiği yeri veremsek de, minnettarlık güçlü bir duygudur.

Minnettarlık bugün psikoloji biliminin de çalışma konularından birisi. Nedir minnettarlık? Bakışlarımızı yaşamın mucizelerine çevirmek ve bizden büyük ve güven veren bir şeyle bağlantı kurmaktır. Minnettarlık hayatla bu şekilde bir bağ kurmamızı sağlarken, acı veren duyguları engeller, huzur, neşe ve empati gibi duyguları ortaya çıkarır. Odak noktamızı “ben”den alır hayatın bütününe kaydırır. Hayatın eksikliklerine değil de, sunduğu fırsatlara doğru bir kapı açar.

Psikoloji araştırmaları minnettarlığın yaşam memnuniyetini ve mutluluğu artırdığını, sağlığımızı geliştirdiğini, stresi azalttığını gösteriyor. Dahası ilişkileri geliştiriyor.

Günümüzden iki bin yıl önce Cicero, bu çalışmalar uyumlu şekilde minnettarlığa vurgu yapmıştır. Ona göre minnettarlık en büyük erdemdir, erdemlerin kraliçesidir.

“Minnettar bir kalp sadece erdemlerin en büyüğü değil, diğer hepsinin ebeveynidir.

Cicero’nun bu sözünü haklı çıkaran araştırmalar var. Minnettarlık oranı arttıkça toplum yanlısı davranışlar ve yardımseverlik artıyor, aynı şekilde kişiler ne kadar minnettarsa aldatma ve hile yapma olasılıkları azalıyor. Özetle minnettarlık iyi bir ahlaki karakterle bağlantılı.

Minnettarlık ayrıca kalpleri ahenkli hale getirerek toplumsal huzuru ve dayanışmayı destekler. Cicero’yu dinleyerek minnettarlığa hayatımıza daha çok yer verebiliriz.

Toplum yaşamının ayakta kalması bile dostluğa bağlıdır.

“Doğadan sevgi ve yakınlık bağı kaldırılsa, hiçbir ev, hiçbir kent ayakta duramaz. Tarım bile yapılamaz”

Peki, dostluğu neden ararız? Güçsüzlük ya da gereksinim için mi? Beklediğimiz şey karşılıklı yardım mıdır? Hayır. Dostluğun daha derin, daha soylu bir nedeni var.

Dostluğa adını veren sevgi, insanların yakınlık duygularıyla birbirine bağlanmasında başlıca nedendir… Dostluğun doğuşunda ondan ne çıkarlar elde edileceği düşüncesinden çok, ruhların sevgiyle bağlanması var.

Bu sevgi iyilikle, ilgiyle ve alışkanlıkla güçlenir, sonunda ruhun ilk kımıldanışı ve yakınlaşması bunlarla birleşir, insanda büyük ve hayran olunacak bir sevgi alevlenir. Yani dostluk çıkar kaygısından doğmaz. Ödül almak kaygısıyla da aranmaz. Gerçek dostluk destek bulmak, yardım görmek kaygısıyla değil, yakınlık ve sevencenlik görmekle ilgilidir. Önce iyi insan olmak, sonra kendine benzeyeni aramak doğru olur.  Kötü günde yanınızda bulunan insan sayısı azdır.”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

NANKÖR İNSAN YAPTIKLARINIZIN DEĞERİNİ BİLMEZ

Sevgili okuyucularım, 16 Mayıs 2022 tarihinde yazdığım “Çürük Meyveler” başlıklı yazımda zamanı geldiğinde nankörlük konusu hakkında yazacağımı dile getirmiştim. İşte bugün o zaman geldi.

Hemen hemen hepimiz hayatımızda nankörlük ile karşılaşmış, bunu yaşamışızdır. Nedir nankörlük? Yapılan iyiliklerin kadrini, kıymetini bilmemektir. Bu bağlamda nankör insan, yapılan iyiliklerden anlamayan insandır. Bu tür insanların hem kendisine hem de çevresine pek yararı dokunmamaktadır.

Her zaman olduğu gibi bu konuda da önce kendimiz ile yüzleşip bugüne kadar bize yapılan iyiliklerin değerini bildik mi bilmedik mi ve bu iyilikleri anladık mı anlamadık mı net olarak ortaya koymamız lazım. Sonra, kimler bize nankörlük etti, gözden geçirmemiz lazım. Sonra da bunlarla ilgili bir farkındalık oluşturup, ruhumuzu arındırmamız, şifalandırmamız gerek.

İnsan ilişkilerinde nankörlükle maalesef sıkça karşılaşılır; ailede, akraba ilişkilerinde, iş yerinde, komşulukta, arkadaşlıkta ve siyasette. İnsan yakınında olan, güvendiği, zaman ve emek harcadığı, değer verdiği birisinden nankörlük görürse daha çok üzülür.

Nankörlüğün içinde vefasızlık da vardır. “Bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır,” sözüyle anlatılmak istenen vefa, nankör insanlarda ne yazık ki yoktur.

Nankör insan hiçbir zaman sizin yaptığınız iyiliğin değerini bilmez. Kendine yapılan iyiliği hak olarak görür ve sonunda size “Şunu söyle yapmasaydın,” ya da “Yapılan iyilik konuşulmaz,” der. Yalnız burada ince bir çizgi var. Tabii ki iyilik konuşulmaz fakat yapılan iyilik de unutulmaz. İnsanın her zaman zor durumları olur. Bu zor durumlarda size destek çıkmış birinin iyiliğini unutup, ona değer göstermeyip kıymet bilmiyorsanız o zaman zaten evren size başka şekilde iyilik gelmesini engeller.

Nankör insanlar iyilik yapılmasını iyiliği yapanın görevi olarak görür. Kendi değerbilmezliğinin farkında olmaz da iyiliği yapanın mecbur olduğunu söyler. Akraba da olsa insan iyilik yapmaya mecbur tutulamaz. Bir kere iyilik insanın içinden gelmiyorsa zorla yapılmaz. Zaten kıymet bilmeyene de içinizden iyilik yapmak gelmez, başka yere yaparsınız. Ayrıca böyle insanlar, yaptığınız iyiliği de küçümser “Ne var ki? Herkes yapar bunu,” derler.

Nankör insan iyilikleri gördükten sonra sizinle bir daha irtibat kurmaz, bir hatır bile sormaz, özel günlerinizde sizi kutlamaz. İhtiyacı olduğu zaman ortaya çıkar tekrar sizden yardım ister. Bir gün olsun “Şu kişiler çok zor zamanımda yanımda oldu,” diye aramaz. Hele bir de o zor zamanı atlatıp rahata çıkmış ise siz yaptıklarınızı hiçe sayar.

Ailesine ve kendisine 10 sene boyunca zor zamanlarında şifa ve rehberlik çalışması yaptığım bir arkadaşımı kendi davranışıyla yüzleştirdiğimde bana olumsuz davranışta bulundu. Ben de “Peki, 10 senedir benden rehberlik alıyordun şimdi yüzleştiğin için mi böyle davranıyorsun? Benim şifalandırma yöntemim yüzleştirmektir,” dedim. İşte burada yapılan nankörlük çünkü verilen emeğin hiçe sayılması, yapılan işin değerini bilmeden olumsuz bir davranış sergilenmesi söz konusu. Yıllarca yaptığınız iyiliği bir gün yapmadığınız zaman o kişi size nankörlük mü gösterecek? Karşılığı bu mu olmalı?

İş yerinde iş arkadaşınıza yardım edersiniz ama bunun değerini bilmez, emeğinizi hiçe sayarsa bir gün tekrar yardım istediğinde artık yardım etmek istemezsiniz. Yine kendimden örnek vereyim. Çalıştığım şirkette bir arkadaşımın yetiştirmesi gereken işine yardım etmiştim. Müdürler o işi değerlendirirken o arkadaşım hakkında tabii ki pozitif görüş bildirdi ve arkadaşım müdürlere bu işin yetişmesi için yardım aldığını söylemedi. Çünkü kendisi takdir almak ve kendini göstermek istedi. Bu, aslında bir emek hırsızlığı oluyor. Böyle bir durumla karşılaşınca artık yardım etmek de istemiyorsunuz.

Aynı şekilde iş yerinde bir arkadaşım bazı özel sebeplerden dolayı belli bir süre çalışmayacaktı. Maddi ihtiyaçtan dolayı işinden olmaması için yerine eleman alınmasını istemedim. “Ben onun da işlerini yaparım,” dedim müdürüne. Bu arkadaşım bunu bildiği hâlde ben işte çıkarıldığım zaman bir gün arayıp sormadı. İşte bu yapılan, iyiliği unutmaktır.

Ama tabii iyilik gibi nankörlük de insanın kendi yerini belirler. Değer veren ile değer vermeyene aynı gözle bakılmaz. Çünkü aynı gözle bakıldığı zaman değer verenin hakkı yenmiş olur.

Nankör insan, iyiliğinize rağmen size kötülük yapar. Sizi sömürür. Baktı ki siz vicdanlı ve merhametlisiniz her türlü şekilde sömürür, siz verdikçe o alır ama yaptığınızın kıymetini bilmez.

Birisi bana “Sizin kıymetinizi biliyorum,” dedi. Ben de ona şunu söyledim:

“Hep ihtiyacın olduğu zaman bana geliyorsun. Bir gün benim hatırımı sordun mu? Bir gün özel günümü kutlamak için telefon açtın mı mesaj yazdın mı? İçinden gelip bir hediye alıp verdin mi? Kıymeti davranışlar gösterir. Öyle söylemekle ya da işin düştüğü zaman gelmekle olmaz,” dedim.

Yine yaşadığım bir olaydan bahsedeyim. 2016 yılıydı, bir arkadaşımın kızı, İtalya’ya okumak için gidecek fakat babası izin vermiyor. Sonunda benden bununla ilgili şifa çalışması talep etti, ben de elimden geleni yaptım. Sonra kızı İtalya’ya okumaya gitti. Bir gün görüştüğümüzde yanımızdaki ortak arkadaşımız dedi ki “Ne kadar akıllı kızın var. Hedeflerini gerçekleştirdi, babasını da ikna etti.” Arkadaşım sesini çıkarmadı, orada benim yaptığım çalışmayı söylemedi, “Burada bu çalışmada yapıldı, bu emek de var,” demedi. Bu, sizin emeğinizi hiçe saymak ve vefa göstermemektir.

Ben bunu şifa yaparken bazı insanlarda gördüm. Yok, “Sen yapmadın başkası yaptı,” yok “Senden önce başkası rehberlik verdi, o da söyledi.” Daha neler neler… İşte bunlar, kıymet bilmeyip nankörlük yapan insanlar. Bunları görünce sonra zaten böyle insanlara bir şey yapmak istemiyor insan, çoğu zaman da ruhlarını görüp baştan “Hayır,” diyor.

Oscar Wilde, “Nankör insan, her şeyin fiyatını bilen fakat hiçbir şeyin değerini bilmeyen kimsedir,” der.

Nankörlüğü sadece insan ilişkileriyle de sınırlamamak gerek. Bir eşyanın hatta yaşanan şehrin, ülkenin değerini bilmemek de nankörlüktür. Her şeyi para ile satın alınacağını ve hiçbir şeyin sonsuz olmadığını düşünmek ne büyük yanılgıdır. Kullandığınız eşyaların kıymetini bilmediğinizde o eşyalara nankörlük yapmış oluyorsunuz. Sizin için hazırlanmış bir yiyeceğe, verilen hediyeye hak ettiği kıymeti göstermediğinizde aslında hem nankörlük etmiş hem de kendinize karşı olumsuz davranmış olursunuz.

Yaşadığı ülkeye zarar veren insanların yaptığı nankörlüktür.

Kamu malına, doğaya ve doğal kaynaklara zarar verip hor kullananların yaptığı nankörlüktür.

Vefalı insan tek bir zararınızı görse de yaptığınız iyilikleri unutmaz, bir çırpıda sizi silmez. Nankör insana ne yaparsanız yapın yine nankörlüğü devam eder, ta ki siz yapmaktan vazgeçinceye kadar.

Tabii siz yine de birkaç nankörlük gördünüz diye iyilikten asla vazgeçmeyin. Çünkü evren her zaman negatif ve pozitif olarak dönüş yapar.

İnsan olmanın bir tanesinde hiçbir zaman nankör olmayacaksın.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

TEBESSÜM

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

Bazen kendi kendimize yolda gördüğümüz insana tebessüm etmiş olsam ne olacak diye düşünürüz. Ya da bir tebessümden o insanın o anda üzüntüsü mü gidecek diye düşünürüz. Aslında bir tebessüm bir ilaç gibi şifa olacağını bilemeyiz. İnsanları iyi hissetmesine neden olan bir davranıştır tebessüm.

Bilgelik hikayemiz sizlerle…

Küçük kız, hüzünlü bir yabancıya gülümsedi. Bu gülümseme adamın kendisini daha iyi hissetmesine sebep oldu. Bu hava içinde yakın geçmişte kendisine yardım eden bir dosta teşekkür etmediğini hatırladı. Hemen bir not yazdı, yolladı. Arkadaşı bu teşekkürden o kadar keyiflendi ki, her öğlen yemek yediği lokantada garsona yüklü bir bahşiş bıraktı. Garson, ilk defa böyle bir bahşiş alıyordu. Akşam eve giderken, kazandığı paranın bir parçasını her zaman köşe başında oturan fakir adamın şapkasına bıraktı. Adam öyle ama öyle minnettar oldu ki… İki gündür boğazından aşağı lokma geçmemişti. Karnını iki günden beri ilk defa doyurduktan sonra, bir apartman bodrumundaki odasının yolunu ıslık çalarak tuttu. Öyle neşeliydi ki, bir saçak altında titreyen köpek yavrusunu görünce, kucağına alıverdi.

Küçük köpek gecenin soğuğundan kurtulduğu için mutluydu. Sıcak odada sabaha kadar koşuşturdu. Gece yarısından sonra apartmanı dumanlar sardı. Bir yangın başlıyordu. Dumanı koklayan köpek öyle havlamaya başladı ki, önce fakir adam uyandı, sonra bütün apartman kalktı. Anneler, babalar dumandan boğulmak üzere olan yavrularını kucaklayıp, ölümden kurtardılar. Bütün bunların hepsi, bir TEBESSÜM’ün sonucuydu…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com