ÇOCUĞUN ÜZÜNTÜSÜ

Anılarımı yazmak bana ayrı bir zevk veriyor. Yemek yerken “Hangi yemeği tercih edersiniz?” ya da “En çok hangisini seversiniz?” diye sorulduğunda verilen yanıt gibi benim için anı yazıları. Bütün yazılarımın içinde anıyı o yüzden farklı bir yere koyarım. Yaşanmışlıkları anlatmanın, tekrar o çocukluk günlerine dönmenin lezzeti de hazzı da çok güzel. O yüzden kaldığım yerden devam ediyorum bugün de.

İşte, çocuk yanından hiç ayırmadığı anahtarı kilidin içinde usulca döndürüp sandığın kapağını açıyor yine ve bir anıyı daha serbest bırakıyor.

Havanın iyiden iyiye ısınmaya başladığı mayıs ayındaydık. Okulların kapanması yakındı. Hem karne heyecanı hem de yazın tatilde neler yapacağımı programlamanın heyecanı sarmıştı beni. Bu arada hafta sonları kiraz bahçemize gitmeye de başlamıştık. Annem cumartesi gününden hazırlık yapmaya koyulurdu. Bu hazırlığın içinde kurabiye ve poğaça yapmak da vardı ve eğer ödevlerimi tamamlamışsam ben de yardım ederdim. Mutfakta kendisine yardım etmemi annem isterdi. Aynı zamanda nasıl yapılacağını öğretirdi. Benim de çok hoşuma giderdi.

O zamanlar, öyle değişik şekiller verebileceğimiz kurabiye kalıpları yoktu. Ben istediğim şekli vermek için annemin dikiş dikerken çıkardığı kalıp kâğıtlarını kullanırdım. O kâğıtlara kalp ve yıldız şekilleri çizip kalıp hazırlardım. Hamuru üstüne koyunca şekil çıkardı. Mutfakta bütün dikkatimle annemi seyrederdim. Sonra da kendi kalıplarımla uygulamaya geçerdim. Ablam mutfak işine pek girmezdi. O, derslerine önem verirdi. Babam ise bize her zaman şunu söylerdi: “Annenizden yemek yapmayı öğrenin, mutfakla ilgili ne varsa öğrenin.”

Ertesi gün kiraz bahçesine gittiğimizde annem kurabiyeleri ikram ederken akrabalarımıza ve yengelerime, “Bunları tek başıma yapmadım, kızım da yardım etti,” diye anlatırdı. Tabii ki bu çok hoşuma giderdi. Çünkü yaptığım kurabiyelerin beğenilmesinden, güzel sözler duymaktan, aferin almaktan, dışarıdan belli etmesem bile içten içe çok mutlu olurdum. Öyle ki annemin bir sonraki kurabiye hazırlığında kendisi çağırmadan yardım için mutfağa koşardım. Çünkü insan bir şeyi başardığı zaman, övgü ve takdir aldığı zaman yaptığı işi severek yapıyor. Üstelik her şeyi sevgiyle öğreten bir anneye sahiptim, yanlış yapsam bile kızarak değil sevgiyle “Bu böyle yapılır,” diyerek doğrusunu öğretirdi. Onun bu yaklaşımı mutfakta birlikte çalışmayı bana daha çok sevdirirdi.

Annemden en çok istediğim, elmalı kurabiyeydi, biz ona “elmalı poğaça” diyorduk. Kurabiyenin içini hazırlarken elmayı rendeleme işi bana aitti. Her elmalı kurabiye yaptığımızda onun fırında bir an önce pişmesini beklemek ve pudra şekerine bulandıktan sonra sıcak sıcak yemek benim için başlı başına bir olaydı.

Okulda beslenme saati olurdu. Her gün bir veli yiyecek hazırlayıp getirirdi. Yiyecekler belli bir saatte getirilir, öğretmen dâhil sınıftaki herkese dağıtılırdı. Sıra bana gelmişti. Annemden, o en çok sevdiğim elmalı kurabiyeyi yapmasını istedim. Annem hem tuzlu poğaça hem de elmalı yapacağını söyledi. Beslenme saatinde annem elinde yiyeceklerle sınıfa girdi. Hepimizin sıralarının üzerine koydu peçete içindeki yiyecekleri. Peçeteyi açtım, bir baktım annem peynirli sandviç yapmış, yanında meyve suyu ve meyve getirmiş. Hem şaşırdım hem hayal kırıklığına uğradım çünkü annemle böyle konuşmamıştık, söz verdiği şeyi mutlaka yapardı, yolunda gitmeyen bir şey vardı ama ne? Tabii o anda anneme bir şey soramadım, yiyecekleri dağıttı ve eve gitti.

Öğretmenimin yüzü asılmıştı. Herkesin içinde bana dedi ki “Annen niye bunu getirdi? Beslemede sadece sandviç olmaz, en az iki çeşit olması gerekiyor. Annene söylemedin mi?” Hiç sesimi çıkarmadım, çok üzülmüştüm annem hakkında böyle konuşmasına. Çünkü annem, öğretmenim söylediği gibi değildi. Her zaman en iyisini yapar, öyle hiçbir şeyden kaçmazdı. Okul dağıldığında bu olayı ilk önce erkek kardeşimle paylaştım. Kardeşim yol boyunca “Üzülme…” diye teselli etmeye çalıştı.

Eve gelince öğretmenimin söylediklerini anneme anlattım ve sandviç getirmesinin nedenini sordum. Annem olanların açıklamasını yaptı: “Kurabiye ve poğaçayı hazırlayıp fırına koydum fakat o sırada tüp bitti. Yedek tüp olmadığı için de değiştiremedim. Fırının içinde öyle kaldı kurabiyeler. Tüpün gelmesini beklemeye kalksam bu sefer besleme saatine yetişmeyecekti. Onun için sandviç hazırladım.” Sezgim beni yanıltmamıştı. Annemin yanlış bir şey yapmayacağını biliyordum ve bir nedenden bu beslemeyi hazırladığını da.

Gelin görün ki annemin açıklaması içimde kaldı. Ertesi gün öğretmenime söyleyemedim annemin sandviç getirmesine neden olan haklı gerekçesini. Sessiz kaldım. Hâlbuki söylemiş olsaydım öğretmenim, annem hakkında anlamadan, sormadan yaptığı bu önyargılı davranışının farkına varırdı. Evet, öğretmenim önyargılı yaklaşmış, hiç suçu olmayan annemi suçlamıştı üstelik üslubu da sertti. Bu olay hep içimde kaldı.

İnsan hangi mesleği icra ederse etsin, önyargılı olmak karşı tarafa olumsuz etkiler. Özellikle de yarının büyüklerini yetiştiren öğretmenlerin böyle konularda daha dikkatli olması gerekiyor. Veli yanlış bir şey de getirse öğretmenin bunun nedenini çocuklara duyurmadan veliye sorması gerekir. Bütün sınıfın önünde öğrencinin ailesi hakkında olumsuz konuşması hem önyargılı bir davranıştır hem de çocuğu olumsuz etkiler. Çocuksanız, üstelik sessiz bir çocuksanız karşı taraf tepki verir ya da kırılır diye gerçekleri söyleyemiyorsunuz.

Aslında annemin olayı öğrendikten sonra öğretmenime söylemesi gerekirdi. Fakat annem de sessiz olunca üstünde durmadı. “Ne gerek var,” derdi annem her zaman, “birileri yanlış yaptığında ya da kırıcı söz söylediğinde yüzüne vurulmaz.” İşte insan böyle bir terbiye alınca haklı da olsa karşı tarafın önyargılı davranışları karşısında konuşamıyor, susup kalıyor, içine atıyor. İçine attıkları da zamanla kendisine zarar vermeye başlıyor. Fakat aradan uzun yıllar geçse de öyle bir an geliyor ki sizi üzen insanlarla yüzleşmeyi, onların gerçekleri duymasını istiyorsunuz, konuşuyorsunuz. Bu sefer de “İçinde biriktirmiş, intikamcı.” diyorlar. Bu nedenle bir olumsuzluk yaşandığında içine atmamak, ileriye taşımamak, sıcağı sıcağına iletişime geçerek meseleyi çözmek gerekiyor. Çünkü dediğim gibi yanıtını veremediğiniz her olumsuz olay üzüntü yaratır. Üzüntü içinizde biriktiğinde de önce ruhsal, sonra fiziksel rahatsızlıklara yol açar.

Sessizlik iyidir ama doğruları söylemek ve hakkını savunmak gereken yerde sessiz kalmak iyi değildir. İnsan sevgi ile ifade ederek de hakkını savunabilir. Ama tabii çocukluk dönemindeki davranışlarda aile etkisi büyüktür. Aile, “Karşınızdaki insan hatalı ve siz haklı olsanız da büyüklere cevap vermeyin.” deyip bunun terbiyenin gereği olduğunu söylemişse çocuk ileri yaşlarda da kendini savunamaz. Ancak bunu şifalandırıp “büyükler karşısında haklıyken bile konuşulmaz” düşüncesinden özgürleştiği zaman doğru yerde hakkını savunur ve doğru olanı söyler.

Bir önemli nokta da çocukların sezgilerinin gücüdür. Onlara bu gücü saf duyguda kalmaları verir.  Öğretmenim, ikinci sınıfa geçtiğimiz yıl gelmişti ve ilk dersimize girdiği günden itibaren içimde ona karşı hep olumsuzluk hissetmiştim. Nitekim yaşadığımız bu tatsızlık da hislerimin beni yanıltmadığını gösterdi.

Hep söylerim, çocuk her olayın ardındaki gerçeği hisseder.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

HER ŞEYİN BİR VAKTİ VARDIR

Bu ayki bilgelik hikâyemi belirlemeye çalışırken iki gün önce karşıma aşağıda okuyacağınız hikâye çıktı ve sizlerle paylaşmak istedim sevgili okuyucularım.

Yaşadığımız şu hayatta hepimiz bir biçimde suçumuz olmadığı hâlde kötü davranışlara maruz kalmışızdır. Maddi ve manevi haklarımız yenmiştir. Bunlar olurken nasıl bir tutum sergilediğinizi hatırlamaya çalışın. Sesiniz hiç çıkmamış olabilir veya bunu size yapan insana o anda kızıp tepki göstermiş olabilirsiniz. Aslında en güzeli, sessiz ve sevgide kalmak. Karşınızdaki kişi sizin hakkınızı ne kadar yerse yesin, ona hiçbir zaman olumsuz düşünce ve duygu beslemeyin. O olumsuz duygu ve düşünceleri ne zihninizden ne de kalbinizden geçirin. Zaten Allah’a tam olarak inancınız varsa teslimiyette kaldığınız sürece her şeyin karşılığını vakti gelince verir. Yapılan hiçbir olumsuzluk evrende öylece kalmaz. Herkese kendi yaptığı kötülük vakti geldiğinde sorulur. Bu kötülük ister egodan dolayı yapılsın ister çaresizlikten ister kurnazlıktan; sonunda bir şekilde cevap gelir. Söylediklerini ve yaptığı davranışları inkâr edenler olur, siz hiç aksini iddia etmeyin, sevgide kalıp teslimiyete gidin. Bırakın karşınızdaki haklı olsun. Herkesin görünmeyen bir sahibi vardır.

Şimdi ders niteliğindeki hikâyeyi paylaşıyorum.

KABAĞIN SAHİBİ

Vaktiyle bir derviş berbere gidip “Vur usturayı berber efendi,” der.

Berber, dervişin saçlarını kazımaya başlar. Diğer tarafa usturayı vuracakken mahallenin kabadayısı içeri girer.

Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış tarafına sert bir tokat atarak “Kalk bakalım kel, kalk da tıraşımızı olalım,” diye bağırır.

‘Dövene elsiz, sövene dilsiz’ olan, halktan gelen her şeyin Hak’tan geldiğine inanan derviş sabreder. Fakat kabadayının tıraş esnasında da dili durmaz, sürekli alay eder derviş ile:

 “Kel aşağı, kel yukarı.”

Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkândan çıkar.

Henüz birkaç metre gitmiştir ki kontrolden çıkan bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelerek kabadayıyı altına alıp sürükler. Kabadayı oracıkta feci şekilde can verir.

Berber dervişe bakar, sorar:

“Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?”

Derviş düşünceli bir şekilde cevap verir:

“Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim. Gel gör ki kabağın da bir sahibi var. O gücenmiş olmalı!

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

RUHUN AÇ İSE DÜNYA SENİ DOYURAMAZ

Sevgili okuyucularım bugün anı yazısı paylaşmam gerekiyordu fakat bazen kalbim o anda geleni paylaşmamı söylüyor. İşte okuyacağınız bu yazı da kalbimin sözünü dinleyişimdendir. 16 Eylül 2022 tarihinde “Ruh Sevgiye Aç” başlıklı yazımı da aynı duyguyla yazmıştım. Fakat o yazıda sevgiye doymamış insanların yaşadığı duygusal açlıktan söz etmiştim. Bugün ise meselenin maddi yanına değinmek istiyorum.

Hz. Mevlânâ ne güzel söylemiş: “Açgözlülük ve dünya nimetlerini elde etme hırsı, insanı hakkı olmayan şeylere el uzatmaya zorlar.”

Dünya ekonomisi birkaç yıldır olumsuz seyrediyor. Hiç kimse bundan etkilenmediğini söyleyemez. Herkese mutlaka dokunmuştur. Fakat şimdi yazacaklarım bugünün ekonomik koşullarıyla değil, genel olarak varken de yokmuş gibi davrananların durumuyla ilgili. Bu noktada  “Ruh mu mide mi aç?” sorusunun yanıtı önem kazanıyor çünkü ikisi arasında çok büyük fark var. “Ruhu aç” derken neyi kastediyorum? Gözü aç, gözü doymaz olduğunu söylüyorum sevgili okuyucularım, sadece para, mal mülk olarak değil her konuda aç!

Amerikalı ekonomist, yazar John Perkins diyor ki: “Bu kadar açgözlü ve bencil olmayı bırakın! Dünyada sizin kocaman evlerinizden ve gösterişli mağazalarınızdan daha başka şeyler de olduğunun farkına varın. İnsanlar açken siz arabalarınızın benzini için üzülüyorsunuz. Bebekler susuzluktan ölürken siz son modeller için moda dergilerini karıştırıyorsunuz. Kulaklarınızı size bunu söylemeye çalışanların seslerine tıkayıp onları radikal olarak damgalıyorsunuz. Yoksulları ve ezilmişleri daha fazla yoksulluk ve esarete itmek yerine onlara kalbinizi açmalısınız.”

Eğer bir ruh sevgiye aç ise diğer her şeye açtır. Doymuş bir ruh her şeye doymuştur. Ruhu aç olanlar maneviyata değil dünya malına önem verirler. Dünya malı ile güçlü olacaklarını sanırlar, gücü oradan almak isterler. Dünyayı verseniz “İkinci dünya yok mu?” diyerek onu da isterler. Ruhu aç insanlar ile konuştuğunuz konulara bakın hep para hep mal hep mülktür. Ev, araba, yazlık, ev eşyası; alır da alır… Bir ev, bir araba ister; onlara sahip olur ikinci evi, ikinci veya daha üst model arabayı ister, onlar da olur, daha zevkini almadan, mutluluğu yaşamadan yenisini ister.

Bu gibi insanlar “Şu evi aldım, ikinci evi şu ülkede, şu semte alacağım.” der durur. Hayattan beklentilerini sorduğunuzda size on tane ev listesi gösterir de “Bir ev sahibi olabilmek için benim kendimde nasıl bir değişim yapmam lazım?” diye sormak aklına gelmez. Öylesine açgözlüdür ki dilinden düşürmediği o malı mülkü elde etmek için hırslara kapılır. Çok para kazanmak uğruna bazıları başkalarının hakkını yemeye başlar. Bunu yaparken hayatında bir olumsuzluk yaşarsa da kendi açgözlülüğünü görmez, başka insanları, hayatı, ekonomiyi suçlar. Zengindirler ama hep yokluktan yakınırlar.

Böyle insanlar başkalarının haklarını vermedikleri gibi başkalarından da sürekli almak isterler. “Elini veren kolunu alamaz” sözünü doğrularcasına kendi ruhlarını doyurmak için başkalarını sömürmeye çalışırlar. Kendilerini her şeye hak kazanmış görürler. Üstelik ellerindekinin kıymetini bilmedikleri gibi onlarla yetinmeyi de bilmezler. Şükür kelimesi, teşekkür kelimesi yoktur onların lügatinde. Maaşına zam yapılır üç ay sonra yeniden zam ister, bir maaş ikramiye verilir iki ikramiye ister. Sattığı malı ederinden iki kat fazlasına satar, işi fırsatçılığa dönüştürür. Ruhunda sevgi olmadığı için kendisi o gün on tane ürün satarken dükkân komşusunun henüz siftah yapmadığını bildiği hâlde gelen on birinci müşteriyi komşusuna göndermez, “Biraz da o kazansın.” demez. Bu insanları hırs bastırmıştır bir kere. Sömürüleri sadece insanla sınırlı kalmaz. Ağaçlar mı kesilmiş, orman mı yanmış, deniz mi kirlenmiş hiç bakmaz mal mülk edinmek için doğaya saldırırlar.

Ruhu aç insanın fiziksel açlığı da bitmez, karnı doysa bile gözü doymaz. Örneğin birisine yardım edersiniz, o gün karnını doyuracak yemek verirsiniz, “Bana şunu da alır mısın?” der. Karnını doyuracak yemeği zaten verdiğiniz hâlde teşekkür edeceğine başka şeyler ister. Ruhu o kadar açtır ki doymayacağını sanır. Ya da bir yiyecek verirsiniz, “Şundan da alayım mı sana?” diye sorarsınız, “Al.” der. “Bu bana yeter, başka zaman getirirsin.” veya “Ben doyarım bununla, onu da başkasına al.” demez. Elindekine şükretmez. Böyle insanlara artık yardım etmek de istemezsiniz çünkü isteklerinin sonunun gelmeyeceğini bilirsiniz. Zaten ihtiyacı olan insan istemez, siz anlarsınız.

Aynı şekilde örneklerle devam edelim. Bunlar aynı zamanda yaşadığım olaylardır. Bir simit alıp vermek istersiniz midesi aç insana. “Bir tane de poğaça alsaydın.” ya da “İki simit alsaydın.” der. Poğaça alırsınız, “Dereotlu yok muydu?” der, cevizli baklava verirsiniz, “Fıstıklı yok mu?” der. Diyeceği hiç bitmez, eline yiyecek geçti diye şükretmez. Şunu da ayırt etmek gerekiyor: Bir insan canı çeker ister ya da bir şeyi çok sever bir tane daha ister o başka. Ama ruhu aç insanı bakışından, söyleminden anlarsınız. Daha doğrusu niyetinden anlarsınız.

Sizler de şahit olmuşsunuzdur. Dışarıda yemeğe gidersiniz, ruhu aç insan midesi doyduğu hâlde yemeklere saldırır, iki gün boyunca ağzına lokma koymamış gibidir. Yiyebileceğinden fazla sipariş verir, sonra onlar masada kalır israf olur. Mide ne olacak ki? Kolaylıkla dolar. Ruh sevgi ile doymuş ise mide bir dilim ekmek ile dolar ama ruh aç ise dünyadaki bütün fırıncılar o ruhu doyurmak için gece gündüz çalışırlar.

Siz, on kişiye paylaştırmak üzere kek yapıp getirirsiniz, bir bakarsınız ruhu aç olan bir kişi o on kişinin hakkına saldırır, ‘başkası yiyecek mi?’ diye düşünmeden kendi payına düşenden fazlasını alır. Şirkette çalışıyorsunuz, şirket müdürü kendisine hediye gelen çikolatayı personele dağıtılması için elemanına veriyor. Eleman arkadaşlarına dağıtmak yerine kendisi alıyor. Amacı midesini doldurmak ya da sevdiği şeyi yemek değil. Öyle olsa birkaç tane çikolata yediğinde doyar. Bu davranışının temel nedeni ruhunun açlığıdır. Ruhu aç insan aynı zamanda bencildir de, paylaşmayı sevmez. Örneğe geri dönersek, bu insan bu davranışıyla başkalarının hakkını yemiş oluyor çünkü müdürü ona inanmış, vermiş, dağıtıldığını sanıyor.

Benzeri durum aile arasında mal mülk paylaşımında da yaşanıyor. Aile fertlerinden biri ‘hepsi benim olsun’ hırsıyla başkasının hakkına giriyor, vermek istemiyor. Bu sefer kavgalar, küslükler başlıyor.

“Ruhu aç” deyince sadece maddi durumu elverişli olmayanları düşmeyin, bilhassa her şeye sahip olduğu hâlde aç olanlar, verdikçe alırlar. Eskilerin dediği gibi “Olan aç, olmayan tok olur.”

Bu örneklerin hepsinin temelinde ruhtaki sevgi açlığı var. O açlığı böyle şeylerle kapatmaya çalışıyorlar. Ruhu aç insandan asalet ve görgü beklemeyin. Nezaket hiç beklemeyin. Ne zaman ki vermeseniz o zaman sizden uzaklaşır. Sevgileri de gerçek değildir, sevmiş gibi davranırlar. Böyle insanlar karşı tarafı düşünmez, “O sıkıntıya düşecek.” ya da “Onu hakkına girmeyeyim, fedakârlık yaptı bana.” demezler.

İşte, ruhu aç insanın karakter ve kişiliği ortaya çıkıyor: Dürüstlükten mahrum, sevgiden mahrum, paylaşmaktan mahrum. Böyle olunca fazla bir şey beklemek zaten hayal kırıklığı olur.

Her konuda olduğu gibi ruhu doyurmanın yolu da sevgiden geçiyor sevgili okuyucularım.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

BEKLENTİ İLE NEZAKET ARASINDAKİ FARK (2)

Sevgili okuyucularım, 6 Aralık Salı günü nezaket ve beklenti konusunu ele almış, bugün aynı konuya devam edeceğimizi belirtmiştim. Bir önceki yazının sonunda nezaket, bencillik yapmamak, kurnazlık yapmamak, anlayışsız olmamak, küçük menfaatlerin peşinden koşmamak demektir, demiştim. Gelin bugün de “Beklenti ve nezaket deyince ne anlıyorsunuz?” sorusuna birlikte yanıt bulmaya devam edelim.

Nezaket sadece davranışlarla değil o davranışları şekillendiren ruhsal donanımla ilgilidir. Bu ruhsal donanım da ne parayla ne de sosyal statüyle ilgilidir. İnsanların sosyal statüsü ne olursa olsun onlara kendilerini değerli hissettirmek, nazik davranmak önemlidir. Çoğu insan sosyal statüye göre nazik davranıyor yani kendini farklı gösteriyor. Özellikle sosyal medya mecralarında buna sıkça rastlamak mümkün. Oradaki paylaşımlara yapılan yorumlarda kendini nazik, kibar gösteren ama birebir yaşadığınızda çok farklı olduğunu görebileceğiniz çok insan var.

Bir insanın ne kadar nazik olduğunu anlamanız için öyle büyük hareketlere gerek yoktur. Günlük yaşantının içinde çok küçük, sıradan gibi görünen davranışlar, kişinin nazik olup olmadığına karar vermek için yeterlidir. Örneğin, bir arkadaşınız, bir müşteriniz veya tanımadığınız bir kişi ile telefon görüşmenizi bitirirken “İyi günler.” ya da “İyi akşamlar.” dersiniz. İşte bu bir nezaket kuralıdır. Bu, karşınızdaki kişinin bir beklentisi midir? Hayır. Sizin nasıl nazik bir ruhunuz olduğunu gösterir. Bu yüzden aslına bakarsanız “nezaket kuralı” demek de doğru değildir çünkü dediğim gibi bu ruhunuzla ilgilidir.

Özellikle bencil insanlar bir şey istediklerinde karşıdaki insanın durumunu hiç düşünmezler. Örneğin telefonla aradıklarında veya mesaj gönderirken “Nasılsın?” demenden kendi ihtiyaçlarını dile getirir ve isterler. Onlara bu davranışın yanlışlığını söylediğinizde “Beklenti içindesin.” diye eleştirirler. Oysa bu beklenti değil nezaket gereğidir. Aradıkları veya mesaj yazdıkları kişi o anda belki müsait değildir. Belki bir sorun yaşıyordur, ruhsal durumu iyi değildir. Karşıdaki kişinim hâlini hatırını sorarak iletişime başlamak bir görgüdür. Birine maddi veya manevi bir karşılık umuduyla yardım eden kişinin tutumunu beklenti olarak değerlendirebiliriz ama hâl hatır sormadan kendi ihtiyacını dile getirmek nazik bir davranış olmadığı gibi dürüstçe de değildir.

Apartman görevlisi görevi gereği size hizmet ediyor, belli saatlerde siparişlerinizi getiriyor. Alırken teşekkür etmeniz, “Ellerine sağlık.” demeniz, sizin ruhunuzdaki nezaketi gösterir. “Onu görevi, getirmek.” diyorsanız, ruhunuzda nezaket yok demektir. O sizden teşekkür beklemiyor zaten, görevini yapıyor; burada beklentiyi ayırt etmek gerekli. Aynı şekilde örneğin evinizde arızalanan bir musluk ya da bozulan buzdolabını onaran servis görevlisine sırf parasını ödediniz diye teşekkür etme gereği duymuyorsanız yine ruhunuzda nezaket olmadığını kabul etmelisiniz.

Mark Twain’in dediği gibi, “Nezaket öyle bir dildir ki onu sağır olan da duyar, kör olan da görür.”

Bazı insanlar önemsemediği ve değer vermediği için nezaket kurallarını bilmez. Üstelik bu gibi insanlar hayatlarında her şeyin güzel olmasını isterler. Önce sen ne veriyorsun ki hayata, hayat da sana versin. Aslında insanlar birbirlerine nazik davrandıklarında dünya aydınlanmaya gider. Çünkü sadece nezaket gösterilen o insan mutlu olmuyor, nazik insan o anda o enerjiyi bütün dünyaya yaymış oluyor ki bu da dünyanın mutlu olmasını sağlıyor.

Bazı insanlar da kaba davranışlarını, “Nasıl olsa benim içimi biliyor.” cümlesinin arkasına sığınarak maskeliyor. Ben de o insanlara şunu soruyorum: “Niye farklı sosyal statüye sahip insanlara ya da kendi işinin görülmesini istediğinde nazik davranıyorsun?” Yanıt, tahmin edeceğiniz gibi sessizlik oluyor tabii.

İnsan öfkelenmiş olabilir, kızgın olabilir ama hakaret dolu yazılar yazması, telefonu bir insanın suratına kapatması, hiçbir suçu yokken evinden bir insanı kovması, işine göre nezaketli davranması ruhunun nezaketten yoksun olduğunu gösterir. Asıl en acı yanı, sevgiden yoksun olduğunu gösterir, aynı zamanda değerden.

Bazı insanlar da nazik olmayan konuşmaları öylesine kabullenmişlerdir ki karşı çıktığınızda sizi şekilcilikle suçlarlar. Şekilcilik ile nezaketi karıştırır aradaki ince çizgiyi ayırt edemezler. (Şekilcilik konusunda da ayrı bir yazı yazacağım zamanı geldiğinde.) O zaman, nazik olmak şekilciliktir diye herkes birbiriyle konuşurken argo kelimeler havada uçuşsun, kaba davransın. Kimileri de kendilerine nezaketsizlik yapıldığında kabul etmezler ama size olan kaba davranışlarını eleştirdiğinizde şekilcilikle suçlarlar.

Nezakette kabalığa, küstahlığa, kendini üstün görüp karşıyı küçümsemeye yer yoktur. Nazik olmak için üstünde pahalı kıyafetlerle dünyayı gezip görmek ya da zengin, gelişmiş ülkelerde yaşamak gerekmez. Ruhunda nezaket olmayan, onu hiçbir insana veremez ya da kendi menfaatine göre verir. Ancak kendinde bunun olmadığının farkına varıp kendini değişime açarsa ruh gelişmeye başlar.

Kendi işini yaptırmak için nazik davran bir insanın işi bittiğinde ya da işini yapmadığınızda birden nasıl da kibarlıktan yoksun birine dönüştüğüne çok şahit oldum. Böyle kişiler toplumu, yaşadığı mekânı ve ülkeyi suçlarlar ama kendilerinin ne yaptığının farkında değildirler.

Dalai Lama der ki “Bu dünyaya geliş amacımız dünyayı iyileştirmektir.” Bunu başaramasak bile en azından dünyayı ve insanları “incitmeme” konusunda bizi uyarır. Dalai Lama, insanları incitmemenin, dünyaya zarar vermemenin en basit yolunun, her gün tekrarladığımız davranışlarımıza daha fazla nezaket katmak olduğunu söyler.

İnsanların en büyük yanılgıları öğretim görmüş insanların, zengin olanların, iyi yerlerde oturanların nezaketli olduklarını düşünmeleridir. Hâlbuki insan ancak o kişi ile birebir yaşayarak anlar nazik olup olmadığını.

Unutmayın ki karşınızdaki insanlara dürüst davranmak bir nezaket kuralıdır.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

BEKLENTİ İLE NEZAKET ARASINDAKİ FARK (1)

Sevgili okuyucularım, beklenti deyince ne anlıyorsunuz? Ya nezaket deyince?

İnsan eğitimli olunca mı davranışları nezaket içeriyor? Sadece varlıklı insanlar mı nazik davranıyor?

Birçok insan nezaket ve beklentiyi karıştırır. İkisinin arasında ince çizgi gibi görünse de dağlar kadar fark vardır. Aslında yazar, şair Jorge Angel Livraga Rizzi’nin söylediği gibi “Nezaket, aynı zamanda cömertlik ve sevginin bir şeklidir.”

Sevgiden yoksun olan veya cimri bir insandan nasıl nezaket bekleyebilirsiniz ki?

Nezaket, övgü veya ödül beklemeden, başkaları için cömertlik, düşünme veya ilgi gösterme eylemleriyle işaretlenmiş bir davranış türüdür. Zaten kelime anlamı da başkalarına karşı incelikli ve saygılı davranma, incelik, nazikliktir.

Nezaket çok derin bir konudur. Aslında nezaket bir anlamda insanın asaletini, görgüsünü belli eder.

Bazı insanların nezaketi kişiye göredir, her insana aynı ölçüde nazik davranmaz. Oysa nezaket, insanın karşısında kim olursa olsun değer vermesi demektir. Değer veren insan, teşekkür ederken içten teşekkür eder, özür dilemek gerekirse özür diler, eleştiri yapacaksa sevgi dolu bir dil ile yapar.

Bazı insanların nezaketi duruşuna bakışına yansır.

Kendi menfaatimize göre nezaket göstermek incelik değildir, bunun adı çıkarcılıktır.

Şimdi bunu daha açık olarak örneklerle belirtmek isterim. İş yerine geliyorsunuz, sizin çalıştığınız mevkinin üstündekilere (patron, şef, müdür, amir…) “Günaydın.”, “İyi akşamlar.” ya da “Teşekkür ederim.” diyorsunuz ama mevki olarak sizden aşağıdan çalışanlara bu gibi sözler söylemiyorsunuz.

Bu sosyal ve özel hayatımızda da geçerlidir. Bazı insanlar kendilerine verilen hediyeyi alırken bile bu ayrımı yapar. Hediye veren kişi kariyer yapmış, ünlü, mevki sahibi veya varlıklı ise ona teşekkür eder, güzel cümleler kurar ama bu vasıflara sahip olmayan birinden hediye aldığında kenara atıp hiç önemsemediği gibi bunu bir de yüz ifadesiyle açık eder. Böyle durumlara o kadar çok şahit oldum ki hayatımda. İşte bunlar, nezaketi kimlere kullanacağına kendisi karar veren insanlardır. Hediye için teşekkür etmediklerini hatırlattığınızda  “Sen beklentiye giriyorsun.” diyorlar. Beklenti konusunu ilerleyen zamanda daha detaylı yazacağım. Ama şunu söylemek isterim, bir insana bir şey verdiğinizde onun da size karşılığını vermesi gerektiğini düşünüyorsanız beklentiye girmişsiniz demektir.

Bu konuyu açmışken yaşadığım bir olayı anlatayım. Yıllar önce bir arkadaşım ilk defa yemeğe çağırdı. Ortak bir arkadaşımız da o yemeğe davetliydi. O ortak arkadaşımıza, giderken götüreceğim hediyeden söz ettim. Arkadaşım şaşırdı, “O bizden bir şey beklemiyor ki. Kendi istediği için yemeğe çağırdı.” dedi. “Tabii ki.” dedim, “Beklemiyor ama bir nezaket kuralıdır bu. İnsan ilk kez gittiği yere ya da davet edilmiş ise gönlünden geçen bir şey alır, götürür. O beklediği için almıyoruz.”

Aynı şekilde bir seyahatten hediye getirdiğiniz kişinin seyahate gittiğinde size hediye getireceğini düşünmeniz veya bir önceki yemeği siz ısmarladınız diye sıranın onda olduğu kanısıyla yemeğe gitmeniz, sırf daha önce siz yardım ettiniz diye size yardım etmeye mecbur olduğu fikrini taşımanız, davranışlarınızı beklentilerinizin yönlendirdiğini gösterir. Ama bir teşekkür etmek, nezakettir, saygıdır.

Size değer verilmiş hediye getirilmiş ya da örneğin doğum gününüzde telefonla aranmışsınız, hediye gönderilmiş buna teşekkür edip, “Allah bereket versin.” ya da “Allah yerini doldursun.” gibi temennilerde bulunmak inceliktir. Aslında bu gibi olumlu sözler karşı tarafa söylendiği zaman evrene de bereket ve bolluk enerjisi gönderilmiş oluyor. Farkında olunsun ya da olunmasın bu enerji yayılmış oluyor. Öyleyse diyebiliriz ki nezaket göstermek evrene olumlu enerji yaymaktır.

Benzer biçimde, ölmüş birinin yakınına başsağlığı dilemek veya cenazeye gitmek bir nezaket kuralıdır. O kişiden bir beklentiniz mi var ya da işte, “Geldi.” desinler diye mi gittiniz, bu bir görev savmak mıydı sizin için?  Bir örnek de telefon aramalarına cevap vermeyen insanlardan vereyim. Aradınız cevap vermedi, o anda işi olabilir durumu elverişli olmayabilir ama sonra dönmesi ya da mesaj yazması nezakettir. Dönmeyince bu sefer merak edip tekrar arıyorsunuz ya da mesaj çekiyorsunuz. O insan size çok sonradan, unuttum ya da işim var, diye cevap veriyorsa ve bu birkaç kere tekrar etmişse artık siz de anlıyorsunuz ki karşınızdaki nazik biri değil.

Sabah koşa koşa işinize giderken yolda, trafikte size yol veren, size bir kapı tutan ya da bir markette ödeme için beklerken sırasını veren insanlara teşekkür etmeyip hemen o anda işiniz görülmesine mi bakarsınız? Yanıtınız “Hayır.” ise siz nazik bir insansınız.

Hasta olduğunuzu, doktora gittiğinizi bildiği hâlde arayıp sormayan ama kendi işi düştüğünde arayan ve sizden bir şey isteyen birinin bu davranışında nezaket yoktur. Üstelik siz hastayken aramadığını hatırlatırsanız sizi beklenti içinde olmakla suçlarlar. Böyle davrananlara ben şunu söylüyorum: “Bu size yapıldığında hoşlanır mısınız?” Susup kalıyorlar çünkü hem kendilerine yapılmasını istemiyorlar hem de başkalarına yapıyorlar.

Nezaket, bencillik yapmamak, kurnazlık yapmamak, anlayışsız olmamak, küçük menfaatlerin peşinden koşmamak demektir.

Sevgili okuyucularım, nezaket tıpkı kelime anlamında olduğu gibi inceliklerde, ayrıntılarda gizli bir konu ve yazacak daha çok şey var. Bu nedenle, 9 Aralık Cuma günü kaldığım yerden devam edeceğim.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

DOĞAL TAŞLARDAN GELEN ŞİFA – 3

Sevgili okuyucularım, Eylül ayından itibaren doğal taşların özellikleri, niçin, nasıl ve hangi çakralarda kullanıldığı bilgisini sizlerle paylaşmaya başlamıştım.

Bugün, “Hangi doğal taşı almalıyım ve bu doğal taşlar niçin kullanılır?” diyenler için Hasan Kocabaş’ın 2006’da Mozaik Yayınları’ından çıkan “Şifalı Taşlarla Sağlıklı Yaşam” adlı kitabı ile www.sertmineral.com sitesinden derlediğim bilgileri paylaşıyorum.

Belki birçoğumuz taşların faydasına inanmayabilir, sırf renkleri ve şekilleri hoş göründüğü için kullanır. Oysa önemli olan her bir taşın nasıl bir özelliğe sahip olduğu bilgisidir. Bu bilgiye sahip değilsek kullandığımız taştan fayda göremeyiz. İçlerinde hiç duymadığımız o kadar taş var ki rengini ve şeklini beğenmediğimiz için kullanmadığımız ama çok faydasını göreceğimiz taşlardır çoğu. O yüzden renkler ve şekiller sizi aldatmasın.

İşlenmemiş, toprağın altında olduğu hâliyle kalmış taşlara doğal taş denir. İşlenmemiş taşlar kendi titreşimleri ile enerji yayar. Doğal taşlar enerjilerini kaybetmez yani bir nevi ölümsüzdür. Çok eski zamanlardan günümüze kadar birçok medeniyet taşların enerjilerinin şifa kaynağı olduğuna inanmıştır.

Onlarca çeşit doğal taşın farklı özellikleri ve etkileri olduğu söylenir. Bu taşlardan bazıları değerli, bazıları da yarı değerlidir. Binlerce yıllık geçmişe sahip doğal taşlar, eski çağlarda iyileştirici özellikleri sayesinde tedavi amaçlı sıkça kullanılıyordu.

“Doğal taşlar ne işe yarar?” sorusunun yanıtı ise aslında çok kapsamlı. Her doğal taşın farklı bir özelliği ve iyi geldiği konu var. Doğal taşların faydalarına genel olarak değinmek gerekirse, taşıyan kişiye pozitif enerji verdiği, iyileştirici, zihin rahatlatan ve huzur veren bir etkisi olduğu biliniyor. Doğal taşların enerjilerinin direkt olarak bedenimize etki ettiği düşünülür.

Doğal taşları sürekli üstte taşımak ve enerjisinden faydalanmak için takılarda kullanmak sık tercih ediliyor. Bunun dışında avuca sığacak büyüklükteki doğal taş parçalarını da meditasyon yaparken kullanabilirsiniz. Özellikle çakraları açmada çok faydalıdır ve gerçek faydayı elde etmek için de düzenli kullanılması gerekir. Bir kez meditasyonda kullandıktan sonra bir ya da iki ay ara verdiğinizde beklediğiniz sonucu alamazsınız. Bir de kullanılan doğal taşlar taklit değil gerçek olmalı. Küçük bile olsa hakiki olması gerekiyor. Sadece ev dekoru olarak kullanmak da mümkündür fakat en güzeli enerjilerinin bedenimize direkt etki etmesidir. Özellikle meditasyon yaparken mutlaka kullanılmasını tavsiye ederim.

Doğal taşların temizliği ya akan suda ya 12 saat toprağın üstünde bekletilerek ya da dolunay zamanlarında ay ışığına bırakılarak yapılır. Bazı doğal taşlar suda çözündüğü için suya değdirmemeye dikkat etmek gerekiyor. Bazı doğal taşlarda ise kendi kendini temizleme özelliği vardır.

AMETİST 

Anahtar Kelimeler: Koruma, arınma, bağımlılıklardan kurtulma

 Element: Rüzgâr

Çakra: Alın (3. Göz), kalp

Ametist, güzelliği ve efsanevi enerjisi nedeniyle binlerce yıldır değer görmüş bir taştır. Neolitik çağdan beri özellikle Mısırlılar tarafından tespih ve nazarlık olarak kullanılmıştır. Eski Yunan ve Roma toplumlarında da ametiste oldukça değer verilmiş, imparator tarafından kullanılan taç ve asa ametistten yapılmıştır. Kiliselerde din adamları da yüzüklerini ametistten yaptırırlardı. Ametist kelimesi Yunanca “sarhoş olmayan”, “ayık” anlamına gelen Amethystos’tan türemiştir. Hatta ametist ile ilgili tarihi kaynaklarda bir mite rastlanmaktadır. Antik Yunan’da Şarap Tanrısı Bacchus (Baküs) bir hakarete uğramış olması nedeniyle yeni tanıştığı kişiyi kendi beslediği vahşi kaplanlarına yem etmeye karar vermiştir. Bu talihsiz kişi Amethystos adında tapınağa ibadete giden her şeyden habersiz ve günahsız bir kızdı. Kaplanlar tam Amethystos’un üzerine doğru ileri atıldığında, Tanrıça Diana kızı berrak bir kristale dönüştürdü. Bacchus, duyduğu pişmanlık nedeniyle taşın üzerine üzüm suyu döker ve daha önceden sıradan bir kristal olarak gözüken taş birden bire çok güzel ve çok parlak mor bir kristale dönüşür. Bu yüzden Yunanlılar, ametist suyu ile hazırlanan iksirin zehirlenmelere, sakinleşme ve dayanıklılığa faydalı olduğuna inanmaktadırlar. Ametist yaşam ortamınızı negatif enerjilerden arındırmak için kullanacağınız en ideal taşlardan biridir. Rengi nedeniyle kişiye pozitiflik ve huzur verir. Rüzgâr elementinin taşı olması, bilinci, sezgileri, fiziksel yetenekleri ve ruhunuzu uyarır. Konsantrasyonu artırır, stresi uzaklaştırır ve bu sayede veriminizi artırır. Ruh-duygu-mantık dengesi kurmanızı sağlar. Meditasyonda enerjisi nedeniyle derinlere dalabilmeyi kolaylaştırdığı için tercih edilen en önemli taşlardan biridir. Ametistin etrafa yaydığı titreşimler, alın (3. Göz) ve taç çakrayı uyardığından beyin fonksiyonlarını harekete geçirir. Kişinin sezgi gücünü artırır. Özellikle alkol, uyuşturucu gibi bağımlılıklarda kullanılması önerilir. Sinir sistemini korur. Beyin fonksiyonlarında meydana gelmiş olan hastalıkların tedavi sürecinde tedaviye yardımcı olur. Bağışıklık sistemini güçlendirir. Migrene çok faydalıdır. Migreni olan kişiler alın çakralarına (3.Göz) bir parça ametisti tutarak migren ataklarını daha hafif atlatabilirler. Düzenli bir şekilde ametisti alın çakrasında (3. Göz üzerinde) tutmaya devam ederlerse migrenlerini kendi başlarına tedavi etmiş olurlar. Uykusuzluk, gece korkuları ve karabasanlardan kurtulmak için yastığınızın altına bir parça ametist koymayı denemelisiniz. Ametist, moldavit ile çok uyumlu çalışır. Olumsuzluklardan, karamsarlıklardan kurtulmak için ametisti moldavit ile kullanın.

KRİSTAL KUVARS ANGEL (Angel Aura Kuvars)

Anahtar Kelimeler: Uzlaşma, dinginlik, manevi yükseliş, bilgi aktarımı.

Element: Rüzgâr

Çakralar: Tepe, etherik (8. ve arka ve kafa üstü)

Angel aura kuvars, temiz kuvars parçalarının platinyum, gümüş veya diğer metallerle sistemli bir şekilde işlenmiş hâlidir. İşlenme sonucunda, gümüş gibi parlak bir ışık yayar ve renk değiştirme özelliğine sahip olur. Kuvars, platinyum ve gümüşün tüm enerjisini içinde barındırır ve eşsiz enerjisini ustalıkla etrafa yayar.

Angel aura kuvars, aqua aura kuvarsla uyumlu hâlde çalışır. Boğaz çakrasını aktif hâle getirir ve iletişim konusunda her türlü başarı için birlikte kullanılmalıdır. Sinerjik olarak danburit, petalit ve serephinite ile uyumludur. Melekler ile her türlü çalışma alanlarında bu taşlar birbirlerini destekler.

Geçmiş yaşama dönmek için, geçmişte yaşananları canlı olarak hatırlatmak için mavi opal veya aleksandrit ile birlikte kullanılabilir. Angel aura kuvarsın sakinlik ve barış enerjisini artırmak için kunzit, pembe kuvars, titanyum kuvars ile birlikte kullanılması tavsiye edilir.

Angel aura kuvars neşe, ışık ve optimist bakış açısı getirir. Stresin etkilerinin azalmasını, kişinin enerji alanı ve fiziksel bünyesinin birbiriyle uyum hâlinde çalışmasını sağlar.

ANGELİTE (ANHYDRİTE)

Anahtar kelimeler: Kendini ifade etmek, huzur, bilinç

Element: Rüzgâr

Çakra: Boğaz, 3. Göz, taç çarka

Angelite taşı, meleklerin fiziksel temsilcisi ve kişinin çevresinde bulunan meleklerin habercisidir.

Angelite, farkındalık taşıdır. Barışı ve kardeşliği simgeler. Melekler dünyasıyla bilinçli bir şekilde iletişim kurmaya yardımcı olur. Telepatik iletişimi geliştirerek ruhunuzun derinliklerine yolculuk yapabilmenizi kolaylaştırır.

Angelite, kişinin doğruyu konuşmasına yardımcı olur. Kişinin daha şefkatli, daha hoşgörülü olmasını sağlar. Psikolojik kökenli sorunları hafifletir. Angelite kullanan kişilerin astroloji ile ilgili konularda anlayışı gelişir, matematiksel konularda zihin daha iyi çalışır. Daha derin düşünmemize, düşüncelerimizle hareket etmemize yardımcı olur.

Angelite’i ayaklarımızın altına koyarsak enerji akımının gerçekleşmesi için tüm kanalları açarız. Boğaz ağrısı, iltihaplanma gibi sorunlara yardımcıdır. Aynı zamanda kilo kontrolü, güneş yanığı tedavisinde de kullanılır.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

ÇOCUK KENDİ YETENEĞİNİ KEŞFETMELİ

Evet, kaldığım yerden anılarıma devam ediyorum sevgili okuyucularım. Çocuk her geçen gün büyürken, anlatacakları da yazılacaklar da çoğalıyor. Çocuk yanından hiç ayırmadığı anahtarı kilidin içinde usulca döndürüp sandığın kapağını açıyor yine ve bir anıyı daha serbest bırakıyor.

Artık ilkbahar gelmişti. Baharın gelişi, daha önce de anlattığım gibi kiraz bahçemize gitmek, piknik yapmak demekti ve bu beni çok mutlu ediyordu çünkü doğada olmayı, yemyeşil yerlerde koşmayı seviyordum. Baharın gelişi bir de 23 Nisan törenlerine hazırlık demekti benim için. Okulda hazırlıklar çoktan başlamıştı bile. O yıl ben sadece yürüyüşe katılacaktım, kardeşim de bir önceki yıl olduğu gibi bandoda yerini alacaktı. Hem sevinç duyuyor hem de başka türlü hissediyordum. Milli bayramlar benim için çok farklı duygu yaşatan, çok özel anlamlar taşıyan günlerdir, bir önceki anımda buna değinmiştim. Bayramda tören yürüyüşüne okul önlüğü ile katılacaktım. Ama annemden yeni bir önlük alınmasını istedim çünkü bu özel bir törendi, ilk kez o gün giyeceğim bir önlükle yürümeliydim.

Okuduğum okulda ülkenin genelinde olduğu gibi önlükler siyahtı. Ama geçmiş törenlerde bazı okulların öğrencilerinin mavi önlük giydiklerini gördüm. Bizim eve 15 dakika yürüme mesafesindeki okul da bunlardan biriydi. Hatta ilkokula başlarken o okula gitmek istemiştim. Hem mavi rengi çok sevdiğim hem de önlük renkleri diğer okullardan farklı olduğu için. Fakat annem ve babam kabul etmemişler, daha önce ablamın ve ağabeyimin okuduğu ve öğretmenlerinin daha iyi olduğunu söyledikleri okula yazdırmışlardı beni. O okula gitme isteği hep kalbimde kaldı; o renk önlüğü giymek, farklı olmak, alışılmış kıyafetin dışına çıkmak… O yaşta tabii ki gideceğiniz okulla ilgili kararı kendiniz veremiyorsunuz ve ailenizin yazdırdığı okula gitmek zorunda kalıyorsunuz. Ancak yaş ilerledikçe bazı konularda ailenizin aldığı kararları uygulamak zorunda olsanız bile kendinizle ilgili kararları kendiniz veriyorsunuz. Kıyafet konusunda ya da yediğiniz yemek konusunda daha özgür oluyorsunuz.

23 Nisan törenine yeni önlükle katılma isteğime ailem itiraz etmedi, gidip aldık. Ama tabii ki bu önlük bana çok farklı duygular yaşattı çünkü bunu okula değil özel bir törene giymenin hevesi başkaydı.

Çocukluğumdan beri ailemden öyle çok gerekmedikçe isteyen değildim. Sadece benim için çok çok anlamlı olan şeyler istedim. Bunlardan bir tanesi de bir spor dalında ilerlemekti. Çünkü sporu hem seyretmesini hem de yapmasını severdim. Kiraz bahçesine gitmek de o yüzden çok mutlu ediyordu beni, istediğim gibi koşabiliyor, top oynayabiliyordum. Zaten ailem de spor konusundaki tercihlerime hiç müdahale etmedi, kararları hep bana bıraktı.

Okuldaki müzik derslerinde müzik konusunda yetenekli olmadığımın farkına varmıştım. İlk, mandolin çalmayı öğrenmeye başladım. Tamam, çalıyordum ama bir spor kadar yetenekli değildim. Sadece o anda çalmak hoşuma gidiyordu, sonra evde müzik hocamın verdiği ödevleri yapıyordum, o kadar. Bir müzik dersinde öğretmene “Ben bu mandolin çalmayı pek severek yapmıyorum, bunun yerine başka bir şey yapsam.” dedim. Hâlbuki o mandolini alırken annemle çok mutluydum. Çalarım, diye çok severek almıştım ama sonra bu konuda yetenekli olmadığımı fark ettim ve üstüne gitmek istemedim. Yapacağım şeylerin üstüne gitmek istiyordum, o dalda kendimi geliştirmeyi.

Mesela resimde müzikten daha iyiydim. Pastel boyadan ziyade sulu boya ile boyamayı seviyordum. Daha farklı renkler çıkarabiliyordum sulu boyayla ve resimler de daha anlamlı oluyordu. İstediğim rengi çıkarmak ve resim yaparken o renkleri kullanmak öyle hoşuma gitmişti ki öğretmenin verdiği çizim yerine kendi istediğim resmi yapmıştım. Çünkü içimden o resmi yapmak gelmişti. Hiç unutmam, öğretmen, “Niye benim söylediğim resmi yapmadın?” diye sordu. Ben de ona, “Bu sefer içimden geleni yapmak istedim ve resimdeki yeteneğimi görmek için yaptım.” dedim. Öğretmenim tabii ki kötü bir şey söylemedi ama “Bir daha yapacağın zaman önceden sor. Çünkü sınıfta farklı olan tek resim seninki oldu.” dedi. Ben çok mutluydum çünkü istediğim şeyi çizmiştim ve istediğim tonlarda boyamıştım. Kendi içimdeki yaratıcılığı görmek istemiştim.

Zorla yaptırılan şeylerden hiç mutlu olmazdım. Özellikle kendi kararlarımı almak konusunda baskı yapıldığında. Burada tamam, o resmi bir öğretmen istemişti ve benim öyle çizmem gerekiyordu. Ama ben içimden gelmediği hâlde öğretmenimin istediği resmi yapsam hem çizerken mutsuz olacaktım hem de yeteneğimin olup olmadığının farkına varamayacaktım.

Baktığımız zaman çocukken alınan kararların ileri yaşlardaki yaşantıyı etkilediğini görüyoruz. Bir çocuk yapmak istedikleriyle ilgili kararları kendisi alamaz kararlar sürekli aile tarafından alınırsa o çocuğun özgüvenli olma olasılığı sıfırdır. Bu durum aynı zamanda çocuğun kendini tanımasını da engeller. Hangi alanlarda yeteneği olduğunu bilmeyen çocuk hayatında nasıl bir yol çizeceğine kendi başına karar vermekten çekinir, sürekli başkalarına danışır durur ve aile ne söylerse onu yapar. Özgüveni olmayanın kendi gücü de olmuyor maalesef. Ailenin ve etrafının gücü ile yaşamaya başlıyor hayatını. Çocuk, yetişkin bir birey olduğunda evleneceği kişiyi seçerken bile kendi istediği gibi değil ailenin isteğine göre hareket ediyor. Yaşamak istediği mekân, uzmanlaşacağı meslek, yapacağı iş konusundaki seçimlerinde de aynı biçimde davranıyor. Çocuk, aile tarafından yeteneklerinin veya isteklerinin dışında bir alana yönlendirildiğinde o alanı sevmediği, yaparken mutsuz olduğu için başarılı da olamayacaktır. Kendini başarısız ve yeteneksiz olarak görecektir. Aynı zamanda yaratıcılığını bilemeyecek ve geliştiremeyecektir.

Birçok aile kendi egoları yüzünden çocuklarını değil kendilerini mutlu edecek kararlar alıyor. Sonra o çocuktan mutlu ve başarılı olmasını bekliyor maalesef.

Çocukların kendi özgüvenleri ve kendi güçlerini ellerine almaları için ailelerin onların aldığı kararlara saygı duyup ısrar etmeden uygulamalarını desteklemeleri gerekiyor. Tabii ki aile yeri geldiğinde fikirlerini düşüncelerini söyler. Ama özel hayatına, sosyal hayatına sürekli müdahale edilen çocukların mutsuz olduğu ya da başarılı olmadığı zaman “Yapacaklarımı engelledi.” diye hemen ailesini suçladığı unutulmamalı. Tabii suçlamayla birlikte aileye karşı sevginin azaldığı da.  

Çocuğun kendi yeteneğini kendisinin keşfetmesine izin vermek gereklidir. Mutlu bir çocuk yetiştirmek için çocuğun kararlarına saygı göstermek çok önemlidir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

OLUMLAMALAR – 1

Sevgili okuyucularım, bu ay sizlerle kişisel gelişim, enerjiler ve kuantum zihin uzmanı Berna Özcan Demir’in olumlamalarını paylaşacağım. Paylaşımımın öncesinde genel manada olumlamalarla ilgili birkaç noktaya değinmek istiyorum.

İnsanın bilinçaltında yerleşen olumsuzlukları temizlemesi ve onların yerine olumlu düşünceleri yerleştirebilmesinin bir yolu da düzenli olarak olumlamalar yapmaktır. Arınmayı sağlayan ve benim de nice faydasını gördüğüm olumlamalar düzenli olarak yapıldığında kişide geniş etki yaratmaktadır. Bu olumlamaları gün içinde yapabileceğiniz gibi sabah uyandığınızda ya da akşam yatmadan önce yaparsanız daha faydalı olacağını görebilirsiniz. Özellikle belirttiğim zamanlarda yapılan olumlamalar bilinçaltına daha kolay erişebilmektedir. Bilinçaltındaki olumsuz düşünceler, olumlamalarla karşılaşmaya başladıkça temizleme ve arınma etkin bir biçimde gerçekleşecektir. Yapacağınız olumlamanın ne kadar süreceği size bağlıdır. Kendinizi iyi hissedinceye kadar, düşüncelerinizdeki olumsuzluk yok oluncaya kadar ve kurduğunuz cümlelerle, ağzınızdan çıkan kelimelerin değiştiğini fark edinceye kadar olumlama yapmaya devam etmelisiniz. Sürekli negatif cümleler kullananların ve düşünceleri hep olumsuz olanların bunları dönüştürmesi tabii ki zaman alır. Bununla birlikte bilincinizde ya da bilinçaltınızda yer edinmiş olumsuzlukların, ruhu parçalayan travmaların da şifalandırılması gerekmektedir. Yalnızca olumlama yapan kişilerden, olumlamanın yetersiz kaldığına dair bildirimler alıyorum ve onlara mutlaka şifalandırılma yapılması gerektiği telkinini veriyorum. Olumlama da bir şifalandırmadır. Şu soru sıkça geliyor bana: “Olumlama yapıyorum, yeterli olmaz mı?” Hayır, tek başına olumlamalar yetmiyor. Vücudumuzu tek bir gıdayla beslemenin yeterli olmadığı gibi bilincimizi ve bilinçaltımızı beslemek için de tek bir yol yeterli olmayacaktır. Temiz bir bilinç, arınmış bir bilinçaltı, farkındalığımızın artıp yüksek bilinç seviyesine ulaşmamızı sağlar.

Her birinizde yüksek fayda oluşturacağına inandığım bugünün olumlamalarıyla sizleri baş başa bırakıyorum.

“Herkesin özgür iradeye sahip olduğunu ve kendi yaşam deneyimlerinden bütünüyle sorumlu olduğunu kabul ediyorum. Ben sadece kendi yaşantımın ve kendi deneyimlerimin sorumluluğunu üstleniyorum. Başkaları ile ilgili uygun olmayan şekilde üstlendiğim bütün sorumluluk kararlarımı, sözlerimi, sözleşmelerimi ve zorunluluk hislerimi şimdi bütünüyle iptal ediyorum. Artık gereksiz sorumlulukları sevgiyle serbest bıraktım ve tamamen özgürleştim.

Bugün tamamen sağlıklı, huzurlu ve dengedeyim. Aldığım her nefes bedenimi şifalandırıyor, yaşam enerjimi artırıyor ve kendimi harika hissetmemi sağlıyor. Tamamen güvende olduğumu ve korunduğumu biliyorum. Bugün kendimi çok seviyorum ve kendimi olduğum gibi kabul ediyorum. Bütün hatalarım için kendimi affediyorum ve kendi iyiliğim için hayatıma giren herkesi affediyorum. Şimdi kendimi evrenden bana gelen iyi ve güzel şeylere açıyorum. Bugün harika deneyimler yaşamayı, kendim için faydalı şeyler yapmayı, başka insanların hayatlarına olumlu katkılarda bulunmayı ve evrenle bir olduğumu deneyimlemeyi seçiyorum. Mutluluğu paylaşarak artırıyorum, hayatım için en doğru kararları veriyorum ve insanların gözlerine sevgiyle bakıyorum. Bugün harika ve yaşanmaya değer bir gün geçirdiğim için şükrediyorum.

Kendimi tüm yaptıklarım ve yapamadıklarım, tüm düşündüklerim ve tüm düşünemediklerim için sevgiyle affediyorum. Hayatıma giren herkesi tüm yaptıkları ve yapamadıkları, tüm düşündükleri ve düşünemedikleri şeyler için sevgiyle affediyorum. Hayatıma giren herkesi affettiğim gibi ben de affedilmeyi hak ediyorum. Hayatıma giren herkesin benden gelen sevgi enerjisini hissederek beni kolaylıkla affetmelerini seçiyorum. Kalbimde biriken bütün olumsuz duyguların, acıların, kızgınlıkların ve nefretlerin hemen şimdi bütünüyle arınmasını ve şifalanmasını seçiyorum.

Ben, bugün kalbimde biriktirdiğim tüm kırgınlıkları, tüm üzüntüleri, geçmişten gelen, özgürleşmemi engelleyen tüm olumsuz hatıraları, şu andan itibaren kalbimdeki sevgi ile artık bırakıyorum ve evrene iade ediyorum. Geçmişte, bilerek ya da bilmeyerek her kimi sevmişsem, her kime fedakârlık yapmış ve karşılığını bulamamışsam artık egomu besleyen bu takıntılarımı bırakıyorum. O kişileri affediyorum, kendimi affediyorum ve beni bugünkü insan yaptıkları için onlara teşekkür ediyorum. Artık kendimi özgürleştiriyorum. Takıntı yaptığım herkesi özgür bırakıyorum. Kalbimi, aklımı ve ruhumu sevgiye ve aşka açıyorum. Ben sevgiyim, aşkım, başarı ve mutluluğum. Beni ben yapan tüm değerlerimin farkına varmayı ve o değeri hissederek yaşamayı seçiyorum. Ben bütün bu güzellikleri yaşamayı hak ediyorum ve ben bütün bunları yaşamaya artık hazırım…”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

SİZE LEZZET VEREN ÖZDÜR

Sevgili okuyucularım bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

Hayatta mutluluğu ve kaliteyi nerede ararız ya da mutluluk ve kalite deyince ne anlarız?

Çoğu insan dış görünüşe veya alacağı ürünün fiyatının yüksekliğine göre değer biçip karar verir. Örneğin bir hediye alırken pahalı ya da gösterişli olması satın alma kararını etkiler. Aynı şekilde bir yerden yiyecek alırken dış görünüşü iyi olmayan bir lokantanın sattığı ürünlerin de iyi olmadığı önyargısıyla hareket edilir. İnsanlar için de aynen böyle düşünce sahibi oluyoruz. İçindeki özüne bakmadan kıyafetine, okuduğu okulla veya mevkisine göre değerlendirme yapıp hemen önyargıya varıyoruz.

Mutluluğu pahalı şeylerde, mevkilerde, parada aramaya başladığımızda elimizde olanları kaçırırız. Bunları kazanmak için ortaya koyduğumuz hırslar yüzünden yediğimiz yemekten, evimizde olmaktan, okuduğumuz kitaptan, dinlediğimiz müzikten keyif almayı unuturuz. İçtiğimiz çayın lezzetini bilmeyiz. Hep daha fazlasını isterken ve istediklerimiz gerçekleşmediği için şikâyet ederken hayatta kaçırdığımız şeylerin farkına ne yazık ki geç varıyoruz. Dış görünüşü ile özü başka olup bizi yanılgıya düşürenlerle ilgili daha detaylı bir yazıyı ilerleyen zamanda yazacağım. Şimdi sizi yine bir bilge hikâye ile baş başa bırakıyorum.

KAHVENİZİN TADINA VARIN…

Kariyer yolunda ilerleyen bir grup genç bir araya gelerek mezun oldukları üniversitedeki profesörlerini ziyarete giderler. Sohbetin daha başında işin ve hayatın stresinden şikâyetlenmeler başlar. Misafirlerine kahve ikram etmek isteyen profesör, mutfağa gider ve yanında büyük bir termos içinde kahve ile porselen, plastik, cam, kristal olmak üzere değişik tarzda ve ucuz görünenden, pahalı ve hatta çok özel olanlarına kadar değişik ve çok sayıda kahve fincanının bulunduğu tepsiyle geri döner.

Herkes bir fincan seçip de kahvesini yudumlamaya başlayınca profesör eski talebelerine şunları söyler:

“Sizler de fark ettiyseniz, tüm pahalı görünen fincanlar alındı ve geriye ucuz görünümlü, sade olanlar kaldı. Kendiniz için en iyi olanı istemeniz normal olsa da bu sizin şikâyet ettiğiniz stresinizin ve problemlerinizin kaynağını gösterir…

Malumdur ki, pahalı da olsa fincanın kendisi kahvenin kalitesine hiçbir şey katmaz. Sadece daha pahalıdır, o kadar. Hepinizin aslında istediği fincan değil kahveydi ama bilinçli olarak en iyi fincanlara yöneldiniz ve sonra birbirinizin fincanına bakmaya başladınız, içindekine bakan olmadı.

Hayat kahveye benzer; iş, para ve toplumdaki konumunuz da fincanlara. Onlar hayata tutunmak için sadece araçlardır ve seçtiğimiz fincan misali yaşadığımız hayatın kalitesini belirlemediği gibi değiştirmezler de… Bazen sadece fincana odaklanarak kahvenin tadını çıkarmayı unuturuz.

Kahvenizin tadına varın! En mutlu insanlar her şeyin en iyisine sahip olanlar değil, sadece her şeyin en iyi şekilde tadını çıkaranlardır. Günümüzde pahalı ve gösterişli şeyleri seçme düşüncesi çoğu zaman galip geliyor, esas kullanılacak, işimize yarayacak yönünü ikinci sıraya atıyoruz. Oysa unutmamak lazım ki ambalaj ne kadar görkemli olursa olsun, kullanacağımız şey ambalajın içindedir.

Dost seçerken insanların görünüşüne aldanmak da öyledir. Kötü görünümlü insanın kafasında güzel düşünceler olabilir. En şık görünümlü insanın düşünceleri de felaketiniz olabilir. Siz daima her şeyin içindekine, özüne bakın. Size lezzet veren üzüm bağı değil, üzümüdür.

Kötü tadı olan bir kahve, paha biçilmez kristaller içinde de olsa içerken yüzümüz buruşur, içemeyiz. Enfes bir kahve sıradan bir bardakta da olsa yüzümüzde tebessüm oluşturur.

Gelin, cevizin kuruyup buruşmuş dış kabuğuna değil, cevizi kırıp içine bakalım. Bütün tat oradadır, dışındaki kabukta değil…”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

BİLGİ BİR DERYADIR KENDİNİ TANIRSIN

Sevgili okuyucularım, 25 Ekim 2022 tarihinde “Kendini Tanıdıkça Barışırsın” başlıklı yazımı sizlerle paylaşmıştım.

Bugün o yazının devamı olarak insanın kendisini tanımak için neler yapabileceğinden söz edeceğim. Evet, insanın kendisini tanımasına yardım edebilecek birçok yol mevcuttur.

Sevdiğim sözlerden biri de John Milton’a aittir: “Kazandığımız aydınlık bize bilgimiz vasıtasıyla verildi.”

İnsan aydınlığa bilgi sayesinde çıkar ve aydınlık insanın kendi kendini tanımasıyla başlar. Bilgi öyle bir derya ki insan öğrendikçe daha çok öğrenmek ister. Yıllar önce internet çıktığında arkadaşlarıma şunu söylemiştim: “Eğer teknolojiyi iyi kullanırsa insan kendini geliştirir, araştırır, ne olduğunu öğrenir. Eğer iyi kullanmazsa insan kendini hiç geliştirmeden hiçbir değişim yapmadan, evrimleşmeden kalır. O zaman da hiçbir uyanış, farkındalık ve aydınlanma yoluna giremez. Çünkü bu yola girmek için önce kendini tanımak gerekir.”

İnsanın kendisini tanıması aslından doğuştan itibaren başlıyor. Bu yüzden insanın kendi doğum haritasını öğrenmesi önemlidir. Birisi size nasıl biri olduğunuzu sorduğunda ilk aklınıza gelen iyi yönleriniz olur. O anda olumsuz yönleriniz ya aklınıza gelmez ya da bildiğiniz hâlde söylemek istemesiniz. Aslında onlar kabul edip yüzleşmekten kaçındığınız yanlarınızdır. Bunu yaparak yine kendinize zarar veriyorsunuz çünkü karşı tarafa olumlu yönlerinizi söyleyip kendinizdeki gelişmelerin önünü kapatmış oluyorsunuz. Oysa insan olumsuz yönlerini kabul edip “Bunları dönüştürmek için ne yapmalıyım?” diye sorduğunda zaten o bilgiyi edinmeye başlamıştır. Artık araştırma yoluna girmiştir ve araştırdıkça, öğrendikçe karşısına başka kaynaklar çıkacak edindiği her yeni bilgi kendi üzerindeki değişimin yapı taşı olacaktır. Tabii ki sadece araştırıp öğrenmek yeterli değildir, hep söylediğim gibi gelişmek için insanın öğrendiklerini kendisine uygulaması ve içselleştirmesi de gerekir.

İnsanların birçoğu kulaktan dolma şeyleri severler, araştırmadan öğrenmeden hemen “Evet, bu böyledir.” ya da “Öyle duymuştum.” derler. Örneğin bazen karşımıza bir söz çıkar, bu söz gerçekten kime aittir diye araştırma yapmayız. Aynı şekilde örneğin seyahate gitmeden önce gideceğimiz ve göreceğimiz yerleri araştırıp öğrenme gereği duymayız, “Nasıl olsa tur götürüyor, rehber anlatır.” diyoruz. İşte bu, bilgi edinmekten, araştırmaktan kaçmaktır ve ne yazık ki işin kolayına gitmektir. Yeri gelmişken geçenlerden yaşadığım bir örnekten söz edeyim. Sosyal medyada yurtdışında yaşayan ve bir başka ülkenin yönetimi ve yaptıklarını eleştiren insanlar var. O yaşadıkları ülkenin ve yöneticilerini ne yaptığını araştırmadan, o ülkenin tarihini bilmeden hemen başka ülkeleri yargılıyorlar. Belki bunu farkında olmadan yapıyorlar. İşte burada bilginin ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Bir konuda kulaktan dolma bilgi yerine araştırıp öğrenmek tercih edildiğinde birisini eleştirirken bile bilimsel kanıtlarla eleştiri yapılır. İnsanın başkalarını eleştirmesi de böyledir, kendilerini tanımadan başkalarını eleştirirler.

Yukarıda doğum haritasından söz ettim. Evet, kişisel düşüncem bir insanın kendisini tanıması için doğum haritası çıkarmanın çok önemli bir seçenek olduğudur. Astroloji de bir bilimdir ve bu bilimden yararlanarak doğum haritaları çıkarılır. Peki, doğum haritası neden önemlidir? Bireyin doğum anında gezegenlerin sıralanış biçimi ve astrolojik olarak yaptıkları açılar hayatının hangi alanlarında nasıl bir etki altında olduğunu gösterir. Böylelikle birey yetenekli ve yeterli olduğu yanlarını da olumsuz yanlarını da tespit edebilir. Bu çok değerli bir bilgidir. Çünkü insan bunları bildiği hâlde “Nasıl değişir ve gelişirim?” sorusunu kendisine sormaktan kaçamaz. Bu bilgi sayesinde olumlu yanlarını nasıl geliştirebileceğine ve olumsuz yanlarını nasıl törpüleyeceğine ve dönüştüreceğine karar verebilir.

Bu arada astrolojinin de Batı astrolojisi, Vedik astrolojisi, Maya astrolojisi, Magi astrolojisi ve Karma astrolojisi gibi kendi içinde birçok dalı var. Bu kadar çok alt dala rağmen hepsinin ortak özelliği insanın bir doğum haritasının olduğunu göstermeleridir. Ama ne yazık ki çoğumuz hep kulaktan dolma bilgilerle o da yüzeysel olarak sadece burcumuzun özelliklerini biliriz. Oysa doğum haritası, kendimiz hakkında bunun çok ötesinde bir bilgi kapısı aralar bize. Doğduğumuz saatte hangi gezegenin hangi astrolojik evimizde olduğu, hangi gezegenin hangisiyle ters veya doğru açı yaptığı, haritadaki yıldızlar bilmediğimiz öyle çok ayrıntı verir ki öğrendiğimizde davranışlarımızın, duygularımızın nedenini anlamlandırırız.  Örneğin karma astrolojisine göre çıkarılmış bir doğum haritası insanlar soyağaçlarından gelen karmayı ve kendi karmalarını görmelerini sağlar.

Astrolojinin bu derinliğine rağmen insanların en büyük yanılgısı sosyal medyada okudukları ile sınırlı kalmalarıdır. Örneğin bir astrolojik bilgi paylaşılırken “Bu sene şu burçlar şanslı, bu burçları ödül bekliyor, şu gezegen bu burçlara bolluk bereket, bu gezegen ise aşk getiriyor ya da para getiriyor, yeni ay veya dolunayda bunlar olacak.” diye yazılır. Okuyanlar da kendi haritalarını bilmeden, o açıları ve kendi karmalarını dikkate almadan, haritalarında söylenen olumsuzlukları değiştirmeden ve kendi üzerlerinde herhangi bir tekâmül yapmadan işte örneğin burç yorumunda bolluk yazmışsa “Bu sene bana bolluk ve bereket gelecek.” diye boş yere beklentiye giriyorlar. Hâlbuki dünyada o burçtan milyarca insan var. Hepsi o bolluğu yaşayacak mı?

Benzer şekilde astrologların gezegenlerin ileri ya da geri hareketi ile ilgili verdikleri genel bilgiler yanlış yorumlanır. İnsanlar eğer kendileri hakkında yeterli bilgi sahibi değillerse yani kendilerini tanımıyorlarsa kendi üzerlerinde bir değişime gitmek yerine o okudukları gezegenin gitmesini beklerler.

Bir gün bir arkadaşım “Aman bana bugünlerde kimse dokunmasın.” dedi. Nedenini sordum. “Merkür gezegeni geriye gidiyormuş yine. Eğer ters davranışta bulunan olursa öfkelenirim.” deyince dayanamayıp güldüm. “Niye gülüyorsun?” dedi. “Merkür yılda kaç kere geri gidiyor? Merkür bittikten sonra bu sefer diğer gezegenler retrosu başlıyor. Onlar geri giderken sen etkilenmeyecek misin?” diye sordum. “Bilmem. Okuduğum kadarıyla Merkür beni etkiliyor.” dedi. Ona kendi doğum haritasını çıkarıp çıkarmadığını ve Merkür’ün o haritaya göre hangi evinde hangi açıyı aldığını bilip bilmediğini sordum. Doğum haritasını bilmediğini söyledi. Ben de kendisine yüzeysel bilgilerle okuduklarından etkilendiği söyledim. Haritasında gerçekten öfke varsa retro sırasında bunun en ufak olayda bile büyük şekilde ortaya çıkabileceğini anlattım ve “Öfken olduğu hâlde bunu değiştirmek yerine sadece Merkür retrosunun bitmesini bekliyorsun.” dedim. Arkadaşıma şu örnekle farkındalık verdim: “Sen iş yerine gidiyorsun, Merkür retrosu seni etkiliyor ve hiç gerek yokken haksız olarak birinin kalbini kırdın ya da öfkelendin. O kişi, aman bugün Merkür retrosu var, diye sana hoşgörü ile mi baksın? Düşün, senin gibi milyonlarca kişi böyle yaparsa nasıl olur?” “Evet, haklısın.” dedi.

İşte bu örnekteki gibi birçok insan kendini tanımak yerine en kolay yöntemi seçip suçu gezegenlere atıyor. Bunun yerine kendindeki olumsuzlukları bulup üzerinde çalışarak evrimleşme ve değişime başladığında o gezegen gerçekten etkilese bile kalp kıracak kadar öfkelenme ya da etrafına ateş saçma olmaz.

Her bilgi bizim için değerlidir. Önemli olan bu bilgileri doğru kullanmak ve uygulamaktır. Ne kadar çok araştırma yapıp bilgi edinirsek kulaktan dolma olanlardan o kadar az etkileniriz. Çünkü yüzeysel olan her şey yüzeysel olarak kalır ve bir faydası olmaz. İşte bize gerçek bilgiyi verecek kaynaklardan biri de astrolojidir. Tam araştırılması ve öğrenilmesi kişinin kendini olumlu ve olumsuz yönleriyle tanımasına yardımcı olur. Bazılarınız bu yazıyı okurken diyeceksiniz belki “Bunları öğrenmek için de belli bir ücret ödeyeceğiz. Bizim şu anda o koşullarımız yok.” Haklısınız ama yeter ki siz o bilgiyi öğrenmeye niyet edin ve araştırmaya başlayın, o kapılar bir şekilde açılır.

Sevgili okuyucularım, kendini tanımak konusunda yazmaya zamanı gelince yine devam edeceğim. Yeni bir yazıda buluşmak üzere sevgi ile kalın…

Her şey gönlünce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN