RENGARENK DUYGULAR

Ateş böcekleri, o muazzam ışıklarını gecenin karanlığına gönderen ateş böcekleri… Küçücük ışıklarıyla geceyi aydınlatırlar ve her biri diğerden daha fazla ışık yaymak için adeta birbirleriyle yarışan o muhteşem ışık melekleri… Anıları ateş böcekleriyle özdeşleştiririm. Çünkü anılar da tıpkı ateş böcekleri gibi hayatlarımıza ışık saçar ve ömrümüzü aydınlatırlar. Ateş böceklerinin ışıkları karanlıkta yol bulmamıza, önümüzü görmemize yardım eder, anılarda bu günümüzü hatta yarınımızı görmemize, anlamamıza yardım eder. İnsan ömründeki her bir anı belki küçücük bir dönemi yansıtır ama o anıların dokunuşları insan ömrünün tamamına yayılır. Anılarımı sizlerle paylaşırken sizlerin de kendi anı dünyanıza doğru yolculuk yapmanızı arzu ediyorum. Yaşanmışlığını unuttuğunuz, ancak siz unutsanız bile yaptığı etkiyle hayatlarınıza kocaman dokunuşlar yapan anılarınızı gün yüzüne çıkartmanız, onlara sahip çıkmanız, olumlu etkilerini devam ettirmeniz, olumsuz etkileriyle yüzleşip, kabullenip ve sonunda da hayatlarınıza mutlu bireyler olarak devam edebilmenizi diliyorum.

Yol uzun, yolcu keyifli. İyisiyle, kötüsüyle yaşanmış her şey bir tecrübedir. Bizi biz yapan da işte bu yaşanmışlıkların dokunuşlarıdır. Sandık yeni bir anıyı dışarıya çıkartmaya sabırsızlanmış gibi görünüyor. Sandıktan gelen seslere kulak verelim, seremoni başlasın ve yeni bir anı demeti daha beni sizlerle buluştursun.

  • “Hızlı adımlarla ilerleyen zaman, bizi ilkbaharın o güzel günlerine ulaştırmıştı. İlkbahar, yeni bir uyanışın, yeni umutların habercisi gibidir. Ağaçlar rengarenk çiçeklerle bezenmiş giysilerini giyer, çimenler de papatyalı giysilerini… Peki ya bizler? Elbette bizlerde doğaya eşlik ederiz, üzerimizdeki ağır giysileri yerlerine, dolaplara kaldırırız ve incecik, rengarenk giysilerimizi ilkbahara eşlik etmek istercesine giymeye başlarız. İlkbahar mevsimiyle birlikte bende ikinci sınıfın sonlarına gelmiştim, üçüncü sınıfla aramda birkaç aylık ikinci sınıf günleri ve yaz tatili kalmıştı. Nisan ayındaydık ve elbette Nisan ayının en güzel günü olan 23 Nisan’ a çok az zaman vardı. Okulumuzda 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı hazırlıkları hummalı bir şekilde ve keyifle başlamıştı. Şiirler okunacak, piyesler oynanacaktı ve bir de belirlenen bir güzergâhta özel bir yürüyüş yapılacaktı. Yürüyüşe okulumuzu temsilen bende katılacaktım. Heyecanım doruktaydı. Milli bayramlarımızın coşkusu her zaman bir başka güzeldir. Kürsüde okunan şiirlerin tadı, oynanan piyeslerin özel anlamlar yüklü olması, hep bir ağızdan söylenen İstiklal Marşı’ nın coşkusu bir başka güzel olur o günlerde. Bu coşkuya hep hayran olmuşumdur bunun için de törenler her zaman özel olmuştur benim için. Haftanın ilk günü okulda yapılan açılış töreninde de şiir okurduk. Ah o şiirlerim… İstiklal Marşı’ nın ehemmiyetini hem ailemden hem de öğretmenimden öğrenmiştim, evdeyken televizyonda duysam marşımızın çalındığını hemen ayağa kalkar saygı duruşuna geçerdim. Şanlı tarihimizi, özgürlük mücadelemizi anlatan televizyon programlarını seyretmeyi de ayrıca çok severdim.

Gün gelmişti, yürüyüş alayına katılmak için hazırlıklarımı annem günler öncesinden tamamlamıştı. Annemle okulumun belirlediği kıyafeti almak için alışverişe gitmiştik. Kesinlikle bu alışverişin keyfi diğer alışverişlerimizden çok daha özeldi. Yürüyüş esnasında elimizde bayraklar olacaktı, marşlar eşliğinde yürüyecektik, yollarda bizi seyreden insanları bayraklarımızla selamlayacaktık. Ne güzel bir duyguydu bu, kendimi çok özel ve şanslı hissediyordum çünkü ben bir çocuktum ve bu bayram bizlere armağan edilmişti. O gün öncelikle okulumuzda tören yapıldı, şiirler okundu, şarkılar söylendi. Ardından stadyumda okulların gösterileri oldu. Törene ağabeyim kendi sınıfıyla katılmıştı ve maalesef kardeşim rahatsızlığından dolaya okulda olamadığından törene de katılamamıştı, sadece izleyiciydi. Annemler onu gelecek yıl mutlaka törene katılacağını söyleyerek teskin etmişlerdi. Babam çalıştığı için törende yanımızda olamamıştı. Sadece annem ve kardeşim bizi izlemeye, günümüze eşlik etmeye gelebilmişti. Oysa bu anlamlı günümüzde babamın da bizimle olmasını çok istemiştim. Özel günlerde bir arada olmanın en kadar önemli ve kıymetli olduğunu babam bizlere her daim aşılamıştır. Ama bazen şartlar buna izin vermeyebiliyor. Zamanlar uyuşmasa da her anı bir arada geçiremesek de biz ailemizin kıymetini ve önemini biliyorduk. İyi günde ve kötü günde, biz her koşulda bir bütündük.

Unutur muyum hiç atletizm seçmelerini… Okullar arası müsabakaların günü gelip çatmıştı. Kazanma arzusunun çılgınca tutkusu içime işlemişti ve heyecandan yerimde duramaz haldeydim. Antrenmanlarda çok çalışmıştım bununla birlikte Beden Eğitimi Öğretmenim de bana çok güveniyor başarılı olacağıma tıpkı benim gibi yürekten inanıyordu. Öğretmenimin bu inancı ister istemez üzerimde bir baskı oluşturuyor kazanmak için beni adeta kamçılıyordu. Onun yüzünü kara çıkartmamam gerekiyordu, bana güveniyordu ve ben de o güvene layık olmalıydım. Başarılı olmaya kilitlenmiştim, ‘başarılı olma arzusu’. Bu duyguyla tanışmam aslında çok da yeni sayılmazdı. Bu duyguyla en çok amcamın davranışlarıyla tanışmıştım. O bizim her zaman, her koşulda başarılı olmamızı isterdi ve bu isteğini bize fazlasıyla aşılamıştı. Yarışı kazanamazsam kendimi suçlu hissedecektim, hata yapmış olacaktım. Çünkü bana inanan, güvenen insanlar vardı ve bu beklentilerini asla hüsrana uğratamazdım. Hassas ruhuma biraz fazla geliyordu bu telaş, ama iş başa düşmüştü ve kazanmam gerekiyordu. Yarışma günü ailemde benimle birlikteydi, heyecanıma ortak oluyorlardı. Seçmeleri geçen diğer öğrenciler, aileleri, herkes oradaydı, kalabalık coşkuluydu. Her öğrenci gibi bende kendi yaş gurubum içinde yarışıyordum. Yarış kocaman bir heyecan içinde başlamıştı. Kazanmıştım! Kendi yaş grubum içinde birinci olmuştu. Mutluluk, mutluluk, mutluluk… Çok çalışmıştım ve çalışmalarımın sonucunu galibiyetle göğüslemiştim. Kimsenin yüzünü kara çıkartmamış, kimseyi yarı yolda bırakmamıştım. Layığıyla bir görevi daha yerine getirmiştim. O günden sonra her türlü spor müsabakası benim için özel bir yer edinmişti. Televizyonda yayınlanan hiçbir spor müsabakasını kaçırmaz olmuştum ve bu seyirlerime ağabeyimde eşlik ederdi. Ağabeyimle en büyük ortak noktamız spor olmuştu. Onunla takımlardan, maçlardan bahsetmek ayrı bir zevk haline dönüşmüştü benim için. Futbol maçlarını sadece televizyondan seyretmekle kalmaz elbette ki beraber maçta yapardık. Üçümüz; ağabeyim, kardeşim ve ben, ablam hariç… Yarışmayı kazandığım gün benim günüm olmuştu, o gün günlerden ‘Nurgül’ dü.’ Artık derslerimin arasında başı Beden Eğitimi Dersim çekiyordu, artık favori dersim o olmuştu, tabii ki diğer derslerimi de çok seviyordum ama Beden Eğitimi Dersimin olacağı günü iple çeker olmuştum.”

Spor aşkım bugünkü anımda da karşımıza çıktı ve ilerleyen anılarda bu konuya çokça rastlayacağız. Çünkü hayatımda vazgeçilemez bir yere sahip olmuştur spor. Bu güzel disiplinin faydasını hayatımın birçok evresinde gördüm ve bana çok kıymetli katkıları oldu. Özellikle belirtmek istiyorum ki; sadece sporda değil hayatın her bir aşamasında türlü türlü müsabakalarla ya da durumlarla karşılaşırız. Mühim olan hayatın aşamalarındaki başarılı olmak arzusunu kontrol altında tutabilmektir. Kazanmak kadar kaybetmenin de hayatın bir gerçeği olduğunu ve her zaman kazanmanın mümkün olamayacağını tüm gerçekliğiyle kavramak gerekiyor. Şayet bu gerçeklik kabul edilebilirse kişide kaybetmeye dair korkular oluşmayacaktır, her durumu olduğu gibi kabul edebilme yaklaşımı oluşacaktır. Kaybetme korkusu insanda henüz gerçekleşmemiş durumlara dair büyük kaygılar oluşturan bir duygudur. Bu korku sadece bir yarışı kazanmak adına değil, maddi kayıplar ya da sevdiklerinizin kaybı şeklinde de karşımıza çıkacaktır. Hal böyle olunca da kaygı dolu bir hayatın esaretine girilecektir. Bu esaret de mutsuzluğu ve öfkeyi yaşatacaktır size. Diğer taraftan herhangi bir şeyi kaybetme düşüncesi sizi başarısızlık duygusuyla iç içe geçirir. Başarılı olmak içinde kazanmak arzusu umarsızca kamçılanır. Bu kamçının bıraktığı izlerse sizi hırsa sürükler. Oysa kazanmak kadar kaybetmenin de doğal olduğunu ve her iki sonucunda bizler için gerçek ve olası olduğunu anlamak, akışta kalarak durumu kabullenmek en doğru davranıştır. Çocuklara hırsla yol almayı değil azimle yol almayı, kaybetmenin kazanmak kadar doğal olduğunu, kayıpların hiçbir şey için bir son olmadığını öğretmek çok önemli. O savunmasız yüreklerine, korkuyla yola çıkılırsa o yolda başarısızlığın kendilerini bekleyeceğini ancak motivasyonla ve doğru şekilde ilerleyerek en iyi sonuca ulaşabileceklerini anlatmalıyız. Kaybetmenin başarısızlık değil olası bir durum olduğunu, mühim olanın kendilerindeki artı ve eksikleri kavrayabilmek olduğunu aşılamalıyız.  Her şeyde başarılı olmanın kişiyi mükemmeliyetçi olmaya ittiğini bununda kendilerine faydadan ziyade zarar getireceğini en güzel şekilde en tatlı dille çocuklara anlatmalıyız. Aslında bunları sadece çocuklara değil kendimize ve çevremizde bu bilgilere ihtiyaç duyan herkese anlatmalıyız. Anlatmalıyız ki, onlarda bir farkındalık oluşmasını sağlayabilelim ve şifalanmaları için onlara yol gösterebilelim.

Ulusal bayramlarımıza dair anılar hafızımda sanki dünmüşçesine saklı durur. Çocukluğumuzda vatan sevgisi bize çok güzel işlendi. Bunu hem ailemiz hem de öğretmenlerimiz gerçekleştirdi. Çocuklukta sağlamca edinilen bu düşünce şekli vatansever bir insan olmanızın en büyük temelini oluşturuyor. Vatansever bir birey hem ülkesini hem de ülkesinin insanlarını sever, geçmişine saygı duyar ve sahip çıkar. Milli bayramlar her zaman layığıyla kutlanmalı, o dönemlerde yaşananlar yine layığıyla başta çocuklar olmak üzere herkese anlatılmalı ki, varlığımıza, ülkemize canımızla sahip çıkalım. Ne demiş atalarımız: ‘Ağaç yaşken eğilir.’ Biz geleceğe bir çınar olacak ağaçlarımızı yani evlatlarımızı vatan sevgisiyle, merhametle, güvenle yetiştirelim ki, onlarda gelecek nesilleri öyle yetiştirebilsin.  

Her şey gönlünüzce olsun.
Sevgi ve ışıkla kalın…
Nurgül AYABAKAN

SABRIN MEYVESİ EN TATLI OLANDIR

Bugünkü konumuz hepimizin sahip olmayı çok istediği ama sahip olunması biraz zor olan duygu; ‘Sabır’. Sabır; insanoğlunun ağırlık merkezidir. Nedir mi bu ağırlık merkezi? Bir insan ana rahmine düştüğü andan itibaren, ta ki ölene kadar birçok evreden geçer ve bununla birlikte birçok şey de yaşar? Hiçbir şey birdenbire oluşmaz. Her zaman bir bekleme süresi vardır ve bu süre çoğu zaman bizim kontrolümüzde ilerlemez. İşte bu bekleme sürelerinde gösterilen metanet ‘sabır’ demektir. Bunun için sabrı tanımlarken insanoğlunun ağırlık merkezi demek yerinde bir ifade olacaktır. Her bir durum bu merkeze etki eder ve mühim olan bu merkezi doğru idrak edip onu dengede tutabilmektir.

Her insan dünyaya ayak basmadan evvel (normal şartlarda) anne bedeninde dokuz aylık bir bekleme süresine tabi tutulur. Anne bedenindeki bu bekleyiş hem bebek hem de onun yolunu bekleyen ailesi için aslında sabır dolu bir süreçtir. Belki de sabrın en büyük örneği bu dokuz aylık dönemde yaşanır.

Varoluş gerçekleşti, yaşam yolculuğu anne bedeninden sonra dünyaya ayak basarak başladı… Hayatın döngüsü içinde nice durumlar yaşanacak, nice hadiselerle karşı karşıya kalınacak. Tüm bu süreçlerde, farkında olmaksızın, dokuz ay boyunca annemizin o güzel bedenindeki bekleyişin duygusuna yani ‘sabra’ çok ihtiyaç olacak.

Şimdi girelim yaşamın içine ve bakalım şu sabır dediğimiz zorlu metanet duygusu nerelerde karşımıza çıkacak.

İçimizde kıpır kıpır duygular olur, istediğimiz her şeyin hemencecik gerçekleşmesini arzuladığımız içindir bu kıpırdanmalar. Ama işin gerçeği, istenilen her şeyin çoğu zaman öyle bir çırpıda olmadığıdır. Zaman gerekir, emek gerekir, beklemek gerekir ve beklerken huzursuz, tedirgin, hırçın, kaygılı, öfkeli olmamak gerekir.   En çok da ne gerekir biliyor musunuz?  ‘Sabır’ gerekir.

Bilgisayarınızda çalışıyorsunuz ve çok önemli bir dosyayı indiriyorsunuz. Zamanınız dar, işleri hızlıca halletmelisiniz için dosyaya da acil olarak ihtiyacınız var. Siz gerildikçe, huzursuzca o ekrana baktıkça ve işi hızlandırmak adına yersiz yere bir sürü tuşa bastıkça o dosyanın ineceği varsa da inmeyecektir. Sonuç ne mi? Hızlı olayım ve işi yetiştireyim derken bir sürü gereksiz karmaşa yaşayacaksınız ve sakince halledebileceğiniz işi bitmesi gereken süreden çok daha uzun sürede bitireceksiniz. Sonra olanlar için kendinize, bilgisayara hatta teslim edeceğiniz o işe kızacaksınız. İçinizde öfke kırıntıları birikmeye başlayacak. Negatif duygular yolunuzu kirletecek. Ne mi yapmalısınız? Elbette sakin olmalı ve tabii ki sabırlı davranmalısınız.

Yeni bir iş görüşmesi yaptınız, hemen size dönüş yapılmasını, sonuçlanmasını istiyorsunuz. Sonucu beklediğiniz o günler size yıllar gibi gelecektir çünkü sabır metanetine kendinizi teslim etmediniz. İşe girdiniz, sonra maaşınızın bir an önce artmasını istersiniz, ardından hızla yükselmeyi. Ama bunlar hemen olmaz, beklemek, emek vermek gerekir. İşte yine sabırlı olmak çıkıyor karşınıza. Sanki her şey bize sabrı öğretmek için var.  Markette, minibüs durağında ya da sinema salonunda beklenen sıra, işte bunların hepsi bize sabrı öğretir. Aynı zamanda da sabra sahip olup olmadığımızı… Trafikte önümüzdeki arabayı geçme çabası ya da trafik ışıklarında yeşil yanar yanmaz hareket etme isteği, bunun için gereksizce öndeki arabaya korna çalma eylemi. Bunların hepsi sabırsızlıktan başka bir şey değil de nedir? İnanın bu sabırsızlık önce size ve sonra da çevrenize zarar verecektir. Hatta bazen bu zararlar telafi edilmesi mümkün olmayan sonuçları da doğurabilir.

Sabırsız olunduğunda zihinde telaş başlıyor bu sefer de ardından hatalar geliyor. Bu durum beraberinde öfkeyi getiriyor. Sabır, zor koşullar altında cesaretinizi ve metanetinizi yitirmenize sebep olur. Sabırlı insan uzun süreli gecikmelere ve tahriklere rağmen moralini bozmadan yoluna devam eder veya beklemesini sürdürür. Sabırlı olmak, gereksiz düşünceleri ve duyguları ardında bırakmaktır.

Size saatlerce derdini anlatan bir insanın derdine dava olamıyorsanız bile onu sabırla dinlemeniz onu mutlu edecektir. Çünkü onun içini boşaltmasını, konuşarak kendisini rahatlatmasını sağlamış olacaksınız. Başka hiçbir şey yapamasanız bile sabırla onu dinlemeniz sıkıntısını azaltabilir hatta derdine deva bile olabilir. Sabır, başka insanların yüreklerine dokunabilmek için de mühimdir.

Hafta sonu bir seyahat planınız var, fakat o anda bir aksilik çıkıyor ve seyahat iptal oluyor. Bu durumda hemen üzülüp neden gidemedim o seyahate diye hayıflanıyorsunuz. Ardından madem oraya gidemiyorsunuz başka bir yere gitmek için plan yapıyorsunuz ama o da olmuyor, gidemiyorsunuz.  Neden art arda yaptığınız seyahat planları iptal oldu? Belki de sizin o hafta sonu hiçbir yere gitmemeniz gerekiyordur, hayırlı olan budur. Metanetle ve teslimiyetle sabırlı davranıp, dingin bir şekilde durumu kabullenmek sizin için daha iyi olmaz mı? Boş yere kızıp durdunuz, kendinizi negatif enerjilerin içine soktunuz ve elbette ki bu duygularla kendinize zarar verdiniz.

İlerlersiniz, ilerlersiniz yolun bitimine ramak kalmıştır, ama yeterince sabırlı olmadığınız ya da olamadığınız için yolu tamamlayamazsınız. Oysa kontrollü, metanetli bir sabrınız olsa onu sona ulaşmadan tüketmezdiniz. Demek ki buradan şu sonuca da ulaşabiliriz. Sabır anlık ya da süreli olmamalıdır. Sizin için daimî yol arkadaşı olmalıdır.

Sabır, erdemin cesaretidir. (Bernard de Saint Pierre)

Hayatımızda neşe ve mutluluk kadar acı ve üzüntü de vardır. Yaşadığımız olumsuzluklara isyan etmeyip, sabırla yaklaşmamız çok önemlidir. Sabır bir imtihandır ve sabırsızlığımız ne kadar çoksa, sabırla imtihanımız da o kadar çok olur. İnsanın kendi değişimi ve dönüşümü için gerekli en önemli erdemdir sabırdır. Sabırlı olduğunuzda hayat yolculuğunuz daha olumlu ve pozitif ilerler. Sabırlı insan şikâyet etmez. Sabırlı olduğu takdirde her ne olursa olsun, eninde sonunda amaçlarına ulaşacağını bilir. Ola ki, amacına ulaşamazsa da Allah’ın hayırlı kıldığı sonucun bu olduğunu idrak eder ve sonuca isyan etmez.

Sabır en yüce ağaçtır. O ağacın meyvesi de en tatlı olandır.

Her şey gönlünüzce olsun.
Sevgi ve ışıkla kalın…
Nurgül AYABAKAN

GÖNLÜNDEN PAYLAŞIMLAR

Sizlerle zaman zaman bilgelik hikayeleri paylaşacağım. Bu hikayelerde kıssadan hisse çıkartılacak bir sürü güzel dersler yer alacak. Hikayelerin özüne inerseniz, hayatlarınız için olumlu dokunuşlar kazanacağınıza yürekten inanıyorum. Bu dokunuşlar beraberinde de farkındalıkları mutlaka getirecektir. Önce hep birlikte hikayemize bakalım ardından hikâyeye dair söyleyeceklerim olacak.

GÖNÜL SADAKASI

***

Bir hanımefendi anlatıyor:

“Biraz fasulye ve biraz pilav alarak bakır bir tepsiye koydum. Üzerine patlıcan, salatalık ve birkaç tane kayısı ekledim… Tam dışarı çıkacaktım ki babam sordu:

“- Nereye gidiyorsun kızım? “

“Ninem bunları kimsesiz yaşlı adama götürmemi söyledi” diye cevap verdim.

Bunun üzerine babam:

“- Şöyle yap. Mutfaktan birkaç tabak daha getir. Her bir şeyi ayrı tabağa koy ve tepsiyi güzelce düzenle. Yanlarına kaşık, bıçak ve bir bardak su da koy, öyle götür” dedi.

Dediklerinin hepsini yaptım ve elimdekileri dedeye götürdüm. Dönünce babama neden böyle yapmamı istediğini sordum. Babam:

“Yemek ikram etmek ‘Mal’ sadakasıdır. Bir şeyi düzgün vermek ise ‘Gönül’ sadakasıdır. Birincisi karnı doyurur; ikincisi ise kalbi doldurur.

Birincisi, kimsesiz dedeye, yardım isteyen dilenci hissini verir. İkincisi, yakın bir dost, iyi bir misafir olduğu hissini verir.” diye cevap verdi ve devam etti:

“-Maldan vermek ile gönülden vermek arasında büyük bir fark vardır. Gönülden olanın hem Allah katında hem de insanlar yanında değeri daha büyüktür.” Dedikten sonra biraz durdu. Sonra gözlerimin içine bakarak sözlerini şöyle tamamladı:

“- Bak yavrucuğum. Yapacağımız ikramlar, sevgi ve iyilikle birlikte olsun. Sakın aşağılayıcı ve küçük düşürücü olmasın.

***

Ağzımızdan çıkan her bir söz gibi, her bir davranışımızda gönül telimizin güzellikleri arasından gelmelidir. Maksadımız birilerine iyilik yapmak ve onları bu iyiliklerle mutlu kılmak ise bunu onları olumsuz hisler içine sokmadan, onları incitmeden, nazikçe yapmalıyız.  Bununla birlikte elbette ki, yaptığımız iyilikler bizde kibir, ego, büyüklük hislerini oluşturmamalıdır. Alçak gönüllüğümüzü her daim muhafaza etmeliyiz. Bütün eylemlerimiz sevgiyle, şefkatle olmalı, yüreğimizin sıcaklığını karşımızdakilere hissettirebilmeliyiz.

Tüm bunlar bir yana hikayemiz de bahsi geçtiği gibi bir yemeğin paylaşılması ya da sunulması esnasında çok dikkatli ve hassas davranılması gerekmektedir. Bu paylaşımda en mühim olansa; paylaşımı yaptığımız kişiler arasında ayrımcı bir tavır içinde olmamaktır. Her insana özel olduğunu hissettirecek incelikte davranmak en güzel davranış şekli olacaktır. İster evimizde ağırlayıp ikramda bulunalım ister evine ister çalıştığı yere bir ikram götürelim ve o kişi kim olursa olsun ona özenli davranalım.

Kimi zaman rastlarım evlerinde tanınmış ya da büyük maddi varlıklara sahip kişileri ağırlayanların hazırladıkları o sofraların görüntülerine. Acaba bu kişiler başta kendilerine karşı samimi olup herhangi bir insana, mesela markette çalışan kasiyere, bir apartman görevlisine, bir çiçekçiye de aynı özeni gösterip, aynı sofrayı hazırlar mı diye? Hatta anlatırlar o ihtişamlı sofraları hazırlayan kişiler yaptıkları o hazırlıkları. Ah bir de sofranın hazırlandığı kişiden menfaat de elde edilecekse işte o sofralarda ayrı bir enerji olur ve bir şekilde hissedersiniz bunu.

Asıl olan nedir bilir misiniz dostlar? ‘Bir kişiyi diğerinden malına, mülküne, mevkiine bakmaksızın ayırt etmemek. Herkese sadece insan olduğu için değer vermek, sahip oldukları için değil, ya da bize bir faydası dokunacağı için değil. İnsanlarla güzel paylaşımlar yapmak, onlara keyifli, hoş ikramlarda bulmak. Herkese aynı, herkese eşit özende davranmak. Gönülden yapılan her paylaşım yerine mutlaka ulaşacak, her ulaştığı kişiyi de mutlu edecektir.’

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

NEGATİF DUYGULAR YERİNİ POZİFİT DUYGULARA BIRAKIYOR

Mayıs ayında sizlerle paylaştığım olumlamanın devamı niteliğindeki bu olumlamayla yeniden sizlerleyim. Hayatımızın bir parçası haline gelecek ve yaşamımızı pozitif boyutlara yöneltecek olan bu olumlamanın detaylarına geçmeden önce, ‘Bu olumlama nedir?’, ‘Bize neler kazandırır?’ bu konulara kısaca değinelim.

Olumlamalarla ilgili araştırmalar yaparken bu olumlama ile tanıştım. İçeriği insanın ruhuna enerji veren, içini aydınlatan ifadelerle dolu olduğu için hemen dikkatimi çekti ve uygulamaya başladım. Faydasını da yüksek oranda gördüm.

Olumlamaların temelinde insan ruhunun negatif duygulardan ve olumsuz enerjilerden temizlenmesi vardır. Hedef de elbette ki olumsuzlukların ve negatifliklerin yerini olumlu ve pozitif duyguların almasıdır. Zihnimize yerleştirdiğimiz ve kullandığımız her bir kelime bizim yaşam enerjimizi bir şekilde etkilemektedir. Bu etki kullandığımız kelimelerin niteliğine göre olumlu ya da olumsuz şekilde olabilir. Bildiğimiz ve kullandığımız her bir olumsuz, kötü kelimeyi olumlu ve güzel olanla değiştirmeliyiz. Böylelikle negatif duyguların kendince sahip olduğu keskin gücü alt edebiliriz ve zafer pozitif duyguların olur.  Güzelliklerle ve pozitif duygularla bezenmiş bir ruha sahip olabildiğimiz ölçüde Allah’ın yarattığı bütün canlılara sevgi ile bakabiliriz. Kelimelerimiz ve düşüncelerimiz ne kadar temiz ve olumlu ise hayatımızın ışığı da o kadar kuvvetli olur.

Bu günkü olumlamamız, pozitif düşünmeye ruhumuzu ikna etmemizi sağlayacak. Bilincimizi ve bilinçaltımızı temizleyerek hayatta daha sağlıklı ve sağlam yol almamızı sağlayacak. Hatırlatmadan geçemeyeceğim önemli bir detay da hepinizin bildiği üzere; olumlamalardan en yüksek faydayı elde edebilmek için onları bir defaya mahsus yapılmamaktır. Olumlamalar hayatımıza göstereceği etkiye göre belirli aralıklarla tekrarlanmalıdır. Bu tekrarların nasıl olması gerektiğine dair daha önce yazdığım için yeniden yazıp sizi yormak istemiyorum. Sadece önemle belirtmek istediğim tekrarları unutmamanızdır. Dudaklarınızın arasından ve gönlünüzden çıkan her bir kelime çok güzel olsun ki sizi hep daha güzele götürsün…

★★★★★

Her gün mutlu ve heyecanlı uyanıyorum.

Hayatımın her günü mutluluk ve sevgiyle dolu.

Hayatımın her saniyesinde hevesliyim.

Yaptığım her şey eğlenceli, sağlıklı ve heyecanlı.

Ben bir aşk ve merhamet göstergesiyim.

Herkes yaşam için ne kadar neşe ve sevgim olduğunu görür.

Yeni, sağlıklı deneyimler yaşıyorum.

Bütün ilişkilerim pozitif ve sevgi ve merhametle dolu.

Diğerlerini, ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışan iyi insanlar olarak

görüyorum.

Baktığım her yerde nazik ve umutlu olmak için fırsatlar buluyorum.

Tüm hedeflerimi kolaylıkla gerçekleştiririm.

Sadece benim için sağlıklı olan şeyleri arzuluyorum.

Hayallerimi gerçekleştiriyorum.

Hayatım sihir ve enerji dolu.

Düşüncelerim ve hislerim besleyici.

Her an hazırım.

Her şeyde güzelliği görüyorum.

İnsanlar bana nezaketli ve saygıyla davranıyorlar.

Huzurlu insanlarla çevriliyim.

Çevrem sakin ve destekleyici.

★★★★★

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

GÜNÜN MESAJI

Hayatta zincirleme reaksiyon denilen bir gerçeklik vardır.

Bir başlangıcın enerjisi hangi yönde ise ardından gelecek eylemler de o yönde olur.

Hatta o enerji katlanarak büyür, büyüdükçe evrilir ve beraberinde de yeni enerji kaynaklarını getirir.

Aydınlanmak için önce arınmak gerekir, arındıkça aydınlanırsın… Aydınlandıkça ışığın büyür ve yükselir…

 Işığın yükseldikçe bilinç seviyende yükselir…

Yüksek bilinçle kendi yolunu ve elbette ki başka insanların yolunu da aydınlatırsın…

Başlangıç enerjisi; arınmak, ardından aydınlanmak, sonrasında ışığın yükselmesi, devamında yüksek bilinç seviyesi ve hayat yolunun aydınlanması… Başlanan nokta ne ise diğer tüm adımlar ona kayıtsız şartsız eşlik eder…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!…
Nurgül AYABAKAN

DUYGULARIN İÇ İÇE GEÇTİĞİ ANLAR

Anılar, anılar, anılar… Yılların, ayların, günlerin, saatlerin hatta anların ardına saklanmış bir sürü anı… Hepimizin hayatı tıpkı benimkiler gibi, iyisiyle kötüsüyle, acısıyla tatlısıyla, mutluluğuyla hüznüyle iç içe geçmiş birçok anıyla bezenmiştir. Çoğu zaman unuturuz yaşanmışlıkları, ne kadar önemli olsa da kendimizde ayırtına varamadığımız çok mühim izler bıraksa da… Sonra gün gelir, bir şeyler olur, hatırlanır o unuttuğumuzu sandığımız anlar. Deriz ki: ‘Meğer benim böyle davranmama sebep geçmişte yaşadığım o anmış.’ İşte o zaman fark edişler başlar, kendimizi yeniden ve sahiden keşfetmeye başlarız. Her bir anı aslında bizi biz yapan, bugünkü kişi olmamızı sağlayan birer yapı taşıdır. Anılar çok kıymetlidir, onları hatırlamak, keşfetmek ve beraberinde bizdeki dokunuşlarını anlayabilmek çok önemlidir. Ben, her bir anıma ulaşmaya, onları bir bir gün yüzüne çıkartmaya bütün açık yürekliliğimle gönüllü oldum. Onları sadece gün yüzüne çıkartmıyorum siz dostlarımla da tüm şeffaflığımla paylaşıyorum.  Seremoniyi başlattım, yeni anıları gün yüzüne çıkarttım ve şimdi onları sevgiyle sizlerle paylaşıyorum.    

  • “İkinci sınıf öğrencisi olmak ne keyifliydi. Hem büyüdüğümü hissediyordum hem de önüme çıkan yeni deneyimlerin bilincine daha iyi varabiliyordum. Kardeşim halen evdeydi, daha önce hastalığını ve evde kalması gerektiği konusunu anlatmıştım size. Evde derslerine yetişmek, sınıf arkadaşlarından geride kalmamak için sıkı bir çalışma yürütülüyordu. Annem adeta kardeşimin evdeki öğretmeni olmuştu. Kolay bir süreç değildi, ama geçip gidecek, kardeşim tamamen iyileşecekti. Bunun böyle olacağını tüm kalbimle biliyordum. Kardeşimin evdeki günleri devam ederken, bir gece ağabeyim aniden rahatsızlandı, çok şiddetli ağrısı vardı. Babam apar topar onu hastaneye götürdü. Hastanede ona apandisit teşhisi koymuşlar ve hemen ameliyat olması gerektiğini söylemişlerdi. Hepimiz bu duruma çok üzülmüştük ama annemin ve babamın üzüntüsü daha farklıydı. Normal şartlarda apandisit ameliyatı zor değildi ama ağabeyimin kalbindeki rahatsızlık annemi ve babamı çok endişelendirmişti. Riskli bir süreç bizi bekliyordu. Annem haberi alır almaz hemen hastaneye gitti ağabeyimin yanında kaldı ve üç gün sonra eve nihayet sağlıkla geri dönebilmişlerdi. Ağabeyim bir hafta evde dinlenmeye devam edecek okula gitmeyecekti.

Şimdi hayatıma yeni bir sayfa açan sporla tanışmama gelelim. Okuldaki bir sürü eğlenceli dersin yanında beden eğitimi dersimiz bana ayrı bir keyif veriyordu. Hele bir de atletizm için okulda seçmeler yapılacağını öğrendikten sonra içimde farklı kıpırdanmalar oluşmaya başlamıştı. Beden eğitimi öğretmenimiz seçmelerden bahsettikten sonra neredeyse seçmelerin heyecanıyla yaşıyor olmuştum. Bildiğiniz üzere içinde spor olan, top olan oyunlar beni hep cezbetmişti. Kardeşimle, ağabeyimle, arkadaşlarımla yaptığım futbol maçları… Öğretmenimiz okullar arası atletizm yarışması düzenleneceğini ve bunun için öncelikle okulda seçmeler yapılacağını anlatmıştı. Okullar arası yapılacak bu yarışmanın sonucunda kazanan bir kupa ve beraberinde de hediye alacaktı. Kimlerin bu seçmelere katılmak istediğini sorduğunda hiç tereddüt etmeden parmak kaldırıp katılmak istediğimi canı gönülden söylemiştim. Biz gönüllü öğrenciler için antrenman planları yapıldı, seçmelerin nasıl yapılacağı anlatıldı. Okulumuzun yanında büyük sayılabilecek toprak bir alan vardı. O alanda futbol maçları yapılırdı. Biz de antrenmanları orada yapacaktık. Antrenmanlara katılacağımı, beni okuldan almaya gelen anneme söyledim ilk önce. Öyle bir sevinçle vermiştim ki bu haberi ona sanki onun da benimle birlikte mutluluktan havalara uçmasını bekler gibiydim. Annem sevinmişti sevinmesine ama aynı zamanda da endişeliydi. Bana hemen nasihatlerde bulunmaya başlamıştı. Antrenmanda terlediğimde asla soğuk herhangi bir içeceği içmemen gerektiğini sıkı sıkı tembihledi. Kardeşimin hastalanmasına, bir yıl okuldan uzak kalmasına terli terli içtiği sular sebep olmuştu. Elbette annem benim de benzer bir hastalıkla karşı karşıya kalmam için endişelenmişti. Annelik işte…  Annemin endişesine hak verdiğimden ve onun üzülmesini asla istemediğimden ötürü terliyken soğuk olan hiçbir içeceği içmeyeceğime söz vermiştim. İçimdeki heyecanla okuldan eve nasıl geldiğimizi, yolların nasıl bittiğini fark etmemiştim bile. Sıra bu haberi babamla paylaşmaya gelmişti. Akşam oldu, babam kapının zilini çaldı, tabii ki onu kapıda karşılayan bendim. Daha içeriye adımını atmadan bir çırpıda ona sevinçli haberi verdim. Babam spor konusunda benim gibi heyecan hissetmezdi, çok ilgili değildi sporla. Spor onun için yürüyüş yapmaktan öte bir şey değildi. Hatta hemen her erkeğin içinde sanki doğuştan kendilerine yerleşmiş olan spor aşkı babamda hiç vuku bulmamıştı. Çevremde örnekleri vardı; amcamlar, dayım fanatik bir tutkuyla futbol sevdalısıydılar. Biliyorsunuz bende severim futbolu, az koşmadım o topun peşinden. Babacım bir futbol takımı tutardı tutmasına ama sadece tutardı… Babam için varsa yoksa işiydi mühim olan. O işine karşı fanatik derecede bağımlıydı. İşe gitmediği günlerde gezmeyi severdi, spor yapmak aklından dahi geçmezdi. Atletizm seçmeleri haberine benim kadar sevindiğini asla söyleyemem ama bana engel olmamış, hatta beni desteklemişti de.

İlk antrenman günüm… O gün öğretmenimin ağzından çıkar her bir sözü sanki sihirli bir şeyleri bizimle paylaştığını hissederek dikkatlice dinledim. Her bir sözünü harfiyen yerine getirdim. Antrenman boyunca öğretmenimden bolca övgü aldım. Aldığım övgüler şevkimi arttırıyor beni daha iyi bir sporcu olmaya yöneltiyordu. İsteğim çok fazlaydı bununla birlikte yadsınamaz bir kabiliyetim de vardı. Öğretmenimin de benimle aynı fikirde olduğunu antrenmanlar boyunca onun bana karşı tüm davranışlarından, ağzından çıkan o güzel sözlerden anlayabiliyordum. Antrenmanlar öğretmenimin düdüğünün sesiyle son buluyordu, zaman öyle hızlı geçiyordu ki, sadece birkaç saniye çalışmışız gibi hissediyordum. Ne büyük bir keyifti bu çalışma… Var gücümle çalışıyor, her şeyin mükemmel olması adeta insanüstü çaba sarf ediyordum. Hatasız, mükemmel olmaya odaklanmıştım. Mükemmeliyetçilik sevdasının insana nasıl zarar verdiğini ileriki yaşlarımda kavrayabildim ve bu konuda kendimi şifalandırıp bu sevdadan arındım. Mükemmelliğe erişmek, insanın kendini zorlaması, kendine yüklenmesi çok yorucu ve yıpratıcı bir mesele ve bu yolda ilerlerken kendine verdiğin zararı göremiyorsun. Aslında kişi severek yaptığı işlerde en az hatayla ilerler, şayet bu anlaşılabilse zaten kişinin kendini yıpratmasına hiç gerek kalmayacak. Bununla birlikte yine zaman içinde gördüm ki; her yarışı kazanmak mümkün değildir ve kaybetmek de çok kötü bir durum değildir. Bunlar insan hayatında kıymetli tecrübelerdir. Kazanmak ya da kaybetmek… Elbette söz konusu başarılı olmaksa her insan başarılı olmak ister, mühim olan bu başarıya ulaşmak için azimle çalışmaktır hırs ile değil. Severek, isteyerek ve azmi kendine kılavuz edinerek ilerleyen her insan mutlaka başarıya ulaşır, o başarı kendiliğinden gelir.

Çalışmalarım sadece antrenman saatleriyle sınırlı kalmıyordu. Öyle azimliydim ki, teneffüslerde bahçenin boş alanlarını çalışma alanı olarak kullanır sağa sola koşup duruyordum. Sonuçta sadece ders saatinde değil onun dışında da kendi çabamla ilerleme kaydetmeliydim. Nihayet seçmelerin yapılacağı gün gelmişti. Hal böyle olunca benim heyecanım da on kat belki de yüz kat artmıştı. Seçmeler antrenman yaptığımız alanda yapıldı ve ben seçmelerde başarı kaydetmiş, kazanmıştım! Artık okullar arası yapılacak o büyük yarışmaya katılabilecektim. Öylesine mutluydum ki, bu mutluluğu ailemle, özellikle de beni okuldan almaya gelecek olan annemle bir an evvel paylaşmalıydım. Bende ki bu telaşların yaşandığı o günlerde bahsettiğim gibi rahatsızlıklarından dolayı hem kardeşim hem de ağabeyim evdeydi. Annem okula sadece beni almak için geliyordu. Her defasında da beni tembihliyordu: ‘Sakın okulun dışına çıkma, karşıdan karşıya yalnız başına geçmeye çalışma mutlaka beni bekle.’ Ama o gün heyecanım zapt edilemez boyuta ulaştığından annemin söyledikleri aklımdan uçup gitmişti ve beni okuldan almaya gelen annemi yolun karşısında görünce heyecanla yola fırlamıştım. Annem benim yanıma gelmeden ben onun yanına gidebilirim ve müjdeli haberi hemen verebilirim diye düşünmüştüm. Karşıdan karşıya geçmeye çalışırken gözlerimin önünden hiç gitmeyen Beyaz Mercedes’in bana doğru hızla geldiğini fark etmemiştim bile. Neyse ki şoför beni görmüş, ani bir fren yaparak bana çarpmasına ramak kala durabilmişti. Ama ne frendi o! Araba o frenle güçlü bir şekilde sarsılmış, ancak kendi etrafında dönerek durabilmişti. Arabadan çıkan adamın bana korkunç bir öfkeyle bağırmasına mı bakmalıydım yoksa yolun karşısında benim ezilmiş olduğumu düşünen annemin acı dolu çığlıklarına mı bakmalıydım şaşırıp kalmıştım. Adamın bağırmalarından nasibimi aldıktan sonra annemin yanına gitmiştim. Annem beni sağ salim görünce tabii ki rahatlamıştı ama bana o kadar çok kızmıştı ki sözleri halen kulaklarımda yankılanıyor. Bir de sanki benim hiç hatam yokmuş gibi adamın bana bağırmasını anneme söylemiştim. Annem bana mı hak verecek tabii ki adama hak vermiş, onun ne kadar haklı olduğunu söylemişti. Kaza ile burun buruna gelmeme dair ilk deneyimim işte böyle gerçekleşmişti. Tamam, karşıdan karşıya böyle dikkatsiz bir şekilde geçmeye çalışmakla yanlış yapmıştım ama bunu yapabileceğimi anneme göstermek istiyordum ayrıca seçmeleri geçtiğimi paylaşmak için vakit kaybetmemeliydim. Maalesef sevincimin üzerine kaza deneyimimin bulutları çökmüştü. Ama yine de anneme güzel haberi vermiştim, sevinmişti sevinmesine ama bana olan kızgınlığı dinmemişti. Ne gündü ama!”

Spor yıllar içinde hayatımda çok mühim bir yer edindi. Basketbol ve tenis vazgeçilmezlerim oldu. Yıllarca profesyonel olarak tenis oynadım ve dersler verdim.  Sporla geçen günlerimin arasına onlarca anı yerleştirdim, zamanı geldikçe her birini paylaşacağım sizlerle. Halen spor yaparım ve böylesine mühim bir değere, uğraşıya, disipline sahip olduğum için çok mutluyum.

Ailelere yürekten tavsiyem; çocuklarına sporu mutlaka aşılasınlar. Sporla yoğrulan çocuk kötü alışkanlıklardan uzak durur, hayata dair belirli bir duruş edinir. Kendine hedef koymayı, zamanı yönetmeyi, sabırlı olmayı, iyi iletişim kurmayı, sebat etmeyi, zorluklarla mücadele etmeyi öğrenir.  Sadece çocuklar değil sporun aşılanması gereken nesil, her insan spor yapma alışkanlığı edinmeli. İnsanların kendilerine hem ruhlarına hem de bedenlerine en büyük borcu onları korumak ve iyi bakmaksa eğer bu yolda spordan daha iyi bir disiplin ve çalışma düşünülemez.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

SEZGİLERİN YALINSA HESAP YAPMAYI BİLMEZ (2)

Biraz soluklandık, şimdi kaldığımız yerden tüm heyecanımızla devam edelim.

Güçlü sezgilere sahip bir kişiye, kendisiyle ilgili bir konu hakkında danışan bir kişiden bahsedelim. Sezgi sahibi (danışılan) kişi yalın bir şekilde size yol gösterir, söylediği sizin hoşunuza gitse de gitmese de. Gerçek sezgilere sahip kişi, hiçbir çıkar gözetmeksizin konuşur, hiçbir canlıyı bir diğerinden ayırmaz, sadece sevgiyle bakar. Ne var ki danışan kişi egoya köle olmuş bir mantıkla ilerleyip sezgilerin gösterdiği yoldan gerçekten gitmemişse ve arzu ettiği sonuca da ulaşamamışsa, bir şekilde sezgileriyle yol göstermeye çalışan kişiyi suçlar. Aslında sezgilerde sorun yoktur, sorun o yolda ilerleyen kişinin yanlışlarındadır. O kişiye denilmiştir ki; şu şekilde davranırsan ve kendinde şu değişiklikleri yaparsan hayatında güzellikler olacak. Fakat o değişimi yapmadan salt egosu ve korkularıyla hareket ettiğinden o güzellikler ona gelmemiştir. Elbette bir suçlu aranır ve bu durumda suçlu, sezgileriyle yol gösteren kişi olacaktır. Hatta ona, ‘senin sezgilerin yok, onlar doğru ve gerçek değil’ denilecektir. Halbuki hesap yapmasa, geçmişle barışık olsa, gelecek kaygısı ve korkusu olmasa her şey olması gerektiği gibi olacak ve sezgiler ona mutluluğun yolunu gösterecek…

Yaşadığınız olumsuz bir ilişkiyi anlattığınız kişi sezgilerin dünyasından uzak, sadece mantık odaklı bir insansa size söyleyecekleri de o doğrultuda olacaktır. Sizi anlayıp, pozitif bir şekilde telkin etmek, yönlendirmek yerine hemen karşıdaki kişiyi (bahsi geçen) suçlayacak, sizin önünüzü aydınlatmayacaktır. Kişinin kendisinde ne varsa etrafındakilere de onu verir…

Güçlü sezgilere sahipseniz karşınızdakini memnun etmek adına onun duymak istediklerini söylemeye çalışmayın. Sevgiyle sezgilerinizi söyleyin. Varsın duydukları hoşuna gitmesin, siz iç sesinizin söylediklerini kişilere göre şekillendirmeyin. Karşınızdaki zihninin coşkusuyla hareket etmekte olabilir bunun için de sizi anlayamayabilir. Zihni susturmak kolay değildir, sezgileri dinlemek için arınmak ve yüksek bilinç seviyesine ulaşmak gerekir. Söyleyecekleriniz olumlu ya da olumsuz her ne olursa olsun emin olun onun uyanışına yardımcı olmak için çok büyük bir nimet. Bunu anlayıp anlamamak ise elbette karşınızdakine kalmış. Sezgilerinizin gerçekliğinin onaylanmaya ihtiyacı yok. Bunu sakın unutmayın.

Sezgileri güçlü bir kişiden kendinize yol göstermesini isterken asla yalanla gitmeyin ona. Her şeyi en doğru, en yalın şekilde paylaşın onunla. Yalanlar her zaman gün yüzüne çıkacak bir yol bulur, bunu aklınızdan çıkarmayın. Er ya da geç, nihayetinde sezgiler yalanı görür. Bu durumda yanılgıya düşen ve kaybeden siz olursunuz, sezgi sahibi değil…

Mantığı, zihni kendine kılavuz tutmuş kişiler sürekli plan program yaparlar. Beyin durmaksızın koşar, koşar, koşar… Sürekli bir yorgunluk durumu söz konusudur. Ne de olsa makine misali durmaksızın bir çalışma… Ama sezgileri kendine kılavuz tutmuş kişiler sakindir, dinginlik ve sükûnet mevcuttur onlarda.

Her daim öfke halinde, yargılayıcı, etrafı suçlayıcı, insanlara ve dünyaya negatif duygularla bakan bir insana soru sorduğunuzda ondan olumlu bir cevap duymayı bekleyebilir misiniz? Onda herhangi bir iç sesin, sezginin var olabileceğini düşünebilir misiniz? Kadınları ve erkekleri genellemeler yaparak yargılayan, ‘erkeklerin hepsi böyledir’ ya da ‘kadınların hepsi böyledir’ diye konuşan birinden konu kadınlar ya da erkek olduğunda nasıl güzel bir şey duymayı bekleyebilirsiniz? İçinde bulunduğunuz durum tam da bunun ilgiliyse, konuyu anlamasını ve size yol göstermesini nasıl bekleyebilirsiniz? Emin olun ondan duyacaklarınız sizin yanlış yola girmenize sebep olacaktır, moralinizi bozacak, sizi mutsuz edecektir.

Negatif ve pozitif, sadece mantığa göre hareket eden ya da sezgileriyle hareket eden insanları doğru şekilde analiz etmelisiniz. Duygularınızı, içinde bulunduğunuz durumları nasıl insanlarla paylaşacağınız çok önemlidir. Çünkü alacağınız kararlara etki etmesi muhtemel olan bu insanlar sizi iyiye ya da kötüye sevk edebilir. Bir ev alacaksınız ve bunu etrafınızdakilerle paylaştığınızı varsayalım. Negatif duygularla yüklü, her şeye hesap kitapla yaklaşan insanlar art arda onlarca olumsuz yorumlar yapıp tadınızı kaçırıp sizi kararınızdan caydırabilir. Pozitif duygularla yüklü, sezgilerini kendine kılavuz edinmiş kişilerse sizin o evi alma isteğinizi anlar, sizinle mutlu olur. Sezgileri o evi almak adına olumsuzluk şeklindeyse de bunu sevgiyle size anlatır. Kırmadan, dökmeden… 

Hiç umulmadık bir zaman da hiç umulmadık bir yere gitme kararı alıyorsunuz. Sezginiz, içsel rehberiniz oraya gitmenizi söylüyor. Mantık devreye giriyor o da diyor ki: ‘Orada kimse yok, senin ne işin var orada?’ İç ses ‘git’, mantık ‘gitme’ diyor. Bu konu üzerinden değerlendirdiğimizde aslında iç sesinizi gerçek manada dinlediğinizde gideceğiz yerde sizi mutlaka hayırlı bir şey bekliyordur. Sezgi sizi hiçbir yola boşuna sokmaz.  Sezgiler olması muhtemel olumsuz olayları, kişileri görür, sizin bunları fark etmenizi sağlar.  Sizi tehlikelere karşı uyarır ve en uygun şekilde hareket etmemize olanak verir. Kendiniz için olan bu durumu başkaları içinde hissedebilirsiniz yani sizin sezgileriniz onlara da rehberlik eder.

Beyin mantıkla hesap yapar ve hesabın yanlış olma ihtimali unutulmamalıdır. Kalbin hesabı ise yoktur onun sezgileri vardır ve hesap yapmayı bilmez. Sezgilerinizi dinleyerek aldığınız kararlardan yana pişmanlık duymazsınız. Altını defaatle çizerek söylüyorum dinlediğiniz o sezgiler mutlaka arınmış olmalı, bir çocuğun saflığına sahip olmalı. Hesapsız, korkusuz, egosuz olmalı.  İhtiyaç duyulan tek şey manevi güçtür. Zihin tamamen susmalı, dinginlik olmalı ve kalp gözü ile Yaratanın yarattığı her şeye sevgi ile bakmalı.

Çocukluğumdan beri sezgilerini dinleyen biri olarak hayatım boyunca hiçbir zaman mantık ve zihinle hareket etmedim. Kararlarımın yönünü her zaman sezgilerim belirledi. Sezgiler gerçekleri görür ve yine sadece gerçekleri söyler…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

SEZGİLERİN YALINSA HESAP YAPMAYI BİLMEZ (1)

Her birimiz hayatımız birçok evresinde önemli karar almışızdır ve yaşamımız devam ettiği sürece de yeni ve önemli kararlar almaya da devam edeceğiz.  Peki, bu kararları mantığımızla yoksa sezgilerimizle mi aldık ve yenilerini nasıl alacağız? Dinlediğimiz ses gerçek manada ki içsel sesimiz mi (rehberlik)? Sözünü ettiğimiz içsel ses nedir? Şimdi hep birlikte bu konunun derinliklerine doğru keyifli ve öğreti dolu bir yolculuğa çıkalım.

Sezgisel karar alma; insanın ‘iç sesini’ dinlediği anlarda meydana gelir. Burada sözünü ettiğimiz ‘sezgi’ terimi ilk defa Kanadalı gazeteci-yazar Malcolm Gladwell tarafından dile getirilmiştir. Malcolm der ki: ‘Az bilgiyle doğru karar almak, insanın sezgisel gücü sayesindedir.’ Diğer taraftan sezgi: ‘Düşünmeden düşünebilme yeteneğidir.’ Sezgisel zekâ ise; ‘en kısa zaman dilimi içinde en yaralı kararı alma yetisine dayanır.’

Sezgilerin var oluşu ve gelişimi her insanda farklılıklar gösterir. Çoğu insanda muhtemel standartta sezgiler mevcuttur. Onların sezgi dedikleri bu duydu aslında yaşanmışlıklarla edinilmiş tecrübelerin hayatın çeşitli evrelerinde ki kararlara, hareket ve tavırlara yansımasıdır. Ne var ki bazı insanlarda da gerçek sezgiler vardır.  Bu kişilerde ki sezgiler Allah tarafından bahşedilen üstün bir güce sahiptir ve bu güçlü sezgiler kişi dünyaya geldiği andan itibaren onun ruhunun parçasıdır. Bu ifadeye kabul edilebilir bir bilimsel destek ararsanız eğer, astronomi biliminden destek alabilirsiniz. Kişinin doğum haritasına bakıldığında onda var olan sezgilerin gücü gün gibi karşınıza çıkacaktır. Her şeyden öte burada asıl önemli olansa, bu güçlü sezgileri ve onun rehberliğini anlayabilmek ve kullanabilmektir. Konuyu şimdi vereceğim örneklerde ki ayrıntıya dikkat ederek bakalım: ‘ Hayatında notanın ne olduğu bilmeyen, müziğe dair hiçbir eğitimden geçmemiş bir kişinin, dudakları arasından dökülen bir nağme, gırtlağından çıkan bir tını onun sanki bir müzik dehası olduğunu size düşündürebilir. Böyle nice insanlar vardır, doğuştan Allah tarafından kendilerine lütfedilen öyle bir sese sahiptirler ki ne bir eğitime ne de başka herhangi bir şeye ihtiyaçları vardır.  Eline kalemi alıp bir kâğıdın üzerine hiçbir eğitim almaksızın muhteşem resimler çizen bir kişi de tıpkı muhteşem sesli diğer kişi gibi özel bir yeteneğe sahiptir. İşte sezgilerin o büyük gücüne sahip olmak da böyle bir şeydir. Gerçek sezgiler Allah tarafından bahşedilir, sonradan edinilemez, öğrenilemez.

Sezgi manevi bir güçtür. Hiçbir açıklamaya ihtiyaç duymaksızın, size kayıtsız şartsız doğru yolu gösterir.

Sıra geldi bu sezgileri veya diğer bir ifadeyle içsel rehberliğin nasıl kullanıldığına ve insanın hayatına neler kazandırdığına!

İnsanlar yaşamları boyunca karşılaştıkları türlü durumlardan ötürü, bilerek ya da bilmeyerek sezgilerinin üzerini korkularıyla kapatırlar. Sezgilerini bir tarafa atıp sadece mantıklarını-zihinlerini aktif hale getirirler. Durum öyle bir hale gelir ki atılacak her bir adımda, alınacak her bir kararda sezgileri karartan korkular öne çıkar. Hal böyle olunca da eylem, sezginin sonucunda değil, korku dolu mantığın-zihnin esaretinde gerçekleşir. Negatif duyguları (öfke, bencillik, kin, kibir, ego, kıskançlık…) içinde barındıran bir insan sezgisini nasıl dinleyebilir? Bu kişi kendine bile yol gösteremezken başkalarına nasıl yol gösterebilir? Kişi kendisi ya da çevresindeki herhangi bir kişiye dair duruma-olaya negatifliğiyle yaklaşırken bunu nasıl yapabilir? Siz ona bir konu hakkında sorular sorsanız onun vereceği cevaplar negatif duygu yüklü cevaplar olacaktır. Mantığını devreye sokacak, düşünecek ve cevap verecek. Oysa sezgileriyle konuşabilse düşünmeyecek, mantığını ortaya atmayacak, sadece cevap verecek.

Başka bir örnekle devam edelim. ‘ Kazancınızın iyi olduğu, hatta her şeyin iyi olduğu bir işe sahipsiniz. Ancak gün geliyor her şeyi bir çırpıda kenara bırakıp istifa ediyor, işinizden ayrılıyorsunuz. Tüm bunları her zaman yapmayı arzuladığınız kendi iş yerini açmak uğruna yapıyorsunuz. Etrafınızdaki hemen herkes aldığınız bu karara dair bildik sözleri söyleyecektir. Neden böyle bir şey yapıyorsun? Harika işin vardı, emekli olabilirdin bu iş yerinden, şimdi emekliliği de kaybediyorsun. Kuracağın iş ya iyi gitmezse neler olacak düşündün mü hiç? Bunları ve benzeri sözleri söyleyenler sadece ve sadece mantıklarıyla konuşmaktadırlar. Sustursunlar mantıklarını bakalım sezgiler ne söyleyecek? Dönün içinize, kendinize bakın. Mantığınızla aldığınız kararlar hayatınıza nasıl yön verdi? Ya sezgilerinizle? Sezgilerinizi dinlediniz işinizi bıraktınız ve yeni bir iş kurdunuz, her şey yolunda gidiyor bu seferde yorumlar şu şekilde değişecektir. Baya şanslıymışsın! İşini bıraktın ama yeni iş de iyi oldu! Şansın yaver gitti dört ayağının üstüne düştün. Aslına bakarsanız diğer yorumlar gibi bu yorumlar da doğru yolda değil. Çünkü siz sezgilerinizle yol aldınız ve sezgiler sizi yanıltmadı, istediğiniz mutluluğa ulaştırdı. Tam bu noktada mühim bir detay var ve hemen ona değinelim. Bu örnekte siz sezgilerinizi kayıtsız şartsız, korkusuz, negatif duygularda uzak olarak dinlediniz ve uyguladınız. Ama diğer taraftan sözde sezgileriyle hareket eden ama istediği sonuca ulaşamayan bir kişide karşılaştığı olumsuz sonuca karşın; ‘ ben sezgilerimi dinledim ama yanıldım’ diyebilir. O zaman o kişiye sorumuz şu olacak: ‘Sen sezgilerini dinlerken egon, korkuların neredeydi? Onlar yanında mıydı? Cevabı duyar gibiyim. Evet! Kalp gözünüz açıksa, sevgide kalabiliyorsanız, hesaba dayalı kararlar almıyorsunuz ve iç sesiniz yalınsa sezgileriniz sizin için en doğru rehber olacaktır.

Gönlünüz birini gördü, sezgileriniz ‘evet işte o kişi’ dedi ve kararınızı verdiniz, hayatınıza onunla devam edeceksiniz. Mevkiini, mesleğini, maddiyatını araştırmadınız, kendi rahatınızı hesaplayıp ona evet demediniz, sadece yüreğinizin sezgisiyle ona evet dediniz. İşte böyle karar alabildiyseniz o kişi doğru kişidir. Çünkü sizin hırsınız yok, hedefiniz maddiyat ya da mevki- mertebe değil, sadece sevgi… Bu evlilik kararında ego yok, içsel sesiniz ve yüce sevginiz var. Başka açıdan bakalım bu konuya. Etrafınızda mutsuz evlilikler var bende aynısını yaşarım diye kapatıyorsunuz kendinizi, mantık zincirlerinin ruhunuzu sarmasına izin veriyorsunuz ve iç sesinizi duymazdan geliyorsunuz. Sevgiye ulaşmak adına o uğurda ilerlemekten vazgeçip sadece mantık adına bir evliliğe adım atıyorsunuz. Hani kendinize dürüst olmak hani kendinize samimi olmak, hani kendinizi sevmek… Nerede bunlar?

Ara verme vakti geldi. Cuma günü kaldığımız yerden devam edeceğiz. Şimdilik sizi sevgiyle ve yüreğinizin gerçek sesiyle baş başa bırakıyorum. Hislerinizi benimle paylaşmanızı da merakla bekliyorum…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!…
Nurgül AYABAKAN

SAMİMİYETİ SORGULAYALIM

Kimi zaman internette bir şeyler araştırırken ya da bir kitabın sayfaları arasında yolculuğa çıkmışken hiç beklemediğim bir anda yüreğime değen, duygularımın arasında salınmaya başlayan bir söz, bir ifade görürüm. Kimi zamansa hususi olarak bir şeyler ararım, araştırırım, ama olmaz, bir türlü aradığımı bulamam. Buna rağmen aradığımın dışında başka bir sözle ya da duyguyla karşılaşırım ve derim ki: ‘Aslında aramakta olduğum değilmiş beklediğim, işte buymuş, beklemediğim anda karşıma çıkanmış.’ Şimdi sizlerle hiç ummadığım bir anda karşıma çıkan bir söz üzerine sohbet etmek istiyorum. Kimin tarafından söylendiğini bilmediğim bu söz şöyle: ‘İyi bir yol samimiyetle devam eder.’ Bu sözle karşılaştıktan sonra, siz dostlarımla bu söze dair sohbet etmeliyim dedim. Keşke her birinizle karşılıklı oturup çayımızın, kahvemizin eşliğinde bu konuya dair konuşabilseydik. O zaman çayınızı, kahvenizi yanınızda hazır edin ve benimle sohbet ediyormuşçasına yazımı okumaya başlayın. Ben yazarken tam da böyle yapıyorum…

Konu üzerine konuşurken size birtakım sorular soracağım, cevapları korkusuzca, tüm açıklığıyla vermelisiniz ki konumuz sona erdiğinde samimiyete dair, özellikle de kendi samimiyetinize dair hangi sonuçlara ulaşacağınızı en yalın haliyle görebilin.

Samimiyet herkes tarafından onlarca farklı şekilde tanımlanabilir. ‘Samimiyet’ denildiğinde siz ne anlıyorsunuz? Ben kendi tanımlamamı yapabilirim. Samimiyet; yalınlıktır, içtenliktir, sözlerimizin ve davranışlarımızın yürekten gelmesidir. Hani deriz ya; ‘bak bu insan yüreği ile konuşuyor, söylediklerinde ne kadar içten, gözleri de kalbi gibi sıcacık ve samimi.’ İşte samimiyet böyle şekil alır insanda.

İnsan ilişkilerinin en bağlayıcı özelliklerinden biridir samimiyet. Gerçek samimiyet güven duygusunu da beraberinde getirir. Hakiki samimi davranışlar sergileyen bir insan önce kendine karşı dürüsttür. Kendine dürüst olan başkasına da dürüst olur ve onda yapmacıklığa, menfaatçiliğe yer yoktur. (İlerleyen günlerde, ilahi zamanlama geldiğinde dürüstlükle ilgili etraflıca bir yazı paylaşacağım sizlerle.) Çoğu insan yaşadığı olaylardan bahsederken etrafındaki insanların samimiyetsizliklerinden şikâyet eder. Bu şikâyeti siz de ediyorsanız önce kendinize şunu sorun. Siz kendinize karşı ne kadar samimisiniz ve tabii ki başkalarına karşı da?

Bazı insanlar birbirlerine hemen kaynaşır ve neredeyse iki dakika içinde samimi oluverir. Karşılarındakine der ki: ‘İçim sana hemencecik kaynadı.’ Bu söz memnuniyet vericidir. Kimin hoşuna gitmez ki bu sözleri duymak? Sonra der ki: ‘Seni çok sevdim.’ Sevildiğini duymak ise daha da memnuniyet vericidir. Siz kendinizi ne kadar seviyorsunuz? Peki, şimdi şunu düşünelim: ‘Bu sözleri sarf eden gerçekte ne kadar samimi?’ Olmaz diye bir şey yok. Böyle konuşan bir insan gerçekten samimi olabilir. Ama olmaya bilirde! O kişiyle olan iletişiminizde çıkara dair bir durum söz konusu ise bilin ki, işi bittiğinde arkasını dönüp gidecektir. Bu durumda kanım kaynadılar, seni seviyorumlar da o kişinin ardı sıra gidecektir. Sonra size ne mi olacak? Hayal kırıklığı, güvensizlik, sudan çıkmış balığa dönme halleri… Şunu da söyleyeyim; böyle yapan kişi kısa bir süredir tanıdığınız olmayabilir, uzun zamandır hayatınızın içinde olan biri de olabilir.

Mevlâna ne demiş: ‘Ya göründün gibi ol ya da olduğun gibi görün!’ Siz hangisisiniz?  Bir insan içinde olanı yansıtır. İyi ise iyiliğini, samimi ise samimiyetini, kötü ise kötülüğünü, çıkarcı ise çıkarcılığını… Bir yaşanmışlık daha… Neredeyse yirmi beş yıldır sesini soluğunu duymadığınız, kapınızı çalmamış, varlığından bir haber olduğunuz bir kişi çıkageliyor hayatınıza. Sizi arıyor, hem de ne aramak. Birden en sevdiği kişinin siz olduğunu duyuyorsunuz ondan. Bunca zaman nerelerdeydi, madem sizi seviyordu neden hiç arayıp sormadı? Tamam, inandım diyelim ona… Varmış bir sıkıntısı, telaşı. Paylaştık, konuştuk, çözdük sıkıntısını. Sonra ne mi oldu? Toz bulut… Ne oldu o samimiyet dolu ses tonuna, sevmelere ne oldu? Sizde yaşamışsınızdır benzer durumlar. İnanırsınız karşınızdakinin samimiyetine, sıcaklığına, gerçekliğine ve güven duyarsınız. Ama işler o kişi için yoluna girer ve sonra sizi olduğunuz yerde öylece bırakıp gider, size yönelttiği dostluk dolu sözler yarım kalır. Hatta sizin sıkıntılarınıza yardımcı olacağını söylemiştir, sizin o anki işinizi yapacağına dair söz bile vermiştir. Ama işini gören çoktan gitmiştir.

Bazı evliliklerde benzer durumlar yaşanır. Güzeldir her şey başlangıçta, sözde samimiyet, yakınlık diz boyudur. Ancak zaman gelir, taraflar birbirinin değiştiğinden yakınır. Acaba değişen birileri var mıdır, yok mudur? Yoksa bu evliliğin tarafları neden evlendiğinin ayırtına vardığından ötürü mü karşısındakini değişmekle suçlar? Gerçekten samimi duygularla yapılan bir evlilik mi bu, yoksa değil mi?

Bazen nice zamandır görüşmediğiniz (belki bir belki de iki yıldır) arkadaşınızın sizi aradığını görürsünüz telefonunuzda. Olamaz mı? Olur, tabii ki. Çok zaman olduğunu ve sizi özlediğini söyler telefondaki o ses. Samimidir, gerçektir sözleri.  Türlü sebeplerden dolayı araya zaman ve mesafeler girmiştir görüşememişsinizdir. Ama bilirsiniz ki o ses, en son duyduğunuz sesle aynıdır. Sıcacık ve derinden…

Size her samimi edayla yaklaşana karşı şüpheyle bakmazsınız elbette. Zaten öyle bakmamalısınız da. Çıkarcı, yapay samimiyete bürünmüş insanlar mutlaka kendini belli edecektir bunun için yüreğinizin sesini dikkatlice dinleyerek ve temkinli olmalısınız. Siz kendinize karşı ne denli samimi ve dürüstseniz karşınıza çıkacak insanlarda öyle olacaktır. Samimiyet; sözde değil, özdedir… Söylediklerinden çok gösterdiklerindedir!

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

SEN KÜSME, KIRILMA BEN SUSARIM

Anılarım, anılarım, anılarım… Her biri birbirinden kıymetli hazinelerim… Geçmişim, bu günüm, yarınım… İyisiyle, kötüsüyle, kaybettirdikleriyle, kazandırdıklarıyla beni ben yapan gerçeklerim… Onların her biri farklı uyanışlar, kıymetli farkındalıklar getirdi dünyama. Yaşanmış hiçbir şey yok sayılamaz, unutulamaz, geçmişte kaldıklarından sebep belki hatırımda tüm sıcaklığıyla yer almamaktalar, ne var ki düşündükçe, yüreğimin derinliklerine yolculuk yaptıkça her biri sanki dün yaşanmışçasına gün yüzüne çıkıyor. İşte, yine gün yüzüne çıkmayı bekleyen bir anı demetini bugün sizlere sunuyorum. Alayım elime anahtarımı, açayım hazine sandığını ve yeni bir anı daha güne usulca merhaba desin.

– “Kardeşimin hastaneden çıkıp evimize geri dönmesi hepimizi çok mutlu etmişti, tabii ki en çok da beni. Çünkü, korkularım vardı, hastaneden eve dönemeyen ve maalesef kaybettiğimiz dedem hiç aklımdan çıkmıyordu, kardeşim için de böyle bir durumu yaşama ihtimalimin olması beni içten içe çok üzüyordu. Çok şükür ki korktuğum olmamış kardeşim sağ salim evimize dönmüştü. Gerçi bir süre okula gidemeyecek ve evde dinlenmeye devam edecekti ama varsın böyle olsun bu hiç mühim değildi, o sağlıkla evdeydi ya bu bana yetiyordu. Bu arada kardeşimin hastaneden çıkışıyla birlikte bizde kalan anneannem hemen Malatya’ ya, kendi evine geri dönmek istemişti. Babama bir an evvel otobüs biletini almasını dahi söylemişti. Oysa biz onun gitmesini hiç istemiyorduk. Biz ona ‘gitme’ derken bir taraftan da Malatya’ da teyzem ve dedem anneannemin yolunu gözlüyordu. Gidecek olmasına çok üzüldüğümüz için bizi de avutmaya çalışıyor, ‘yeniden geleceğini’ söylüyordu. Ayrıca yaz tatilinde bizim de onun yanına gidebileceğimizi sözlerine ekliyordu. Anneannem gezmeyi seven, özellikle de komşularını, akrabalarını sık sık ziyaret eden bir kadındı. Şimdi anlıyorum ki evde kalmak, özgürce hareket edememek onu biraz zorlamıştı. Bunun içinde bir an evvel özgürlüğüne kavuşmak istiyordu.

Malum kış mevsimi de gelmişti, havalar soğumuş, yağmurlu günler başlamıştı. Bundan sebep, evde olan kardeşim hava almak için bile dışarı çıkamıyordu, zamanının tamamını evde geçiriyordu. Bolca hikâye kitabı okuyordu, annem onu derslerinden geri kalmaması için özenle çalıştırıyordu. Kardeşim yaramaz, sorun çıkartan, gürültücü bir çocuk değildi. Biz dört kardeş bu hususta birbirimize çok benzerdik neredeyse sesimiz soluğumuz çıkmazdı evin içinde. Bilirsiniz bir apartmana çocuklu bir aile taşındığı zaman komşular çok ses olacak endişesiyle tedirgin olurlar, hele bizim gibi dört çocuklu bir aile için böyle düşünülmesi kaçınılmaz bir durum. Biz evimize taşındığımızda komşularımızda da böyle endişeler başlamış. Karşı dairedeki komşumuzla mutfak pencerelerimiz karşılıklı birbirine bakıyordu ve ortada bölümde de apartman boşluğu bulunuyordu. Annem camdan cama hâl hatır sorma muhabbetleri yapardı komşumuzla. Komşumuz kayın validesiyle yaşıyordu, sonradan bize söylediklerine göre yaşlı teyze dört çocuğu bir arada görünce çok ses olacak, rahatsız olacağım diye çok endişelenmiş. İşte kocaman bir ön yargı! Oysa hiç de endişelendikleri gibi olmadı ve onlarda bu duruma çok şaşırdılar. Bir gün bize oturmaya geldiklerinde anneme, biz çocuklardan yana içlerinin ne kadar rahat olduğunu, korktukları gibi olmadığını, bizden yana hiç rahatsız olmadıklarını anlatmışlar. Biz sakin, sessiz, kontrollü çocuklardık, kimseye rahatsızlık vermemek adına çok dikkatli davranırdık. (Biz böyle büyütüldük.) Bizim evimizde ses ya misafirler geldiğinde ya da ortanca amcam bize geldiğinde yükselirdi. Hatta yan komşumuz bir gün anneme, ‘senin ortanca kayınbiraderinin geldiğini sesinden hemen anlıyoruz’ demişti. Amcam her şeyi kızgınlıkla, bağıra bağıra izah ederdi. Oysa sakince, sevgiyle konuşsaydı her şey daha güzel olmaz mıydı?

Gelelim misafirlerimize ve onların dur demekten anlamayan yaramaz çocuklarına… Bize misafirliğe gelen çocuklar gerek akrabalarımızın gerekse komşularımızın çocukları, her zaman etrafı dağıtırlardı hem evimizin eşyalarına hem de bizim oyuncaklarımıza zarar verirlerdi. Kırarlar, dökerlerdi. Ağlamalar, bağrışmalar… Onları hayretle gözlemlerdim. Beni hayrete düşüren sadece onların yaptıkları değildi, ailelerinin bu onlara suskunluğu ve tabii ki benim anne babamın da her duruma seyirci kalmasıydı. Ayrıca bu çocuklar arasında okula giden yani aklı her şeye eren çocuklarda vardı, okula giden çocuklar büyümüş sayılırlardı ve onlardan bu tarz davranışlar hiç beklenmezdi. En azından ben böyle düşünüyordum. Misafirler gittikten sonra anneme sorduğumu hatırlarım: ‘Neden onlara hiçbir şey söylemedin, neden müdahale etmedin?’ diye.  Aldığım cevapsa: ‘Eğer çocuklara bir şey söylersem anneleri kırılır, küser, çok ayıp olur, bize bir daha gelmek istemezler’ şeklindeydi. O zaman anlamıştım ki; ‘isteyen istediğini yapabilir ama biz onlara müdahale edemeyiz, yoksa kırılır, küserler’.  Ama garip olan bir şey daha vardı ve bunu annem göremiyordu. Annemin sessizliği, o çocukların aileleri tarafından umursanmıyordu bile, insan normalde bu şekilde bir sessizliğin karşısında mahcubiyet hissetmeliydi. Çünkü etrafa zarar veren, yanlış davranışlarda bulunan kendi çocuklarıydı. Demek ki insanlar kendi hatalarını fark edemiyorlardı, fark etseler bile oralı olmuyorlardı, belki de böyle davranmak işlerine geliyordu. Garip bir muammaydı bu benim için. Çocuk yüreğim bu durumu kabul etmiyordu. Diğer taraftan düşünüyorum da bizde çocuktuk, biz kimsenin evine eşyasına zarar vermezdik, hatta annemiz babamız müsaade etmedikçe yerimizden bile kalkmazdık. Ailemden gelen bu öğreti, yani sessiz kalma davranışı bir şekilde benliğime, bilinçaltıma yerleşmişti. Hal böyle olunca, yıllar geçip, büyüsem de etrafımda gördüğüm yanlışlara, haksızlıklara sırf karşımdaki küser kırılır diye sessiz kaldım. Gün geldi ve kendimi şifalandırabildikten sonra duygularımda değişiklikler oldu. Maddi ve manevi kayıplarımla yüzleştim. Haksızlıklara, yanlışlıklara karşı susmak yerine susmamayı öğrendim. Bana ya da etrafa zarar verenlere karşı susmak yerine onlara sevgiyle yaptıkları yanlışı söylüyorum. Benim sevgiyle yaklaşımıma karşılık o kişi bana halen küsüyorsa, benim de artık yapabilecek bir şey yoktur. Doğruları sırf karşımızdaki kırılacak, üzülecek, bizimle iletişimini kesecek diye söylememek aslında kendimize yapacağımız haksızlıktır. Çünkü o zaman kendi hakkımızı korumamış, savunmamış oluyoruz. Susarsak bize yapılan haksızlıklar nasıl önlenecek? Nihayetinde biz de çocuktuk, bizim de hatalarımız olabiliyordu ama tüm hatalarımıza rağmen annemiz ve babamız bize karşı seslerini yükseltmezlerdi, sevgiyle konuşurlardı bizlerle. Keşke o çocuklara da aileleri benim ailem gibi yaklaşsaydı…

Babamın da suskunluğuna şahit olmuştum çoğu zaman.  Amcamlar küsmesinler, kırılmasınlar diye onların her istediğini yapardı. Neden mi böyle davranıyordu? Çünkü onları kaybetmek istemiyordu, tıpkı annemin misafirlerini kaybetmek istememesi gibi. Babam onları kaybetmemek adına kendi kendinin hakkına giriyordu aslında… Susmak yerine sevgiyle anlatabilseydi içindekileri o zaman kimse için haksızlık yaşanmazdı.  

Günler geçiyor, bizler büyüyorduk ve okula gitmenin yeni bilgiler öğrenmenin beraberinde getirdiği yeni oyunlar da hayatımıza yerleşmeye başlamıştı. Ablam, kardeşim ve bana isim, şehir, hayvan oyununu ve haritadan şehir, ülke, yeryüzü şekillerini bulma oyununu öğretmişti. Benim en sevdiğim oyun haritada yer bulma oyunuydu. Haritada gördüğüm o şehirlerdeki, ülkelerdeki yaşantıları, tarihlerini, coğrafi özelliklerini hep merak ederdim, çok ilgimi çekerdi. Öğretici oyunlar beni hep cezbederdi. Bu oyunlarımıza zaman zaman ağabeyimde katılırdı. Harita başında geçen saatlerimizin tadına doyum olmazdı.

Okul yolumuzun üzerinde içinde çok güzel hikâye kitapları olan bir kırtasiye vardı. Annemle haftanın bir günü mutlaka o kırtasiyeye uğrardık. Yeni çıkan hikâye kitaplar ve boyama kitapları alırdık, hiç unutur muydum tabii ki türlü renkteki pastel boyalarından da alırdım. Kardeşim boyama kitaplarına bayılırdı.  Bense boyama kitaplarından öte pastel boyalara bayılırdım. O boyalar içinde en çok da sarı ve mavinin beni içine çeken güzelliğini hiçbir şey değişmezdim. Sanki diğer renkler yokmuşçasına sarı ve maviyi her yerde kullanmak isterdim, bana huzur verirdi bu renkler. Halen bu iki rengi çok severim en çok da maviyi. Kitapların yeri de bende hep özeldi. Evimizin tüm çocuklarının kıymetli arkadaşlarıydı kitaplar. Çocuklukta edinilmiş bu arkadaşlık bağı yetişkinliğimizde de devam etmektedir. Babamda kitap okuyucusuydu, bunun yanı sıra şiiri de çok severdi. Hatta şiir yazardı babam, kendi şiirlerinin ve sözlerinin olduğu özel bir defteri de vardı. Bakın işte, yine geldik ailenin çocuğa kazandırdıklarına. Ailemdeki kitap dostluğu biz çocuklara sirayet etti.  İyi ki de böyle olmuş, kitaplar sayesinde önüme yeni yollar açıldı, yeni hazineler keşfettim, ufkum genişledi.”

Eksikliklerle yetiştirilen, özenli davranışlarla ve gerçek sevgiyle büyütülmeyen çocuklar, kendi evlerinde anne babalarından çekindikleri için yaşayamadıkları özgürlüklerini başkalarının evinde etrafa zarar verecek şekilde yaşamaya çalışırlar. Zannedeler ki asıl özgürlük, rahat davranmak, böyle hareketler yapabilmektir. Gittikleri yerdeki (evdeki) oyuncakları ya da eşyaları kırıp dökmek sanki normal bir şeymiş gelir o çocuklara. İşin garip tarafı da anne ve babalarının onlara hiç müdahale etmeyip olan bitine seyirci kalmalarıdır. Böyle davranan çocuklara karşı çoğu ebeveynin ağzından çıkan kelimeler de neredeyse birbirinin aynısıdır. ‘İşte, bizim çocuk böyle!’ Hayır sizin çocuk böyle değil! Sen o çocuğu bu hale getirdin, onu yanlış yetiştirdin, sevgiyi ona yaşatmadın. Gerçek ve doğru sevgiyle büyütülmeyen, mutsuz çocuklar böyle davranır. Zarar verir, kıymet bilmez en çok da sevgiyi bilmez.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN