Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi “Öz Şefkatli Farkındalık”
Bu kitabın iki yazarından bir tanesi; Klinik Psikolog Dr. Christopher Germer Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde psikiyatri alanında öğretim üyesidir. Psikoterapi temelli farkındalık ve şefkat konularında, dünyanın dört bir tarafında seminerlere katılıp eğitimler vermektedir. Psikoterapi ve Meditasyon Enstitüsü ile Şefkat ve Farkındalık Merkezi’nin kurucularındandır.
İkinci yazarı ise; Doç. Dr. Kristin Neff, Texas Üniversitesi’nde Eğitim Psikolojisi bölümünde ders vermesinin yanı sıra, öz şefkat araştırmaları alanında Dr. Christopher Germer ile birlikte iki öncüden biridir. Üniversite mezuniyetinin ardından Budizme ilgi duymuş ve öz şefkati bir branş olarak kabul ettirecek akademik çalışmalar yapmıştır.
Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.
“…
Öz şefkat uygulaması tipik olarak üç aşamadan meydana gelir:
Çaba gösterme
Hayal kırıklığı
Radikal kabul
Kendimize karşı nazik davranmaya başladığımız ilk zamanlarda, tıpkı yaşamımızın diğer alanlarında olduğu gibi bu süreci de doğru bir şekilde sürdürme için mücadele veririz. Ve öz şefkati gerçekten deneyimlediğimizde epey rahatlamış hissedebilir ve uygulamayı daha da hevesli bir şekilde sürdürebiliriz. Öz şefkat uygulamasının bu ilk aşaması, herhangi bir aşk ilişkisinin ilk aşamalarına benzer, tıpkı bir hayranlık gibidir.
Bir zorluk yaşadığımızda, daha iyi hissetmek için değil, kötü hissettiğimiz için kendimize şefkat gösteririz.
Bir başka ifadeyle, bir mücadele anında, acıdan kurtulmak için öz şefkat uygulaması yapmayız. Zaman zaman insan olmak bize zor gelir, öz şefkat uygulaması yapmamızın nedeni budur. Radikal kabul, 48 saattir grip olan bir çocuğu rahat ettirmeye çalışan bir ebeveyne benzer. Ebeveyn, çocukla gribinin bir an önce geçmesi için ilgilenmez – grip, zamanı geldiğinde geçecektir. Fakat çocuğun ateşi olduğu ve kendisini kötü hissettiği için, ebeveyn iyileşme süreci gerçekleşirken acıya doğal bir tepki olarak çocuğu rahatlatır.
Kendimizi rahatlatmaya çalıştığımızda da durum böyledir. Doğamız gereği kusurları olan, hatalar yapmaya ve mücadele etmeye yatkın insanlar olduğumuzu bütünüyle kabul ettiğimizde, kalplerimiz doğal olarak yumuşamaya başlar. Acıyı yine de duyumsarız, ancak aynı zamanda sevginin acıyı tuttuğunu hissederiz ve bu bizim için durumu biraz daha katlanılır kılar. U tepkinin “radikal” olmasının nedeni, bunun genellikle acımıza yaklaşım biçimimize ters düşüyor olmasıdır. Değişim de eşit ölçüde radikal olabilir.
İnsanlar gelişim kelimesini duyar duymaz, genellikle “ne kadar gelişim, o kadar iyi,” diye düşünürler. Başka bir deyişle, insanlar kendilerini radikal kabul evresinde olmadıkları için yargılayabilirler. Öz şefkatin bir varış yeri değil, bir varoluş biçimi olduğunu anlamak önemlidir. Her ne kadar radikal kabul anlarımız olsa da, çaba gösterdiğimiz hayal kırıklığına uğradığımız birçok anımız da olacak. Tüm bunlar, olun önemli olduğunuza ilişkili olumlu ya da olumsuz herhangi bir yargınız varsa, öz değerlendirme alışkanlığını bırakmayı ve sadece sevecen bir kalple, sizin için o anda doğru olana kendinizi açmayı deneyin.
Başkalarına gösterdiğimiz empatiyi sürdürmemiz, kendimize şefkat göstermemizle başlar.
Sevgili okuyucularım, 11 Kasım 2022 tarihinde “Size Lezzet Veren Özdür” başlığı altında bir bilgelik hikâyesi paylaşmıştım. O yazımda, “Dış görünüşü ile özü başka olup bizi yanılgıya düşürenlerle ilgili daha detaylı bir yazıyı ilerleyen zamanda yazacağım.” demiştim. İşte şimdi zamanı geldi.
“Nice insanlar gördüm üzerinde elbise yok, nice elbiseler gördüm içinde insan yok.” Hz. Mevlâna’nın beğendiğim sözlerinden bir tanesi de budur.
Dışa, görünüşe, kabuğa önem verenler içtekini göremez, özü bilemezler. Ancak tam tersi, öze önem verenler, dışı da görür ve anlarlar. İçin ve dışın durumunu, uyumunu bilirler. Nasıl ki bir meyve dıştan güzel göründüğü hâlde kimi zaman içi geçmiş veya ham çıkabiliyorsa insanlar da kimi zaman meyveler gibi bizi yanıltabilir.
Aslında hiçbir şey göründüğü gibi değil ve bu hayattaki en büyük yanılgılardan biri insanları giyim kuşamlarına, mevki ve makamlarına göre değerlendirerek iyi veya kötü, pozitif veya negatif olduklarını sanmaktır.
Bir bakıyorsunuz, üstünde çok şık bir kıyafet var, son derece bakımlı bir insan. ‘Ne kadar zarif’ diye geçiriyorsunuz içinizden fakat o insanla biraz konuştuğunuzda, bir şeyler yaşadığınızda görüyorsunuz ki içi bambaşka. Davranışlarına ve ağzından çıkan sözlere inanamıyorsunuz. “Görünüşüne bak, davranışına bak, hiç böyle beklemiyordum.” diye kendi kendinize söylenmeye başlıyorsunuz. Bir de onun çıkarlarına dokunmuş iseniz o üstündeki elbiseye göre davranışı hiç ama hiç beklemeyin.
Mevkisi iyi, yaptığı işte başarılı insanlar arasında da onlara rastlamak mümkündür. Konuştuğunuzda gayet pozitif yaklaşım sergilerler, naziktirler fakat uymaları gereken kuralları, kanunları ve sorumluluklarını hatırlattığınızda işlerine gelmediği için başka bir yüzleri ortaya çıkar ve siz hiç beklemediğiniz davranışları görürsünüz onlardan. O yüzden henüz hiçbir iletişiminiz olmadan insanların dış görünüşü, insanlığı ve görgüsü konusunda karar vermekte acele etmeyin derim.
Bunu sadece insanlar hakkında değil mekânlar ve eşyalar hakkında da söylemek mümkündür. Vitrinde ışıl ışıl parlayan çok şık bir ayakkabı giydiğinizde beş dakikada ayağınızdan atmak isteyeceğiniz kadar rahatsızlık verici olabilir. Gittiğiniz bir restoran dışarıdan baktığınızda iştahınızı kabartacak kadar güzel görünebilir ama verdikleri hizmet ve yediğiniz yiyeceklerin lezzeti hiç de beklediğiniz gibi olmayabilir. Aynı şekilde uygun fiyatlı bir otele gidersiniz. Bir yandan da ‘Bu kadar uygun fiyat verdiğine göre mutlaka eksi bir şeyler vardır’ diye düşünürken çok memnun kalırsınız.
Geçenlerde bir olay yaşadım. Tur şirketlerinden birkaçına turlarıyla ilgili soru sordum. Hemen hepsinden gayet medeni yanıtlar almama karşın içlerinden dış görünüşüyle pozitif imaj çizen, müşterilerine sıcak yaklaşan, ‘iyi ve nazik bir insan’ hissi uyandıran birinin tavrı farklı oldu ve bu tavır beni şaşırtmadı. Düzenlediği turla ilgili bir soru sordum ve aldığım yanıt, “Bu sorunuzun altında art niyet var.” oldu. Ben de kendisine, “Hep dürüstlükten bahsediyorsunuz ama kanunu uygulamıyorsunuz.” diyerek uymaları gereken kuralları hatırlattım. Sürekli nezaketten bahseden bu insanın yaptığı işteki başarısına karşın kendisine gerçekleri söyleyince ne kadar kabalaşabileceğini, işine gelmeyen durumlarda karşı tarafa tepki vereceğini zaten baştan hissediyordum. Bu olayda da içinin dış görünüşünden ne kadar farklı olduğunu, verdiği cevap ve gönderdiği karikatürle kanıtlamış oldu. Beni yanıltmamıştı.
İşte böyle karakterini şık giyimi ve güler yüzüyle maskeleyenler toplumda hemen kabul görürken üstünde eski üstelik modası geçmiş bir kıyafet olan, yüzü gülmeyen insana da kimse yaklaşmaz, konuşmaz. İçindeki insanlığı bilmeden dış görünüşüyle karar verirler. Oysa insanların değeri giyim kuşamları ile anlaşılmaz. Onların cevherleri kalpleridir. Kimileri yokluk içindedir, üstlerinde kötü elbiseler olsa bile davranışları ile kendilerine hayran bırakırlar. Önemli olan görünüş değil diğer insanlara karşı nasıl davrandığımızdır.
İnsanlar birbirlerini yalnızca kılık kıyafetleriyle değil, konuşmaları, eğitimleri, mevkileriyle de yanıltırlar kimi zaman. Bakarsınız, konuşması gayet medeni, iyi eğitim almış; bu insanın ahlaklı ve erdemli davranışta bulunacağını düşünürsünüz. Gelin görün ki bu insanla iletişiminiz ilerledikçe düşüncelerinizin aksi ile karşılaşabilirsiniz.
Toplum içinde davranışlarıyla saygınlık uyandırır, eşine davranışlarına bakıp ne kadar görgülü ve kibar olduğunu düşünürsünüz sonra dışarıda gözünün içine baktığı eşine evde şiddet uyguladığını öğrenirsiniz. Neredeyse hiç eğitimi olmayan, üstü başı perişan bir insan için ise “Kendine bakmayan insan eşine ve çocuğuna nasıl sahip çıksın.” der ve yine yanılırsınız. Evinizde bir eşya kaybolduğunda evinize gelen komşunuz tarafında yapıldığını bilmesiniz de temizliğe gelen yardımcınızdan şüphelenirsiniz. Niye? Çünkü komşunuz gayet medenidir!
Böylece yaşayarak, görerek öğrenirsiniz ve dıştakinin sizi etkilemesi bir zaman sonra önemini kaybeder. Değerli olanın her zaman insanın içindeki güzellik olduğunun farkına varırsınız.
Eğer sezgilerinizi kullanır ve kalp gözü ile bakarsanız dıştaki elbiselere kanmazsınız. İçte olanı röntgen cihazıyla bakmış gibi görürsünüz. Gelişmiş insan zaten içindekileri saklamaz, içi ve dışı aynı olur. Yine Hz. Mevlânâ’nın söylediği gibi “Ya olduğunun gibi görün ya da göründüğün gibi ol.”
Bu, gelişmiş insan konusunu biraz açmak isterim. Bana göre gelişmiş insan son derece dürüst olan insandır. Öz saygısı ve vicdanı olan kişidir. Öz saygı, kişinin kimliğine ilişkin bir yetkinlik ve yeterlilik hâlidir. Kendini bilir, niteliklerinin farkındadır, yoksunluk ve eksiklik duygusunun, zayıflığın başkalarıyla ilişkilerde doğurduğu davranış sapmaları onda yoktur. Kendini bilen kişi aynı zamanda karşısındakinin kişiliğini de tekemmül etmiş bir bütünlük olarak görür ve tıpkı kendisine duyduğu gibi karşısındakine de saygı duyar. Gelişmiş insan, elbette bir yanıyla iyi bir eğitimle bağlantılıdır. İyi eğitim mutlaka iyi okullar anlamına gelmez, çok yönlü ilişkilerin, merakların, okumaların, araştırmaların insana kazandırdığı toplam bir kültür olarak bunu düşünmek gerekir. Çünkü gelişerek ruhunu geliştiriyor. Ruhu gelişmiş bir insan farklı gösterir mi kendini?
Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.
Bu hikâye o kadar güzel toplumun içinde insanları anlatmış ki, söylenecek söz yok diyorum.
Şimdi sizi hikâyemizle baş başa bırakıyorum.
“Kibrit kutusundaki kibritler, toplumun içinde yaşayan insanlar gibidir. Kibrit kutusu dünya, içerisindeki çöpler insan misalidir. Estetikten uzak anlamına gelen “kibrit kutusu gibi evler” sözünü de hepimiz duymuşuzdur.
Kutunun vazifesi muhafaza etmektir. Kutu zarar gördüğü sürece çöpleri de zarar görür. Tıpkı insanın kendi dünyasını yaktığı gibi.
Kutu nem kaptığı sürece içerisindeki kibrit çöplerinin de vazifesini yapmasını engelleyecektir. Tıpkı insanın ahlaktan, adaletten uzaklaşması gibi. Adaletten ve ahlaktan uzaklaşan insan asli görevini de yapamayacaktır. Çünkü artık kirlenmiştir. Özünden uzaklaşmış, özünü kaybetmiştir.
Hepsi birbirinin aynısı gibi görünseler de her biri farklıdır. İnsanın yaşamı gibi her bir kibrit önce yanar ve sonunda kül olup sönüverir ama etkileri farklı farklı olur. Kimi kibrit çöpü bir amaca hizmet etmek için yanar, kimi amaçsız tüketir ömrünü. Kimi yanarak zarar verir çevresine, kimisi de aydınlatmak adına ateşlemeyi yapar…
Kimisi de bir çocuğun elinde oyuncak olur öylesine yakılır gider bir oyun havası içerisinde… En güzel ben yaktım yarışması da işin cabasıdır. Ama sonuçta kibrit çöpünün yanıp gitmek vardır kaderinde.
– Bazıları öyle incedir ki her an kırılacak, yanmaz diye düşünürsünüz ama en iyi de onlar yanar. Narindirler. Etrafına zarar vermeden sadece kendisine düşen görevi yapmaktadır. Yanmak…
– Bazıları öyle kalındır ki yanınca hiç sönmeyecek diye düşünürsünüz ama alev bile almadan ucundaki kimyasal madde bir anda yanıp sönüverir. Tam görevini yerine getirmeyen konuşmaktan başka bir şey bilmeyen insanlar gibidir. Bağırıp çağırırlar ama sonuçta elde kalan hiçbir şey yoktur. Faydasız ilim gibi, gösterişli insanlar gibi.
– Kimileri düzgün değildir ama yine de eksiksiz görevini yerine getirir. Onun için şeklin, gösterişin önemi yoktur. O işini yapmaya odaklanmıştır. Görevini yapar ve biter. Reklam peşinde olmayan insanlar gibidir.
– İlk yanan kibrit çöpleri hep en üstekilerdir. Kutunun içerisinde elinize ilk onlar gelir. Dolayısıyla da ilk onlar yanar. İlk yanmalar kutunun içerisindeki çöplerin yanması hakkında bilgi verecektir bizlere. İyi yanarsa diğer çöpler de iyidir. Yok, iyi yanmamışsa ya nemlenmiştir ya da üzerindeki kimyasal maddesi kaliteli değildir.
Tıpkı kıyafetine göre muamele görüp sonradan hal hareketlerine göre değerlendirilen insan misalidir bu çöpler.
– Binlerce kibrit çöpü bir ağaçtan çıkar da, bir kibrit çöpü yeter koca bir ormanı yakmaya… Yapmak zordu ama yıkmak çok kolaydır. Kibrit kutusunu ve o çöpleri yapmak için emek gerekir ama bir çöp etrafına zarar vermek için yeterli bile olacaktır. Bir kasanın içerisindeki bir çürük elma misali.
– Islanmış bir kutuda yanabilecek kuru bir kibrit kalmamıştır artık… İnsan içinde yaşadığı toplumdan ayrı düşünülemez, ister istemez etkilenir. İnsanın kalitesinin en yakınındaki beş kişini ortalaması gibidir bu durum. Nemli iseniz faydasız bir çöpten ibaretsinizdir.
– Bazı kibrit çöpleri kutuda aykırı bir şekilde diğer yöne bakar ve kutu açıldığında ilk önce onlar fark edilir ve ilk önce onlar yanar.
– Bazı kibrit çöpleri birbirine yapışıktır. Biri yanınca diğeri de yanar. Arkadaştan öte dost misali. Önce kendisini heba etmenin yarışı içerisindedir ve bundan hiçbir beklentisi de yoktur. Yanacaksak hep birlikte yanmalıyız demenin ötesinde ben yoksam hiç kimse yoktur anlayışının sonucudur yaptığı.
– Bazı kibrit çöpleri de kendisiyle birlikte kutuyu da yakan kibrit çöpleridir. İçinde bulundukları toplumu da beraberinde yakarlar.
– Bazı kibrit çöplerinin ucunda yanıcı kimyasal maddesi yoktur. Çöp olmaktan öteye geçemez. Kutu içinde amaçsızca işe yaramadan öylece durur. Toplumun içerisinde amaçsız ve işe yaramadan yaşar giderler.
Ne bilgisi olan ne de ahlaki bir tutum içerisinde olmayan insan misalidir
Hayat akarken, kibrit çöpü karar vermez nasıl ve neden yanacağına, insan bulunduğu toplumda kendiyolunu çizebilir kader izin verdiği ölçüde…”
Yine anılara geldik. İki haftalık kısa aralıklarla olmasına rağmen anılarımı yazmayı özlüyorum. Yazarken beni yeniden o yıllara götürüp özlediğim insanları tek tek gözümde canlandırmasını seviyorum. Şimdi bakalım ilkokul beşinci sınıfa giden çocuk sandıktan bu hafta hangi anıyı çıkarıp serbest bırakacak?
Daha önce söylediğim gibi benim için çok önemli bir yıldı. İlkokul bitiyordu ve ortaöğretimi hangi okulda okuyacağımı belirleyecek önemli bir sınava girecektim. Bir yandan sınava hazırlanıyor diğer yandan derslerime ciddi bir şekilde çalışıyordum. Benim için ders çalışmak, öğretmenin verdiği ödevleri yapmak daha doğrusu sorumluğumu bilip yapmam gerekeni yapmaktı. Ödevlerim bitmeden veya testlerimi çözmeden herhangi bir konu ile meşgul olmazdım. Örneğin sporu çok sevmeme rağmen önce derslerim gelirdi.
Önceki anılarımda bahsettiğim gibi ortanca amcam bizim derslerimizde başarılı olmamız ve okulu iyi derece bitirmemiz için hep baskı yapardı. Amcam bize her gelişinde ki bu haftanın dört günü demekti, boş oturduğumu görürse “Derslerin bitti mi?” diye sorardı. Tabii ki bu baskı hiç hoşuma gitmiyordu. Onun sürekli kontrol etmesi ve sanki derslerimi yapmıyormuşum gibi davranması yüzünden kendimi bir bakıma suçlu hissetmeye, ‘Acaba bu test çözme ve ders çalışma meselesini amcamın istediği şekilde yapamıyor muyum, çalışmam yetersiz mi?’ diye düşünmeye başlamıştım.
Tabii çocuk aklımla amcamın başarılı olmamız konusundaki ısrarının ve başarı hırsının nereden geldiğini bilmiyordum, çözemiyordum. Yaş ilerledikçe bunun neden kaynaklandığını buldum. Onu da günü geldiğinde anlatırım. Bu arada amcamın bize derslerimiz konusunda müdahale ederken öfke ile söylemesi bana çok ters geliyordu. En çok da babamın hiçbir şekilde amcamın öfkesine müdahale etmemesine şaşırıyordum. Babamın bu tavrı nedeniyle amcamın haklı olduğu kanaatine varıyordum, ‘Demek ki ben hata yapmışım.’ diye düşünüyordum.
Bu olayı sorduğumda annem, “Amcanız sizin iyiliğinizi istiyor.” demişti. Tamam, iyiliğimiz içindi fakat bunu söylerken sesini yükseltmesi, kızarak ve öfke söylemesi beni üzüyordu. Daha o yaşta babamı ve iki amcamı kıyaslıyordum. Çünkü babam sakin konuşur, ne diyecekse kırıcı olmadan söylerdi, amcalarım gibi değildi. Ortanca amcamın bize bu denli karışmasını da çocuğu olmadığı için velimiz olmasına bağlardı. Neticede amcamın velimiz olmasına babam müsaade etmişti. Fakat bunu yaparken amcamın bazı hatalı davranışlarını göz ardı etmesinin nedenini kavrayamıyordum. Tabii babamı ileri zamanlarda anladım. Kardeşlerine çok düşkün olduğu ve onları çok sevdiği için amcalarımın bazı davranışlarını hata olarak görmüyordu. Örneğin ortanca amcamın öfkeli konuşması ve sürekli ders çalışmamız, başarılı olmamız konusunda baskı uygulamasını “bizim iyiliğimiz için” diye yorumluyordu. Biraz daha büyüdüğümde ise amcalarıma bu kadar tolerans gösterdiği için zaman zaman ‘Babam bizi amcalarımdan daha mı az seviyor?’ düşüncesine kapıldığım da oldu.
Bunları yaşarken okula devam ediyorum. Sınıf öğretmenimiz, biz ikinci sınıftayken gelmişti. Fakat ilk geldiğinde bende bıraktığı izlenim olumsuzdu, öğretirken sert bir üslubu vardı. Aradan üç yıl geçmesine karşın tarzı değişmeden devam ediyordu. Bir gün ders anlatırken arada sorular da soruyordu bize. Beni kaldırdı, iklimle ilgili bir soru sordu ve istediği cevabı veremedim. Öğretmenim alaycı bir üslupla “İlkokul birinci sınıftaki çocuğa sorsam daha doğru cevap verir.” anlamına gelecek bir şeyler söyledi. Üzgün bir şekilde oturdum. Teneffüs olunca yaşadığım üzüntüyü paylaşmak için kardeşimin sınıfına gittim, arkadaşlarıyla koşturup oynuyordu, keyfini kaçırmamak için seslenmedim. Bahçeye çıktım, sessizce bir köşede otururken sınıf arkadaşım Sefa yanıma geldi. Sefa’yı anlatmıştım size, tatilini köyde geçiren arkadaşım. Bana “Üzülme.” dedi. Soruyu bilmediğime değil, öğretmenin herkesin içinde alaycı konuşmasına üzüldüğümü söyledim. Sefa beni teselli edecek şeyler söyledi, onun bu davranışı, üzüntümü paylaşması beni mutlu etti. Ben tıpkı yemekler gibi arkadaşlıkta da seçiciydim. Sınıfta herkesle arkadaşlık yapmak yerine bana uygun olanları seçiyordum. İşte Sefa da benim için uygun bir arkadaştı. Beni anlıyordu.
İnsan çocukken bazı şeyleri anlamlandıramıyor ancak büyüdüğünde olaylar arasında neden sonuç ilişkisi kurabiliyor ve taşlar yerine oturuyor. Çocukken amcamın bize bu kadar karışmasına izin verdiği için zaman zaman suçladığım babamın, neden böyle davrandığını çok sonraları çözdüm. Çünkü kardeşini çok seviyordu. Elbette bizi de çok seviyordu fakat bizim kendisine küsmeyeceğimizi biliyordu. Bu yüzden de amcamı küstürmemek, kaybetmemek için onca yıl ses çıkarmamıştı. Babamın kaybetme korkusu olduğunu böylece fark ettim. Bu korku ile iki amcama hiçbir şekilde olumsuz bir şey söyleyemiyordu. Sanırım hayattaki en önemli şey insanın kendisini tanıması, “Neden böyle davranıyorum?” diye kendini keşfetmesidir. Zaten bunu çözdüğü zaman hem ailesi hem de diğer insanlarla daha sağlıklı olarak iletişimde bulunur.
Aynı şekilde çocuk kendisiyle ilgili bir farkındalık geliştirmişse arkadaşlıklarında da seçici oluyor ve çocukluktaki öz değişmeden ilerleyen yaşlarında da devam ediyor. Çünkü insanın kendini bilmesi çok önemlidir.
Sevgili okuyucularım, biliyorsunuz 9 Mayıs 2023 Salı günü ön yargı konusundaki yazıma bugün devam edeceğimi belirtmiştim. Evet, bir önceki yazımda da söylediğim gibi ne kadar ön yargılı davrandığımıza dair günlük hayatın içinde sayısız olayla karşılaşıyoruz.
Bir ülkeyi, bir toplumu bir dinin mensuplarını yargılayıp sonra da o yargıladığı insanlardan para kazanmaya çalışanlar var örneğin. İşte “Onlar Müslüman değil, oruç tutmuyor,” diye ayrım yaptıkları insanlara ürün satarlar ve o insanlardan kazandıkları parayla evlerine ekmek götürürler. Diğer bir deyişle yaptıklarıyla söyledikleri uymaz. Geçenlerde böyle bir olay yaşadım. Alışveriş yaptığım zaman genellikle esnafla sohbet ederim. O gün yine sohbet ettiğim bir esnaf din ve ırk konusunda ön yargıda bulundu. Ben de her dinin kendine ait özellikleri olduğunu hepsine hoş görüyle yaklaşmak gerektiğini söyleyip “Ön yargıda bulunduğunuz ırklarla yaşadınız mı? O ırklar hakkında tam olarak bilgi sahibi misiniz, araştırıp okudunuz mu?” dedim. “Hayır.” diye yanıt verdi. Bir arada yaşamadığı, tanımadığı hâlde kulaktan dolma bilgilerle konuştuğunu söylüyordum ki bir müşteri geldi, alışveriş yaptı. Müşteri, esnafın biraz önce sözleriyle yargıladığı ırktandı. Müşteri gidince esnafa dedim ki “Bak, sen o ırka ön yargılı davranıyorsun ama sonra onun parasını alıyorsun. Kendine dürüst ol. İnsanları bu şekilde genellemezsen iyi olur.”
Ön yargılı tutumlara ilişkin pek çok örnek verebiliriz. İnsanlar sokakta gördükleri kişilerin kıyafetine göre hemen bir ön yargı oluşturuyorlar. Eğer kıyafeti düzgün değilse o insanın kültürsüz, bilgisiz olduğuna karar veriyorlar. Bu, oturulan muhit konusunda da yapılıyor. İyi semtlerde oturuyorsa “O insan kültürlü ve görgülüdür.” diyorlar. Aynı biçimde yurt dışında, örneğin Avrupa’da yaşamış insanın mutlaka çok kültürlü ve görgülü olduğu ön yargısı vardır. Hâlbuki insanın ruhu önemlidir. Dış şartlara bakıp ön yargıda bulunmak kendindeki eksikliği gösterir.
Maddi durumu iyi olmayanların görgülü olmadığını, kendini yeteri kadar eğitemediğini düşünürler. Eğitim durumuna göre karar verirler, “Liseyi bitirmiş ne bilecek ki onun kültürü ile üniversite bitirenin kültürü aynı olur mu?” derler. Toplumlarda en çok siyasal partiye göre, tutulan takıma göre ön yargılı davranılır. Bir partiyi destekleyenlerin iyi, diğerlerinin kötü insan olduğunu söylerler ön yargıyla. Tersi bir durum yaşadıklarında bu kez daha önce iyi dediklerini kötülemeye başlarlar. Diğer bir deyişle bir ön yargıdan başka bir ön yargıya geçerler. Oysa yapmaları gereken ön yargılarını değil kendilerini değiştirmeleridir.
Ön yargılar her zaman kötü düşünce içermez. Kimi zaman da henüz tanıdıkları insan kendilerine iyi davrandı veya güler yüz gösterdi diye etraflarındakilere hemen o insanın kesinlikle çok iyi bir insan olduğunu söylerler. Bu bir insanı ilk görüşte “Ne kadar sert bakıyor, kesin kötü bir insan.” demekle aynı ön yargıdır. İş görüşmesinde CV’si donamlı olan birini yeterince değerlendirmeden “Bu çok iyi iş yapar.” diyerek işe alan patronun, daha sonra bu kişi ahlaklı ve erdemli bir davranışta bulunmadığı zaman uğradığı hayal kırıklığı da ön yargının yol açtığı olumsuz bir sonuçtur.
Ön yargı başkalarının karmasını da üstlenmek demektir. İnsanların özel hayatlarını bilmeden ön yargılı davrananlar, kendileri için bir karma yarattıklarının farkına varmış olsalar bir daha asla böyle davranmazlar.
Kadın veya erkek fark etmez, bir arkadaşınızla yemeğe gidersiniz. Sizi görenler hemen sevgili olduğunuz yakıştırmasını yapar. Hele bir de evliyseniz ve o gün bir sebeple alyansınızı takmamışsanız hemen boşandığınız ön yargısında bulunurlar. Bilinçli bir tercih olarak evlenmemeyi seçersiniz, kimse sizi beğenmediği için evlenemediğinizi düşünürler. Evlenirsiniz evlendiğiniz kişiyi yargılarlar. Sizi hiç mutfakta görmemişlerdir, “O yemek yapmayı bilmez, onun yaptığı yemek yenmez.” derler. Sıkıntılarınızı çok fazla anlatmazsınız ya da tatile gidersiniz “Hayat sana güzel.” derler ne yaşadığınızı bilmeden.
Kimi zaman da kendinizle ilgili ön yargılarınız olur. Hiç tatmadığınız bir yemek için örneğin kokoreç, “Asla yemem.” dersiniz. Oysa bir kez tadına baksanız belki seveceksiniz ya da “Tadını biliyorum ama benim damak zevkime uymadı.” diyeceksiniz.
Ön yargı böyle bir şeydir işte; tiyatro salonuna ilk girdiğinizde sahnenin çok şık kadife perdelerini görüp arkasında ne olduğunu bilmeden çok iyi bir oyun izleyeceğinizi düşünmek gibidir. Sonunda hayal kırıklığı da olabilir. Yukarıda söylediğim gibi nefret duygusu da içerir. Hatta içinde kibir duygusu ve küçümseme duygusu da vardır.
Maalesef ön yargılı davranışlarda bulunan bireyler toplumun da önyargılı olmasına vesile oluyor. Böylece hoşgörüsüzlük ve nefret çoğalıyor. Çünkü ön yargıda sevgi yoktur hem çelişki içerir hem de kendine dürüstlükten uzaklaştırır.
Sizler hayatı ve insanları bir mevsime bakarak yargılamayın. İlk defa gördüğünüz bir insan ya da karşılaştığınız biri durum hakkında söz söylemekte acele etmeyin. Ağzınızdan çıkan kelimelere bakın. En önemlisi empati yapın. Sezgilerinizi dinleyerek kalbinizden rehberlik alın.
Sevgili okuyucularım, yazıma Einstein’ın güzel bir sözü ile başlamak istiyorum: “Ön yargıları parçalamak, atomu parçalamaktan zordur.” Evet, bugün ön yargıdan söz edeceğim. Nedir ön yargı? Bir kimse veya bir şeyle ilgili olarak belirli şart, olay ve görüntülere dayanarak önceden edinilmiş olumlu veya olumsuz yargı, peşin yargı, peşin hüküm, peşin fikir. Şimdi konunun detaylarına geçmeden önce siz, hayatınız boyunca ön yargılı davrandınız mı, ne kadar, nasıl, niçin ve neden ön yargıda bulundunuz sorularına yanıt ararken ben kısa bir bilgelik hikâyesi paylaşmak istiyorum.
Bir zamanlar dört oğlu olan bir bilge kişi varmış. Çocuklarına acele ve erken karar vermemelerini ve ön yargılı olmamalarını öğretmek için bir ders vermek istemiş. Her birini sırayla uzak bir yerde bulunan ağaca bakmaya göndermiş. İlk oğlan kışın gitmiş, ikincisi ilkbaharda, üçüncüsü yazın, sonuncusu sonbaharda. Sonra bir gün hepsini bir araya toplamış ve ne gördüklerini sormuş. İlk oğlan, ağacın çirkin, yaşlı ve kupkuru olduğunu söylemiş. İkinci oğlan, “Hayır yeşillikle doluydu ve canlıydı.” demiş. Üçüncü oğlan başka fikirdeymiş, “Çiçekleri vardı ve kokusuyla, görüntüsüyle o kadar muhteşemdi ki daha önce hiç böyle bir güzellik görmedim.” demiş. Sonuncu oğlan, hepsinin de haksız olduğunu ve ağacın meyvelerle dolu, canlı ve hayat taşıyor olduğunu bildirmiş.
Yaşlı adam, hepsinin haklı olduğunu söyleyince oğulları şaşırmış. Yaşlı adam şaşkınlıklarına gülümseyerek sözlerini sürdürmüş: “Çünkü her biriniz o ağacın farklı bir mevsimdeki hâlini gördünüz. Bir ağacı veya bir insanı, kısa bir süre veya bir mevsim tanımakla yargılayamazsınız. Unutmayın, bilginiz o ağacın ya da insanın tamamı değil yalnızca gördüğünüz yanı kadardır.”
Gerçekten de ön yargı, bir kişi ya da olaya ilişkin bir bilgi edinmeden, önceden, peşin bir karara varmış olma durumudur. İnsanlar genellikle sezgilerini (hislerini) dinlemeden ön yargılı davranırlar. Oysa sezgilerle verilen hükümler yanıltmaz. Ön yargılı davranan insanların kalp gözü açık değildir. Sadece kendi sabit fikirleri ve kulaktan dolma bilgilerle yorum yaparlar. Ön yargı bir egodur, negatif bir duygudur bu nedenle sevgi barındırmaz. İçinde çelişkiler taşır. İleri aşamaları ötekileştirmeye ve nihayetinde nefret duygusuna kadar gidebilir. Bireylerde filizlenen ön yargı giderek topluma yayılır ve toplumlarda ötekileştirme ve nefreti körükler. En kötüsü kişinin kendisiyle ilgili ön yargılarıdır. Onu aşmadan başkaları ile ilgili tutumunda da değişiklik beklemek yanlış olur.
Hiç balık tutmamış birinin “Ben asla balık tutamam.” demesi ön yargı değil de nedir? Henüz hiç denememişken başarıp başaramayacağını bilmeden kendisi ile ilgili peşin hükümlü davranıyor. Düşünün kendisi ile ilgili ön yargıları olan bir insan başkaları için nasıl ön yargısız düşünebilir? O yüzden başlangıçta Einstein’ın sözünü hatırlattım. Çünkü ön yargıları yıkmak gerçekten çok zor.
Çevrenizde konuşulanlara dikkat kesildiğinizde ne kadar da çok ön yargılı cümleler kurulduğunu fark edeceksiniz. Birisi bir şey söylediğinde ona inanan insan sorgulamadan, işin gerçeğini öğrenmeden genellemeler yapar. Halk arasında şu cümleleri sıkça duyarız: “O ülkeden öyle iyi insanlar çıkmaz,” ya da işte “Şu memlekete iyi insanlar olmaz.” Bakın, ne kadar yanlış bir yaklaşım bu. O ülkeye veya şehre gidip orada yaşamış mı bunu söyleyen ya da o sözü geçen yerde sadece bir iki kişi mi yaşıyor? Neye göre yargılıyor? Bu söylemin bir başka türünde de “Oranın havasından mı suyunda mı nedir, hiç iyi insan yok.” diyerek işin içine hem nefret hem de aşağılama sokulur. Bu yaklaşım çok yanlıştır. Birkaç insanın yanlış davranışını bir bölgeye, şehre mal ederek hem oradaki insanlara hem binlerce yıl yaşamış medeniyetlere, tarihe saygısızlık yapıldığı gibi tarihi ve doğal güzelliklerini görmeye giden insanlara engel olup kültürel gelişimin yolunu kapatmış ve turizm gelirlerinin artmasını engellemiş olurlar. Gördüğünüz gibi ön yargılı bir cümle nelere yol açıyor.
Benzer şekilde ırklar, mezhepler, dinler hakkında yapılan ön yargılı konuşmalar nefreti körükler. İşin üzücü yanı böyle konuşan birinin bu yerlere hiç gitmediği, yaşamadığı hâlde kulaktan dolma bilgilerle ya da sabit fikirli oluşundan dolayı ön yargıda bulunmasıdır.
Her yazımda olduğu gibi bu yazımı da örneklerle sürdürmek istiyorum. Yaşadığı memleketin dışına çıkmamış insanlardan sıkça duyarız, “Benim memleketim güzel, daha güzel bir yer yok.” Bu sabit fikirliliktir, ön yargılı olmaktır. Hem sabit fikirli hem de bunu kabul edip kendini değiştirmeye çalışmıyor. Oysa her ülkenin her şehrin ayrı bir güzelliği vardır hem tarihi hem coğrafi hem insani yönden. Aslında bunu söylerken hangi amaçla söylediğine bakarsa kendindeki olumsuzluğu görür ve değiştirir. Oysa şöyle söyleyebilir: “Yaşadığım memleketin dışında bir yere gitmedim ama etrafımdan duyduğuma, okuduklarıma, izlediklerime göre bizim memleketimiz kadar güzel yerler varmış.” Bazen de gidip görme fırsatı olur, o zaman da “Ben bu yerleri gördüm ama kendi yaşadığım ülkenin havası başka” ya da “Coğrafyası, tarihi başka, enerjisi başka.” diyebilir.
Sevgili okuyucularım, ön yargı ile ilgili örneklere bir sonraki yazımda devam edeceğim.
Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımımda farkındalık üzerine çalışan bir psikoloji profesörü olan Dr. Shauna Shapiro’nun “Bilinçli Yaşama Rehberi” adlı kitabına yer vereceğim.
Esra Çetin’in çevrisiyle Güney Kitap Yayınlarından 2022 yılında çıkan “Bilinçli Yaşama Rehberi” okumanızı tavsiye ediyorum. Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.
“…
Farkındalığın büyüsü, sadece zor zamanlarda bize yardım etmekle kalmaması, aynı zamanda hayatın tabiatında var olan keyfi de derinleştirmesidir.
Dikkatin üç temel direğinden tutum, en sık gözden kaçanıdır. Niyet bize neyin en önemli olduğunu hatırlatır ve dikkat zihnimizi şimdiye odaklarken, tutumumuz nasıl dikkat ettiğimizi etkiler. Nasıl dikkat ettiğimiz, net görme, etkili öğrenme, akıllıca ve şefkatle yanıt vere yeteneğimizi belirler.
Farkındalık, sevgi dolu bir ebeveyn veya büyükanne ve büyükbaba gibi, deneyimlediğimiz her şeye karşı nazik ve meraklı bir tutum takınmayı ve tüm deneyimlerimizi nezaketle karşılamayı içerir.
Genç bir kızken, büyükannem ve büyükbabamın kapısından içeri her girdiğimde, büyükbabamın coşkuyla, “Shauna!” diye bağırdığını ve büyükannemin, “Bize her şeyi anlat!” diyerek lafa girdiğini hatırlıyorum. Bu, kalp kırıklıklarını, zaferleri ve ikisi arasındaki her anı kucaklayan koşulsuz bir sevgiydi. Dinlemek, eylem halindeki bir farkındalık tutumuydu.
Aslında nezaket, “farkındalık” kelimesinin dokusuna karışmıştır ve bu uygulamaya dönüşüm adına gücünü ve kapasitesini veren şeydir. Farkındalığın Japonca karakteri iki etkileşimli figür içerir:Biri “varlık”, diğeri “kalp” veya “zihin”dir. Buna göre farkındalığın eşit derecede doğru bir ifadesi, kalpten gelen farkındalık olabilir. Bu da uygulamamızın bir parçası olarak açık yürekli bir tutum geliştirmenin önemini vurgular.
Farkındalık “devrimi” ile ilgili en büyük endişelerimden biri, bu önemli tutum direğini sıklıkla ihmal etmesidir.
İnsanlar genellikle “nezaket kısmını” bir ilave ya da sahip olunması güzel bir şey olarak düşünürler; ya da daha kötüsü bunun kendilerini yumuşatacağına ve üstünlüklerini kaybetmelerine neden olacağına inanırlar.
Aslında bunun tersi doğrudur.
Nezaket ve merak tutumunun performans ve esenlikle doğrudan bağlantılı olduğu ortaya çıktı. Bu temel olarak şu şekilde çalışır; Beyin, omurilik sıvısı adı verilen kimyasal bir solüsyonda yüzen trilyonlarca hücreden oluşur. Düşünceler, hisler ve duyular, bu kimyasal çözeltide birbirleriyle etkileşime giren moleküllerdir. Bu moleküllerin etkileşime girdiği ve bağlantı kurduğu kimyasal ortamı tutumumuz değiştirir.
Anılar… İnsanın içindeki ağır ya da hafif yükler… Paylaştıkça iyileştiriyor, dönüştürüyor, hafifletiyor. Artık biliyorsunuz, çocuk on beş günde bir sandığın başına geçip sırayla ve özenle yerleştirdiği anılarından birini gün ışığıyla buluşturuyor. Henüz ilkokul beşinci sınıfta. İşte yine orada; sandığın başında. Bakalım bugün neler anlatacak?
Okula nasıl gideceğimiz sorunu, annemin başka servislerin ücretlerini sormadan direkt indirim yapmayan, aynı mahallede oturduğumuz ve eşini de tanıdığımız kişide karar kılmasıyla son bulmuştu. Okulun ilk günü sabah gelip evimizin önünden kardeşimle beni aldı servis ve hiç yabancılık çekmedik.
Yol boyunca heyecanıma engel olamıyordum. Arkadaşlarımla buluşacaktım. Ayrıca benim için çok önemli bir yıldı çünkü mezun olacaktım, ardından ortaöğretime başlayacaktım ve iyi bir okula gitmek için bu yıl derslerime daha çok çalışmam gerekiyordu. Bir yandan da atletizm seçmelerine katılmayı çok istiyordum. O yüzden benim için yoğun bir yıl olacağını daha okulun ilk gününden biliyordum.
Okulun kapısından girer girmez arkadaşlarımı görmek beni çok mutlu etti. Bayrak töreninden sonra sınıflarımıza dağıldık. Yazın yaptıklarımızı birbirimize anlatırken öğretmenimiz girdi sınıfa. Her yılın ilk dersinde olduğu gibi öğretmenimiz hepimize tek tek söz vererek tatilimizin nasıl geçtiğini sordu. Bir arkadaşımızın anlattıkları bana çok ilginç geldi. Tatilini, köyde yaşayan amcasının yanında geçirmişti. Koyunlardan, ineklerden, tavuklardan ve onlara nasıl bakıldığından söz etti. Amcasının, inek ve koyundan süt sağmayı, sebze ve meyve ekmeyi öğrendiğini, birlikte tarlaya gittiklerini ve amcasına yardım ettiğini anlattı.
Dinlediklerim öyle hoşuma gitti ki birden ayağa kalkıp “Çok güzel bir tatil geçirmişsin.” dedim. Öğretmenim, “Niye çok güzel dedin? Diğer arkadaşların için neden bunu söylemedin?” diye sordu. Ben de “Diğer arkadaşlarım ve ben aynı şeyleri yapmışız; denize gitmek, sokakta oyun oynamak, şehir içinde gezmeye gitmek, evde oturmak, kitap okumak. Fakat Sefa arkadaşım köye gitmiş, köyde nasıl yaşadığını anlattı. Ben birinci sınıftan beri radyoda okul piyeslerini dinliyorum. Köy hayatını anlatan piyesleri dinlemek çok hoşuma gider, çok severim.” dedim. Öğretmenim ailemden, akrabalarımdan köyde yaşayanlar olup olmadığını sordu. “Yok,” dedim, “Anneannem, dedem, teyzem ve dayım Malatya’da şehir merkezinde yaşıyorlar. Babaannem ve dedem biraz olsun bu hayatı yaşıyorlarmış ama öldükleri için oraya gitmiyorum.” Bunun üzerine öğretmenimiz bizi bir hafta sonu İstanbul’a yakın bir köye gezmeye götürebileceğini söyledi. Çok mutlu oldum ve o hafta sonunun bir an önce gelmesini istedim.
Bu konuşmalardan sonra derse geçtik. Teneffüste arkadaşım, “Bir daha tatilde amcamın yanına gittiğimde sen de gelmek ister misin?” diye sordu. “Gerçekten mi?” dedim ve “Evet.” yanıtını alınca çok mutlu oldum. Teneffüs boyunca köydeki tatilinin detaylarını anlattı. Bazı arkadaşlarım “Haydi, gel oyun oynayalım.” diyordu ama ben can kulağıyla arkadaşımın köy anılarını dinliyordum.
Evet, bana ilginç gelmişti anlattıkları çünkü İstanbul’da tatilini geçiren herkes aynı şeyleri yaparken o doğanın içinde zaman geçirmişti, amcası ona köy hayatını öğretmişti. Bir de anlattıkları bana babaannemin evini hatırlatmıştı. Babaannem bulgur kaynatıp evin damına sererdi, dört yaşındaydım, kuşlar yemesin ya da zarar vermesin diye beni damda bulgurun başında oturturdu. Merdivenle dama çıkmak beni çok mutlu ederdi. O yüzden keyifle dinliyordum şimdi arkadaşımın anlattıklarını.
Okulun ilk günü böyle güzel geçmişti işte. Dönüş yolunda kardeşime arkadaşımın tatilini anlattım, beni dinledi ama öylesine. Çünkü o sırada servisteki diğer arkadaşlarıyla yaptıkları futbol maçını konuşmakla meşguldü. Bu, çocukluğumdan beri en rahatsız olduğum şeydir. Eğer birisi ben anlatırken canı gönülden dinlemiyorsa, o konu hakkında düşüncelerini söylemiyorsa, başında savıyorsa bir daha anlatmam çünkü bir saygısızlık olarak görürüm. Babam bize öyle öğretti. “Birisi konuşurken sözünü hiç kesmeyin, konuşması bittikten sonra konuşun. Kim olursa olsun birisi size bir şey anlatıyorsa dinleyin.” derdi. Ailede mesela, iki amcam da genellikle babam konuşurken sözünün bitmesini beklemeden hemen araya girer kendilerini bir konu üzerine haklı çıkarmaya çalışırlardı. Babam da “Daha benim sözüm bitmeden yorum yapmanız yanlış fikir yürütmenize sebep oluyor.” derdi.
Eve gidince anneme arkadaşımın köyde geçirdiği tatilini ve gelecek yaz için beni davet ettiğini anlattım. Annem, “Yaz olsun o zaman bakarız.” dedi. “Bakarız” demek, kesin olarak söz vermediği anlamına geliyordu. Çünkü kesin olduğunu söylese benim kendimi buna hazırlayacağımı biliyordu. Babam ve annem bize her zaman dürüst olmamızı ve verdiğimiz sözleri yerine getirmemizi öğütlemiş, “Sözleri yerine getirmezseniz arkadaşlarınız size güvenmez.” demiştir. Onun için annem tam söz vermeyince ertesi gün arkadaşıma “Geleceğim.” demedim.
Tabii arkadaşımın tatilinden söz edince annem kendi çocukluğunu, köyde yaşayan amcasını ziyarete gidişlerini, anneannemin köy hayatını sevmediğini ama kendisinin hoşuna gittiğini, amcası ve yengesiyle bahçeye gidip onlara yardım etmekten mutlu olduğunu anlattı bana. Annem, çocukken şehir merkezinde bahçe içindeki evlerinde bir köpeği ve kedisi olduğunu, nereye giderse gitsin köpeğinin hiç yanından ayrılmadığını da anlattı. Çok sevdiği kedisi ise bir sabah kaybolmuş, bir türlü bulamamışlar ve çok üzülmüş. Annemin anılarını dikkatle dinliyordum, bir zamanlar onun da çocuk olduğunu bilmek, dinlemek hoşuma gidiyordu. Arkadaşım Sefa ertesi gün okula köy ekmeği getirdi. Bana da ikram etti ama yemeyip eve götürdüm, ailemle paylaşmak için. Çünkü babam bize, “Aldığınız şey bir tane de olsa ya da size bir şey verilirse mutlaka paylaşın.” derdi.
Çocukken aileden ne görürsen onunla büyüyorsun. Görgü, ahlak değerleri; hepsi çocukken kazanılıyor ve insan büyüdükçe eksiklerinin farkına varırsa kendisi tamamlıyor.
Hep söylüyorum, çocuklar aslında ne istediklerini, kendilerini neyin mutlu edeceğini biliyorlar. Bu yüzden de başkasına aldırış etmeden mutlu olacakları şeyleri yapmak istiyorlar. Fakat ileri yaşlarda insanlar kendi istediklerini değil başkalarının mutlu olacağı şeyleri yapmaya başlıyor. Bir de “Başkaları ne der? Yaptıklarım garipsenir mi?” diye mutlu olacakları şeylerden vazgeçiyorlar.
Hangi yaşta ve koşulda olursa olsun insan çocukluğunda kendisini mutlu eden şeylerle ileri yaşlarında da mutlu oluyorsa bundan başkaları için vazgeçmemelidir.
Sevgili okuyucularım bu ay ki bilgelik hikayemize geldik.
Her bir hikâye ders niteliğindedir.
Sizi bilgelik hikâye ile baş başa bırakıyorum.
“Vaktin birinde padişahın biri rüya da denizin dibinde geziniyormuş. Uzakta dev bir karaltı fark etmiş. Karaltı ona seslenerek; “Yaklaş ve beni gör. Benim mahiyetimi kavrarsan saadetin en büyüğüne ulaşacaksın. ” Padişah tam yaklaşmaya karar vermiş ki o anda uyanmış. Uyanınca meraka kapılmış. Acaba gerçekten denizin dibinde böyle bir şey var mıydı? Bu nasıl bir rüyaydı ve niçin ona yaklaşamamıştı? Sonunda dalgıçları toplamaya ve bu işin mahiyetini öğrenmeye karar vermiş. “kim bana deniz dibinde gördüğüm şeyin resmini çizebilirse ona yeryüzünün en büyük ödülünü sunacağım” diye ferman çıkarmış ve bunu tellallar aracılığıyla tüm memlekete duyurmuş. Dünyanın dört bir yanından dalgıçlar gelmiş. Her gelen dalgıç, verileceği bildirilen ödüllere bir an önce kavuşmak arzusuyla suya dalarak deniz dibindeki karaltının neye benzediğini anlamaya çalışmış. Sayısız dalgıç denize dalıp çıkmış.
Kimisi, o bir hortumdur demiş; kimisi, o bir sütundur demiş;
kimisi, o bir kamçıya benziyor demiş; kimisi, yayvan bir et parçasıdır demiş; kimisi de, yan yana iki hançerdir demiş. Her dalgıç, kendi gördüğünün doğru olduğuna yemin ediyormuş. Padişah ise söylenenlerden bir türlü tatmin olamıyormuş. Çünkü onun gördüğü karaltı dalgıçların söylediği bütün şekillerinden çok farklıymış. Sabırla, onun tamamını kavrayacak ve onu olduğu gibi tarif edecek bir dalgıcın çıkmasını bekliyormuş. Sayısız dalgıç denizin dibine dalmış, çıkmış. Hiçbirinin söylediği tam olarak diğeri ile örtüşmemiş. Sonunda danışmanlarından biri bu parçaları birleştirmeyi akıl etmiş. Bütün parçalar yerli yerine oturtulunca gövdesi, başı, kuyruğu, hortumu, sütun gibi ayakları ile ortaya bir fil çıkmış. Danışmanı çizilen resmi padişahın önüne koyunca, padişah büyük bir heyecanla “Evet işte benim gördüğüm buydu!’ demiş.
Çocuklar: “Peki, padişah kime ödül vermiş?” diye sorunca Yaşlı bilge, onların gözlerinin içine bakarak, şu cevabı verir:
“Bakın çocuklar, siz de o acemi dalgıçlar gibi tek unsurda kalıyorsunuz. Bunu aşın. Eşyayı önce bir harf olarak algılayın, sonra bütüne ulaşın. Eğer ‘A’ ya ‘A’ derseniz, o kendisinden başka bir şey ifade etmez. Ama onu bir harf olarak görürseniz o hem alfabeyi, hem katibi, hem kendisini göstermiş olur.”
Çocuklar bu yanıt üzerine: “Yani herkese ödül mü verilmiş?” diye sorunca Yaşlı bilge; “Bundan size ne?” diyerek sözlerine devam etmiş:
“Siz eğer ödüllere takılıp kalırsanız bu hikâye size hiçbir şey anlatmaz. Şimdi ben size sorayım: ‘Fili sütuna benzeten’ yalan mı söylemiş oldu? Yahut ‘Fil bir hortumdur’ diyen padişahı aldattı mı? Ya onu hançere benzeten? Hayır, herkes kendi algılama kapasitesince onu kavrayabildi ve öyle anlattı. Kimse yanlış bir şey söylemedi. Ama hepsi eksik söyledi. Çoğu doğrular da böyledir. O yüzden size göre olan, ötekine göre değişir. Eğer doğruları üst üste koyabilir ve onlardan bütün meydana getirebilirseniz gerçeğe ulaşmış olursunuz. Ama gerçeği asla tam olarak bilemezsiniz. Mutlak ve sonsuzu ne kadar kavrayabilirsiniz ki?
Tabi böyle olunca sizin doğrularınız size, ötekilerin doğrusu onlara ait kalır ve herkes kendi doğrusunu daha sevimli bulur. Herkes kendi doğrusunda ısrar edince de çatışma başlar. İşin özü budur.” der…
Sandık her zamanki yerindeydi, yeniden açılacağı anı bekliyordu. Aradan iki hafta geçmiş, ilkokul beşinci sınıfa başlamaya hazırlanan çocuk sandığın yanına gelmiş, kapağını açmaya başlamıştı. İçindeki yükler bir bir gün yüzüne çıktıkça sanki o da hafifliyor, nefes alıyordu.
Yaz tatili bitmiş ve okulun başlamasına birkaç gün kalmıştı. Evde, her eylül ayında olduğu gibi okul öncesi hazırlıklar yapılıyordu; eskimiş önlüklerin yerine yenilerinin, okul için gerekli olan gereçlerin, kitapların alınması… Bense bu hazırlıktan çok arkadaşlarımla yeniden buluşacağım ve en çok sevdiğim beden eğitimi dersinde önceki yıllardaki gibi bir spor dalına yazılıp müsabakalara hazırlanacağım için mutlu ve heyecanlıydım. Kardeşim hastalığı nedeniyle bir yıl okula gidemediği için üçüncü sınıfa devam edecekti. Ağabeyim ortaokul son sınıfa, ablam ise üniversite üçüncü sınıfa başlıyordu. Büyüdükçe ablam ve ağabeyimle aramızdaki yaş farkını ve bunun paylaşımlarımızı bir ölçüde sınırladığını daha iyi anlamaya başladım. Fakat kardeşimle öyle değildi, yaşlarımız yakın olduğu için çok daha ortak paylaşımlarımız oluyordu. Kardeşim yaşadığı bir sorunda veya aklını meşgul eden konularda düşüncelerimi alıyordu. Aramızda bir yaş olması ve belki ikiz gibi büyümemiz birbirimizi daha çok anlamamızı sağlıyordu.
Annem ve babam, sabahçı olduğumuz o yıl yine okula servisle gidip gelmemize karar verdiler. Servis yapan kişi bizimle aynı mahallede oturuyordu, önceki yıl da onun servisiyle okula gitmiştik. Eşi hemşireydi, bizim evde kim hastalanıp da iğneye ihtiyacı olsa o gelir yapardı. Arada böyle bir tanışıklık olunca okulun başlamasına bir iki gün kala annem beni de yanına aldı, servis ücretini görüşmek için evlerine gittik. Fiyat beklediğinin üstündeydi, “Tek değil iki çocuk var,” diyerek biraz indirim istedi annem, adam “Yok,” deyince de daha fazla ısrar etmedi, oradan ayrıldık. Eve dönerken anneme neden indirim istediğini sordum, başka servislerden de fiyat alacağını, indirim yapıp yapmamasına göre karar vereceğini söyledi. “Bizim paramız var, geçen sene de servisle gittik,” dedim. Annemin indirim istemesi bana tuhaf gelmişti, sanki bizim paramız yokmuş da istediği ücreti ödemeyecekmişiz gibi düşündüm ve utandım. Çünkü o yaşa kadar birisinden bir şey istememiştim.
Eve gider gitmez kardeşimle paylaştım bu olayı, “Annem babama söyleyecek, pahalı gelirse belki bu sene servisle gitmeyeceğiz,” dedim. İkimiz de çok sevindik çünkü eskiden, annemin bizi getirip götürdüğü zamanlarda, daha mutluyduk. Okul çıkışlarında arkadaşlarımızla konuşarak yürüyor, yol boyunca kitapçılara uğruyorduk. Annem alışveriş için Migros’a uğruyordu; Migros’u gezmek hoşuma gidiyordu. Yine yolumuzun üzerinde Yelken Pastanesi vardı, ay çöreğine ve elmalı ponçiğine bayılıyordum, annem bize onlardan alıyordu, çok mutlu oluyordum. Kısacası kendimi özgür hissediyordum. Oysa servisle gittiğimizde aracın içine tıkılıp kalmaktan, okulla ev arasındaki mesafeyi o kapalı alanda geçirmekten rahatsız oluyordum. Aslında servisi istemiyordum fakat annem hem bizi okula bırakmak ve almak hem çok misafirler gelmesi hem de ev işleri derken yetişemiyor, yoruluyordu. Yine de tek başımıza gitmemizi istemiyordu çünkü okulla ev arasında geçmemiz gereken iki ana cadde vardı. Ben ikinci sınıftayken bir gün annemi beklemeden o ana caddelerden birinden geçmeye kalkıştım. Gelen arabayı görmeyip önüne atlamış, sürücünün ani fren yapmasıyla durumu fark etmiştim. Annem karşı kaldırımdan bunu görünce araç bana çarptı sanmış ve çok korkmuş. O günden sonra kendi başımıza okula gitmemizi istemedi.
Akşam babam gelince annem servisçiyle konuşmasını anlattı, o da kabul etti. Babam, amcalarımla ortak otomotiv yedek parça işi yapıyordu. İki yer vardı, birinde satış diğerinde bakım ve servis. Babam yedek parça satışı, amcalarımsa araçların bakım ve onarımını yapıyordu. İşte o akşam bizim okul servisi konusu konuşulurken sordum, “Baba, sen parça satarken indirim yapıyor musun?” Babam, “Yapıyorum. Bazen de müşteri yanında parası yoksa sonra getireceğim, diyor ben de parçayı veriyorum, buna da veresiye diyoruz,” dedi. Küçük amcamla babamın en çok tartıştığı konu da buydu aslında. Amcam babamın veresiye iş yapmasını onaylamıyordu, karşı çıkıyordu, “Parası yoksa almasın,” diyordu. Müşterilerin neden indirim istediklerini merak etmiştim, “O kişilerin parası mı yok?” dedim. “Hayır, paraları var,” dedi babam, “Daha uygun fiyata almak için indirim istiyorlar.” Tabii ben o ana kadar bunu düşünmemiştim. Biri indirim istiyorsa parası yoktur diye düşünüyordum çocuk aklımla.
Çocukken böyleydim ben; çok pazarlık yapanları ve sürekli indirim isteyenleri garipsiyordum. Karşı tarafı zor duruma soktuklarını düşünüyordum, o yüzden kimseden bir şey istemezdim. Daha sonraları annem beni pazara gönderirdi mesela. Pazarlık yapmayacağımı bildiği için gülerek “Kaç lira derlerse hemen veriyorsun,” diye söylenirdi. Zamanı geldiğinde onu da anlatırım. Gerçi bazen duruma göre pazarlık yaparım. Çok beğendiğim bir ürün olduğunda ve üstelik pahalı gelmişse sadece indirim için karşı tarafa bir kere sorarım o kadar. Çok pazarlık yapmayı ve yapmanın da sevmem.
Okula servisle gitmemizi istemekte annem kendince haklıydı. İki ana cadde korkutuyordu onu, hele bir de benim yaşadığım olaya şahit olunca. Üstelik evimize çok misafir gelirdi, onca işin arasında her gün bizi okula götürüp getirmeye yetişemiyordu. Sonuçta o yıl da serviste karar kılındı. Ama bana sormuş olsalardı okula yürüyerek gitmek istediğimi söylerdim. Zaten bunu bildikleri için sormadılar.
Aile bir anlamda çocuğu korurken kendi istediğini yapmasını da engellemiş oluyor. Çocuk, servise bindiği için mutlu olsa bile yürüyerek gidip gelmenin verdiği daha büyük bir mutluluktan mahrum kalmış oluyor. Aslına bakarsanız, pek çok aile aynı hataya düşüyor, servisti, oydu, buydu derken çocuğa iyi olanaklar sağladığını ve bununla mutlu olacağını, olması gerektiğini düşünüyor. Oysa çocuk iyi olanakların dışında ruhuna iyi gelecek şeylerle mutlu olmak ister.
Dedim ya, çocukken kimseden bir şey istemezdim. Bir eve gittiğimde aç isem bana yiyecek verin, demezdim, verirlerse yerdim, vermezlerse öylece otururdum. Annem “Bebekken de böyleydi, acıktığında huysuzlanmaz mama verirsem yerdi,” diye anlatır. Aynı şekilde çocukken arkadaşım evine ya da yazlığına çağırmadığı sürece “Gelip sende kalacağım,” demezdim. Davet gelirse veya gelip alıp götürdüklerinde giderdim. İşte böyle alışkanlıklarım vardı. Hala bu alışkanlık devam eder. Fakat ileri yaşlarda sadece kendi hakkım olan şeylerin başka insanlar tarafından maddi ve manevi olarak kullanıldığını, suiistimal edildiğini gördüm. Bu farkındalıkla kendi hakkım olanı utanıp, çekinip istememek duygusunu şifalandırdıktan sonra hakkım olanı istemeye başladım.
Tabii çocukken kendince edindiği alışkanlıkları bırakması kolay olmuyor insanın, zaman alıyor. Ancak farkındalıkla başkalarının verdiği zararı görünce haklarını korumaya başlıyor.