NANKÖR İNSAN YAPTIKLARINIZIN DEĞERİNİ BİLMEZ

Sevgili okuyucularım, 16 Mayıs 2022 tarihinde yazdığım “Çürük Meyveler” başlıklı yazımda zamanı geldiğinde nankörlük konusu hakkında yazacağımı dile getirmiştim. İşte bugün o zaman geldi.

Hemen hemen hepimiz hayatımızda nankörlük ile karşılaşmış, bunu yaşamışızdır. Nedir nankörlük? Yapılan iyiliklerin kadrini, kıymetini bilmemektir. Bu bağlamda nankör insan, yapılan iyiliklerden anlamayan insandır. Bu tür insanların hem kendisine hem de çevresine pek yararı dokunmamaktadır.

Her zaman olduğu gibi bu konuda da önce kendimiz ile yüzleşip bugüne kadar bize yapılan iyiliklerin değerini bildik mi bilmedik mi ve bu iyilikleri anladık mı anlamadık mı net olarak ortaya koymamız lazım. Sonra, kimler bize nankörlük etti, gözden geçirmemiz lazım. Sonra da bunlarla ilgili bir farkındalık oluşturup, ruhumuzu arındırmamız, şifalandırmamız gerek.

İnsan ilişkilerinde nankörlükle maalesef sıkça karşılaşılır; ailede, akraba ilişkilerinde, iş yerinde, komşulukta, arkadaşlıkta ve siyasette. İnsan yakınında olan, güvendiği, zaman ve emek harcadığı, değer verdiği birisinden nankörlük görürse daha çok üzülür.

Nankörlüğün içinde vefasızlık da vardır. “Bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır,” sözüyle anlatılmak istenen vefa, nankör insanlarda ne yazık ki yoktur.

Nankör insan hiçbir zaman sizin yaptığınız iyiliğin değerini bilmez. Kendine yapılan iyiliği hak olarak görür ve sonunda size “Şunu söyle yapmasaydın,” ya da “Yapılan iyilik konuşulmaz,” der. Yalnız burada ince bir çizgi var. Tabii ki iyilik konuşulmaz fakat yapılan iyilik de unutulmaz. İnsanın her zaman zor durumları olur. Bu zor durumlarda size destek çıkmış birinin iyiliğini unutup, ona değer göstermeyip kıymet bilmiyorsanız o zaman zaten evren size başka şekilde iyilik gelmesini engeller.

Nankör insanlar iyilik yapılmasını iyiliği yapanın görevi olarak görür. Kendi değerbilmezliğinin farkında olmaz da iyiliği yapanın mecbur olduğunu söyler. Akraba da olsa insan iyilik yapmaya mecbur tutulamaz. Bir kere iyilik insanın içinden gelmiyorsa zorla yapılmaz. Zaten kıymet bilmeyene de içinizden iyilik yapmak gelmez, başka yere yaparsınız. Ayrıca böyle insanlar, yaptığınız iyiliği de küçümser “Ne var ki? Herkes yapar bunu,” derler.

Nankör insan iyilikleri gördükten sonra sizinle bir daha irtibat kurmaz, bir hatır bile sormaz, özel günlerinizde sizi kutlamaz. İhtiyacı olduğu zaman ortaya çıkar tekrar sizden yardım ister. Bir gün olsun “Şu kişiler çok zor zamanımda yanımda oldu,” diye aramaz. Hele bir de o zor zamanı atlatıp rahata çıkmış ise siz yaptıklarınızı hiçe sayar.

Ailesine ve kendisine 10 sene boyunca zor zamanlarında şifa ve rehberlik çalışması yaptığım bir arkadaşımı kendi davranışıyla yüzleştirdiğimde bana olumsuz davranışta bulundu. Ben de “Peki, 10 senedir benden rehberlik alıyordun şimdi yüzleştiğin için mi böyle davranıyorsun? Benim şifalandırma yöntemim yüzleştirmektir,” dedim. İşte burada yapılan nankörlük çünkü verilen emeğin hiçe sayılması, yapılan işin değerini bilmeden olumsuz bir davranış sergilenmesi söz konusu. Yıllarca yaptığınız iyiliği bir gün yapmadığınız zaman o kişi size nankörlük mü gösterecek? Karşılığı bu mu olmalı?

İş yerinde iş arkadaşınıza yardım edersiniz ama bunun değerini bilmez, emeğinizi hiçe sayarsa bir gün tekrar yardım istediğinde artık yardım etmek istemezsiniz. Yine kendimden örnek vereyim. Çalıştığım şirkette bir arkadaşımın yetiştirmesi gereken işine yardım etmiştim. Müdürler o işi değerlendirirken o arkadaşım hakkında tabii ki pozitif görüş bildirdi ve arkadaşım müdürlere bu işin yetişmesi için yardım aldığını söylemedi. Çünkü kendisi takdir almak ve kendini göstermek istedi. Bu, aslında bir emek hırsızlığı oluyor. Böyle bir durumla karşılaşınca artık yardım etmek de istemiyorsunuz.

Aynı şekilde iş yerinde bir arkadaşım bazı özel sebeplerden dolayı belli bir süre çalışmayacaktı. Maddi ihtiyaçtan dolayı işinden olmaması için yerine eleman alınmasını istemedim. “Ben onun da işlerini yaparım,” dedim müdürüne. Bu arkadaşım bunu bildiği hâlde ben işte çıkarıldığım zaman bir gün arayıp sormadı. İşte bu yapılan, iyiliği unutmaktır.

Ama tabii iyilik gibi nankörlük de insanın kendi yerini belirler. Değer veren ile değer vermeyene aynı gözle bakılmaz. Çünkü aynı gözle bakıldığı zaman değer verenin hakkı yenmiş olur.

Nankör insan, iyiliğinize rağmen size kötülük yapar. Sizi sömürür. Baktı ki siz vicdanlı ve merhametlisiniz her türlü şekilde sömürür, siz verdikçe o alır ama yaptığınızın kıymetini bilmez.

Birisi bana “Sizin kıymetinizi biliyorum,” dedi. Ben de ona şunu söyledim:

“Hep ihtiyacın olduğu zaman bana geliyorsun. Bir gün benim hatırımı sordun mu? Bir gün özel günümü kutlamak için telefon açtın mı mesaj yazdın mı? İçinden gelip bir hediye alıp verdin mi? Kıymeti davranışlar gösterir. Öyle söylemekle ya da işin düştüğü zaman gelmekle olmaz,” dedim.

Yine yaşadığım bir olaydan bahsedeyim. 2016 yılıydı, bir arkadaşımın kızı, İtalya’ya okumak için gidecek fakat babası izin vermiyor. Sonunda benden bununla ilgili şifa çalışması talep etti, ben de elimden geleni yaptım. Sonra kızı İtalya’ya okumaya gitti. Bir gün görüştüğümüzde yanımızdaki ortak arkadaşımız dedi ki “Ne kadar akıllı kızın var. Hedeflerini gerçekleştirdi, babasını da ikna etti.” Arkadaşım sesini çıkarmadı, orada benim yaptığım çalışmayı söylemedi, “Burada bu çalışmada yapıldı, bu emek de var,” demedi. Bu, sizin emeğinizi hiçe saymak ve vefa göstermemektir.

Ben bunu şifa yaparken bazı insanlarda gördüm. Yok, “Sen yapmadın başkası yaptı,” yok “Senden önce başkası rehberlik verdi, o da söyledi.” Daha neler neler… İşte bunlar, kıymet bilmeyip nankörlük yapan insanlar. Bunları görünce sonra zaten böyle insanlara bir şey yapmak istemiyor insan, çoğu zaman da ruhlarını görüp baştan “Hayır,” diyor.

Oscar Wilde, “Nankör insan, her şeyin fiyatını bilen fakat hiçbir şeyin değerini bilmeyen kimsedir,” der.

Nankörlüğü sadece insan ilişkileriyle de sınırlamamak gerek. Bir eşyanın hatta yaşanan şehrin, ülkenin değerini bilmemek de nankörlüktür. Her şeyi para ile satın alınacağını ve hiçbir şeyin sonsuz olmadığını düşünmek ne büyük yanılgıdır. Kullandığınız eşyaların kıymetini bilmediğinizde o eşyalara nankörlük yapmış oluyorsunuz. Sizin için hazırlanmış bir yiyeceğe, verilen hediyeye hak ettiği kıymeti göstermediğinizde aslında hem nankörlük etmiş hem de kendinize karşı olumsuz davranmış olursunuz.

Yaşadığı ülkeye zarar veren insanların yaptığı nankörlüktür.

Kamu malına, doğaya ve doğal kaynaklara zarar verip hor kullananların yaptığı nankörlüktür.

Vefalı insan tek bir zararınızı görse de yaptığınız iyilikleri unutmaz, bir çırpıda sizi silmez. Nankör insana ne yaparsanız yapın yine nankörlüğü devam eder, ta ki siz yapmaktan vazgeçinceye kadar.

Tabii siz yine de birkaç nankörlük gördünüz diye iyilikten asla vazgeçmeyin. Çünkü evren her zaman negatif ve pozitif olarak dönüş yapar.

İnsan olmanın bir tanesinde hiçbir zaman nankör olmayacaksın.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

TEBESSÜM

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

Bazen kendi kendimize yolda gördüğümüz insana tebessüm etmiş olsam ne olacak diye düşünürüz. Ya da bir tebessümden o insanın o anda üzüntüsü mü gidecek diye düşünürüz. Aslında bir tebessüm bir ilaç gibi şifa olacağını bilemeyiz. İnsanları iyi hissetmesine neden olan bir davranıştır tebessüm.

Bilgelik hikayemiz sizlerle…

Küçük kız, hüzünlü bir yabancıya gülümsedi. Bu gülümseme adamın kendisini daha iyi hissetmesine sebep oldu. Bu hava içinde yakın geçmişte kendisine yardım eden bir dosta teşekkür etmediğini hatırladı. Hemen bir not yazdı, yolladı. Arkadaşı bu teşekkürden o kadar keyiflendi ki, her öğlen yemek yediği lokantada garsona yüklü bir bahşiş bıraktı. Garson, ilk defa böyle bir bahşiş alıyordu. Akşam eve giderken, kazandığı paranın bir parçasını her zaman köşe başında oturan fakir adamın şapkasına bıraktı. Adam öyle ama öyle minnettar oldu ki… İki gündür boğazından aşağı lokma geçmemişti. Karnını iki günden beri ilk defa doyurduktan sonra, bir apartman bodrumundaki odasının yolunu ıslık çalarak tuttu. Öyle neşeliydi ki, bir saçak altında titreyen köpek yavrusunu görünce, kucağına alıverdi.

Küçük köpek gecenin soğuğundan kurtulduğu için mutluydu. Sıcak odada sabaha kadar koşuşturdu. Gece yarısından sonra apartmanı dumanlar sardı. Bir yangın başlıyordu. Dumanı koklayan köpek öyle havlamaya başladı ki, önce fakir adam uyandı, sonra bütün apartman kalktı. Anneler, babalar dumandan boğulmak üzere olan yavrularını kucaklayıp, ölümden kurtardılar. Bütün bunların hepsi, bir TEBESSÜM’ün sonucuydu…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ÇOCUK DA HAKKINI SAVUNABİLMELİ

Sevgili okuyucularım, bir hafta aradan sonra yine anılarla birlikteyiz. Genç kız olma yolunda ilerleyen ve artık ortaokul ikinci sınıfa giden öğrenci sandıktan bir anıyı daha serbest bırakıyor.

Kış mevsimi gelmiş, İstanbul beyaza bürünmüştü. O kış en çok babamın yüzü gülüyordu çünkü yoğun kar yağışı nedeniyle kar lastiği ve zincir satışları artmıştı. Ben de mutluydum, karların içine gömüle gömüle okula gitmeyi çok seviyordum. Arkadaşlarımla yol boyunca neşe içinde kartopu oynuyorduk. Bazen kendimizi öyle kaptırıyorduk ki zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorduk. Bu sefer okula geç kalma korkusuna kapılıyorduk. Aslında okula trenle gidiyorduk ama kış şartlarında seferler sıkça aksadığı için yürümeyi tercih ediyorduk. Böyle havalarda derslere geç kalmamak için yürüme önerisi benden geliyordu, “İstasyona gitmeden direkt evden çıkıp yürüyelim,” diyordum. Arkadaşlarım da kabul ediyordu.

Ablamı, amcam arabayla üniversiteye bırakıyordu. Ağabeyimin okulu eve 15 dakika yürüme mesafesindeydi, erkek kardeşim de okula servisle gittiği için böyle havalarda onlara sorun olmuyordu. Ben öğlenci olduğum için tabii ki sabah babam bırakmıyordu. Bu durumdan şikâyet etmiyordum aksine daha mutlu oluyordum çünkü vasıtaya binmeyi pek istemiyordum. Yürümeyi tercih ediyordum.

Bu arada ablam ile öğretmenler hakkında konuşuyordum. Ablam aynı okulu bitirdiği ve bazı derslerime gelen öğretmenler ablamın da öğretmeni olduğu için onların hakkında bir fikri vardı. Fakat bu öğretmenler hakkındaki değerlendirmelerimiz genellikle birbirinden farklı oluyordu. Ablam, öğretmenleri daha çok verdikleri notlar ve dış görünüşleri; giyim kuşamları ile değerlendiriyordu. Ben ise daha çok sınıftaki davranışlara göre değerlendirme yapıyordum. Öğretmenin öğrencilere nasıl davrandığı, ders anlatma biçimi benim için daha önemliydi. Öğretmenin dış görünüşüne önem vermezdim. Sert bir üslup ile ders anlatan bir öğretmen en şık kıyafetleri giyse bile bende iz bırakan giysileri değil sert tavrı olurdu. Tabii ki bir öğretmenin bakımlı olması iyi bir şey ama önemli olan dersleri güzel üslupla ve çok ayrıntılı anlatmasıdır.

Kimi öğretmen not verirken de sertti. Derler ya, “Bir notu kırmak için bir virgüle bile bakar,” diye, işte bazı öğretmenler öyleydi. Bazı öğretmenler de birkaç öğrenciden hoşlanmaz, onları daha yakın takibe alır ve not verirken o öğrencilerin ders durumuna değil davranışlarına göre değerlendirme yapardı. Bazı öğretmenler öğrencilere konuşması için söz hakkı bile vermez, kendi davranışlarının doğru olduğunu göstermek isterdi.

Aslında o zaman öğrenci konumunda bulunmak ve yaşın da küçük olmasının etkisiyle öğretmenlerin hep doğruyu bildiğini düşünüyor insan ve onları haklı görüyor. Bir de aileden “Sakın öğretmenlerine cevap verme, sessiz kal,” diyerek büyüklere cevap vermenin saygısızlık olduğu öğretilmişse haklı da olsanız hiçbir şekilde kendinizi ifade edemiyorsunuz. Oysa haklıyken konuşamamak o kadar zor bir şey ki. O anda öyle bir duygu oluyor ki sanki kendi düşünceniz, davranışınız yanlış ve yalan söylüyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. Çocukken bunu yaşadığınızda ileri yaşlarda kendinizi ifade ederken büyüklere karşı sürekli bir savunma mekanizması oluşturuyorsunuz. En ufak bir hatanızda bile “Bunu nasıl yaparsın?” diyecekleri endişesiyle suçluluk duygusu yerleşiyor ve haklı iken bir anda haksız duruma düşüyorsunuz.

O yıllarda özellikle aldığım nota itiraz etmek istesem bile “öğretmen haklıdır” düşüncesi gereği “Kâğıdımı görmek istiyorum,” diyemezdim. Ayrıca bazı öğretmenlerin öğrencilerle alaycı üslupla konuşmasına şahit olduğum hâlde “Neden böyle konuşuyorsunuz?” deme hakkına sahip olmadığımı düşünürdüm, sessiz kalmak zorunda kalırdım çünkü büyüklere karşı hakkını savunmanın saygısızlık olduğu öğretilmişti bize.

O yaşlarda zihninize kazınan bu öğreti ileri yaşlarda haklı iken de kendinizi haksız görmenize ve savunmayıp sessiz kalmanıza neden oluyor. Ancak nerede sessiz kalmanız nerede hakkınızı savunmanız gerektiğini öğrendiğinizde ve bilinçaltındaki bu olumsuz olayı şifalandırdığınızda bu sefer hayatınızda almanız gereken hakkınızı almaya başlıyorsunuz. Haklı olduğunuz bir konuda ister en sevdiğiniz arkadaşınız olsun ister kardeşiniz ister akrabanız; onlara karşı kendiniz savunuyorsunuz. Hakkınızı istiyorsunuz.

Aslında ailem büyüklere ve genel olarak insanlara karşı saygılı olmak konusunda güzel bir şey öğretmişti. Elbette büyüklerle konuşurken kötü üslup kullanmak veya ukalalık yapmak saygısızlık olur. Fakat en doğrusunu büyükler bilir düşüncesi de doğru değildir. Ayrıca kendi hakkını korumak için veya şüphe ettiği bir konuda soru sormaktan çekiniyorsa o çocuk kendine olan güvenini nasıl geliştirecek? Yazılı kâğıdımı görmek istiyorsam bu benim çok doğal hakkımdır. Nereden not kırılmış onu gözlerimle görmek ve bir daha aynı hatayı yapmamak için bu hakkımı kullanabilmeliyim. O zamanlar tabii ki egoyu bilmediğim için bazı öğretmenlerin egolu davranışta bulunduklarını sonradan fark ettim. Hatta öğrenciler arasında ayrım yaptıklarını, kimilerine sert davranırken kimilerine tolerans gösterdiklerini de.

İnsan çocukken haklı olduğu durumlarda bile sessiz kalırsa suçluluk duygusu bilinçaltına yerleşir. İleri yaşlarda bu travmayı çözmediği sürece de her olayda kendini haksız görür ve suçlu hisseder.

Sessiz kalmak insanın içinde birikime yol açıyor. Her şey zamanında söylenmelidir. Tabii ki hakkını savunmak kimseye hakaret etmeden, güzel üslupla ve nezaket çerçevesinde olmalıdır.
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BARIŞ BENİM İLE BAŞLAR – 15

Sevgili okuyucularım, bu ay ki “ho’oponopono” adı verilen bir arınma çalışmasını paylaşıyorum. Bu ay da farklı konular için aynı şekilde yapmanız gereken bu arınma çalışmasını dört madde hâlinde paylaşıyorum. Düzenli olarak yaptığınızda gerçekten kendinizde inanılmaz bir olumlu değişiklik göreceksiniz. Özellikle zihniniz, ne kadar berraklaşırsa o kadar huzurlu olur. En önemlisi berrak bir zihin her zaman doğru karar almanızı sağlar. Çünkü zihin olumsuzluklarla dolu olduğu zaman doğru karar bile alamıyorsunuz. Disiplin ve azimle yapılan çalışmalardan her zaman olumlu karşılık alınır. Çalışmaya geçmeden önce bununla ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum. Geçen ay bu bilgiyi paylaşmıştım fakat belki ilk defa okuyacak olanlar vardır. Onlar için yinelemekte fayda görüyorum.

Ho’oponopono yöntemi; karşımızdaki insanın yaşadığı bir sorunu duyduğumuz, öğrendiğimiz anda bizim sorunumuz olarak algılayıp kendi içimizde bundan arınarak karşımızdakini de arındırma yolunu öğretiyor. Sadece insanları değil her şeyi arındırıp temizlemenin yoludur bu. Olumsuz durumlardan kurtulmanın bir yöntemidir.

Ho’oponopono, Havai halkının kullandığı bir kendini arındırma yöntemidir. Bu yöntemi Joe Vitale’in kitabı “Zero Limit” aracılığı ile batı dünyasına tanıtan ve meşhur eden kişi Dr. Ihaleakala Hew Len oldu. Doktorasını Iowa Üniversitesi’nde yapmış olan Dr. Ihaleakala Hew Len, uzun yıllar Havai Devlet Hastanesi’nin suç işleyen akıl hastaları ile ilgilenen adli biriminde uzman psikolog olarak çalışmış. Hastalarıyla elde ettiği mucizevi sonuçlar çok ilgi çekmiş. Kullandığı yöntemler öyle etkiliymiş ki zamanla yatan hastaların tümü taburcu edilmiş, sonunda dört yıl içinde birim kapatılmış. Dr. Len’in kullandığı bu yöntem, 1982 Kasım’ından beri güncelleştirilmiş Ho’oponopono uygulaması yapan Hawaiili şaman Morrnah Nalamaku Simeona sayesinde ortaya çıkmış. Tüm dünyada bu yönteme ün kazandıran, öğrencisi Dr. Ihaleakala Hew Len ve Joe Vitale oldu.

Şimdi çalışmaya geçelim:

1)Hayatımda tehlikeli ve zorlayıcı durumlar yaratabilecek içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono“

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

2) Fiziksel, duygusal, zihinsel ve ruhsal olarak özgürleşmemi engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono”

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

3) Yaşamımdaki olasılıkları kolaylıkla görmemi ve en doğru olanı hızla seçmemi engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono”

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

4) Hayatımda dramalar yaratma, dramaları sürdürme isteğimi ve ihtiyacımı yaratan içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono “

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

Kaynak: Dr.Ihaleakala Hew Len ve Berna Özcan

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

YARGILAMA YERİNE FARKINDALIK VERMEK

Sevgili okuyucularım, bu hafta yargılama konusuna değineceğim. Bugüne kadar hayatımızda kimleri yargıladık, kimler tarafından yargılandık? Bu yüzden neler hissettik, neler hissettirdik? Bu sorulara verdiğimiz yanıtla hem üzdüğümüzü hem de üzüldüğümüzü görürüz. Üzmek ve üzülmek istemiyorsak insanları yargılamak yerine onlara farkındalık vermeliyiz.

Önce “yargılama” kelimesinden ne anladığımıza bakalım. Çoğu insan yargılamayı eleştirmekle karıştırıyor ve insanın hatasını veya yanlışını söylemek olarak yorumluyor. Oysa eleştiride hata ve yanlışın nedeni bilinirken, yargılamada kınayan kişinin diğeri hakkında hiçbir fikri yoktur. Bu yüzden bir insanı yargılamadan önce yaşadıklarına, şartlarına bakmak gerekir. İşte o şartları bilmeden bazen insanlar başkalarını yargılarken “İyi olmasını istediğim için, hata yapmasını istemediğim için” gibi kılıflar uydururlar. Aslına bakarsanız, birinin iyi olmasını, hata yapmamasını istiyorsanız ona farkındalık vermelisiniz ki o hatayı bir daha tekrarlamasın. Bu da ancak yeni yollar göstererek, yeni ufuklar açarak olabilir.

Başkalarını yargılamanın temelinde kibir yatar. Yargıladığınızda sizde nasıl bir düşünce ve nasıl bir his uyandırdığına bakarsanız ne demek istediğimi anlayacaksınız. Şimdi, elinize kâğıt kalem almanızı rica ediyorum. Kâğıda geçmişte kimleri, ne için ve nasıl yargıladığınızı, kimleri hâlâ yargılamaya devam ettiğinizi, hayatınızda bu kelimenin ne kadar yer kapladığını listeleyerek “Bunu neden yapıyorum?” sorusunu sorun kendinize. Bu arada amacımız bu konuda kendimiz ile yüzleşip altında yatan o duyguyu ve düşünceyi şifalandırmaktır. Bu çalışmayı yaptığınız zaman hayatınızda bu olumsuz davranış biçimine boş yere ne kadar çok yer verdiğinizi göreceksiniz. Aynı zamanda yargılama ile ilgili önce kendinizde bir farkındalık oluşturup hayatınıza geçirdiğinizde hayatın nasıl kolaylaştığını da göreceksiniz.

Nasıl bir farkındalık geliştireceğinizi ve başkalarına da nasıl farkındalık vereceğinizi paylaşmadan önce yargılama ile ilgili sizlerin de belki bildiğiniz birkaç söz paylaşmak istiyorum.

“Kimseyi geçmişi ile yargılama, unutma elmas da işlemeden önce bir parça kömür idi.” (Hz. Mevlânâ)

“Bir kitabı asla kapağına göre yargılama.” (Ray Bradbury)

“Eğer beni yakından tanımıyorsan uzaktan yargılama hakkına sahip değilsin!” (Bob Marley)

“Önemli olan yargılamak değil; anlamaktır.” (Baruch Spinoza)

“İnsanları yargılarsan onları sevmeye zamanın kalmaz.” (Rahibe Teresa)

“Hiç kimseyi kolay kolay yargılamayın. İnsanların içindeki yangınları, savaşları, acıları, ölümleri bilemezsiniz. Anlamaya çalışın, yardım edin, dinleyin ama asla yargılamayın. O insanın geçtiği yolları bilmeden onun yolunu kınamayın.” (La Edri)

Sevgili okuyucularım, yukarıda yargılamanın kibirden kaynakladığını belirttim. Daha önceki yazılarımdan hatırlayacaksınız; kibir negatif bir duygudur ve içinde sevgi barındırmaz. Bu yüzden yargılamak da sevgisizliğe gider. Dikkat ederseniz, başkalarını sürekli yargılayanların, mutsuz insanlar olduklarını göreceksiniz. Sürekli başkalarını kınayan insan, kendisi mükemmel olduğu için mi kendi hatasını ötmek için mi bunu yapıyor? Çevrenizde böyle insanlar varsa onlara bir de bu açıdan bakmanızı öneririm.

İnsanların en büyük yanılgısı tanımadan veya öğrenmeden kendi pencerelerinden gördükleriyle başkalarının hayatları ve davranış nedenleri hakkında hüküm vermesidir. Şimdi, nasıl peşin hükümler verilebildiğine ve bu yanlış tutumun nasıl dönüştürülebileceğine örneklerle bakalım.

Bir arkadaşınız eğitimini yarım bırakmış, bu yüzden de iyi bir işi yok. Siz hemen onun tembel olduğu için okulu bitiremediğini söylerseniz onu yargılamış olursunuz. Yapmanız gereken neden eğitimini tamamlayamadığını öğrenmektir. Arkadaşınız olduğu için bunu öğrenme şansınız vardır. Kendisine uygun biçimde sorup alacağınız yanıta göre farkındalık verebilirsiniz. Hiçbir şey için geç olmadığını, isterse eğitimini bugün de tamamlayarak daha iyi iş imkânları ve daha iyi para kazanma şansı elde edebileceğini, bu eğitimi tamamlayacak potansiyeli olduğunu söyleyebilirsiniz.

Hiç yemek yapmamış bir kişi hakkında “Hiç mutfağa girmemiş, yapsa bile kim bilir nasıl olur?” demek yerine “İlk olarak bu yemeği yaparak bu işe başlayabilirsin, şartların uygunsa yemek kursuna gidip güzel şeyler öğrenebilirsin veya yemek kitabı alarak okuyup yemek yapabilirsin,” diye farkındalık verebilir, cesaretlendirebilirsiniz.

Korkuları olan insanları hemen yargılamak yerine o kişiye farkındalık verip o korkularının şifalanmasını sağlayabilirsiniz veya öfkesi olan bir insanı bu yüzden yargılamak yerine öfkenin her şeyden önce kendisine sonra da etrafa zarar vereceğini hatırlatarak farkındalık kazanmasını sağlayabilirsiniz. Başarısız bir insanın başarısızlığı ile alay etmek yerine neden bu duruma düştüğüne farkındalık getirerek bakmak gerekiyor.

Hiç seyahat etmemiş bir insanı “dünyadan bihaber” diye yargılamadan önce neden seyahat etmediğini öğrenmek gerekir. Öğrenme şansınız yoksa hiç yargılamayın çünkü neden seyahat etmediğini bilemezsiniz. Belki maddi açıdan gücü yoktur belki korkuları vardır; bir yerde kalamıyordur belki de ailesinde yalnız bırakıp gidemediği biri vardır. Eğer nedeni biliyorsanız o nedenler konusunda nasıl çözümler üretebileceğine dair farkındalık ile yol gösterebilirsiniz.

Bir insanı yargıladığınızda Allah’ı yargılamış oluyorsunuz. Örneğin çocuğu olmayan insanlar hakkında “Çocuğun duygularını anlamaz, çocuk sevgisini bilmez, çocuğa nasıl davranacağı bilmez,” demek bir yargılamadır. Hâlbuki önce düşünülmelidir; bu insan neden çocuk sahibi değil. Üstelik sadece çocuk sahibi olan insanlar mı çocukların duygularından anlıyor. Belki o insan kimsesiz çocuklar için bir dernekte bir vakıfta çalışıyordur. Belki çocuk ruhunu herkesten iyi anlıyordur. Allah’a inancı olan, evladı verenin de alanın da Allah olduğunu bilerek davranmalı, “Benim evladım,” diyerek sahiplenmemeli. Çünkü evladın da sahibi Allah’tır. Hiç kimse hiçbir şeyin sahibi değildir. İnsan kibrini konuşturursa yarın öbür gün kendi evladına ne olacağını bilemez. Çünkü burada Allah’ı yargılamış, Allah’a karşı kibrini konuşturmuş olur.

Bazen iflas etmiş insanlar hakkında hemen “Nasıl bu hatayı yapar? Hiç aklını çalıştırmadı, önlemini almış olsaydı,” diye konuşmalar başlar. Aslında iflas ettiğinde ne şartlarda olduğuna kimse bakmaz. Oysa yapılması gereken bundan sonrası için o insanın ne yapabileceği konusunda farkındalık verip sorunu çözmesine yardım etmektir.

Bir insanın kiloları hakkında konuşmak, alay etmek yerine, o insan da isterse sebeplerini bulmak için farkındalık getirip sorununu çözmesine yardımcı olunabilir.

Kendisinden yaşça büyük veya küçük biri ile evlenmek isteyen insanları yargılamak yerine nedenini öğrenip eğer kendisi de talep ediyorsa fikir verilebilir. Nedeni öğrenilemiyorsa bırakın yargılamayı, fikir bile beyan edilmemelidir.

Bir arkadaşınızın evleneceği kişiyi veya sevgilisini tanımadan yargılamak, onun anlattıklarıyla yorumlayıp kötülemek yanlıştır. Çünkü farkındalık vermekle kötülemek aynı şey değildir. Bunu daha güzel yolu vardır. “Bu insanı niçin tercih ettin? Sen kendi kendini tanıyor musun yoksa korkuların yüzünden mi hayatında birisinin olmasını istiyorsun veya aile, çevre için mi tercih ediyorsun?” gibi sorularla gerçeği öğrenerek arkadaşınıza farkındalık verebilir, onun göremediği açıdan meseleye bakmasını sağlayabilirsiniz.

İletişim bozukluğu olan ya da konuşması anlaşılmayan birini yargılamak yerine ona kitap okuma veya çeşitli kurslara gitme önerisinde bulunarak farkındalık verirsiniz. Yolda giderken gördüğünüz insanların yüzlerine, yürüyüşlerine, dış görünüşlerine, giyimlerine bakarak yargılıyor musunuz? Hiç tanımadığınız sadece yolda geçerken görüp yargıladığınız kaç kişi var?

Bir arkadaşım ihtiyacı olan birine vicdanının sesini dinleyip yüksek miktarda borç para veriyor fakat o kişi borcunu ödemiyor. Başka bir arkadaşı borç vereni “İnsan o kadar parayı verir mi?” diye yargılıyor ama sonra bir gün kendisi daha yüksek bir meblağı başkasına borç verip geri alamıyor. Kınayan kınadığını yaşıyor.

Bazı insanlar çocukken yaşadıkları şeylerle ilgili olarak ailelerini yargılarlar. “Böyle eğitim alsaydım ya da bana böyle davranmış olsaydı böyle olmazdım,” derler sürekli. Empati yapıp neden o imkânların verilemediğini düşünmezler. Burada ailelere de önemli görev düşüyor. Ebeveynler kendi ailelerinde gördüklerini çocuklarına vermeye çalışırken nedenlerini de anlatmaları gerekir. Çocuğun bunu bilmesi, idrak etmesi gerekir ki aileyi yargılamasın.

Bir insan yanlış yolda gidiyorsa kınamak yerine farkındalık verip o yanlış yoldan çıkarabilirsiniz. Bir insanın yanlışını söylerken alay etmek, küçümsemek, onun yeteri kadar idrak etmediğini veya farkındalığı olmadığını gösteren işaretler yapmak da yargılamaktır. Arkadaşınızı hem sevip hem de yargılayamazsınız. Bu nedenle onun yanlışı söylerken amacınız farkındalık edinmesini sağlamak olmalıdır.

Şükretmeyen bir insanı yargılamak yerine şükrettiği zaman kendini daha mutlu hissedeceğini, daha kötü şeyler yaşamadığı için kendisini şanslı sayması gerektiğini söyleyerek elindeki olanaklara dair farkındalık vermek daha doğru bir yaklaşım olacaktır.

Yargılama çözüme gitmez, farkındalık vermek çözüme gider. Yargılama negatiftir, farkındalık vermek pozitiftir.

Bir insanın nasıl bir hayat yaşadığını, hangi şartlardan geçtiğini maddi ve manevi imkânlarını bilmeden onu yargılamanız size bir şey kazandırmaz.

Aksine yargılama ile karma alınır.

Başkasında kınadığınız şeyler gün olur sizin de başınıza gelir.

Farkındalığı olan insan ise hep yol çizer.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

AYDINLANMA NEDİR?

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi “Aydınlanma Nedir”

Bu kitabın yazarları olan; Kant,Erhard,Hamann,Herder,Lessing,Mendelssohn,Riem,Schiller,Wieland

Bu kitap,Kant’ın “Aydınlanma Nedir?” makalesi başta olmak üzere, bu soruya çeşitli şekillerde temas etmiş yahut cevap vermiş Erhard, Hamann, Herder, Lessing, Mendelssohn, Riem, Schiller, Wieland gibi önemli Alman düşünürlerin görüşlerinin bir derlemesini sunmaktadır. Kitap, Kant veya aydınlanma felsefesinin yanı sıra siyasete ve tarih gibi disiplinlerde araştırma yapana her okur için tembel bir kaynaktır.

Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.

“…  Bunu, bir çift gözle bakıp açık ile koyu, aydınlık ile karanlık arasındaki farkı ayırt etmeyi öğrenmiş herkes bilir. Karanlıkta insan ya hiç görmez ya da en azından nesneleri doğru bir şekilde tanıyabilecek ve birbirinden ayırt edebilecek kadar net göremez. Işık gelir gelmez her şey aydınlanır, görünür hale gelir ve birbirinden ayırt edebilir. Ancak bunun için iki şey daha gereklidir:Yeterli ışığın olması ve bununla görmesi gerekenlerin kör, önyargılı ya da başka bir nedenden dolayı görebilmelerinin ya da görmek istemelerinin engellenmemiş olması.

Karanlıkta insan nerede olduğunu, nereye gittiğini, ne yaptığını, belirli bir mesafede çevremizde neler olup bittiğini görmez; her adımda burnunu çarpma tehlikesi, bir şeyi devirme, dokunmaması gereken bir şeye zarar verme veya dokunma, kısacası, her an hata yapma ve yanlış adım atma tehlikesi içindedir;bu bakımdan her zamanki işlerini karanlıkta yürütmek isteyen, onları çok kötü bir şekilde yürütecektir. Bunun uygulaması çocuk oyuncağıdır. Burada sözü edilen zihnin ışığı, doğru ve yanlışın, iyinin ve kötünün bilgisidir. Nasıl maddi ışık olmadan maddi meseleleri düzgün bir şekilde yürütmek imkansızsa umarım herkes bu bilgi olmadan da zihinsel meseleleri doğru bir şekilde yürütmenin imkansız olduğunu kabul eder. Aydınlanma, yani her zaman ve her yerde doğru ile yanlışı ayırt edebilmek için gereken bilgi, bu nedenle genişleyip içine alabileceği tüm nesnelere, yani dış ve iç gözün görebildiği her şeye istisnasız olarak genişlemek zorundadır. Ama ışık gelir gelmez, işlerinde rahatsız olacak insanlar vardır;işlerini yalnızca karanlıkta ya da en azından alacakaranlıkta yapabilecek olma insanlar vardır. ”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

YETENEK

Sevgili okuyucularım, iki hafta aradan sonra yine anılarla birlikteyiz. Genç kız olma yolunda ilerleyen ve artık ortaokul ikinci sınıfa giden öğrenci sandıktan bir anıyı daha serbest bırakıyor.

Okulların açıldığını, bazı arkadaşlarımın başka okullara gitmek üzere ayrıldığını anlatmıştım. Aynı şekilde sınıfa başka okullardan yeni arkadaşlar da geldi. Gelen arkadaşların arasından benim karakterime uygun olanları yine kalbimin sesini dinleyerek seçiyordum.

Bu arkadaş seçme konusunu evde anneme anlatınca “Sen çocukluğundan beri yemek de seçiyorsun,” dedi. Çünkü annemin benden tek şikâyeti her yemeği yemeyişimdi. Bu konuda babama benzediğimi söylüyordu. Evet, babam her yemeği yemez ve sevdiği yemeğin pişirilmesini isterdi fakat ben öyle değildim. O anda istediğim yemek yoksa ya da damak zevkime uygun değilse bana özel yemek pişirilmesini istemek yerine alternatif olarak ne yiyebileceğime bakıyordum. Bir de az yiyordum.

Özellikle okulda kantine gittiğimizde arkadaşlarım birçok şey alırken ben almazdım. Sadece çok sevdiğim bir şey olursa alırdım. Çünkü evde kahvaltı yapıyordum. Ayrıca öğleden sonra eve gidiyorduk ve evde yemek yiyordum. O yüzden gereksiz para harcamak istemezdim veya yemiş olmak için yemezdim.

Ablam, ağabeyim ve erkek kardeşim hiç yemek seçmezlerdi. Annem ne pişirse o yemeği yerlerdi. Özellikle erkek kardeşim yemeyi seviyordu.

Sınıfa yeni gelen arkadaşlarımdan biri sıra arkadaşım oldu. Tanışınca karakterlerimizin birbirine uygun olduğunu gördüm. Çok sevinmiştim. Çünkü sıra arkadaşlığı benim için çok önemliydi. Ders boyunca yanımdaki arkadaşım ile zaman geçireceğim üstelik sonrasında görüşmek isterim. Herhangi birinden olumsuz bir şey hissedersem huzursuz olduğum gibi konuşmak istemiyordum. Bu nedenle sıra arkadaşım da anlaşamayacağım, huzursuz olacağım biri olsaydı öğretmene söyleyip yerimi değiştirmek isteyecektim. Çünkü bir yılı onunla geçiremezdim. Neyse ki korktuğum gibi olmadı. Bazen derler ya “İkizi olsa bu kadar anlaşamaz.” İşte yeni sıra arkadaşım Şebnem’le öyle iyi anlaştık. Tıpkı ilkokulda olduğu gibi; iki arkadaşımla nasıl ise Şebnem ile de aynı şekilde her şeyimizi paylaştık. Okula beraber gidip geldiğim üç yol arkadaşıma -ki içlerinden biri zaten ilkokuldan beri arkadaşımdı- Şebnem de katıldı. Üstelik Erenköy’de anneannemlere çok yakın oturuyordu.

Şebnem’in ailesinde hem müzik hem de resim konusunda çok iyi yeteneklere sahip tanınmış isimler vardı. Sergilerde tabloları sergileniyordu. Bir gün okul çıkışında evine davet ettiğinde dedesinin yaptığı tablolardan çok etkilendim. Çok güzel tablolardı; özelikle doğa ve manzara resimleri. Ben manzara resimlerini çok severdim, hâlâ severim. 

Ailesi gibi Şebnem’in de resim konusunda çok yeteneği vardı. Resim derslerinde çok güzel resimler ve yağlı boya tablolar yapardı. Onun bu yeteneğini çok takdir ediyordum. “İleride sen de sergi açacaksın. Şimdi bile okullar arası resim yarışmalarına katılmalısın,” diye teşvik ettim. Hatta resim öğretmenime Şebnem’in çok yetenekli olduğunu ve yarışmalara katılması gerektiğini söyledim fakat öğretmenim, “Kendisinin istemesi ve bu konuda kendine güvenmesi gerekiyor,” dedi. Gerçekten de öyleydi. Şebnem bu konuda biraz çekimserdi çünkü yeteneğini pek etrafa göstermek istemiyor sadece kendisi için resim yapıyordu. Bense böyle yeteneği varken bunu kullanmasını istiyordum ve başarılı olacağını biliyordum. Çünkü ben yetenekli olduğum ve sevdiğim bir şeyin üstüne gitmeyi isterim. Tarih, coğrafya ve sporu hem seviyorum hem de özellikle spora karşı çocukluğumdan beri yeteneğim vardır. Her yaşımda mutlaka bir spor dalını yaptım. Yalnız, yeteneğimi kendim keşfettim. Hiçbir arkadaşım bana bu konuda yardımcı olmadı.

Bazı arkadaşlıklarda kıskançlık olur, biri diğerinin başarısını, yükselmesini istemez. Hâlbuki insan övünür arkadaşının başarısıyla. Sınıf içinde bir derste problem çözerken diğerine nasıl çözüleceğini göstermeyen arkadaşlar vardı. Bu, benim çok dikkatimi çekiyordu; onların bir şey paylaşmayacağını biliyordum. Onlarla görüşmüyordum çünkü hep kendilerini göstermeye çalışıyorlar, hep kendileri başarılı olsun istiyorlardı. Yaptığınız bir ödevi, yazdığınız bir kompozisyonu alay eder gibi küçümsüyorlardı. Aslında o arkadaşlarda tek olma istediği vardı.

Ben paylaşımcıydım. Yazılı sınavlarda bile. Arkamdaki ve yanımdaki insanlara her zaman kâğıdımı açık tutardım, belki takıldığı soruyu görür, diye. Bazıları o yazılı kâğıdına öyle kapanırdı ki göstermemek için. Bazı hocalar kâğıdımı kapalı tutmam konusunda uyarsa da ben yine açık tutuyordum. Çünkü niyetim yanımdaki veya arkamdaki arkadaşıma yardım etmek, faydalanmasını sağlamaktı. Bazen de onlar benden açık tutmamı isterdi. Tabii ki hocalar haklıydı; herkes kendi çalışıp kendi notunu bilgisi kadar almalıydı. Ders çalışırken arkadaşına yardım etmek başka yazılı sınavda yardım etmek başka bir şeydi. Bu kopya vermekti ve kopyayı alan öğrenci yazılıda ne kadar başarılı olursa olsun, sözlü sınavı geçebilmesi için ders çalışmak zorundaydı.

İleri yaşlarda kıskançlığı arkadaşlar arasında daha çok görmeye başladım. Aslında bunu aile arasında da görüyordum. Özellikle küçük amcam babamın yaptığı işleri küçümseyip hep kendi yaptığını söylerdi. Babam bu konuda hiç sesini çıkarmazdı. Babam eve herhangi bir eşya aldığında hemen amcalarımla paylaşır, onları çağırıp gösterirdi. Annem de yöresel yemek yaptığında ya da komşular geldiğinde yengelerimi çağırır gelmezlerse benim ile ya da erkek kardeşim ile yapılan pastalar, börekler, kurabiyelerden onlara da gönderirdi. Fakat onlar bir şey aldıklarında veya misafir geldiğinde aynı şekilde davranmazlardı. Küçük yengem öyle değildi. O paylaşımcıydı. Fakat ortanca yengem maalesef paylaşmaz üstelik annemin yaptıklarını eleştirirdi. Babam, anneme bir şey almış ise kıskanıp hemen amcamdan aynısını isterdi. Anneme “Güle güle giyin, iyi yapmış,” demezdi.

Küçük amcam da öyleydi. Hep en iyisi kendilerinde olsun isterdi ve sizin yaptıklarınızı küçümserdi. Bizim derslerde aldığımız notları ortanca amcam takdir eder, başarılı olmamız için elinden geleni yapardı fakat küçük amcam küçümseyip “Bu okullarda okumakta ne var!” gibi sözler ederdi. Kendi çocuklarını üstün tutardı.

Biz ailemizde; babamda ve annemde hiç kıskançlık görmedik. Bir başkasını kıskanmak ya da paylaşmamak gibi huyları, davranışları yoktu. Babam, amcalarımın iyi olmasını isterken onların babamı kıskandığını fark ettim. Onların oturduğu evden bizim evin salonu görünüyordu ve ortanca yengem takip edip “Işıklarınızın hepsi yanıyor, size ne kadar çok misafir geliyor,” diyordu. Tabii ki ortanca amcam da misafirler çok geldiğinde bizim için “Ders çalışamazlar,” diyordu. Özellikle dayım ve anneannemin gelmesine kıskançlık gösteriyorlardı.

Annem, evde özel yöresel yemekler yapılınca hemen komşuları ile paylaşırdı. Biz kardeşler arasında da kıskançlık yoktu. Ablam ve ağabeyim, matematik, fizik, kimya gibi fen derslerinde oldukça başarılıydı fakat ben onlar kadar başarılı değildim. Daha çok sosyal ve spor alanında başarılıydım ve birbirimizi bu konuda kıskanmazdık. Ablam üniversiteye gittiği için annem ona çeşit çeşit kıyafet diker ve alırdı, biz hiç kıskanmazdık. Çünkü insan kardeşinin başarısı ile ve güzel giyinmesi ile onun iyi olması ile mutlu olur, iftihar eder. Fakat maalesef babamın kardeşlerinde bu yoktu.

Aslında sevginin olmadığını görüyorsunuz. Çünkü aile bireylerinden biri diğerinin mutlu olmasını istemiyorsa takdir etmiyorsa onun altında yatan duygu sevgisizliktir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!.
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ŞİİR

Sevgili okuyucularım bugün sizlere İngiliz yazar Rudyard Kipling 1910 yılında, 12 yaşındaki oğlu John için yazmış olan şiiri sizlere paylaşıyorum.

İngiliz Yazar Rudyard Kipling (30 Aralık 1865 -18 Ocak 1936), İngiliz şair, roman ve hikaye yazarı. Altı yaşına geldiği zaman, Hindistan’ın ikliminin İngiliz çocuklarının sağlığına iyi gelmeyeceğini düşünen anne ve babası onu İngiltere’de yaşayan bir ailenin yanına gönderdi.

Küçük Kipling’in bu ailenin yanında geçirdiği altı yıl, bedensel ve zihinsel baskılarla doluydu. Sonunda gerçek anne ve babası onu bu eziyetli yaşamdan kurtarıp, Devon’daki bir yatılı okula gönderdi.

İlk tahsilini İngiltere’de yaptıktan sonra Hindistan’a döndü. Lahor’da gazeteciliğe başlayıp, genç yaşta yazıları ile kendini kabul ettirdi. 1889’da İngiltere’ye dönüp Londra’ya yerleşti. İngiliz dilini ustalıkla kullanması, Hindistan’daki hayatı yazılarında konu alması, romantizmle, realizmi birleştirmeyi başarması ona 1907 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandırdı. İki kez şövalyelik ödülüne layık görüldüğü halde kabul etmedi.

Kipling çocuklar için birçok kitap yazdı. Tüm yazılarında hayata ve insanlara duyduğu bağlılık ve hayranlığı hissettirmeyi bildi. Yarattığı karakterler ve öyküleri sayesinde, insan yaşamının en derin öğelerini bir portre gibi betimlemeyi başardı.

“Cengel Kitabı” ilk kez 1894 yılında yayımlandı. Bir yıl sonra da öykünün devamı geldi. Bu kitaplar “Maugli” karakterini ve maceralarını günümüze değin en güzel şekilde taşıyan örnekler olarak kabul edilir.

Şiir ile sizlerle…

Çevrende herkes şaşırsa, bunu da senden bilse
sen aklı başında kalabilirsen eğer
herkes senden kuşku duyarken hem kuşkuya yer bırakır
hem kendine güvenebilirsen eğer
bekleyebilirsen usanmadan
yalanla karşılık vermezsen yalana
kendini evliya sanmadan
kin tutmayabilirsen kin tutana

düşlere kapılmadan düş kurabilir
yolunu saptırmadan düşünebilirsen eğer
ne kazandım diye sevinir
ne yıkıldım diye yerinir
ikisine de önem verebilirsen eğer
söylediğin doğruyu ve gerçeği büken düzenbaz
kandırabilir diye safları dert edinmezsen
ömür verdiğin işler bozulsa da yılmaz ve
yeniden koyulabilirsen işe
döküp ortaya varını yoğunu
bir yazı tura yitirsen bile
yitirdiklerini dolamaksızın diline
baştan tutabilirsen yolunu

Yüreğine, sinirine ‘dayan’ diyecek
direncinden başka bir şeyin kalmasa da
herkesin bırakıp gittiği noktaya
sen dayanabilirsen tek başına
herkesle düşüp kalkıp yine de erdemli kalabilirsen
unutmayabilirsen halkı krallarla gezsen de
dost da düşman da incitemezse seni
ne küçümser ne de büyültürsen çevreni

her saatin her dakikasına
emeğini katarsan alın terine
hakçasına bölüşürsen vicdanındaki adaleti
her şeyiyle dünya önüne serilir
korktuğun yerde el öpmez, hükümran olduğun yerde ezmezsen
oğlum adam oldun demektir
üstelik adam gibi adam.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla..!
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KİME GÖRE KOŞULLU KİME GÖRE KOŞULSUZ SEVGİ?

Sevgili okuyucularım, bu yazımda günlük hayatta sıkça kullanılan “koşulsuz sevgi” kavramından söz edeceğim. Hemen herkesin yerli yersiz kullandığı bu kavram hakkında siz ne düşünüyorsunuz? Sizce koşulsuz sevgi nedir, sizin için ne ifade ediyor?

“Koşulsuz sevgi” kavramını, her insanı biricik ve doğuştan iyi olarak kabul eden Hümanistik Psikoloji Anlayışı’nın içinde sıkça duyarız. Bu kuramın kurucularından Carl Rogers, karşımızdakini sahip olduğu her şeyle, tüm yaptıkları ile sevmek ve ona saygı duymak anlamında “koşulsuz kabul” kavramını kullanmıştır.

İnsanların birçoğu maalesef koşulsuz sevgiyi karıştırıyor, yanlış yorumluyor. Ya başkalarını koşulsuz sevdiğini söyleyip pratikte bunu uygulamıyor ya da karşısındaki ne yaparsa yapsın yine de olduğu gibi sevmek ve her şeyini kabul etmek olarak algılıyor. Oysa koşulsuz sevgi başkalarının sizi üzmesine izin vermek demek değil. Kişisel görüşüm, koşulsuz sevginin yalnızca başkalarına karşı değil insanın kendisine karşı da olması gerektiğidir. Bu kavramı sürekli dile getirenler acaba gerçekten kendilerini de tam ve koşulsuz seviyorlar mı? Kendileriyle tamamen barışık hâlde yaşıyorlar mı?

Üstelik sevgi tek taraflı olmaz; iki tarafın da birbirini olduğu gibi kabul ettiği durumda koşulsuz sevgiden söz edilebilir. Ayrıca insanın içinde kum tanesi kadar kızgınlık varsa koşulsuz olarak sevgide kalamaz.

Bu yüzden insanların birbirleriyle ve diğer canlılarla ilişkilerinde koşulsuz sevgiden ziyade evrensel sevgi, gerçek sevgi ve ihtiyaç sevgisinden söz etmenin doğru olacağı görüşündeyim. Evrensel sevgi daha anlamlıdır. Evrensel sevgi, ayırt etmeden yeryüzündeki bütün canlılara duyulan sevgidir. Çünkü evrensel sevgide, “Yok bunu sevmiyorum, yok şunu sevmiyorum,” demezsiniz. Sadece yanlışları ya da hataları gördüğünüzde eleştirir ama o kişinin de iyiliğini istersiniz ve ruhu size uymuyorsa sosyal hayatınıza almazsınız, olur biter.

Gerçek sevgi ise insanların birbirlerine tam anlamda hiçbir ihtiyacı olmadan sevmesidir. Hatır sormak, iyi ve kötü gününde paylaşmak, destek çıkmak, yardımseverlik, fedarkârlık, değer vermek, güven vermek; ruhu sevmektir. Hz.Mevlanın çok güzel bir sözü vardır:

“Ben dostlarımı ne kalbimle ne de aklımla severim. Olur ya… Kalp durur… Akıl unutur… Ben dostlarımı ruhumla severim. O ne durur ne de unutur…”

İşte bu, ihtiyaç olmadığı hâlde sadece o kişinin ruhu sevmektir.

Gelelim ihtiyaç sevgisine. Bana göre, insanların birbirlerine yalnızca ihtiyaç duydukları zaman gösterdikleri sevgidir. İhtiyaçlarını karşıladığınız sürece sizi sevdiklerini söyler üstelik bunun gerçek sevgi olduğuna hem kendilerini hem de sizi inandırmaya çalışırlar. İhtiyaçlarını vermeyin bakalım yine aynı sevgiden bahsedecekler mi?

Şimdi bunları örneklerle açıklayayım. Sizi koşulsuz sevdiğini söyleyen birine, bir hatasını nazikçe söylediğinizde veya olumsuz bir duygusuyla ilgili eleştiri yaptığınızda bir bakıyorsunuz hayatınızdan çıkmış. Bu sefer sorarsınız, “Hani koşulsuz seviyordun. Seni eleştirdiğimde, hatanı söylediğimde neden beni terk ettin? Neden kızdın? Nerede koşulsuz sevgin?” Bu insan, bırakın koşulsuz sevgiyi normal sevgi bile duymuyor çünkü eleştiriye gelemiyor. Söylediği söz ile davranış aynı olmayınca da ister istemez sorgularsınız. Kelimeler ağızdan kolay çıkar ama önemli olan uygulamaktır.

İnsan kendi olumsuzlukları ve zayıf yönleri ile tam olarak yüzleşip barışmadığı; kendini sevmediği sürece başkasını sevemez.

“Koşulsuz seviyorum,” diyen insanlar, kendi hakları yendiği, aldatmalar yaşadığı zaman karşısındaki kişiyi yine koşulsuz olarak sevebilir mi?

Kendim yaşadıklarımdan bir örnek vereyim. Bir arkadaş, sürekli koşulsuz sevgiden bahsediyor üstelik kişisel gelişim eğitimleri almış sosyal medyada insanların yapması gerekenleri yazıyor. Benim dikkatimi çeken şu olmuştur tam ihtiyacı olduğunda “Ablacığım, ablacığım,” diyerek bana geliyor. “Nasılsın?” dedikten sonra hemen ihtiyacını söylüyor. Her defasında aynı durum tekrarlanınca kendisi ile yüzleşerek yalnızca ihtiyacı olduğu zaman ortaya çıktığını söyledim.

Verdiği yanıt, “Ama ablacığım, koşulsuz sevgide olman gerekiyor,” oldu.

“Peki,” dedim, “Seni öyle kabul ediyorum. Zaten sana karşı herhangi bir olumsuz düşüncem ve duygum yok sadece sana evrensel sevgiyle bakıyorum. Çünkü ihtiyacın olduğunda ortaya çıkıyorsun.”

Bencil olduğunu söyledim ve kendisine şunu sordum:

“Sen evlisin, eşini koşulsuz olarak seviyorsun. (Hataları ile) İş yerinde herkesi koşulsuz olarak sevdiğini, hiçbir beklentin olmadığını söylüyorsun. Peki, eşin sana yanlış davranışta bulunsa; aldatsa, değersizlik hissi yaşatsa, seni hiç önemsemese, hakaret etse veya iş yerinde bunları yaşamış olsan ya da arkadaşın bunu yapmış olsa; ne yapacaksın? İlişkine devam mı edeceksin? ‘Seni olduğun gibi kabul ediyorum, sen bana ne yaparsan yap ben seni koşulsuz seviyorum’ mu diyeceksin?”

Cevap vermedi. Birçok insan söylediklerini ve yazdıklarını kendilerine önce uygulamış olsa zaten sorun olmayacak. Kendilerine uygulamadan başkalarına bunları yap demek kolaydır. 

İlişkide olduğumuz kişi kim olursa olsun, onu koşulsuz sevmemiz, maddi ve manevi olarak bize zarar verecek şekilde davrandığında kabulleneceğimiz ve ilişkide kalmaya devam edeceğimiz anlamına gelmez. Tabii ki yanlış yaptığını söyleyip ihtiyaçlarımızı dile getireceğiz. Burada önemli olan böyle zarar veren insanlara evrensel sevgi duymanız, hakkında hiçbir olumsuzluk istemeyip yollarınızı ayırmanız ve böylece kendinizle barışmanızdır. Eğer hayatınızdan gönderip hâlâ öfke, intikam, nefret duyguları besliyorsanız o zaman evrensel sevgi duymuyorsunuz demektir.

Anne bile evladından kötü davranış gördüğü zaman, “Seni koşulsuz seviyorum,” deyip o kötü davranışa maruz kalmıyor. Ne yapıyor? Sonunda sesini çıkarıyor. Yanlış yaptığını söylüyor, kötü davranış görüyorsa artık görüşmek istemiyor ama çocuğunu sevmeye devam ediyor. Zaten koşulsuz sevgi dediğimiz kavram da beklenti olmadan sevgiyi ifade ediyor. Ben bir insanı gerçek anlamda seviyorsam o kişi ile paylaşmak, görüşmek isterim. Bana duygusal olarak zarar verdiği için görüşmüyorsam yine severim. Çünkü önceden duygusal olarak sevdiğim için zarar gördüm ama uzaklaştım ve içimde herhangi bir olumsuzluk yok. Ya da beni maddi ve manevi olarak zarara uğratmış bir insana evrensel sevgi veririm.

Diyelim ki tatile bir arkadaşınızla gitmişsiniz ve size maddi zarara uğratmış. Tekrar gidiyorsunuz yine aynısını yapıyor. Sırf onu koşulsuz seviyorsunuz diye bu maddi zarara katlanmayı göze alıp tekrar birlikte tatile gider misiniz? İşte bu yüzden koşulsuz sevgi, ihtiyaçlarınızı dile getirmeyeceğiniz anlamına gelmiyor.

İnsanlar genellikle ilişkilerde ‘acaba gerçekten mi yoksa ona ihtiyacım olduğu için mi seviyorum?’ diye kendilerine sormadan hemen koşulsuz sevdiklerini veya gerçekten sevdiklerini söylüyorlar.  Oysa çoğu zaman sevginin belirleyicisi maddi imkânlar, konum ya da menfaat oluyor.

Geçen hafta yaşadığım bir olaydan örnek vereyim. Dört seneden beri tanıdığım fakat yalnızca ihtiyaçları olduğu zaman mesaj yazan bir kişi, geçtiğimiz hafta bana şunu yazdı:

“Nurgül Hanımcığım bir hatırınızı sormak istedim, nasılsınız diye?”

Ben gayet doğal karşılayıp teşekkür ettim. Beş dakika geçmeden ihtiyacını yazdı. “Siz hatır sormak için mi yoksa ihtiyacınız için mi mesaj gönderdiniz?” dedim.

Bu sefer, “Siz hep kalbimdesiniz, sizin değerinizi biliyorum, sizi seviyorum,” diye yazdı.

Tamam, içinde gerçekten bunu yaşıyor olabilir ama benim buradaki farkındalığım bu insanın kendi ihtiyacı olduğu zaman iletişimde bulunduğu yönünde. Çünkü benim sevgi anlayışım, bağlantı kurmaktır. Değer vermek, o kişinin özel günlerini kutlamak ve arada bir de olsa hatır sormaktır. Değer nasıl gösterilir? O insan ile bir şeyleri paylaşarak. O zaman herkes birbirine “Seni seviyorum, kalbimdesin,” desin ama hiç arayıp sormasın, sadece ihtiyaçları olduğu zaman iletişimde bulunsun. Bu sevgi değil. Ancak evrensel sevgi olur. Onun için insanın her konuda olduğu gibi kendiyle yüzleşmesi, bunu yaparken de kendisine son derece dürüst olması gerekiyor. Bana gelip açıkça ihtiyacı söylese yine yardım ederim. Ama yalan olduğunu bildiğimden hemen yüzleştirme yapıyorum. Tabii yüzleşmek hoşuna gitmediği için de gerek telefondan gerek sosyal medyadan hemen engelliyor kıymetimi bilen, beni seven bu kişi.

Bazen de insanlar karşıdaki insanın kötü davranışlarına rağmen kendi korkularından dolayı; yalnız kalmamak, imkânlarından vazgeçememek için o ilişkiyi sürdürmeye devam eder. Hâlbuki yaptığı şey koşulsuz sevginin arkasına sığınmaktır.

1)        Koşulsuz sevgi, beklentisiz sevgidir. Karşılığında kötü davranış görürseniz kişiyi hayatınıza almadan evrensel sevgi duyarsınız.

2)        Size koşulsuz sevdiğini söyleyen kişiler eleştirdiğiniz zaman size kızıyor, küsüp gidiyor ve aramıyorsa o koşulsuz sevgi değil sadece o anda size ihtiyacı olduğu içindir.

3)        Size kötü davranan bir insanı koşulsuz sevgi, beklentisiz sevgi diyerek hayatınızda tutuyorsanız o zaman ya korkularınızdan ve bunun altında yatan bir travmadan ya da bağımlılık dolayısıyla bırakmıyorsunuz.

İnsan ilişkilerinde karşılıklı olarak gerçek sevgi varsa taraflar birbirine yanlış davranışta bulunmaz. Siz bir insanı gerçek sevdiğiniz hâlde o kişi dürüst davranmıyorsa zaten yapacak bir şey olmadığı için hayatınıza almaz ama sevmeye devam edersiniz.

Sevgide insanlar birbirlerine huzur ve mutluluk verir. Kimin tarafından gerçekten sevildiğinizi hissedersiniz. Sevgi menfaat üzerine kurulmamıştır.

Sevgide kimsenin kötülüğünü istemesiniz.

Sevgide kızgınlık olmaz. Koşulsuz sevgi, söylemekle olmuyor maalesef.

İnsanın önce kendisine öz saygısı ve öz sevgisi olması gerekiyor.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ÇOCUKKEN İÇİNDE KALANLAR

Sevgili okuyucularım, yaklaşık bir ay sonra tekrar kaldığım yerden anılarıma devam ediyorum. Bu sefer ortaokul ikinci sınıfa geçen öğrenci olarak sandıktan bir anıyı daha serbest bırakıyorum.

Çok sevdiğim deniz tatillerini yalnızca belli günlere ve adada geçirdiğimiz bir haftalık kısıtlı süreye sığdırarak yaz aylarının sonuna gelmiştik.

İnsan çocukken kimi zaman büyüklerin bazı davranışlarına anlam veremiyor ve bundan etkileniyor. Bunlardan biri de aile içindeki anlaşmazlıklar. Hele bir de aile başkalarının etkisinde kalıyor ya da başkalarının isteklerini önde tutuyorsa o zaman çocuk üzerinde yarattığı etki daha farklı oluyor.

Babam, ailesi ve kardeşleri için her şeyi düşünen insandı. Bu arada özellikle kardeşleri konusunda zaman zaman annemle ters düştüğü de oluyordu. Çünkü sürekli kardeşlerinin isteklerini yerine getirmesi onların daha çok istemelerine neden oluyordu ve bu da annemi üzüyordu.

İlkokulda iken babam adada yazlık ev tutmuştur. Bu yazlık, gayet güzeldi. Bahçe içinde, önünde denize girilen kendine ait müstakil plajı olan büyük bir evdi. Orada bütün bir yaz çok güzel geçerdi. Her yaz gündeme bu kiralık yazlık geliyordu. Özellikle yengelerim ve amcamlarım istediği için babam evi tutmak istiyordu ama annem her defasında karşı çıkıyordu.

Annem kendince çok haklıydı çünkü tatil için gidip temizlikten yemeğe her işe tek başına koşuyordu Bir de yengemin kardeşleri geliyordu ve annem onlara da hizmet ediyordu. Tabii çok yorulduğu için yazlık konusu gündeme gelince hemen karşı çıkıyordu. Bu sefer anneme farklı bakıyorlardı. Annem, “Kendileri tutsunlar, gitsinler,” diyordu ama onu da yapmıyorlardı. Onların bu davranışının yalnızca bencillikle açıklanabileceğini ileri yaşlarda fark ediyorsunuz. Ama o yıllarda annemin bu karşı çıkışlarının ne kadar haklı olduğunu bilsem de sonuç olarak bizi de etkilemesine içerliyordum. Çünkü üç ay boyunca denize girmekten, adada arkadaşlarımla çok güzel vakit geçirmekten ve yeni arkadaşlar tanımaktan mahrum kalacağımı düşünüp üzülüyordum.

Baktığımda, ailemin maddi imkânları olduğu hâlde babam sırf kardeşlerine olan bağımlılığından ailesine ayrı yazlık tutmadı, onlara karşısına alıp “Siz ayrı, ben ayrı yazlık tutalım,” demedi.

Çocukken aileden gördükleriniz ileri yaşlarda sizi etkiliyor. Sınır çizmek konusu da bunlardan biridir. Aslında size ters gelen ilk davranışta sınırınızı çizerseniz insanlar aynı davranışı ikinci kez tekrarlayamıyorlar. Bu sadece aile için değil herkes için geçerlidir. İnsanın üzüldüğü nokta, şartlar uygun olduğu hâlde sırf diğer insanların istekleri olacak diye kendi isteklerinizden vazgeçmeniz ve bu şekilde kendinizi üzmüş olmanızdır. Yapmanız gereken şeyleri yapmıyorsunuz. O yaşlarda belki farkına varmasam bile ileride gördüm ki babamın yaptığı fedakârlıkları ne akrabalar ne kardeşleri yapmamış. Tabii ki zamanı gelince bunu daha net olarak anlatacağım.

Denize doyamadan mevsim yüzünü güze dönmüştü. Tekrar okul açılma telaşına başlamıştık. Bu sefer benim için en önemlisi tanıdığım ve sevdiğim öğretmenlerimin yine derslere gelip gelmeyeceğiydi. Ablam bu konuda tecrübeli olduğu için “Değişebilir, onun için üzülme,” diyerek önceden uyardı beni.

Okul açılmadan önce annemle okul alışverişine çıktık. Kıyafetleri alırken bu sefer özellikle lacivert ve siyah ayakkabıya özen gösterdik. Okulun istediği kitaplar konusunda hiç sorun yaşamıyorduk. Ablam ve ağabeyimden kalan kitapları hep sakladığımız için o yıl da yeni kitap almadık. Sadece diğer kırtasiye gereçlerini aldık. Kırtasiye alışverişinde en çok hoşuma giden, çeşit çeşit desenleri olan defter ve kitap kaplama kâğıtlarıydı. Bazı arkadaşlarım defterlerin ve kitapların üstüne artistlerin ve şarkıcıların fotoğraflarını yapıştırırdı. Fakat öğretmenler buna izin vermezdi.

Okul açıldığında en çok dikkatimi çeken olaylardan biri bazı arkadaşların okuldan ayrılması ve uzakta; Avrupa Yakası’nda oturanların gidip gelmek yerine yatılı okumayı seçmeleri oldu. Okulun yatılı kısmı, parasız ve paralı olarak ayrılmıştı. Parasız yatılı olanlar, diğer şehirlerden merkezi sınav sistemiyle geliyordu. Paralı yatılı olanlar ise genellikle İstanbul içindendi ve hafta sonları evci çıkabiliyorlardı. Her odada dört beş kişinin kaldığı ranzalı odaları vardı. Yatakhane okulun tam karşısındaydı. Yatılı öğrenciler okuldan çıkıp oraya gidiyordu. Yatakhanedeki çalışma salonunda birlikte ders çalışıyorlardı. Aynı odayı paylaştıkları, bir aile gibi günü birlikte geçirdikleri için yatılı arkadaşlar arasındaki yakınlık da hâliyle daha fazlaydı.

Bazı arkadaşlar İstanbul dışından geldiği için hafta sonlarını da yatakhanede geçiriyordu. Tabii ki en zoru hasta olduklarında yanlarında ailelerinin olmaması, revirdeki doktorun bakmasıydı. Bir de eğer yanlış bir davranışta bulunurlarsa direkt disipline giderek yatılı olmaktan çıkmalarıydı.

Aslında arkadaşlarla sürekli bir arada olmak açısından yatılı okumak bir an için cazip gelse de insan ailesi ile birlikte vakit geçirmek istiyor. O zamanlar bana hiç cazip gelmiyordu yatılı okumak çünkü özgürlüğü kısıtlıyordu. Okulda zaten yeteri kadar disiplin vardı. Disiplin iyidir fakat her şeye çok karışılması özgürlüğü kısıtlar. Belli saatlerde yatmak, belli saatlerde ihtiyaçlarını karşılamak üstelik dışarıda gezmenizden bile öğretmenlerin sorumlu olması zor bir durum. Yatılı okumanın ders çalışmak açısından daha disiplinli olduğunu söylüyordu arkadaşlar ama eğer öğrencinin içinde ders çalışma isteği varsa nerede olursa olsun çalışabilir. Yeter ki içinde olsun.

İnsanın kendi evi kadar güzel bir şey olmadığını yatılı arkadaşları görünce anlamıştım. Evinde özgür olmak, istediğin yemeği annenden istemek, en önemlisi de bir rahatsızlığın olsa ailenin yanında olması gibisi yok. Bunları düşününce insan ailesinin değerini çok daha iyi anlıyor.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com