ÇOCUĞUN KAFASINI KARIŞTIRAN DAVRANIŞLAR

Yine anılara geldik. İki haftalık kısa aralıklarla olmasına rağmen anılarımı yazmayı özlüyorum. Yazarken beni yeniden o yıllara götürüp özlediğim insanları tek tek gözümde canlandırmasını seviyorum. Şimdi bakalım ilkokul beşinci sınıfa giden çocuk sandıktan bu hafta hangi anıyı çıkarıp serbest bırakacak?

Daha önce söylediğim gibi benim için çok önemli bir yıldı. İlkokul bitiyordu ve ortaöğretimi hangi okulda okuyacağımı belirleyecek önemli bir sınava girecektim. Bir yandan sınava hazırlanıyor diğer yandan derslerime ciddi bir şekilde çalışıyordum. Benim için ders çalışmak, öğretmenin verdiği ödevleri yapmak daha doğrusu sorumluğumu bilip yapmam gerekeni yapmaktı. Ödevlerim bitmeden veya testlerimi çözmeden herhangi bir konu ile meşgul olmazdım. Örneğin sporu çok sevmeme rağmen önce derslerim gelirdi.

Önceki anılarımda bahsettiğim gibi ortanca amcam bizim derslerimizde başarılı olmamız ve okulu iyi derece bitirmemiz için hep baskı yapardı. Amcam bize her gelişinde ki bu haftanın dört günü demekti, boş oturduğumu görürse “Derslerin bitti mi?” diye sorardı. Tabii ki bu baskı hiç hoşuma gitmiyordu. Onun sürekli kontrol etmesi ve sanki derslerimi yapmıyormuşum gibi davranması yüzünden kendimi bir bakıma suçlu hissetmeye, ‘Acaba bu test çözme ve ders çalışma meselesini amcamın istediği şekilde yapamıyor muyum, çalışmam yetersiz mi?’ diye düşünmeye başlamıştım.

Tabii çocuk aklımla amcamın başarılı olmamız konusundaki ısrarının ve başarı hırsının nereden geldiğini bilmiyordum, çözemiyordum. Yaş ilerledikçe bunun neden kaynaklandığını buldum. Onu da günü geldiğinde anlatırım. Bu arada amcamın bize derslerimiz konusunda müdahale ederken öfke ile söylemesi bana çok ters geliyordu. En çok da babamın hiçbir şekilde amcamın öfkesine müdahale etmemesine şaşırıyordum. Babamın bu tavrı nedeniyle amcamın haklı olduğu kanaatine varıyordum, ‘Demek ki ben hata yapmışım.’ diye düşünüyordum.

Bu olayı sorduğumda annem, “Amcanız sizin iyiliğinizi istiyor.” demişti. Tamam, iyiliğimiz içindi fakat bunu söylerken sesini yükseltmesi, kızarak ve öfke söylemesi beni üzüyordu. Daha o yaşta babamı ve iki amcamı kıyaslıyordum. Çünkü babam sakin konuşur, ne diyecekse kırıcı olmadan söylerdi, amcalarım gibi değildi. Ortanca amcamın bize bu denli karışmasını da çocuğu olmadığı için velimiz olmasına bağlardı. Neticede amcamın velimiz olmasına babam müsaade etmişti. Fakat bunu yaparken amcamın bazı hatalı davranışlarını göz ardı etmesinin nedenini kavrayamıyordum. Tabii babamı ileri zamanlarda anladım. Kardeşlerine çok düşkün olduğu ve onları çok sevdiği için amcalarımın bazı davranışlarını hata olarak görmüyordu. Örneğin ortanca amcamın öfkeli konuşması ve sürekli ders çalışmamız, başarılı olmamız konusunda baskı uygulamasını “bizim iyiliğimiz için” diye yorumluyordu. Biraz daha büyüdüğümde ise amcalarıma bu kadar tolerans gösterdiği için zaman zaman ‘Babam bizi amcalarımdan daha mı az seviyor?’ düşüncesine kapıldığım da oldu.

Bunları yaşarken okula devam ediyorum. Sınıf öğretmenimiz, biz ikinci sınıftayken gelmişti. Fakat ilk geldiğinde bende bıraktığı izlenim olumsuzdu, öğretirken sert bir üslubu vardı. Aradan üç yıl geçmesine karşın tarzı değişmeden devam ediyordu. Bir gün ders anlatırken arada sorular da soruyordu bize. Beni kaldırdı, iklimle ilgili bir soru sordu ve istediği cevabı veremedim. Öğretmenim alaycı bir üslupla “İlkokul birinci sınıftaki çocuğa sorsam daha doğru cevap verir.” anlamına gelecek bir şeyler söyledi. Üzgün bir şekilde oturdum. Teneffüs olunca yaşadığım üzüntüyü paylaşmak için kardeşimin sınıfına gittim, arkadaşlarıyla koşturup oynuyordu, keyfini kaçırmamak için seslenmedim. Bahçeye çıktım, sessizce bir köşede otururken sınıf arkadaşım Sefa yanıma geldi. Sefa’yı anlatmıştım size, tatilini köyde geçiren arkadaşım. Bana “Üzülme.” dedi. Soruyu bilmediğime değil, öğretmenin herkesin içinde alaycı konuşmasına üzüldüğümü söyledim. Sefa beni teselli edecek şeyler söyledi, onun bu davranışı, üzüntümü paylaşması beni mutlu etti. Ben tıpkı yemekler gibi arkadaşlıkta da seçiciydim. Sınıfta herkesle arkadaşlık yapmak yerine bana uygun olanları seçiyordum. İşte Sefa da benim için uygun bir arkadaştı. Beni anlıyordu.

İnsan çocukken bazı şeyleri anlamlandıramıyor ancak büyüdüğünde olaylar arasında neden sonuç ilişkisi kurabiliyor ve taşlar yerine oturuyor. Çocukken amcamın bize bu kadar karışmasına izin verdiği için zaman zaman suçladığım babamın, neden böyle davrandığını çok sonraları çözdüm. Çünkü kardeşini çok seviyordu. Elbette bizi de çok seviyordu fakat bizim kendisine küsmeyeceğimizi biliyordu. Bu yüzden de amcamı küstürmemek, kaybetmemek için onca yıl ses çıkarmamıştı. Babamın kaybetme korkusu olduğunu böylece fark ettim. Bu korku ile iki amcama hiçbir şekilde olumsuz bir şey söyleyemiyordu. Sanırım hayattaki en önemli şey insanın kendisini tanıması, “Neden böyle davranıyorum?” diye kendini keşfetmesidir. Zaten bunu çözdüğü zaman hem ailesi hem de diğer insanlarla daha sağlıklı olarak iletişimde bulunur.

Aynı şekilde çocuk kendisiyle ilgili bir farkındalık geliştirmişse arkadaşlıklarında da seçici oluyor ve çocukluktaki öz değişmeden ilerleyen yaşlarında da devam ediyor. Çünkü insanın kendini bilmesi çok önemlidir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

ÖN YARGI SEVGİDEN UZAKLAŞTIRIR-2

Sevgili okuyucularım, biliyorsunuz 9 Mayıs 2023 Salı günü ön yargı konusundaki yazıma bugün devam edeceğimi belirtmiştim. Evet, bir önceki yazımda da söylediğim gibi ne kadar ön yargılı davrandığımıza dair günlük hayatın içinde sayısız olayla karşılaşıyoruz.

Bir ülkeyi, bir toplumu bir dinin mensuplarını yargılayıp sonra da o yargıladığı insanlardan para kazanmaya çalışanlar var örneğin. İşte “Onlar Müslüman değil, oruç tutmuyor,” diye ayrım yaptıkları insanlara ürün satarlar ve o insanlardan kazandıkları parayla evlerine ekmek götürürler. Diğer bir deyişle yaptıklarıyla söyledikleri uymaz. Geçenlerde böyle bir olay yaşadım. Alışveriş yaptığım zaman genellikle esnafla sohbet ederim. O gün yine sohbet ettiğim bir esnaf din ve ırk konusunda ön yargıda bulundu. Ben de her dinin kendine ait özellikleri olduğunu hepsine hoş görüyle yaklaşmak gerektiğini söyleyip “Ön yargıda bulunduğunuz ırklarla yaşadınız mı? O ırklar hakkında tam olarak bilgi sahibi misiniz, araştırıp okudunuz mu?” dedim. “Hayır.” diye yanıt verdi. Bir arada yaşamadığı, tanımadığı hâlde kulaktan dolma bilgilerle konuştuğunu söylüyordum ki bir müşteri geldi, alışveriş yaptı. Müşteri, esnafın biraz önce sözleriyle yargıladığı ırktandı. Müşteri gidince esnafa dedim ki “Bak, sen o ırka ön yargılı davranıyorsun ama sonra onun parasını alıyorsun. Kendine dürüst ol. İnsanları bu şekilde genellemezsen iyi olur.”

Ön yargılı tutumlara ilişkin pek çok örnek verebiliriz. İnsanlar sokakta gördükleri kişilerin kıyafetine göre hemen bir ön yargı oluşturuyorlar. Eğer kıyafeti düzgün değilse o insanın kültürsüz, bilgisiz olduğuna karar veriyorlar. Bu, oturulan muhit konusunda da yapılıyor. İyi semtlerde oturuyorsa “O insan kültürlü ve görgülüdür.” diyorlar. Aynı biçimde yurt dışında, örneğin Avrupa’da yaşamış insanın mutlaka çok kültürlü ve görgülü olduğu ön yargısı vardır. Hâlbuki insanın ruhu önemlidir. Dış şartlara bakıp ön yargıda bulunmak kendindeki eksikliği gösterir.

Maddi durumu iyi olmayanların görgülü olmadığını, kendini yeteri kadar eğitemediğini düşünürler. Eğitim durumuna göre karar verirler, “Liseyi bitirmiş ne bilecek ki onun kültürü ile üniversite bitirenin kültürü aynı olur mu?” derler. Toplumlarda en çok siyasal partiye göre, tutulan takıma göre ön yargılı davranılır. Bir partiyi destekleyenlerin iyi, diğerlerinin kötü insan olduğunu söylerler ön yargıyla. Tersi bir durum yaşadıklarında bu kez daha önce iyi dediklerini kötülemeye başlarlar. Diğer bir deyişle bir ön yargıdan başka bir ön yargıya geçerler. Oysa yapmaları gereken ön yargılarını değil kendilerini değiştirmeleridir.

Ön yargılar her zaman kötü düşünce içermez. Kimi zaman da henüz tanıdıkları insan kendilerine iyi davrandı veya güler yüz gösterdi diye etraflarındakilere hemen o insanın kesinlikle çok iyi bir insan olduğunu söylerler. Bu bir insanı ilk görüşte “Ne kadar sert bakıyor, kesin kötü bir insan.” demekle aynı ön yargıdır. İş görüşmesinde CV’si donamlı olan birini yeterince değerlendirmeden “Bu çok iyi iş yapar.” diyerek işe alan patronun, daha sonra bu kişi ahlaklı ve erdemli bir davranışta bulunmadığı zaman uğradığı hayal kırıklığı da ön yargının yol açtığı olumsuz bir sonuçtur.

Ön yargı başkalarının karmasını da üstlenmek demektir. İnsanların özel hayatlarını bilmeden ön yargılı davrananlar, kendileri için bir karma yarattıklarının farkına varmış olsalar bir daha asla böyle davranmazlar.

Kadın veya erkek fark etmez, bir arkadaşınızla yemeğe gidersiniz. Sizi görenler hemen sevgili olduğunuz yakıştırmasını yapar. Hele bir de evliyseniz ve o gün bir sebeple alyansınızı takmamışsanız hemen boşandığınız ön yargısında bulunurlar. Bilinçli bir tercih olarak evlenmemeyi seçersiniz, kimse sizi beğenmediği için evlenemediğinizi düşünürler. Evlenirsiniz evlendiğiniz kişiyi yargılarlar. Sizi hiç mutfakta görmemişlerdir, “O yemek yapmayı bilmez, onun yaptığı yemek yenmez.” derler. Sıkıntılarınızı çok fazla anlatmazsınız ya da tatile gidersiniz “Hayat sana güzel.” derler ne yaşadığınızı bilmeden.

Kimi zaman da kendinizle ilgili ön yargılarınız olur. Hiç tatmadığınız bir yemek için örneğin kokoreç, “Asla yemem.” dersiniz. Oysa bir kez tadına baksanız belki seveceksiniz ya da “Tadını biliyorum ama benim damak zevkime uymadı.” diyeceksiniz.

Ön yargı böyle bir şeydir işte; tiyatro salonuna ilk girdiğinizde sahnenin çok şık kadife perdelerini görüp arkasında ne olduğunu bilmeden çok iyi bir oyun izleyeceğinizi düşünmek gibidir. Sonunda hayal kırıklığı da olabilir. Yukarıda söylediğim gibi nefret duygusu da içerir. Hatta içinde kibir duygusu ve küçümseme duygusu da vardır.

Maalesef ön yargılı davranışlarda bulunan bireyler toplumun da önyargılı olmasına vesile oluyor. Böylece hoşgörüsüzlük ve nefret çoğalıyor. Çünkü ön yargıda sevgi yoktur hem çelişki içerir hem de kendine dürüstlükten uzaklaştırır.

Sizler hayatı ve insanları bir mevsime bakarak yargılamayın. İlk defa gördüğünüz bir insan ya da karşılaştığınız biri durum hakkında söz söylemekte acele etmeyin. Ağzınızdan çıkan kelimelere bakın. En önemlisi empati yapın. Sezgilerinizi dinleyerek kalbinizden rehberlik alın.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

ÖN YARGI SEVGİDEN UZAKLAŞTIRIR-1

Sevgili okuyucularım, yazıma Einstein’ın güzel bir sözü ile başlamak istiyorum: “Ön yargıları parçalamak, atomu parçalamaktan zordur.” Evet, bugün ön yargıdan söz edeceğim. Nedir ön yargı? Bir kimse veya bir şeyle ilgili olarak belirli şart, olay ve görüntülere dayanarak önceden edinilmiş olumlu veya olumsuz yargı, peşin yargı, peşin hüküm, peşin fikir. Şimdi konunun detaylarına geçmeden önce siz, hayatınız boyunca ön yargılı davrandınız mı, ne kadar, nasıl, niçin ve neden ön yargıda bulundunuz sorularına yanıt ararken ben kısa bir bilgelik hikâyesi paylaşmak istiyorum.

Bir zamanlar dört oğlu olan bir bilge kişi varmış. Çocuklarına acele ve erken karar vermemelerini ve ön yargılı olmamalarını öğretmek için bir ders vermek istemiş. Her birini sırayla uzak bir yerde bulunan ağaca bakmaya göndermiş. İlk oğlan kışın gitmiş, ikincisi ilkbaharda, üçüncüsü yazın, sonuncusu sonbaharda. Sonra bir gün hepsini bir araya toplamış ve ne gördüklerini sormuş. İlk oğlan, ağacın çirkin, yaşlı ve kupkuru olduğunu söylemiş. İkinci oğlan, “Hayır yeşillikle doluydu ve canlıydı.” demiş. Üçüncü oğlan başka fikirdeymiş, “Çiçekleri vardı ve kokusuyla, görüntüsüyle o kadar muhteşemdi ki daha önce hiç böyle bir güzellik görmedim.” demiş. Sonuncu oğlan, hepsinin de haksız olduğunu ve ağacın meyvelerle dolu, canlı ve hayat taşıyor olduğunu bildirmiş.

Yaşlı adam, hepsinin haklı olduğunu söyleyince oğulları şaşırmış. Yaşlı adam şaşkınlıklarına gülümseyerek sözlerini sürdürmüş: “Çünkü her biriniz o ağacın farklı bir mevsimdeki hâlini gördünüz. Bir ağacı veya bir insanı, kısa bir süre veya bir mevsim tanımakla yargılayamazsınız. Unutmayın, bilginiz o ağacın ya da insanın tamamı değil yalnızca gördüğünüz yanı kadardır.”

Gerçekten de ön yargı, bir kişi ya da olaya ilişkin bir bilgi edinmeden, önceden, peşin bir karara varmış olma durumudur. İnsanlar genellikle sezgilerini (hislerini) dinlemeden ön yargılı davranırlar. Oysa sezgilerle verilen hükümler yanıltmaz. Ön yargılı davranan insanların kalp gözü açık değildir. Sadece kendi sabit fikirleri ve kulaktan dolma bilgilerle yorum yaparlar. Ön yargı bir egodur, negatif bir duygudur bu nedenle sevgi barındırmaz. İçinde çelişkiler taşır. İleri aşamaları ötekileştirmeye ve nihayetinde nefret duygusuna kadar gidebilir. Bireylerde filizlenen ön yargı giderek topluma yayılır ve toplumlarda ötekileştirme ve nefreti körükler. En kötüsü kişinin kendisiyle ilgili ön yargılarıdır. Onu aşmadan başkaları ile ilgili tutumunda da değişiklik beklemek yanlış olur.

Hiç balık tutmamış birinin “Ben asla balık tutamam.” demesi ön yargı değil de nedir? Henüz hiç denememişken başarıp başaramayacağını bilmeden kendisi ile ilgili peşin hükümlü davranıyor. Düşünün kendisi ile ilgili ön yargıları olan bir insan başkaları için nasıl ön yargısız düşünebilir? O yüzden başlangıçta Einstein’ın sözünü hatırlattım. Çünkü ön yargıları yıkmak gerçekten çok zor.

Çevrenizde konuşulanlara dikkat kesildiğinizde ne kadar da çok ön yargılı cümleler kurulduğunu fark edeceksiniz. Birisi bir şey söylediğinde ona inanan insan sorgulamadan, işin gerçeğini öğrenmeden genellemeler yapar. Halk arasında şu cümleleri sıkça duyarız: “O ülkeden öyle iyi insanlar çıkmaz,” ya da işte “Şu memlekete iyi insanlar olmaz.” Bakın, ne kadar yanlış bir yaklaşım bu. O ülkeye veya şehre gidip orada yaşamış mı bunu söyleyen ya da o sözü geçen yerde sadece bir iki kişi mi yaşıyor? Neye göre yargılıyor? Bu söylemin bir başka türünde de “Oranın havasından mı suyunda mı nedir, hiç iyi insan yok.” diyerek işin içine hem nefret hem de aşağılama sokulur. Bu yaklaşım çok yanlıştır. Birkaç insanın yanlış davranışını bir bölgeye, şehre mal ederek hem oradaki insanlara hem binlerce yıl yaşamış medeniyetlere, tarihe saygısızlık yapıldığı gibi tarihi ve doğal güzelliklerini görmeye giden insanlara engel olup kültürel gelişimin yolunu kapatmış ve turizm gelirlerinin artmasını engellemiş olurlar. Gördüğünüz gibi ön yargılı bir cümle nelere yol açıyor.

Benzer şekilde ırklar, mezhepler, dinler hakkında yapılan ön yargılı konuşmalar nefreti körükler. İşin üzücü yanı böyle konuşan birinin bu yerlere hiç gitmediği, yaşamadığı hâlde kulaktan dolma bilgilerle ya da sabit fikirli oluşundan dolayı ön yargıda bulunmasıdır.

Her yazımda olduğu gibi bu yazımı da örneklerle sürdürmek istiyorum. Yaşadığı memleketin dışına çıkmamış insanlardan sıkça duyarız, “Benim memleketim güzel, daha güzel bir yer yok.” Bu sabit fikirliliktir, ön yargılı olmaktır. Hem sabit fikirli hem de bunu kabul edip kendini değiştirmeye çalışmıyor. Oysa her ülkenin her şehrin ayrı bir güzelliği vardır hem tarihi hem coğrafi hem insani yönden. Aslında bunu söylerken hangi amaçla söylediğine bakarsa kendindeki olumsuzluğu görür ve değiştirir. Oysa şöyle söyleyebilir: “Yaşadığım memleketin dışında bir yere gitmedim ama etrafımdan duyduğuma, okuduklarıma, izlediklerime göre bizim memleketimiz kadar güzel yerler varmış.” Bazen de gidip görme fırsatı olur, o zaman da “Ben bu yerleri gördüm ama kendi yaşadığım ülkenin havası başka” ya da “Coğrafyası, tarihi başka, enerjisi başka.” diyebilir.

Sevgili okuyucularım, ön yargı ile ilgili örneklere bir sonraki yazımda devam edeceğim.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BİLİNÇLİ YAŞAMA REHBERİ

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımımda farkındalık üzerine çalışan bir psikoloji profesörü olan Dr. Shauna Shapiro’nun “Bilinçli Yaşama Rehberi” adlı kitabına yer vereceğim.

Esra Çetin’in çevrisiyle Güney Kitap Yayınlarından 2022 yılında çıkan “Bilinçli Yaşama Rehberi” okumanızı tavsiye ediyorum. Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.

“…

Farkındalığın büyüsü, sadece zor zamanlarda bize yardım etmekle kalmaması, aynı zamanda hayatın tabiatında var olan keyfi de derinleştirmesidir.

Dikkatin üç temel direğinden tutum, en sık gözden kaçanıdır. Niyet bize neyin en önemli olduğunu hatırlatır ve dikkat zihnimizi şimdiye odaklarken, tutumumuz nasıl dikkat ettiğimizi etkiler. Nasıl dikkat ettiğimiz, net görme, etkili öğrenme, akıllıca ve şefkatle yanıt vere yeteneğimizi belirler.

Farkındalık, sevgi dolu bir ebeveyn veya büyükanne ve büyükbaba gibi, deneyimlediğimiz her şeye karşı nazik ve meraklı bir tutum takınmayı ve tüm deneyimlerimizi nezaketle karşılamayı içerir.

Genç bir kızken, büyükannem ve büyükbabamın kapısından içeri her girdiğimde, büyükbabamın coşkuyla, “Shauna!” diye bağırdığını ve büyükannemin, “Bize her şeyi anlat!” diyerek lafa girdiğini hatırlıyorum. Bu, kalp kırıklıklarını, zaferleri ve ikisi arasındaki her anı kucaklayan koşulsuz bir sevgiydi. Dinlemek, eylem halindeki bir farkındalık tutumuydu.

Aslında nezaket, “farkındalık” kelimesinin dokusuna karışmıştır ve bu uygulamaya dönüşüm adına gücünü ve kapasitesini veren şeydir. Farkındalığın Japonca karakteri iki etkileşimli figür içerir:Biri “varlık”, diğeri “kalp” veya “zihin”dir. Buna göre farkındalığın eşit derecede doğru bir ifadesi, kalpten gelen farkındalık olabilir. Bu da uygulamamızın bir parçası olarak açık yürekli bir tutum geliştirmenin önemini vurgular.

Farkındalık “devrimi” ile ilgili en büyük endişelerimden biri, bu önemli tutum direğini sıklıkla ihmal etmesidir.

İnsanlar genellikle “nezaket kısmını” bir ilave ya da sahip olunması güzel bir şey olarak düşünürler; ya da daha kötüsü bunun kendilerini yumuşatacağına ve üstünlüklerini kaybetmelerine neden olacağına inanırlar.

Aslında bunun tersi doğrudur.

Nezaket ve merak tutumunun performans ve esenlikle doğrudan bağlantılı olduğu ortaya çıktı. Bu temel olarak şu şekilde çalışır; Beyin, omurilik sıvısı adı verilen kimyasal bir solüsyonda yüzen trilyonlarca hücreden oluşur. Düşünceler, hisler ve duyular, bu kimyasal çözeltide birbirleriyle etkileşime giren moleküllerdir. Bu moleküllerin etkileşime girdiği ve bağlantı kurduğu kimyasal ortamı tutumumuz değiştirir.

“…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

KÖY TATİLİNE HEVESLENEN ÇOCUK

Anılar… İnsanın içindeki ağır ya da hafif yükler… Paylaştıkça iyileştiriyor, dönüştürüyor, hafifletiyor. Artık biliyorsunuz, çocuk on beş günde bir sandığın başına geçip sırayla ve özenle yerleştirdiği anılarından birini gün ışığıyla buluşturuyor. Henüz ilkokul beşinci sınıfta. İşte yine orada; sandığın başında. Bakalım bugün neler anlatacak?

Okula nasıl gideceğimiz sorunu, annemin başka servislerin ücretlerini sormadan direkt indirim yapmayan, aynı mahallede oturduğumuz ve eşini de tanıdığımız kişide karar kılmasıyla son bulmuştu.  Okulun ilk günü sabah gelip evimizin önünden kardeşimle beni aldı servis ve hiç yabancılık çekmedik.

Yol boyunca heyecanıma engel olamıyordum. Arkadaşlarımla buluşacaktım. Ayrıca benim için çok önemli bir yıldı çünkü mezun olacaktım, ardından ortaöğretime başlayacaktım ve iyi bir okula gitmek için bu yıl derslerime daha çok çalışmam gerekiyordu. Bir yandan da atletizm seçmelerine katılmayı çok istiyordum. O yüzden benim için yoğun bir yıl olacağını daha okulun ilk gününden biliyordum.

Okulun kapısından girer girmez arkadaşlarımı görmek beni çok mutlu etti. Bayrak töreninden sonra sınıflarımıza dağıldık. Yazın yaptıklarımızı birbirimize anlatırken öğretmenimiz girdi sınıfa. Her yılın ilk dersinde olduğu gibi öğretmenimiz hepimize tek tek söz vererek tatilimizin nasıl geçtiğini sordu. Bir arkadaşımızın anlattıkları bana çok ilginç geldi. Tatilini, köyde yaşayan amcasının yanında geçirmişti. Koyunlardan, ineklerden, tavuklardan ve onlara nasıl bakıldığından söz etti. Amcasının, inek ve koyundan süt sağmayı, sebze ve meyve ekmeyi öğrendiğini, birlikte tarlaya gittiklerini ve amcasına yardım ettiğini anlattı.

Dinlediklerim öyle hoşuma gitti ki birden ayağa kalkıp “Çok güzel bir tatil geçirmişsin.” dedim. Öğretmenim, “Niye çok güzel dedin? Diğer arkadaşların için neden bunu söylemedin?” diye sordu. Ben de “Diğer arkadaşlarım ve ben aynı şeyleri yapmışız; denize gitmek, sokakta oyun oynamak, şehir içinde gezmeye gitmek, evde oturmak, kitap okumak. Fakat Sefa arkadaşım köye gitmiş, köyde nasıl yaşadığını anlattı. Ben birinci sınıftan beri radyoda okul piyeslerini dinliyorum. Köy hayatını anlatan piyesleri dinlemek çok hoşuma gider, çok severim.” dedim. Öğretmenim ailemden, akrabalarımdan köyde yaşayanlar olup olmadığını sordu. “Yok,” dedim, “Anneannem, dedem, teyzem ve dayım Malatya’da şehir merkezinde yaşıyorlar. Babaannem ve dedem biraz olsun bu hayatı yaşıyorlarmış ama öldükleri için oraya gitmiyorum.” Bunun üzerine öğretmenimiz bizi bir hafta sonu İstanbul’a yakın bir köye gezmeye götürebileceğini söyledi. Çok mutlu oldum ve o hafta sonunun bir an önce gelmesini istedim.

Bu konuşmalardan sonra derse geçtik. Teneffüste arkadaşım, “Bir daha tatilde amcamın yanına gittiğimde sen de gelmek ister misin?” diye sordu. “Gerçekten mi?” dedim ve “Evet.” yanıtını alınca çok mutlu oldum. Teneffüs boyunca köydeki tatilinin detaylarını anlattı. Bazı arkadaşlarım “Haydi, gel oyun oynayalım.” diyordu ama ben can kulağıyla arkadaşımın köy anılarını dinliyordum.

Evet, bana ilginç gelmişti anlattıkları çünkü İstanbul’da tatilini geçiren herkes aynı şeyleri yaparken o doğanın içinde zaman geçirmişti, amcası ona köy hayatını öğretmişti. Bir de anlattıkları bana babaannemin evini hatırlatmıştı. Babaannem bulgur kaynatıp evin damına sererdi, dört yaşındaydım, kuşlar yemesin ya da zarar vermesin diye beni damda bulgurun başında oturturdu. Merdivenle dama çıkmak beni çok mutlu ederdi. O yüzden keyifle dinliyordum şimdi arkadaşımın anlattıklarını.

Okulun ilk günü böyle güzel geçmişti işte. Dönüş yolunda kardeşime arkadaşımın tatilini anlattım, beni dinledi ama öylesine. Çünkü o sırada servisteki diğer arkadaşlarıyla yaptıkları futbol maçını konuşmakla meşguldü. Bu, çocukluğumdan beri en rahatsız olduğum şeydir. Eğer birisi ben anlatırken canı gönülden dinlemiyorsa, o konu hakkında düşüncelerini söylemiyorsa, başında savıyorsa bir daha anlatmam çünkü bir saygısızlık olarak görürüm. Babam bize öyle öğretti. “Birisi konuşurken sözünü hiç kesmeyin, konuşması bittikten sonra konuşun. Kim olursa olsun birisi size bir şey anlatıyorsa dinleyin.” derdi. Ailede mesela, iki amcam da genellikle babam konuşurken sözünün bitmesini beklemeden hemen araya girer kendilerini bir konu üzerine haklı çıkarmaya çalışırlardı. Babam da “Daha benim sözüm bitmeden yorum yapmanız yanlış fikir yürütmenize sebep oluyor.” derdi.

Eve gidince anneme arkadaşımın köyde geçirdiği tatilini ve gelecek yaz için beni davet ettiğini anlattım. Annem, “Yaz olsun o zaman bakarız.” dedi. “Bakarız” demek, kesin olarak söz vermediği anlamına geliyordu. Çünkü kesin olduğunu söylese benim kendimi buna hazırlayacağımı biliyordu. Babam ve annem bize her zaman dürüst olmamızı ve verdiğimiz sözleri yerine getirmemizi öğütlemiş, “Sözleri yerine getirmezseniz arkadaşlarınız size güvenmez.” demiştir. Onun için annem tam söz vermeyince ertesi gün arkadaşıma “Geleceğim.” demedim.

Tabii arkadaşımın tatilinden söz edince annem kendi çocukluğunu, köyde yaşayan amcasını ziyarete gidişlerini, anneannemin köy hayatını sevmediğini ama kendisinin hoşuna gittiğini, amcası ve yengesiyle bahçeye gidip onlara yardım etmekten mutlu olduğunu anlattı bana. Annem, çocukken şehir merkezinde bahçe içindeki evlerinde bir köpeği ve kedisi olduğunu, nereye giderse gitsin köpeğinin hiç yanından ayrılmadığını da anlattı. Çok sevdiği kedisi ise bir sabah kaybolmuş, bir türlü bulamamışlar ve çok üzülmüş. Annemin anılarını dikkatle dinliyordum, bir zamanlar onun da çocuk olduğunu bilmek, dinlemek hoşuma gidiyordu. Arkadaşım Sefa ertesi gün okula köy ekmeği getirdi. Bana da ikram etti ama yemeyip eve götürdüm, ailemle paylaşmak için. Çünkü babam bize, “Aldığınız şey bir tane de olsa ya da size bir şey verilirse mutlaka paylaşın.” derdi.

Çocukken aileden ne görürsen onunla büyüyorsun. Görgü, ahlak değerleri; hepsi çocukken kazanılıyor ve insan büyüdükçe eksiklerinin farkına varırsa kendisi tamamlıyor.

Hep söylüyorum, çocuklar aslında ne istediklerini, kendilerini neyin mutlu edeceğini biliyorlar. Bu yüzden de başkasına aldırış etmeden mutlu olacakları şeyleri yapmak istiyorlar. Fakat ileri yaşlarda insanlar kendi istediklerini değil başkalarının mutlu olacağı şeyleri yapmaya başlıyor. Bir de “Başkaları ne der? Yaptıklarım garipsenir mi?” diye mutlu olacakları şeylerden vazgeçiyorlar.

Hangi yaşta ve koşulda olursa olsun insan çocukluğunda kendisini mutlu eden şeylerle ileri yaşlarında da mutlu oluyorsa bundan başkaları için vazgeçmemelidir.

Her şey gönlünüzce!
Sevgi ve ışıkla!..
Nurgül AYABAKAN

OLAYLARI TAM GÖRMEK…

Sevgili okuyucularım bu ay ki bilgelik hikayemize geldik.

Her bir hikâye ders niteliğindedir.

Sizi bilgelik hikâye ile baş başa bırakıyorum.

“Vaktin birinde padişahın biri rüya da denizin dibinde geziniyormuş. Uzakta dev bir karaltı fark etmiş. Karaltı ona seslenerek; “Yaklaş ve beni gör. Benim mahiyetimi kavrarsan saadetin en büyüğüne ulaşacaksın. ” Padişah tam yaklaşmaya karar vermiş ki o anda uyanmış. Uyanınca meraka kapılmış. Acaba gerçekten denizin dibinde böyle bir şey var mıydı? Bu nasıl bir rüyaydı ve niçin ona yaklaşamamıştı? Sonunda dalgıçları toplamaya ve bu işin mahiyetini öğrenmeye karar vermiş. “kim bana deniz dibinde gördüğüm şeyin resmini çizebilirse ona yeryüzünün en büyük ödülünü sunacağım” diye ferman çıkarmış ve bunu tellallar aracılığıyla tüm memlekete duyurmuş. Dünyanın dört bir yanından dalgıçlar gelmiş. Her gelen dalgıç, verileceği bildirilen ödüllere bir an önce kavuşmak arzusuyla suya dalarak deniz dibindeki karaltının neye benzediğini anlamaya çalışmış. Sayısız dalgıç denize dalıp çıkmış.

Kimisi, o bir hortumdur demiş; kimisi, o bir sütundur demiş;
kimisi, o bir kamçıya benziyor demiş; kimisi, yayvan bir et parçasıdır demiş; kimisi de, yan yana iki hançerdir demiş. Her dalgıç, kendi gördüğünün doğru olduğuna yemin ediyormuş. Padişah ise söylenenlerden bir türlü tatmin olamıyormuş. Çünkü onun gördüğü karaltı dalgıçların söylediği bütün şekillerinden çok farklıymış. Sabırla, onun tamamını kavrayacak ve onu olduğu gibi tarif edecek bir dalgıcın çıkmasını bekliyormuş. Sayısız dalgıç denizin dibine dalmış, çıkmış. Hiçbirinin söylediği tam olarak diğeri ile örtüşmemiş. Sonunda danışmanlarından biri bu parçaları birleştirmeyi akıl etmiş. Bütün parçalar yerli yerine oturtulunca gövdesi, başı, kuyruğu, hortumu, sütun gibi ayakları ile ortaya bir fil çıkmış. Danışmanı çizilen resmi padişahın önüne koyunca, padişah büyük bir heyecanla “Evet işte benim gördüğüm buydu!’ demiş.

Çocuklar: “Peki, padişah kime ödül vermiş?” diye sorunca Yaşlı bilge, onların gözlerinin içine bakarak, şu cevabı verir:

“Bakın çocuklar, siz de o acemi dalgıçlar gibi tek unsurda kalıyorsunuz. Bunu aşın. Eşyayı önce bir harf olarak algılayın, sonra bütüne ulaşın. Eğer ‘A’ ya ‘A’ derseniz, o kendisinden başka bir şey ifade etmez. Ama onu bir harf olarak görürseniz o hem alfabeyi, hem katibi, hem kendisini göstermiş olur.”

Çocuklar bu yanıt üzerine: “Yani herkese ödül mü verilmiş?” diye sorunca Yaşlı bilge; “Bundan size ne?” diyerek sözlerine devam etmiş:

“Siz eğer ödüllere takılıp kalırsanız bu hikâye size hiçbir şey anlatmaz. Şimdi ben size sorayım: ‘Fili sütuna benzeten’ yalan mı söylemiş oldu? Yahut ‘Fil bir hortumdur’ diyen padişahı aldattı mı? Ya onu hançere benzeten? Hayır, herkes kendi algılama kapasitesince onu kavrayabildi ve öyle anlattı. Kimse yanlış bir şey söylemedi. Ama hepsi eksik söyledi. Çoğu doğrular da böyledir. O yüzden size göre olan, ötekine göre değişir. Eğer doğruları üst üste koyabilir ve onlardan bütün meydana getirebilirseniz gerçeğe ulaşmış olursunuz. Ama gerçeği asla tam olarak bilemezsiniz. Mutlak ve sonsuzu ne kadar kavrayabilirsiniz ki?

Tabi böyle olunca sizin doğrularınız size, ötekilerin doğrusu onlara ait kalır ve herkes kendi doğrusunu daha sevimli bulur. Herkes kendi doğrusunda ısrar edince de çatışma başlar. İşin özü budur.” der…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

ÇOCUĞA YANLIŞ GELEN BAZI ŞEYLER

Sandık her zamanki yerindeydi, yeniden açılacağı anı bekliyordu. Aradan iki hafta geçmiş, ilkokul beşinci sınıfa başlamaya hazırlanan çocuk sandığın yanına gelmiş, kapağını açmaya başlamıştı. İçindeki yükler bir bir gün yüzüne çıktıkça sanki o da hafifliyor, nefes alıyordu.

Yaz tatili bitmiş ve okulun başlamasına birkaç gün kalmıştı. Evde, her eylül ayında olduğu gibi okul öncesi hazırlıklar yapılıyordu; eskimiş önlüklerin yerine yenilerinin, okul için gerekli olan gereçlerin, kitapların alınması… Bense bu hazırlıktan çok arkadaşlarımla yeniden buluşacağım ve en çok sevdiğim beden eğitimi dersinde önceki yıllardaki gibi bir spor dalına yazılıp müsabakalara hazırlanacağım için mutlu ve heyecanlıydım. Kardeşim hastalığı nedeniyle bir yıl okula gidemediği için üçüncü sınıfa devam edecekti. Ağabeyim ortaokul son sınıfa, ablam ise üniversite üçüncü sınıfa başlıyordu. Büyüdükçe ablam ve ağabeyimle aramızdaki yaş farkını ve bunun paylaşımlarımızı bir ölçüde sınırladığını daha iyi anlamaya başladım. Fakat kardeşimle öyle değildi, yaşlarımız yakın olduğu için çok daha ortak paylaşımlarımız oluyordu. Kardeşim yaşadığı bir sorunda veya aklını meşgul eden konularda düşüncelerimi alıyordu. Aramızda bir yaş olması ve belki ikiz gibi büyümemiz birbirimizi daha çok anlamamızı sağlıyordu.

Annem ve babam, sabahçı olduğumuz o yıl yine okula servisle gidip gelmemize karar verdiler. Servis yapan kişi bizimle aynı mahallede oturuyordu, önceki yıl da onun servisiyle okula gitmiştik. Eşi hemşireydi, bizim evde kim hastalanıp da iğneye ihtiyacı olsa o gelir yapardı. Arada böyle bir tanışıklık olunca okulun başlamasına bir iki gün kala annem beni de yanına aldı, servis ücretini görüşmek için evlerine gittik. Fiyat beklediğinin üstündeydi, “Tek değil iki çocuk var,” diyerek biraz indirim istedi annem, adam “Yok,” deyince de daha fazla ısrar etmedi, oradan ayrıldık. Eve dönerken anneme neden indirim istediğini sordum, başka servislerden de fiyat alacağını, indirim yapıp yapmamasına göre karar vereceğini söyledi. “Bizim paramız var, geçen sene de servisle gittik,” dedim. Annemin indirim istemesi bana tuhaf gelmişti, sanki bizim paramız yokmuş da istediği ücreti ödemeyecekmişiz gibi düşündüm ve utandım. Çünkü o yaşa kadar birisinden bir şey istememiştim.

Eve gider gitmez kardeşimle paylaştım bu olayı, “Annem babama söyleyecek, pahalı gelirse belki bu sene servisle gitmeyeceğiz,” dedim. İkimiz de çok sevindik çünkü eskiden, annemin bizi getirip götürdüğü zamanlarda, daha mutluyduk. Okul çıkışlarında arkadaşlarımızla konuşarak yürüyor, yol boyunca kitapçılara uğruyorduk. Annem alışveriş için Migros’a uğruyordu; Migros’u gezmek hoşuma gidiyordu. Yine yolumuzun üzerinde Yelken Pastanesi vardı, ay çöreğine ve elmalı ponçiğine bayılıyordum, annem bize onlardan alıyordu, çok mutlu oluyordum. Kısacası kendimi özgür hissediyordum. Oysa servisle gittiğimizde aracın içine tıkılıp kalmaktan, okulla ev arasındaki mesafeyi o kapalı alanda geçirmekten rahatsız oluyordum. Aslında servisi istemiyordum fakat annem hem bizi okula bırakmak ve almak hem çok misafirler gelmesi hem de ev işleri derken yetişemiyor, yoruluyordu. Yine de tek başımıza gitmemizi istemiyordu çünkü okulla ev arasında geçmemiz gereken iki ana cadde vardı. Ben ikinci sınıftayken bir gün annemi beklemeden o ana caddelerden birinden geçmeye kalkıştım. Gelen arabayı görmeyip önüne atlamış, sürücünün ani fren yapmasıyla durumu fark etmiştim. Annem karşı kaldırımdan bunu görünce araç bana çarptı sanmış ve çok korkmuş. O günden sonra kendi başımıza okula gitmemizi istemedi.

Akşam babam gelince annem servisçiyle konuşmasını anlattı, o da kabul etti. Babam, amcalarımla ortak otomotiv yedek parça işi yapıyordu. İki yer vardı, birinde satış diğerinde bakım ve servis. Babam yedek parça satışı, amcalarımsa araçların bakım ve onarımını yapıyordu. İşte o akşam bizim okul servisi konusu konuşulurken sordum, “Baba, sen parça satarken indirim yapıyor musun?” Babam, “Yapıyorum. Bazen de müşteri yanında parası yoksa sonra getireceğim, diyor ben de parçayı veriyorum, buna da veresiye diyoruz,” dedi. Küçük amcamla babamın en çok tartıştığı konu da buydu aslında. Amcam babamın veresiye iş yapmasını onaylamıyordu, karşı çıkıyordu, “Parası yoksa almasın,” diyordu. Müşterilerin neden indirim istediklerini merak etmiştim, “O kişilerin parası mı yok?” dedim. “Hayır, paraları var,” dedi babam, “Daha uygun fiyata almak için indirim istiyorlar.” Tabii ben o ana kadar bunu düşünmemiştim. Biri indirim istiyorsa parası yoktur diye düşünüyordum çocuk aklımla.

Çocukken böyleydim ben; çok pazarlık yapanları ve sürekli indirim isteyenleri garipsiyordum. Karşı tarafı zor duruma soktuklarını düşünüyordum, o yüzden kimseden bir şey istemezdim. Daha sonraları annem beni pazara gönderirdi mesela. Pazarlık yapmayacağımı bildiği için gülerek “Kaç lira derlerse hemen veriyorsun,” diye söylenirdi. Zamanı geldiğinde onu da anlatırım. Gerçi bazen duruma göre pazarlık yaparım. Çok beğendiğim bir ürün olduğunda ve üstelik pahalı gelmişse sadece indirim için karşı tarafa bir kere sorarım o kadar. Çok pazarlık yapmayı ve yapmanın da sevmem.

Okula servisle gitmemizi istemekte annem kendince haklıydı. İki ana cadde korkutuyordu onu, hele bir de benim yaşadığım olaya şahit olunca. Üstelik evimize çok misafir gelirdi, onca işin arasında her gün bizi okula götürüp getirmeye yetişemiyordu. Sonuçta o yıl da serviste karar kılındı. Ama bana sormuş olsalardı okula yürüyerek gitmek istediğimi söylerdim. Zaten bunu bildikleri için sormadılar.

Aile bir anlamda çocuğu korurken kendi istediğini yapmasını da engellemiş oluyor. Çocuk, servise bindiği için mutlu olsa bile yürüyerek gidip gelmenin verdiği daha büyük bir mutluluktan mahrum kalmış oluyor. Aslına bakarsanız, pek çok aile aynı hataya düşüyor, servisti, oydu, buydu derken çocuğa iyi olanaklar sağladığını ve bununla mutlu olacağını, olması gerektiğini düşünüyor. Oysa çocuk iyi olanakların dışında ruhuna iyi gelecek şeylerle mutlu olmak ister.

Dedim ya, çocukken kimseden bir şey istemezdim. Bir eve gittiğimde aç isem bana yiyecek verin, demezdim, verirlerse yerdim, vermezlerse öylece otururdum. Annem “Bebekken de böyleydi, acıktığında huysuzlanmaz mama verirsem yerdi,” diye anlatır. Aynı şekilde çocukken arkadaşım evine ya da yazlığına çağırmadığı sürece “Gelip sende kalacağım,” demezdim. Davet gelirse veya gelip alıp götürdüklerinde giderdim. İşte böyle alışkanlıklarım vardı. Hala bu alışkanlık devam eder. Fakat ileri yaşlarda sadece kendi hakkım olan şeylerin başka insanlar tarafından maddi ve manevi olarak kullanıldığını, suiistimal edildiğini gördüm. Bu farkındalıkla kendi hakkım olanı utanıp, çekinip istememek duygusunu şifalandırdıktan sonra hakkım olanı istemeye başladım.

Tabii çocukken kendince edindiği alışkanlıkları bırakması kolay olmuyor insanın, zaman alıyor. Ancak farkındalıkla başkalarının verdiği zararı görünce haklarını korumaya başlıyor.  

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

KENDİ DÜNYANIN IŞIĞI SENSİN!

Sevgili Okuyucularım, geçen ay “Buddha gibi Düşünmek ” kitabından her gün kendimizi nasıl iyileştirebiliriz diye bir bölüm olarak paylaşmıştım. Bugün sizlere aynı kitaptan başka bir bölümü paylaşıyorum.

Şimdi “Kendi Dünyanın Işığı Sensin!” başlığı altında yazıyı sizlerle baş başa bırakıyorum.

“Işığını başkalarıyla paylaştığında, kendi ışığından bir şey kaybetmezsin; aksine ışığın harlanır, büyür ve karanlığı dindirir.” Victor M.Parachin

Bu gezegen, insanların onu iyileştirmesini bekliyor. Daha açık anlatmak gerekirse, bu dünyanın ona umut ve şifa getirmene ihtiyaç var. Buddha’nın çok ünlü bir sözü vardır: ”Tek bir mumun ateşiyle binlerce mum yakılabilir, bu mumu eksiltmez”. Birçok insan bir değişiklik yapma noktasında kendisini çok güçsüz hisseder. Fakat karanlık bir oda düşünün. Tek bir mum yakıldığında, boşluğa ışık girer. Aynı mum, bir başka mum yakmak için kullanılabilir, sonra bir tane daha, ardından bir tane daha…Böylece ışık bütün odayı kaplayacak hale gelir. Eğer sen de tıpkı bir mum gibi, diğer mumları yakmaya devam edersen, karanlık yerini muhteşem bir aydınlığa bırakacaktır.

Gezegenin sana ait küçük bölümünde bir mum ol.

Nerede keder varsa, orada umut mumu ol.

Nerede duyarsızlık varsa, orada sevgi mumu ol.

Nerede kin varsa, orada merhamet mumu ol.

Nerede kötü niyet varsa, orada iyi niyet mumu ol.

Nerede adaletsizlik varsa, orada adalet mumu ol.

Nerde acı varsa, orada ferahlık mumu ol.

Unutma ki, ışığını başkalarıyla paylaştığında kendi ışığından bir şey kaybetmezsin; aksine ışığın harlanır, büyür ve karanlığı dindirir. Kendi dünyanın ışığı sensin!

Her şey gönlünüzce!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

RUHUN TEKÂMÜLÜ

İnsanlar, başka insanları davranışlarına, yaptıkları eylemlere bakarak iyi ve kötü olarak iki sınıfa ayırırlar. Ben insana, iyi ve kötü olarak bakmam. Her insanın kişiliğini ve karakterini, ahlaki değerleri davranışlarına nasıl yansıttığına, ruhunun nasıl tekâmül ettiğine; evrimleştiğine bakarım. Sonra da insanları şöyle sınıflarım:

1) Ruhunu tekâmül ettirmiş.

2) Ruhunu tekâmül ettirmek isteyen.

3) Ruhunu tekâmül ettirmek istemeyen.

Önce tekâmülden ne anlıyoruz, ona bakalım. Bir meyvenin olgunlaşması nasıl ise bir insanın ruhunun olgunlaşması da öyledir ve buna tekâmül denir. Tekâmüle giden yolda ruhun gelişme, ilerleme dönemleri olur.

Yaşam boyunca hem beden hem zihin hem de ruh gelişir, değişir ve dönüşür. Bazı insanlar genç ruh olarak doğar; halk arasında “çocuk ruhlu” diye tabir edilen insanlar böyledir. “Daha çocuk ruhlu o; büyüyecek, gelişecek ve olgunlaşacak.” deriz. Bazı insanlar da yaşlı ruh olarak doğarlar, eylem ve söylemlerinde “bilgelik” vardır. “Yaşı çok genç ama gerçekten çok olgun ve bilge bir insan.” diye söz ettiğimiz insanlar, işte yaşlı ruhlulardır.

“Genç ruh” dediğimiz insanlar, hata yaptıklarında kendilerine ve başkalarına verdikleri zararın farkına varmazlar. Ancak bu insan “ruhunu tekâmül ettirmek isteyen” ise o ruhu olgunlaştırmak, geliştirmek ve ilerlemek ister. Bunu fark etmesi için de önce uyanışa geçmesi gerekir. Uyanışa geçmemiş insan, bazı şeyleri gözüne de soksanız yine uyanmıyorsa işte o, “ruhunu tekâmül ettirmek istemeyen” insandır. Çünkü kendi konfor alanında çıkmak istemez, evrimleşmemiş ruh ile yaşamak ister.

İnsan tekâmül sürecinde, ruhsal uyanış ve aydınlanma yaşar. Aydınlanmış insan etrafına da meşale tutar. Aydınlanmak ve ışık saçmak kolay değildir.

İyi ve kötü insan sınıflamasıyla ilgili bir örnek verdikten sonra nasıl aydınlanacağımız konusuna dönelim.

Alışveriş yaparken girdiğim dükkânların sahipleriyle kalbimin o anda hissettiği şeyi konuşurum. Yine öyle bir gündü. Dükkân sahibi bana istediğim ürünleri veriyordu ama bunu yaparken bir o kadar da isteksiz görünüyordu. Bir şeylerin iyi gitmediğini anladım ve o anda içimden geleni söyledim kendisine: “İnsanları anlamak kolay değil, öyle değil mi?” Karşılık olarak, “Hanımefendi insanlar öylesine kötü oldu ki artık kimseye ‘merhaba’ demek istemiyorum.” dedi. Ben tebessüm ettim. “Kaç senedir esnaflık yapıyorum, eskiden gelen on kişiden bir tanesi için ‘kötü insan’ diyordum. Şimdi on kişi geliyor sadece bir tanesine ‘iyi insan’ diyorum.” dedi ve devam etti, “Her gün bir olumsuzluk yaşatıyorlar insanlar birbirlerine… Söz verdiklerini yapmıyorlar. Geçen hafta siparişini verdiğim mal hâlâ bana ulaşmadı. Her gün soruyorum, bugün, yarın diye oyalıyorlar ama mal bir türlü gelmiyor. Ben de o mal için müşteriye söz verdim, zor durumda kaldım.”

Şimdi bu örnek üzerinden ilerleyelim. Ortada iki durum var. Birincisinde esnafa söz verip yerine getirmeyen toptancı, “Bir aksilik oldu” ya da “Daha acil bekleyen bir yere götürdüm malı” diye savunma yapıyorsa ve karşı tarafa zarar verdiğini düşünmüyorsa, toptancının ruhunun uyanışa geçmediğini söyleyebiliriz. İkinci durumda ise esnaf toptancının gerçek gerekçesini bilmediği hâlde egosuyla karar verip onun kötü olduğunu söylüyor. Diğer bir deyişle hoşgörü göstermeyip toptancıyı yargılıyor. Böylece o da uyanışa geçmemiş oluyor.

Peki, her iki durumda da uyanış nasıl gerçekleşir? Elbette hatasını kabullenerek. Hatayı kabullenme ile uyanış başlar ve doğru davranışa yönelten aydınlanma yoluna girilir. Karanlıktan çıkmaya başlayan ruh ışığın kendisine ve etrafına iyi geldiğini gördükçe ruhundaki daha fazla olumsuzluğu dönüştürmek ister ve ruhunun gelişimine yol açar.

Tekâmül tam da budur: İnsanın egodan kaynaklanan algılardan, yargılarından, koşullanmalardan kurtulma sürecidir. Çünkü insan yaşadığı süreçte atalarından öğrendiği ve bu öğrendiklerine göre yaşadığı deneyimler sonucunda kendine bir kimlik oluşturur, bu kimliğe sıkı sıkıya bağlanır, bırakmak istemez. Başka bir deyişle egolarından, alışkanlıklarından kurtulmak istemez. Sonra yarattığı bu kimlik, duygularını, düşüncelerini ve davranışları oluşturur. Bu yüzden tekâmül dediğimiz süreç insanın ruhunu iyi tanıyıp kendinde oluşturduğu sahte kimliklerden özgürleşmesidir.

Olgunlaşmış, tekâmül etmiş bir ruh kendi kimliği ve benliği ile yaşamaya başlamış, yaşadıklarından ders çıkarmıştır. Her bir ders, ruhun evrimleşmesi için yol gösterir. Ruhu evrimleşen insan artık yaşadığı sürece egolarını konuşturmaz.

Tabii insan ruhunu olgunlaştırmak isterken önündeki her bir kayayı kaldırmak için bazı acılar çeker, öyle kolay değildir o kayaları kaldırmak. Birtakım yollardan geçmek gerekir. Ruhun tekâmül etmesinin en önemli göstergesi sevgidir. Ruh olgunlaştıkça sevgi kademesine geçilir. Bu sevginin içinde sabır, hoşgörü, anlayış, duyarlılık, empati vardır.

Oysa sinsilik, kıskançlık, kibir, cimrilik, alınganlık ve takıntılar birer egodur ve her ego kötüdür. Hayata yeni bir yol açmak için geçmişi affederek takıntılardan kurtulmak gerekir. Hoşgörüyle bakmayı öğrenince yargılama ortadan kalkar ve karanlık bir yan terk edilmiş olur. Mesela ruhunu geliştirmeye gerçekten niyetlenip hatalarıyla yüzleşerek aydınlanma yoluna giren bir arkadaşım “Kendimi tanıdıkça ruhumda kıskançlık olduğunu öğrendim.” dedi bir gün. Hayatımda ilk kez birinin kıskançlığını kabullendiğini görmüş oldum böylece. Aynı zamanda arkadaşımın başkalarına karşı davranışlarında nasıl olumlu bir değişim gösterdiğine de şahit oldum.

Ruh olgunlaştıkça insan artık bilgelik yolunda ilerlemeye başlar. İçindeki ego susar, bilgeliğini dinler. Bilgelik insanı daha çok ışığa çıkarmaya ve aydınlatmaya çalışır.

Nasıl ki olgun meyve yerken tat veriyorsa olgunlaşmış bir ruh da etrafına öyle tat verir. Bu tat; aydınlık, ışık, sevgi, huzur, mutluluktur.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

DOĞAL TAŞLARDAN GELEN ŞİFA – 6

Sevgili okuyucularım, doğal taşlarla ilgili bu ayki yazımda yine ilginizi çekecek bilgiler bulacaksınız.

“Hangi doğal taşı almalıyım ve bu doğal taşlar niçin kullanılır?” diyenler için Hasan Kocabaş’ın 2006’da Mozaik Yayınları’ndan çıkan “Şifalı Taşlarla Sağlıklı Yaşam” adlı kitabı ile www.sertmineral.com sitesinden derlediğim bilgileri paylaşıyorum.

Belki birçoğumuz taşların faydasına inanmayabilir, sırf renkleri ve şekilleri hoş göründüğü için kullanır. Oysa önemli olan her bir taşın nasıl bir özelliğe sahip olduğu bilgisidir. Bu bilgiye sahip değilsek kullandığımız taştan fayda göremeyiz. İçlerinde hiç duymadığımız o kadar taş var ki rengini ve şeklini beğenmediğimiz için kullanmadığımız ama çok faydasını göreceğimiz taşlardır çoğu. O yüzden renkler ve şekiller sizi aldatmasın.

İşlenmemiş, toprağın altında olduğu hâliyle kalmış taşlara doğal taş denir. İşlenmemiş taşlar kendi titreşimleri ile enerji yayar. Doğal taşlar enerjilerini kaybetmez yani bir nevi ölümsüzdür. Çok eski zamanlardan günümüze kadar birçok medeniyet, taşların enerjilerinin şifa kaynağı olduğuna inanmıştır.

Onlarca çeşit doğal taşın farklı özellikleri ve etkileri olduğu söylenir. Bu taşlardan bazıları değerli, bazıları da yarı değerlidir. Binlerce yıllık geçmişe sahip doğal taşlar, eski çağlarda iyileştirici özellikleri sayesinde tedavi amaçlı sıkça kullanılıyordu.

“Doğal taşlar ne işe yarar?” sorusunun yanıtı ise aslında çok kapsamlı. Her doğal taşın farklı bir özelliği ve iyi geldiği konu var. Doğal taşların faydalarına genel olarak değinmek gerekirse, taşıyan kişiye pozitif enerji verdiği, iyileştirici, zihin rahatlatan ve huzur veren bir etkisi olduğu biliniyor. Doğal taşların enerjilerinin direkt olarak bedenimize etki ettiği düşünülür.

Doğal taşları sürekli üstte taşımak ve enerjisinden faydalanmak için takılarda kullanmak sık tercih ediliyor. Bunun dışında avuca sığacak büyüklükteki doğal taş parçalarını da meditasyon yaparken kullanabilirsiniz. Özellikle çakraları açmada çok faydalıdır ve gerçek faydayı elde etmek için de düzenli kullanılması gerekir. Bir kez meditasyonda kullandıktan sonra bir ya da iki ay ara verdiğinizde beklediğiniz sonucu alamazsınız. Bir de kullanılan doğal taşlar taklit değil gerçek olmalı. Küçük bile olsa hakiki olması gerekiyor. Sadece ev dekoru olarak kullanmak da mümkündür fakat en güzeli enerjilerinin bedenimize direkt etki etmesidir. Özellikle meditasyon yaparken mutlaka kullanılmasını tavsiye ederim.

Doğal taşların temizliği ya akan suda ya 12 saat toprağın üstünde bekletilerek ya da dolunay zamanlarında ay ışığına bırakılarak yapılır. Bazı doğal taşlar suda çözündüğü için suya değdirmemeye dikkat etmek gerekiyor. Bazı doğal taşlarda ise kendi kendini temizleme özelliği vardır.

GARNET (LAL TAŞI)

Anahtar kelimeler: Yaratıcılık, çekicilik

Element: Dünya, ateş

Çakra: Kök, solar pleksus

Garnet, binlerce yıllardan beri bilinen bir taştır. Garnet, Latince ‘’ Granatun’’ yani Türkçede ‘’nar’’ anlamına gelen bir kelimeden şekli ve rengi nedeniyle benzetildiği için garnet olarak adlandırılmıştır. Çekoslovakya ‘da tunç çağından beri, Mısır’da 5000 yıldır bilinmektedir. Sümerlerde, İsa dan önce   2100 yılında kullanılmıştır. İsveç’te İsa dan önce 1000 ve 2000 yıllarında kullanılmaktaydı. Eski Yunan ve roma medeniyetlerinde oldukça popüler bir taştı. Aztekler ve Amerikalı yerliler garneti süs eşya yapımında kullanırlardı. Dünyanın önde gelen taş kesim atölyelerinin bulunduğu (bohemia) Çekoslovakya da mücevher yapım endüstrisi kırmızı garnete odaklanmış ve 1500’lü yıllarda günümüze kadar bu çalışmalar günümüze kadar devam etmektedir.
     Garnet, en güçlü enerji sahibi olan ve yenilenmeye açık bir taştır. Çakraları temizler ve yeniden canlandırır. Kişinin iç dünyasını ve enerjisini dengeler. Kişinin ihtiyacına göre sükûnet veya tutku sağlar.

Garnet, bereket ve bolluk getiren bir taştır. Garnet, benimsemediğiniz eski ve size hiçbir yararı olmayan düşüncelerden kurtulmanıza yardımcı olur. Duygusal olarak tabularınızı yıkmanıza, etrafınızda bulunan kişilerin etkisiyle değil kendinizi istediğiniz şekilde ifade edememenize neden olan etkilerin ortadan kaldırılmasına yardımcı olur. Kalbinizin kapılarını açar ve size kendinize güvenmeyi armağan eder.

Omurilik rahatsızlıklarının tedavisinde, hücresel bozukluklarda kanı, kalbi ve ciğerleri temizlemeye ve yeniden canlandırmaya yardımcı olur. Granat taşından faydalanmak için; direkt vücutta ve mümkün olduğu kadar boyun- boğaz kısmına yakın yerlerde taşınmalıdır. Granatı bir bardak su içinde bir gece bırakarak, sabah aç karnına içilen suyu lösemiden korunmak için faydalıdır.

JASPER  

Anahtar kelimeler: Fiziksel güç, canlılık, enerji dengesi

Element: Toprak

Çakra: Kök, göbek çakrası

Jasper yüzyıllardan beri antik çağdan bu yana bütün medeniyetlerde büyük ilgi görmüş ve kullanılmış bir taştır. Yunanca benekli taş anlamına gelen bir kelimeden türetilmiştir. İ.S.  2 ve 3. Yüz yıllarda roma yüzük taşlarında özellikle jasper kullanılmıştır. Antik dönemde yaygın olarak kullanılan jasper İbrani, asur, pers, yunan ve roma yazılı kaynaklarında adı geçen bir taş çeşididir.

Stresli dönemlerde ortama huzur ve bütünlük verir. Tedavi amaçlı kullanımda genel olarak hayatın bütün yönlerini birleştiren bir özelliğe sahiptir. Jasper, insanlara birbirine yardım etmeyi hatırlatır.

Negatif enerjiyi emer ve temizler, çakralar ve aura yı uyumlu bir hale getirir. Ying yang dengesini sağlar. Fiziksel, duygusal ve zihinsel olarak bireyi dengeler. Elektromanyetik ve çevresel kirliliği, radyasyonu temizler. Kişiyi dürüst olması yönünde cesaretlendirir. Zihinsel olarak çabuk düşünmeye, yeteneklerini organize bir şekilde sunmasına yardımcı olur. Kişinin hayal dünyasını harekete geçirir ve hayalleri gerçekleştirme konusunda kişiye cesaret verir.

Jasper, sindirim sistemini destekler. Vücudun mineral ihtiyacını dengeler. Jasper den faydalanmak için, teninizle temas halinde tutun. Jasper’in en çok bilinen 4 çeşidi vardır.

Kırmızı Jasper: Sevgi ve inanç taşıdır. Vücudu toksinlerden temizler. Vücuttaki olumsuz enerji ve kötü düşüncelerin dışarı atılmasını sağlar. Karaciğer, dalak ve mesaneyi kuvvetlendirir. Rüyaların hatırlanmasına yardımcı olur, dolaşım sistemine faydalıdır.

Rainforest Jasper: Kişinin doğa ile iletişim halinde olması, doğanın insanlara sağlamış olduğu pozitifliği ve sağlıktan faydalanmalarını kolaylaştırır. Depresif durumlarda yardımcı olur. Kişiye hayata tutunması için destek sağlar.

Sarı Jasper: Safra kesesi, böbrek ve karaciğer hastalıklarında etkilidir. Menopoz döneminde bayanlara rahatlatıcı yönde faydalı olur. kişiye dayanıklılık verir.

Ocean Jasper: Boğaz çakrasını uyarır. Ruhsal yönden kişiyi rahatlatır. Aurayı ve ying yang enerjiyi dengeler. Astral seyahat esnasında kalp çakrası üzerinde tutulmasıdır.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN