KARANLIĞIN SON BULACAK

 

İnsanlığın var oluşundan beri çaresi bulunamayan en büyük hastalık nedir diye sorsanız; şüphesiz sadece
bir kelime gelir aklıma:
“KISKANMAK”.

Maalesef kıskanmak öyle karanlık bir duygu ve hatta öyle bir hastalıktır ki en büyük zararı yine onu hissedene verir. Yazık ki bunun zararını bilemeden, anlayıp keşfedemeden karanlık koca bir ömür yaşarlar; büyük bir hastalığın pençesinde olduklarını bir türlü fark edemedikleri için bu konuda tedavi de olmaz ve düzelemezler.

    Bu hissi hepimiz bir şekilde bilir veya öğreniriz: Kimimiz küçücük geçişler anlık zaman dilimi içinde hisseder ve bir şekilde ruhuna yaymadan onunla baş edip ondan kurtulur; kimimiz ise belki hiç hissetmemiştir o duyguya sadece başkalarında görmüştür kimimizse o kıskanmak ateşinde yandıkça yanar ilişkilerini bozanın aslında kendisi olduğunun farkında bile olmaz. İşte asıl kötü olanda budur: O ateşte yandıkça yanmak ve yangını hiç fark edememek…
    Çocuklukta yerine oturmayan taşlar gençlik ve yetişkinlik evresinde maalesef büyük depremlere yol açmaktadır. Çocuklukta yaşananlarda saklıdır geleceğimizin adımları… Daha küçücükken yaşanmış olan bir yalnızlık, terk edilmişlik hissi, yeterli değer görememe durumları, kendini ifade edememe ve hiç olmayan ya da yarım kalan sevgi dolu paylaşımlar, çok isteyip de elde edinilmeyen oyuncaklar…
    Milyonlarca durum sayılabilir kıskançlık tohumlarının yüreklere nasıl atılıp büyütüldüğüne dair… Evet her istenilene sahip olamayabiliriz.  Tüm bunların yanı sıra elbette sahip olunan ama değeri fark edilemeyen birçok şeyde vardır. Mühim olan daha çocukken; sahip olduğumuz güzellikleri nasıl göreceğimiz ve sahip olduklarımızın kıymeti nasıl anlayacağımız anlatılsa şimdiki bizlere… Bizim olmayan ancak başkalarının olan o şeylerin aslında bizim mutsuzluk sebebimiz olmadığı aynı zamanda hayatın her zaman herkese eşit davranmayacağını ve bunların çoğumuzun kişiliklerinin gelişip güçlenmesi için bir sınav olduğunun öğretilmesidir. Böylece her şey daha anlaşılır, daha kabul edilir olmaz mı?
    Gelelim detaylara…
   Kimileri sanki güzel ve gurur verici bir şeymişçesine eşini, sevgilisini kıskanmayı sevgiden sayar. Türlü durumları, karşısındakini kısıtlamayı, onu bir kafesin içine hapsetmeyi açıklamak için  “Sevdiğim için kıskanıyorum” der, gururla ellerini kavuşturur geçer kenara. Oysa bu mudur sevgi? Kişinin, ruhunda ki karanlık ve kötü duygularını yaşama şeklidir bu.
   Yıllarca aranızda ki o duygulara arkadaşlık hatta hisleri daha da büyüterek dostluk demişsiniz. Ama gelin görün ki gün gelmiş o yıllarca içeride saklanan karanlık duygular birdenbire ortaya çıkmış… Hem de hiç umulmadık zamanlarda… Belki bir akşam beraber çıkacağınız yemekte boynunuza taktığınız fuların size çok yakışması, belki birçok insanın kalbine dokunacak güzel sözleri söyleyebilmeniz, belki tertemiz gülümsemeniz, belki gittiğiniz keyifli seyahatleri anlatmanız… Ne acı hiç ummadıklarınızın, hiç umulmadık zamanlarda o hastalığa sahip olduğuyla yüzleşebiliyorsunuz.
   Ah o iş ortamları. Elbette oralarda kıskançlık kol gezmektedir. Başarınızı kıskanırlar, çalışma arkadaşlarınızla kurduğunuz diyalogları kıskanırlar, size yapılan bir doğum günü sürprizini kıskanırlar… Onlarcasını sıralamak mümkün…
   Yürek ister ki bu kötü duyguyu gördüğünüz anda onu ulu orta gözler önüne sermek, açıkça dile getirmek, ama olmuyor maalesef. İşte bir arada yaşamanın ya da yaşamaya çalışmanın handikabında bu zaten.
   Yaşam zor zanaat, eğrisiyle doğrusuyla, iyisiyle kötüsüyle… Dileğim o ki, yüreklerimiz kıskançlıkla değil sevgiyle dolsun, kıskanç yürekler bizlerden uzak olsun. Onlar içinde dilerim ki kendilerini arındırma yollarını bulsunlar ve yine bizim ışıklı yolumuzda bizimle olsunlar.
   İnsanlığı kabusu, katran kokulu, karanlık bir duygu olan “KISKANMAK” hepimizin yüreğinden uzak olsun. Sahip olduğumuz güzelliklerin kıymetini bilelim, başkalarının sahip olduğu güzellikler için de onlar adına sevinelim, mutlu olalım. Her zaman ki gibi her daim yolumuz Sevgi ‘ye çıkıyor. Yaşanan hissedilen her ne olursa olsun esas olan, gerçek olan Sevgi ‘dir. Onun olduğu hiçbir yerde kötü hisler yaşayamaz, yok olmaya mahkumudur…
 
  “KISKANMAK” Çok karanlıksın ve bizim yüreklerimizde yoksun…“SEVGİ” bizim sevgimiz tüm aydınlığıyla seni yok edecek… Karanlığın Son Bulacak…
 
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

GÖNLÜMÜZDEKİ ÇİÇEK

”Adamın birine bir çiçek hediye edilir. Çiçeği hediye eden çiçeğin çok özel bir orkide olduğunu ve çok özel bir çiçek açtığını söyler. Hediyeyi alan teşekkür eder ve çiçeği evine götürür.

Çiçeği diğer çiçeklerin yanına koyar. Yıl boyu ara sıra çiçek açan bitkilere bakar, sonra da bu çiçeğe bakar ve bir değişiklik görmez. İçinden der ki “demek bu baharda açacak”, bahar gelir, diğer tüm çiçekler açar ama bu çiçek açmaz. Bugün der yarın der, bugün der yarın der…ama..çiçek bir türlü açmaz…adam hüzünlenir ve zamanla umudunu yitirir.

Seneye bahar yaklaştığında tekrar umutlanır, belki der bu sene açacak, ama yine hayal kırıklığı, diğer tüm çiçekler açılır ama bu çiçek açılmaz. Adam, çiçek için vitamin alır, toprağını değiştirir ve daha fazla güneş alması için yerini bile değiştirir…ama çiçek açmaz…aylarca her baktığında gözü bu çiçeğe kayar ama hiç bir işaret ve değişiklik göremez. Hem hüzünlenir hem umutsuzlaşır ve üçünce sene tekrar baharda çiçek açmayınca, artık bu çiçeğin açmadığını veya kısır olduğunu düşünür.

Bu yıllarca devam eder…

Yıllar sonra bir bahar sabahı adam çiçeklerini incelerken bir de bakar ki aaa bu “çiçek açmış”! gözlerine inanamaz, çok çok şaşırır…evet inanılmaz ama gerçek çiçek açmıştır…çiçekte çok güzel bir çiçektir…dayanamaz gözleri dolar…ben bu kadar süre sana inanmadım, senden umudumu kestim, hatta umut etmekten vazgeçtim ama sen açtın, açtın da niye şimdi açtın…

Bu sorunu cevabını bulmak için adam çiçeğin resimlerini çeker ve bir üniversitede çiçek uzmanına götürür… çiçek uzmanı resimleri inceler, kütüphanesinden bir kaç kitap indirir ve inceler, tekrar resimlere bakar ve gözlüğünü çıkartır, derin bir nefes alır ve der ki “ beyefendi bu çiçek, nadir bir orkide kaktüsüdür ve 6 senede bir çiçek verir.” Adam cevap verir “ciddimisiniz?” Herbalist cevap verir “evet efendim, 6 senede bir.” Adamın gözü düşer ve bir süre sessiz kalır. Sonra söz alır “..ben bu çiçekle çok uğraştım, bazen hüzünlendim, bazen umutsuzlandım, ama asla böyle bir şey olacağını bilemedim…nereden bilebilirdim ki…ben ona karşı ön yargılı davrandım…ama o yine çiçeğini açtı, zaten zamanında açtı…”

Herbalist der ki “özel bir çiçek olduğunu ben bile kitaplardan öğrendim…sizde kendinizi üzmeyin, böyle bir çiçeğe sahip olduğunuz için çok şanslısınız…” adam teşekkür eder ve eve döner. Çiçeğe bakar bir daha bakar..bakmaya doyamaz ve içinden der ki “geç açtın ama değdi”.””

Her gönülde bir çiçek vardır…

ALINTI
Gönlünüzdeki çiçeğinizi bulmanız dileğiyle…
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com 

ZAMANA KARŞI

 
 

   Büyüklerimiz, uzun yılları geride bırakmış olanlarımız hele ki 70’ lerine  80’ lerine gelmiş olanlarımız, hep derler ki “Hayat çok hızlı geçiyor, ne ara bu yaşa geldim hiç anlamadım”. Aslında bu yaşlara gelmeden bile çoğumuz demez miyiz benzer söylemleri.

  İşte zamanın akıp gitme hikayesi burada başlıyor. Döngü sürekli seyrinde devam ediyor aslında. Yani sahne aynı sadece oyuncular farklı. Zaman sahne, bizler oyuncular… Bugün biz, yarın başkaları ve bizden öncede yine başkaları. Sürekli yer değiştirerek zamana arkadaşlık eden bizler…

 Böylesine bir döngüde mühim olan tek şey, zamanı yakalayıp, hakkıyla yaşama tutunmak, yaşamda kalmak ve olabildiğince mutluluğa erişmek. Öyle büyük şeyler aramamalı mutluluğa erişmek için. Bazen küçücük bir çocuğun yüzündeki gülümseme, bazen bir çiçeğin üzerine konan arının bal yapmak için hevesli hareketleri, bazen sadece ama sadece çok susadığımız bir anda içtiğimiz bir bardak suyun verdiği ferahlama hissiyle mutluluğa erişebiliriz. Bu örneklere binlercesini eklemek mümkündür. Aslında anı yakalamayı başararak keyifli hislere, mutluluğa erişmek hiç de sanıldığı kadar zor değildir.

 Öyle bir şeydir ki gülümseme, adeta bulaşıcı bir etkiye sahiptir. Ne denli gülümser ne denli keyifle bakarsanız yaşama o denli insanları alırsınız bu çemberin içine ve onları da gülümsetir, mutlu edersiniz. İşte bakın sizi yine bir mutluluğun kucağına düşürecek bir sebep. Gülümsemek dediğimde hep aklıma gelir  2019 yılının Eylül ayında Ormana Köyü’ ne yaptığım seyahatte tanıştığım çoban demişti ki: “ Ben hep güler, insanlara şakalara yaparım, hem ben mutlu olurum hem de onları mutlu ederim, böylece enerjim hiç düşmez.”

 Hayatın sırrı apaçık ortada değil mi? Sadece kendinizi bırakın, teslim edin güzelliklere, böylece her bir an da mutluluğu yanına alarak size gelecektir.

     Akıp giden kontrolünü hiçbir şekilde elimde tutamadığımız zamana karşı tek gücümüz, anı yakalamak, andan zevk almak ve mutluluğu iliklerinize kadar hissetmek.  Sıra sizde hadi gülümseyin, enerjinizi etrafınızda ki herkese yayın, mutlu edin, mutlu olun…


Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

NEDEN?

 

 

    5 Temmuz 2020 önemli bir tarih. Çünkü hem ay tutulmasını hem de dolunayı bir arada yaşayacağız. Çoğu insan ayın belirli döngülerinde ritüeller yaparlar. Aslında bu ritüeller dileklerin gerçekleşmesi için bir çeşit dua çalışmasıdır.

Dilekler, istekler, beklentiler, ritüeller…

Tüm bunlar söz konuyken esas olan şu ki; olmasını istediklerimizin gerçekleşmesi için ben ne yapıyorum ve neyi ne kadar hak ediyorum? İş yine her zaman olduğu gibi kendini bilmeye, kendini tanımaya gidiyor.

Ritüeller söz konusu olsun olmasın hayatımızın neredeyse her anında kendimiz için bir şeyler isteriz, dileriz, dua ederiz. Yazımızda biz bu hissiyat grubuna “ışık yolu” diyelim. Bu ışık yolunun sonu her zaman istenilen gibi olmaz. Bir yerlerde bir şeyler olduğundan gerçekleşmezler. İşte mevzu burada başlıyor:  “Her bir insanın ışık yolu aslında diğer birçok insanın ışık yoluyla kesişmektedir, bunlar görüntülü bir yapıya sahiptir. Örneğin istediğimiz bir ayakkabı mağazada bir adet kalmış ve tek istediğimiz o gün o ayakkabıyı başka birisi almadan alabilmektir. Hatta bunun için yani mağazaya yetişebilmek için o kadar agresif davranmışızdır ki, yol boyu birkaç kişiyle çarpışmış, hatalı olmamıza rağmen onları azarlamışızdır.  Ne var ki mağazaya gittiğimizde bizden ancak birkaç dakika önce başka biri gelmiş o ayakkabıyı almıştır. Üzüntü, hayıflanma, hatta o kişiyi kıskanma hisleri oluşabilir. Bilmeyiz ki o ayakkabı aylardır hasta yatağından kalkamayan ama nihayetinde iyileşen bir kişiye sokağa çıkacağı ilk gün için verilen armağandır. Bu ayakkabıyı kim hak ediyor? İşte kişiler arası ışık yollarının örüntüsü böyle bir şey…

Zengin ya da değil, eğitimli (diplomalı da diyebiliriz) ya da değil, iş sahibi ya da değil… Duaların gerçekleşmesi için bunlara ihtiyaç yok. Sadece yüreklerimizi temizlemeliyiz, ruhlarımızı arındıralım böylece ışık yollarımız dara düşmesin. Sadece kendimize değil diğer insanlara da değer verelim. Dualarımız sırf kendimize olmasın, herkes için en iyisini isteyelim. “Ben sadece kendime, çocuğuma dua edeceğim, şu anda senin için dua edemem” diyebilecek kadar karanlığa düşmüş olanlardan olmayalım

Nihayetinde insanın her şey bizim için, türlü darlıklar, türlü ferahlıklar yaşayabiliriz. Ama güzel yürekli insanlar biriktirelim ki ışık yolu örüntüsünden bizlere güzel paylar düşsün.
     Unutmayalım hiçbir karanlık düşünce karşılıksız, bedelsiz kalmaz, her bir kötü duygu gün gelir su yüzüne çıkar ve zehiri yine o kişiye doğru akar. Tabi ki hiçbir aydınlık düşünce de yerini bulmamazlık etmez.

Arındığımız kadar dualarımız, isteklerimiz, ritüellerimiz gerçek aydınlığa erişir…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

CESUR YÜREKLER

 

 
 
Bugünkü sözlerimize minik bir ama bir o kadar da büyük dersleri edinebileceğimiz bir masal alıntısıyla başlayalım, elbette ardından söyleyecek bir sürü söylem olacak…
 
Bir Hint masalın da kahramanımız olan fare kedi korkusundan devamlı endişe içinde yaşarmış. Bu korkusundan sebep kapısını çaldığı büyücü onu bir kediye dönüştürür. Ne var ki; fare, kedi olmaktan son derece mutlu olacağı yerde bu kez de köpekten korkmaya başlar ve yine büyücünün yolunu tutar ve büyücü bu kez onu bir kaplana dönüştürür. Kaplan olan fare şimdi de avcıdan korkmaya başlamıştır.  Fare her ne olursa olsun korkmaktan bir türlü kurtulamamaktadır. Nihayetinde büyücü şu sözleriyle duruma son noktayı koyar: “ Sen cesaretsiz, korkak birisin, bedenin her ne şekle bürünürse bürünsün ruhunu yenilemedikçe sonuç hep aynı olacaktır.”
 
Nedir cesaret? Gözü kapalı hesapsızca her durumun içine dahil olmak, ben her şeyi sınırsızca kayıtsız şartsız yaparım demek midir? Ben hiç de böyle düşünmüyorum. Benim Cesaret için tanımlamam; yüreğini yanında tutup bir durumun başlangıcından sonuna kadar her aşamasında dik durup, durumu özümseyip kabullenip kararlar verebilme, sonuçlarına da yine aynı şekilde sahip çıkabilme durumudur.
 
Öyle çok şey yaşarız ki hayatımız boyunca, ister özel hayatımızda, ister sosyal hayatımızda, ister iş hayatımızda… Milyonlarca durum olur ki bunlarda cesur ve korkusuzca ayakta kalabilmeyi gerektirir.
 
Bazen “Evet” diyebilmek olur cesaret bazen de “Hayır” diyebilmek. Seçim bizimdir. Sevdiğimiz adama ancak hayır diyebilmeyi başarabildiğimizde aslında mutluluğu yakalayabileceğimiz anlar gelir ama cesaret yok ki, çıkamaz ağzımızdan o kelime ve mutluluk kayar gider ellerimizden… Ya da evet demeye cesaret edemediğimizden kaybederiz o mutluluğu. Böyle anlarda yüreğimizle baş başa kalmalıyız, her bir detayı düşünüp tartmalıyız ortaya çıkabilecek sonuçları hesaplamalıyız. Ancak böylelikle cesareti hissedip dimdik durabilirim. Çok kırılgandır ilişkilerin yapısı, mutlu olmaktır istenen, o zaman istediğimiz şeyi kazanmak için cesur olmalıyız. Bazen bir an yaşanır “Seni Seviyorum” diyebilmek bile büyük bir cesaret gerektir. Söyleyiversek o sözü öyle bir mutluluğa erişeceğizdir ki… Ama cesaret yitip gitmiş çıkmıyor o sözler ağzımızdan… Yapmayın sakın gönlünüzün dilini cesaretle serbest bırakın…
 

Hayatlarımızın uzun saatlerini geçirdiğimiz iş yerlerimiz. Oralarda yaşadıklarımız, işte yine cesarete ihtiyaç var her şey için… Haksızlık görürüz, görmezden geliriz, korkarız… Bu haksızlıklar bize ya da başkasına yapılsın ne fark eder ki… Bugün ona yarın bana… İş hayatı gariptir kimi zaman. Bazen asıl susmak cesarettir, bazen de konuşmak, doğru yolu bulmak adına. Çünkü türlü faktörler vardır karar vermek için ve her iş ortamının kimyası farklıdır. Onun için en iyi o ortamı yaşayanlar bilir. Cesaretin ne şekilde davranmak olduğuna orada kişi karar verir. Özel hayatımızda ki gönül dünyamızın cesaretiyle aynı değildir burada ki cesaret…

 

Sosyal hayatımızda bir sürü cesaret gerektiren durumlar için imtihanlarımız vardır, ailelerimizle, arkadaşlarımızla, anlık hayatımıza giren çıkan insanlarla…
 
Cesaret öyle bize birilerinin öğretebileceği bir şey değildir. Hadi şimdi cesur olayım bakalım ne olacak denilebilecek türden bir şey de değildir. Cesaret yürektedir, özdedir, ruhtadır. Onu ortaya çıkartabilecek olan sadece kişinin kendisidir. İş bu yüzdendir ki asıl cesaret kendini bilmek, anlamak ve kendimizi yaşamaktır. Bırakalım kendimizi kanımızda ki cesaret güneşe kavuşsun ve yolumuz gerçek aydınlığa, özgürlüğe ulaşsın…
 
Söylemler bitmez elbet, daha ne hikayeler anlatılabilir cesaret için, cesur yürekler için. Sıra sizde, bilirim ki sizde de ne çok yaşanmışlıklar vardır… Satır aralarına da sizinkileri gizledim…
 
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

TERTEMİZ “SENİ SEVİYORUM”

 
 
Başlangıçta birbirinden bağımsız iki kelime ‘Sen’ ve ‘Sevgi’. Bir araya geldiklerinde ise ortaya çıkan sıcacık bir ifade “Seni Seviyorum”. Öylesine özel bir sözdür ki bu; koruyup, kollamak gerek yanlış ellere düşmesin diye.
 
  Gelelim detaylara;
Kimilerinin gönlü der “Seni Seviyorum” kimilerininse sadece dudakları. Gönül derse bu sözü; dertlere derman ruhlara ışık olur, lakin sadece dudaklarsa söyleyen o zaman o yüce anlam ayaklar altına alınmış demektir.
Bazen bir bakışta gizlidir sevgi, bazen bir gülüşte, bazen uzanan bir elde, bazen bir yudum suda… Aslında öyle çok yolu vardır ki, “Seni Seviyorum” demenin. Yeter ki güçlü gerçek yüreklerden gelsin.
Kolaycacık herkese söylenebilecek ve daha söylemi bile bitmeden anlamı unutulacak bir söz değildir o… Rastlamadık mı bunlara ya da rastlamadım mı? Sayısını bile unutulmuştur. Bir sürü hikaye anlatabilirim yaşanmışlıklardan. Arkadaş dahası dost dediklerimiz oldu. Bizim yüreğimiz söyledi sevgiyi onlarınsa sadece dudakları. Bizde ki yürek saf ya gerçek sandı o dudakları, hesaplamadı sevgisini verirken. Ya onlar… İşleri bitti ve dudaklarında ki sözcükleri son buldu. Herkes bilir kendini, gerek var mı ‘O’, ‘ŞU’, ‘BU’ demeye… Seslerinizi duyar gibiyim; ”Evet, tamda yaşadıklarımı, seninle paylaştıklarımı anlatıyorsun” diyorsunuz.
Onların için yani; “Seni Seviyorum” ’un gerçekliğini bilmeyen, onu yaşayamayan,  hissettiremeyenler için üzülüyorum. Bilseler ki nasıl bir iç güzelliğidir gerçekten “Seni Seviyorum” diyebilmek… Nasıl huzur verir insana, nasıl coşturur yüreğinizi…
Hak edene hak ettiğini vermek gerçek adalettir. Bizde o adalete hizmet edelim ve hak edene hak ettiğini verelim sınırsızca, hesapsızca. Sevilmeyi hak edene, sevginin kıymetini bilenen, onun cimriliğini yapmayana verelim sevgimizi, tüm dünyaya duyururcasına tüm hücrelerimizle “SENİ SEVİYORUM” diyelim.
Her zaman söylemlerimde sevginin yüceliğine değinmeden edemediğimi bilirsiniz. Çünkü istiyorum ki bilsin yürekler gerçekleri, sahte olanlara kanmasın, yaralanmasın… Satır araları sizlere kaldı yine, eminim neler sığdıracaktır güzel yürekleriniz oralara.

 

Ne demiş üstat;

Hava kadar lazım,

Ekmek kadar mübarek,

Su gibi aziz bir şeysin;

Nimettensin, nimettensin.
(C.S.Tarancı)

 

İşte “Sevgi, Sevmek” böyle bir şey… Sevgiye sahip çıkan, onu yücelten gönüller duyun beni, ben sadece diyorum ki; “ Seni Seviyorum”

Tertemiz, sıcacık, bembeyaz…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

 

SEYAHATİMDEN İZLER (KAMBOÇYA)

 

 

Hayatımda eşsiz bir iz bırakan Angkor Wat Tapınağı seyahatimden ve o gezi yolunun sonuna geldiğimde yol üzerinde karşılaştığım güzellikten bahsedeceğim size. O güzelliği bir fotoğraf karesiyle ölümsüzleştirmesem olmazdı ve bu görüntüyü şimdi sizlerle paylaşıyorum.

 

Muhteşem seyahatti, hissettirdiği maneviyata doyamadım. Dost sohbetlerimde konuyu bu tapınağa getirmeden, onu anmadan geçemez olduğumu fark ediyorum şimdilerde.

 

Angkor Medeniyetinin izlerini taşıyan, bu mistik ve esrarengiz tapınaklar içerisinde en çok bilineni Angkor Wat’tır. Düşünsenize 12. yüz yılda inşa edilen bu tapınakta ne hikayeler gizlidir ve benim gibi niceleri ziyaret etmiştir. Öyle ki tapınağın her bir taşı sanki dile gelmişcesine o duyguları fısıldıyorlardı kulağıma. Eminim birçokları benim gibi hissetmişlerdir… Enerji çok yoğun ve güçlüydü, kendinizi teslim ettiğinizde sizi içine alıyordu…

 

Yoğun enerji selinden sonra tapınağın çıkışında karşılaştığım güzellik tabi ki resimde yer alan gülen gözlü çocuklardır. Tüm çocuklar böyle değil midir? Işıl ışıl bakan gözler, derin bir gülümseme…



Yoğun enerji selinden sonra tapınağın çıkışında karşılaştığım güzellik tabi ki resimde yer alan gülen gözlü çocuklardır. Tüm çocuklar böyle değil midir? Işıl ışıl bakan gözler, derin bir gülümseme…

Sıcacık bir yürektir çocuktur ve Çocuk Sevgisi insanın yüreğinin kirini pasını alıp götüren yerine aydınlıklar bırakan eşsiz bir sevgidir. Bir çocuğu sevmek için illa size ait olmasına da gerek yoktur. Anne olmayabilirsiniz, baba olmayabilirsiniz, bu onları sevmeye engel değildir ki. Ve o gün o çocuklara sarılmak onların sıcaklığını hissetmek öyle iyi geldi ki bana o anda daha fazla hiçbir şeye ihtiyacım yoktu…Her şey tamdı, eksiksizdi, kusursuzdu.

Dünyanın en güzel emanetleridir çocuklar, saflığı, aydınlığı, ışığı onlarda yaşarız. Ne zaman içimiz kararsa bir çocuk yüzü getirelim aklımıza ya da bir çocuğu alalım kollarımıza nasıl iyileştiğinize karanlıktan kurtulduğunuza mucizevi şekilde sahip olacaksınız. Bunun içindir ki dünyanın en büyük mucizesi ÇOCUKLARDIR…

 

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

 

MASKEMİZ VAR MI…

 


Bana aldanmayın!
yüzüm bir maskedir,
Sizi aldatmasın.
Binlerce maskem var,
Çıkarmaya korktuğum,
Ve,
Hiç biri ben değilim…
Olmadığımı göstermek
İkinci doğam oldu.

      Her şey dışta düzgün ve cilalı,
Hiç yıpranmayan, her zaman saklayan
O maske!…
Altta ne güven, ne de rahatlık…
Altta,
Karışıklık, korku ve yalnızlık içinde bocalayan
Gerçek ben!…
Ama saklarım bu gerçeği savunuculukla…
kimsenin bilmesini istemem…

İşte,
Masklerimi onun için takarım…
Onun için, arkalarına saklanacak,
Maskeler yaratırım…
Onlar
Gösterişte kullanabileceğim
Parlatılmış yüzlerim,
Beni korur bakan gözlerden.

Beni olduğum gibi kabul edecek,
Sevecek,
Bakışlar bulamazsam,
Solacak kuruyacak gerçek ben…

Bana sen değerlisin diyecek,
Maskesizken’daha bir insansın
Daha yakın, daha bir dostsun
Diyecek bir bakışa
Beni gören bir bakışa

Muhtacım…
Kim olduğumu merak ediyor musun?
hiç merak etme…
Ben çevrendeki
Her erkek her kadınım…
Maske takan her insanım.

CHARLES C.FINN

     “Ne güzel anlatmış Charles C. Finn ‘Maskeleri’… Ona katılmamak içten bile değil… Kimimiz kendini korumak için iliştirir benliğine o maskeleri, kimimiz gerçekliğini gizlemek için, kimimiz de olmak isteyip hiç olamadığı kişi olmak adına…
      Oysa asıl olması gereken özgürce sadece BEN olmaktır. İhtiyaç yok fazlalıklara, oyunlara, hilelere, sahteliğe… BEN dışında hiç bir şeye ihtiyaç yoktur.

Ne isek oyuz, nereye kadar oynayabiliriz, nereye kadar BENden başkası olabiliriz?

Zaman çok kısa ve hızla akıp gidiyor…

Kimseyi, ama en çok da kendimizi kandırmayalım… Koyalım maskeleri bir tarafa, hatta yakalım yok edelim hiç olmamışçasına sonra sınırsızca kendimize dönelim. Yüzleşelim BENimizle.

Kötü isek yanlış isek değişelim, yenileyelim kendimizi. Özdeki sevgiye, güzelliğe ulaşalım.”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

SÖZÜN GÜCÜ

          O ‘Dil’ ki; ne canlar yakmış ne ahlar almış ne umutlar soldurmuş, ya da ne canlar kurtarmış ne dualar almış ne umutlar yeşertmiş… O Dil ki; ne devirleri kapatıp ne devirleri açmış…
 
     Konuya tam da en orta yerinden girdim. Başka türlü başlayamazdım söylemlerime, “DİL” öylesine mühim bir şeydir ki, onun gücünü anlatacak bir yazıya ancak bu şekilde başlayabilirdim.
 
     Bıçağın iki yönü vardır, bir yönü keser hesapsızca ona hırçın taraf derim, diğer yönüne ise mülayim taraf derim, varlığı destekleyicidir, mülayim yön olmasa hırçın taraf da olmaz aslında, işte bu iki yön bir bütünü oluşturur. Tıpkı Dil ve Gönül’ün bütünlüğü gibi. Dil ile Gönül ortaktır. Gönül hisseder, Dil’ in hissedileni söze dökmesini ister. Gönül iyisiyle kötüsüyle gerçektir, sabırlıdır, sözü yavaşça dile emanet eder. Ve o andan sonra her şey Dil’e kalmıştır artık. İster Gönül’e tercüman olur ister Gönül’ü köle eder kendine. Dil kimi zaman dinlemez Gönül’ü, amansız rüzgarlar gibi hunharca başkaldırır ve sözleri hesapsızca savurur dört bir yana, kimi zamansa uysaldır, boyun eğer Gönül’e.
    Bunun için denilir ya: “Bir Dil” den dökülen söz vardır bir de Gönül’den dökülen söz vardır.”
 
     Atalarımızın bir sözü var ki, söylemeden geçemeyeceğim, çünkü çok sever ve hak veririm bu söze. ‘Dilin kemiği yoktur’. Hakikatten ne kadar da doğru bir söylemdir bu. Dil, her şekler girer, dizginlenemez, durdurulmaz. Başı boştur, ne gelirse önüne ona şekil verir sürer ortaya. Marifet de onu dizginlemekte değil midir zaten…
    Nihayetinde sözün geldiği yer Gönül ya da Dil olsa da, o söz dorusuyla bizimdir. Öylesine büyük sorumluluktur ki sözler, ulaştıkları yerde ortaya çıkacak her türlü durumun sebebi biz oluruz. Bunun içindir ki düşünmeden sarf edeceğimiz vebali bizimdir. 
    Gönül dedik, Dil dedik, Söz dedik… Asıl olan iyi olmak değil midir? Şayet iyi ruhlu değilse bir kişi hangi gönüle ya da dile sahiptir ki güzel sözler onun kılavuzu olsun. Her daim dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyoruz. Öncelik iyi olmak. Zararsız, hesapsız, yalansız olmak… Gülen yüze, gülen göze sahip olmak… Haklıyı haksızı ayırt edebilir olmak, edep ve haya sahibi olmak… Hak yememek, eşitliği yaşamak, yaşatmak… Ne olursa olsun sadece doğruları söylemek… İşte bunlara sahipsek iyi insanızdır zaten ve iyi insanın sözü de iyidir, hoştur.
     Güzel düşünelim güzel sözlerimiz olsun, yaralara merhem, dertlere derman, kederlere umut olalım. Sözlerimiz yarınlara ışık tutsun, yol gösterici olsun. İnsanlar bizi güzel sözlerimizle ansın, işte böylesine güzel ancak bu güzel yürekli insandan geldi desinler…
 
   Sözlerimin vebali benimdir, sözlerime kefilim ve inanıyorum ki size çok güzel şeyler hissettirecek ve sizi güzel düşüncelere yöneltecektir. Satır aralarına sığdırdıklarımı keşfetmek yine siz güzel gönüllere kaldı…
 
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com
  

KENDİMİZİ ANLAMAK VE TESLİMİYET

 
 

…Bir yerlerde birileri bir şeylere çok kızmış ve bu kızgınlığa sebep olarak birlerini suçlamışlar. Suç, suçlamak, suçlu suçlanan…

Asıl olan nedir? Hep bir şeyler yaşanır, olaylar olur biter. Nihayetinde eğer olumsuzluksa sonuç mutlaka başkasıdır buna neden olan. Ya biz?

Oysa esas; kendimizi dinlemeyi bilmekten geçer. “BEN” insanım tıpkı diğerleri gibi ve benimde hatalarımın olması en doğal olandır. Bir şeylerde ben de suçlu, yanlış olan taraf olabilirim. Her zaman uzaklarda aramayalım eksiği. Önce dönüp bakalım kendimize, eleştirelim kıyasıya “BEN” sonra etrafımızdakilere yönelelim. Kendimize soralım keskin soruları. Neden, niçin, nasıl, ne kadar, ne zaman…? Alalım cevapları, bakalım neler olduğuna.

Dürüstçe, en dobra şekliyle kendimizi açalım gerçekliğe. Eğer ki, hatasız eksiksizsek, hatalıya kafa tutabiliriz. Tabii ki bunu yakarak, yıkarak, ezerek, yok ederek yapamayız.

Böylesi tavırlara asla hakkımız yoktur. Işıkla, sevgiyle söylemeliyiz gerçekleri, bunu yapamazsak eğer ne farkımız kalır hatalıdan, yanlış olandan.

Asla dikte etmemeliyiz, zorlamamalıyız, zarifçe, en yumuşak yaklaşmalıyız yanlışı olana. Öyle bir yöntemimiz olmalı ki; kötüyü dahi incitmeden ona hatalarını görmesine yardım etmeliyiz. Ancak o zaman gerçekten iyi bir şeyler yapmış oluruz.

Tüm bu anlattıklarım durumun bir boyutu. Şöyle ki: “İlk adım kendimize bakmayı öğrendik, kendimizi eleştirdik. Hatalıysak bununla yüzleştik. Eğer hata karşı taraftaysa ona en güzel şekilde hatalarıyla nasıl yüzleşebileceğini gösterdik.

Diyelim ki bunların hepsi oldu. Peki ya şunu sorduk mu hiç kendimize “Neden bunları yaşıyorum? Neden kötü bir durumla ya da kötü bir insanla karşılaştım?”

İşte ikinci boyutta burada başlıyor. Yaşadıklarımızdan gerçekten neler öğreniyoruz, dersler çıkarabiliyor muyuz.? Öğrenilenleri ve edinilen dersleri hayatımızın ne denli uygulayabiliyoruz. Asıl hikaye burada başlıyor. Aldığımız her bir nefesin ardında mutlaka bir kazanım olmalı boşa alınmış hiç bir nefes olmamalı.

Hayatımızı “vahlarla, tühlerle, eyvahlarla” geçirmek bizi yokluğa, boşluğa sürükler. Oysa yaşanmışlıklara bu söylemlerle tepki vermek yerine, yaşanmışlıkların bize neler öğretmeye çalıştığına kulak vermeliyiz.

Gerçek şu ki; “BEN”‘i oluşturan her şey iyisiyle kötüsüyle, doğrusuyla yanlışıyla yaşanmışlıklardan geçer… Yaşadıklarımızla büyürüz, olgunlaşırız ve varlığımızın anlamına cevap buluruz.

Şükürler olsun ki yaşadıklarımızı, hayatı anlamlandıran biliyoruz. Haklarımızı savunabiliyoruz. Gücümüzün yettiğine kadar erişebiliyor, gücümüzün yetmediği yerlerde de tevekküle sığınıp teslim olabiliyoruz. Sesimiz var!

O ses ki yere göğe varlığını duyuracak kadar güçlüdür… Ya ona sahip olmayanlar, başlarını önüne eğip sadece tevekkül ederler, anlatmazlar, savunamazlar kendilerini… Bize emanet canlılardan bahsediyorum, bizler onlara ses olmalı, teslimiyetlerine ortak olmalıyız.

İki boyutta anlattım hislerimi, yine söylemediklerimi söylemeyi sizlere bırakıyorum. Biliyorum ki sizin söyleyecekleriniz benim satır aralarına gizlediğim söylemlerle bütünleşecektir…

Sesiniz gür, derinden, teslimiyetiniz yürekten olsun!

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com