YAŞAM TARZINA UYGUN İLİŞKİLER YAŞAMAK

“Kendini tanımak” konusunda birkaç yazım olmuştu. Son olarak 25 Temmuz 2023’te “Kendini Keşfet” başlıklı bir yazı yazmıştım. Orada biraz da olsa ilişkiler konusundan bahsetmiştim.

İnsanların en büyük sorunu hangi tür olursa olsun diğer insanlarla ilişkilerinde yaşadıkları sorunlardır. İlişkilerde sorun ortaya çıktığında ilk yapılan şey hemen karşı tarafı yargılamak ve suçlamak oluyor. Aslında insan kendi ile yolculuk yapsa yargılama ve suçlama yoluna girmeyecek. Kendine olumsuz gelen bir şeyi karşı tarafa hakaret etmeden saygı çerçevesinde söyleyecek. Ama içe dönük bir yolculuk olmadığı için daha kolay olanı; suçlamayı tercih ediyor.

Herkesin kendine has bir yaşam tarzı var. Bu, çocukluktan itibaren alınan bir tarzdır ve aile, öğretim görülen okullar, sosyal çevre ile sınırları belirlenen kalıplar, şekiller yaratır. En nihayetinde bu kalıplar ve şekiller insanın kişiliğine ve karakterine yön verir. Nasıl ki insanın kendine ait giyim tarzı, yemek, seyahat, müzik tarzı varsa bir de yaşam tarzı vardır ve ilişkilerini önemli ölçüde etkiler.

Bunları biraz daha detaylandırarak ele almak isterim.

En çok sorun yaşanan ilişki türü olan kadın-erkek ilişkileri ile başlayalım. İnsanın kendini tanımadan başladığı her ilişki sorun yaşamaya açıktır. Çünkü beklentiler yüksektir. Çoğu zamanda başlangıçta rahatsız eden, göze batan noktalar “Nasıl olsa ben bunu zamanla değiştiririm.” şeklindeki yanlış bir düşünceyle görmezden gelinir, üstü örtülür. İlişki ilerledikçe o görmezden gelinenler kocaman bir sorun yumağına döner ve bu kez karşılıklı suçlamalar, “Sen değiştin”ler havada uçuşur. Oysa kimse değişmemiştir. İki taraf da kendi yaşam tarzına göre ilişkiyi sürdürmeye çalışmıştır. Aslında bu iki kişi daha başlangıçta kendi iç dünyasına baksa kendi yaşam tarzını, hayata bakışını, düşüncelerini, duygularını ve korkularını iyi anlasa o ilişkiye başlamayacak. Başlasa bile ilişkide sorun yaşandığında birbirlerini kırmadan, üzmeden, farklı olduklarını kabullenerek bir karara varacaklar.

Duygusal bir ilişki yaşadığınız erkek veya kadının flörtöz bir kişiliği varsa ve birlikte olduğunuz zaman başkalarına karşı flörtöz davranışlar sergilemesi sizi rahatsız etmiyorsa sorun yoktur. Çünkü kabul etmişsiniz, yaşam tarzını onaylıyorsunuz, aynı bakış açısına sahipsiniz demektir. Bu durumda şikâyet etmezsiniz. Kendiniz de üzülmezsiniz. Hatta siz de flörtöz iseniz eşinizin sesi çıkmaz çünkü aynı yaşam tarzını benimsemişsinizdir.

Bu, size uygun bir yaşam biçimi değilse kabul etmezsiniz, size rahatsızlık verir. Fakat o ilişkiyi bitirmek de istemezsiniz. Onun değişmesini istersiniz. Bir gün düzeleceğini ümit ederek beklersiniz. Aslında değişmesini ümit ederek onu kabul ediyorsunuz ama diğer yandan kendi ruhunuzu incitiyorsunuz. Yaralı bir ruh olarak, mutsuz ve huzursuz olarak birlikteliğe devam ediyorsunuz. Sürekli de şikâyet edip kendinizi üzüyorsunuz.

Burada görmeniz gereken şey sizin o kişiden tamamen farklı bakış açısına sahip olduğunuz, yaşam tarzınızın çok farklı olduğudur. O zaman kendi farkındalığınız ile “Neden bu ilişkiyi sürdürüyorum?” diye sorabilirsiniz. Bunların sebebi nedir? Bağımlılık mı? Korkularınız mı? Maddi kaygılar mı? Daha iyisini bulamayacağız için mi? Yalnız kalmak istemediğiniz için mi? Çevre için mi? Bu sorulara vereceğiniz dürüst yanıtlarla kendinizi tanımaya başladığınızda bu ilişkiye neden devam ettiğinizi ve neden bırakamadığınızı görürsünüz.

Diğer yandan sizin yaşam tarzınızda sadakat önemlidir fakat eşiniz, sevgiliniz veya arkadaşınız için önemli olmayabilir. Siz hiçbir ihtiyaç olmadan o ilişkide sadece sevgiye odaklanırsınız ama karşı taraf sadece ihtiyaç hâlinde sizi sevdiğini söyler. Siz ahlaklı ve erdemli yaşamak istersiniz. O kişi için bunlar önemli değildir, maddi ve manevi olarak insanların haklarını yer. İşte bu davranışlar size bir süre sonra ters gelmeye başlar. İki seçenek vardır. Ya ilişkiyi sürdürüp ruhunuzu yorarsınız ya da noktalarsınız. İkinci durumda o insanın hayatına yeni birilerinin girmesine de şaşırmamalısınız. Çünkü onu o şekilde tercih edecek birileri mutlaka olacaktır, aynı bakış açısına sahip birileri ile yaşam tarzı mutlaka uyuşacaktır.

Diyelim ki siz paylaşmayı seviyorsunuz fakat karşı cins olsun aynı cins olsun fark etmez, o kişiler paylaşmayı sevmiyorsa hem görüşüp hem de şikâyet ediyorsanız yine kendinize dönüp “Neden bunu yapıyorum?” diye soracaksınız. Karşı tarafı suçlamayacaksınız veya yargılamayacaksınız. Aynı şekilde cimri olan veya karamsar olan, öfkeli olan, kıskanç olan ya da kendi ihtiyacına göre iyi davranan, kendi ailesini ön planda tutup size değersizlik yaşatan ilişkilerde hem birlikte olup hem şikâyet etmek yerine neden birlikte olduğunuza bakmanız gerek.

Bu iş için de geçerlidir. Patron işini düzgün yapmayan çalışanı hem başkasına şikâyet eder hem de işe devam etmesi için çabalar. Oysa ya işine son vermeli ya da şikâyet etmemeli. Çalışan için de öyle. Eğer işyerindeki ortam huzursuzluk veriyorsa ve işten ayrılmak yerine bundan sürekli şikâyet ediyorsa hem ruhunu incitmiş oluyor hem de kendine işkence ediyor. Bunun altında ne yatıyor? Yeni bir iş bulamamak, daha iyi para kazanamamak korkusu mu? Aslında mutsuz ve huzursuz olduğunuz yerde elde edeceğiniz kazancın hiçbir zaman bereketini göremezsiniz.

İnsanlar kendilerine karşı son derece dürüst olursa ilişkiler konusunda dürüstlük kendiliğinden gelir. Çünkü neden ve ne amaçla o ilişkinin içinde olduklarını bilirler. İnsan kendini tanıdığında kalp mi konuşuyor ego mu bilir. Çünkü zihin konuşur ama kalple yol alınır.

İlişkilerde üzülmek istemiyorsanız önce kendiniz ile olan içsel çalışmaları yapın. O zaman zaten sizin yaşam tarzına ve bakış açınıza, düşüncelerinize uygun olmayan insanlar hayatınızda olmazlar. Çünkü artık sizin enerjiniz değişmiş, farklı olmuştur. 

Herkes kendi tarzına göre insanlarla ilişkilerine devam eder.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

“ZOR ZAMANLAR İÇİN İNSAN KALMA REHBERİ”

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımımı İspanyol bir Cizvit ve Barok nesir yazarı ve filozof olan Baltasar Gracian’in bir eseri ile yapmak istedim. Bugün, Gracian’in “Zor Zamanlar İçin İnsan Kalma Rehberi” adlı kitabından bir bölümü sizinle paylaşacağım. Yazar kitabında bu yönde bilge ve sağduyulu olmayı anlatmıştır.

İnsan olmanın ne demek olduğunu hepimiz aşağı yukarı kendi bilgeliğimiz ile biliriz. Fakat bunun “İnsanım.” demek ile olmayacağını da biliriz. Çünkü insan olmak için çok emek vermek gerekiyor. Aynı şekilde “Bilgeyim.” demekle de bilge olunmuyor. Önemli olan yaptığımız davranıştır. Bilgeliğe giden yol en başta insanın iç huzuru ve iç mutluluğu ile başlar. Bir insan tam anlamı ile iç huzuru ve iç mutluluğu, herhangi bir şarta bağlı olmadan bulmuş ise zaten bilge olma yoluna girmiştir. Bilgelik hiç ihtiyacı olmadan bütün canlılara ve cansızlara sevgi vermektir. Bilgelik egolarından tamamen arınmaktır.

Bazen hayatımıza ruhumuzu ve kalbimizi incitecek insanlar girer. Siz çiçek verirsiniz birine, bir bakarsınız o size taş atmış, kafanız yarılmış. Bu davranış karşısında sizin tutumunuz ne olacak? İşte burada önemli olan gerçekten insan olarak kalabilmektir. O kişi ile aynı terazide olmamaktır. Hiçbir şekilde o kişiye karşı içinizden olumsuz düşünce ve duygu geçirmemektir. Çünkü iyi olana insan olmak kolaydır. Fakat zor zamanlarda insan kalabilmek önemlidir.

Şimdi sevgili okuyucularım, Baltasar Gracian’in kitabından bir bölümünü sizinle paylaşıyorum.

“Adaletin Anka kuşu olun

Doğruluk peşindeki insan dürüstlüğe sıkı sıkıya tutunur. Dürüstlük sadece başka dudaklardan döküldüğünde övgüyle söz edilecek bir şeydir. Ancak iş uygulamaya geldiğinde kimse o kor ateşin içine uzanacak maşa olmak istemez. Bir şey konuşulurken kendisine çok sayıda taraftar toplar ancak iş uygulamaya gelince oyunun kuralı değişir.

Dürüstlük arkadaşlığa, yönetime hatta insanın kendi mücadele etmesidir. Bunun bedeli de çoğu zaman yalnızlıktır.

Yüce gönüllü düşünmek tüm yiğitçe davranışları etkiler. Böylece tüm karakteriniz nezaketin esintisinden nasibini alır. Bugün tüm insanlığın bilgisi, nasıl bilgece seçim yapacağını bilmesiyle eşdeğerdir.

Ruhun da kendine has atılganlığı vardır, bedenin sahip olduğu atılganlıktan farklıdır bu. Debdebeli bir ruhun nazik eylemleri kalbin daha zarif görünmesini sağlar. Ruhun gözleri iç güzelliğe, bedenin ki ise dış güzelliğe ilgi duyar. İç güzelliğin bilgelikten aldığı alkış, dış güzelliğin iyi zevkten aldığı alkıştan daha fazladır.

Ben nadir bir hediyeyim. Sadece yüksek ruhlu insanlarda bana yer vardır. Kaba bir kişi kendini ve kalbini yenilese de hiçbirinin kalbi beni ağırlamaya yetmez.

Benim eylem alanım cömertliktir, bu da büyük kalplerin zirvesidir. Hatalarınızı ilk itiraf eden siz olun böylece son sözü de siz söylemiş olursunuz. Bu kendini aşağılama değildir kahramanca bir cesarettir.

En büyükler ne nazik olmuştur, nazikler de hep kahraman…

Ah, keşke bakıp saçımıza başımıza çekidüzen verebildiğimiz gibi anlayışımız için de aynalar olsaydı… Anlayışımızı düzeltebileceğimiz aynalar vardır elbet, ya başka bir insanın anlayışında parlatmak gerekir onu ya da kendi anlayışımızın duru sularında yıkamak…

Ancak zordur bu, çarpıtılmaya, kırılmaya, karartılmaya teşnedir her an. İnsan insanın aynasıdır derler. Oysa yeterince temiz bir aynadan yansıyanı açıklıkla kabul edecek bir yürek de Anka kuşuna benzer. İsmi var kendi yoktur. İnsanın karanlığı da kendi gölgesidir. Jung böyle tarif ediyor. Ona göre gölge egonun ilkel yoldaşı, bilinçdışının kapı eşiğinin bekçisi… Gölgeyi fark etmek zordur, onun gözlerine bakabilmek için fazladan ahlaki bir çaba sarf etmeniz gerekir.

Nezaket insanın özünü ortaya seren bir kaza gibidir, yetenekten doğar ve en sıradan şeyde bile kendini gösterir. Düşüncede özgür olun, konuşurken is sağduyulu. Cesaret, cömertlik ve sadakat dünyadan silinse bile, insanoğlunun bu erdemleri sizin kalbinizde tekrar bulabilecek olmasıyla övünebilmelisiniz.

Kendi çıkarınız için başkasının batmasına izin vermeyin.”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ORTAÖĞRETİME İLK ADIM

Sevgili okuyucularım, iki ay aradan sonra anılarıma kaldığım yerde devam ediyorum. Büyüyüp ergenlik dönemine giren çocuğun bakış açısı değişmeye, genişlemeye başlıyor. Hâliyle sandıktaki anılara da artık farkındalıkla bakıyor. Bugün sandıkta bekleyen ortaokula başlama telaşı anısını serbest bırakıyor.

Okul hazırlıkları tamamlanmış ortaokula başlama zamanı gelmişti. Okula trenle gidecektim. İstasyon evimize 5-6 dakikalık yürüme mesafesindeydi. Trenle bir durak gittikten sonra inip 15-20 dakika kadar yürümek gerekiyordu. Aslında evden okula yürüme mesafesi bir saati bulurdu fakat oraya gidecek yol o yıllarda daha açılmamıştı. İşin sevindirici yanı okula giderken yalnız olmayacağımdı. İlkokuldan arkadaşım Derya ile birlikte gidip gelecektik, çok mutluydum. Derya çok sevdiğim bir arkadaşımdı, aynı zamanda sessiz ve uyumluydu. İkimiz de öğlenci olmuştuk.

Tren saatlerini biliyorduk. İlk gün neşeyle istasyona gittik fakat banliyö trenleri bir türlü gelmiyordu. Hiç yoktan bir yük treni geçip bizim bineceğimiz banliyö treninin zamanında gelmesini engelliyordu. Tabii biz bunu önceden bilemediğimiz için telaşlandık. Sonunda tren geldi ve hemen bindik. Göztepe İstasyonunda indikten sonra yürümemiz gereken daha 15 -20 dakikalık yol vardı. Okula yetişmek için koşmaya başladık. Derya biraz toplu olduğu için koşmakta zorluk çekiyordu. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Ona sürekli “Yavaş yavaş koş.” diyordum. Ben hızlı koştuğum için arkada kalıyordu ve yetişmesi için durup bekliyordum. Çünkü onu bırakmak istemiyordum. Derya benim arkadaşımdı ve okula beraber gitmek için çıkmıştık yola. Sınıflarımızın ayrı olmasına rağmen “Eğer geç kalacaksak beraber kalalım.” diye düşünüyordum.

Çocukluk dönemimizde babam ve annem bize dürüstlük ve paylaşımcı olmak konusunda her zaman yol gösterici oldular. Babam “İhtiyacı olan kişilere, arkadaşlarınıza yardım edin, onları asla yarı yolda bırakmayın.” derdi hep. Çünkü babam, kardeşlerinden olumsuzluk görmesine rağmen onları hiç bırakmadı. İhtiyaçları olduğu zaman hemen yardım ediyordu. Aslında insanın güvenebileceği bir arkadaşının olması çok önemli. Babam, dürüst olursak insanlara her zaman güven vereceğimizi öğütlerdi. Tabii ki çocuklukta güven konusu pek anlaşılır gelmese de ileri yaşlarda güvenin insanın hayatında ne kadar önemli olduğunu görüyorsunuz. Babam, “Eğer yerine getiremeyecekseniz arkadaşlarınıza söz vermeyin.” diyordu. O yüzden daha o yıllardan başlayarak tüm hayatım boyunca kimseye tutamayacağım sözler vermedim ve bunu hep dürüstçe söyledim. İşte, arkadaşım Derya’ya da “Beraber okula gideceğiz.” diye söz vermiştim. Bu yüzden okulun o ilk günü arkadaşım bana ne kadar “Sen git, derse geç kalma.” dese de ben onu bekledim. Sonucu ne olursa olsun, verdiğim sözden dönemezdim.

Evet, okulun ilk günü böyle heyecanlı başladı. Son anda yetişip okulun bahçe kapısından girdik. Bahçe çok büyüktü. İki bina vardı. Eski binada lise, nispeten yeni olan binada ise ortaokul öğrencileri okuyordu. Ablam bu okuldan mezun olduğu için önceden nasıl olduğunu aşağı yukarı biliyordum, kayıt döneminde de okulu gezmiş, en çok bu kocaman bahçeden etkilenmiştim. Hızlı adımlarla bahçeyi geçtik. Ana binanın kapısında birkaç öğretmen kıyafet kontrolü yapıyordu. Önce anlam veremedim buna. Zaten okulun istediği forma ve ayakkabıyı almış ve giymiştik, neyi kontrol ediyorlardı? Sonra öğrendim ki sadece formlara değil saçlara da bakıyorlar. Örülmemiş veya toplanmamış saçları olan öğrencileri daha kapıdan çeviriyorlardı. Biz sorunsuz öğrenciler olarak kapıdaki bu ilk sınavı başarıyla tamamladık. Derya ile çıkışta buluşmak üzere sözleştikten sonra ikimiz de sınıfımıza yöneldik.

Henüz kimseyi tanımıyordum ve sınıfın oturma düzeni ile ilgili bir bilgi verilmemişti. Bu yüzden orta sıralara oturdum. Yanıma oturan arkadaşla tanıştık önce. Bana sıcak geldi. Annesinin bizim okulda kimya öğretmeni olduğunu, bizim eve 10 dakika mesafede istasyona çok yakın bir yerde oturduklarını öğrendim. Birlikte okula gidip geleceğim bir arkadaş daha bulduğum için sevindim.

Her dersin hocasının farklı olacağını ablamdan biliyordum. İlk olarak tarih hocası geldi. Ben tarihi ve coğrafyayı seviyordum. Sonra sırasıyla edebiyat hocası, İngilizce hocası geldi. Dersler 45 dakikaydı. Gelen hocaları dikkatli dinliyordum. Hangi kitapların alınmasın gerektiğini not ettim. Çünkü benden önce ablam ve ağabeyimin kullandığı ortaöğretim kitapları vardı. Onlarla aynı kitap ise yenisini almayacaktık. Müfredat çok hızlı değişmediği için biz dört kardeş birbirimizin kitaplarını kullanabiliyorduk. Bu yüzden hiçbir kitabı atmıyorduk. Annem onları saklıyor, kime gerekiyorsa o kullanıyordu.

İlk günün heyecanını eve dönünce ailemle ve ikiz gibi büyüdüğüm erkek kardeşimle paylaştım. Erkek kardeşim ilkokul dördüncü sınıfa başlamıştı o yıl ama onun aynı sınıf, aynı öğretmen ve aynı arkadaşları olduğu için pek anlatacak bir şeyi yoktu. Servis ile gidip geliyordu ve servis de aynıydı. Benimse anlatacak çok şeyim vardı. Eve gelir gelmez ablam not ettiğim kitapların listesine baktı, annemin sakladığı uygun kitapları verdi. İngilizce dersi için ayrıca hikâye kitapları verdi. Ağabeyim de İngilizce kursuna gitmiş bu dili daha iyi öğrenebilmek için eğitim kasetleri de almıştı. Bana onları getirip “İngilizce konusunda bunlardan faydalanabilirsin.” dedi. Bütün bunlar beni daha çok heyecanlandırdı. Her şey ilkokuldan farklıydı, daha çok ders çalışmam gerektiğinin bilincindeydim. Fakat çok da mutluydum çünkü yeni bir okul, yeni arkadaşlar, yeni öğretmenler vardı. İlkokulda pek hoşlanmadığım öğretmenimden ayrılmıştım ama yakın olduğum arkadaşlarımla tabii ki görüşüyordum.

Yeni bir okul olmasına rağmen herhangi bir endişe ve korkum olmadı. Çünkü ortama uyum sağlamak konusunda hiçbir zaman sorun çıkarmazdım. Yalnız bir insanı ilk gördüğümde ister öğretmen olsun ister sınıftaki arkadaş; kalbimde eğer olumsuzluk hissediyorsam biraz uzak dururdum. Bunun dışında öğretmenden hoşlanmasam bile dinlemezlik etmez, dersi derste öğrenmeyi tercih eder ödevleri zamanında yapardım. 

Bu arada okulun hem basketbol hem de voleybol takımı vardı. Ben basketbol takımına yazılmak istiyordum. Basketbol oynamayı çok seviyordum. Evde bunu anlatınca ortanca amcam her zamanki gibi “İyi ama derslerini aksatmayacaksın.” dedi. Amcam için derslerde başarılı olmak her şeyden önde geliyordu. Tabii o da bizim iyi bir okul bitirip başarılı işlerde çalışmamızı istiyordu, bunu ileri yaşlarda anladık.

Bazen insanlar “Ailem bana şu maddi mirası bıraktı.” derler. Aslında ailenin en önemli mirası manevi olarak ahlaklı, erdemli ve dünyaya faydalı işler yapacak bir çocuk yetiştirmektir. 

Çocukluktan alınan ahlak değerleri ileri yaşlarda da bozulmadan sürer.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

YANKI

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

Dağlık bir bölgede adam küçük oğluyla yürürken, oğlan ayağını taşa çarpar ve can acısıyla, “ahhhh” diye bağırır.
         Dağdan, “ahhhh” diye bir ses gelir ve bu sesi duyan çocuk hayret eder. Merakla, “Sen kimsin?” diye bağırır; ama aldığı tek yanıt, “Sen kimsin?” olur.
         Çocuk bu yanıta kızar ve, “Sen bir korkaksın!” diye bağırır. Dağdan aldığı yanıt, “Sen bir korkaksın!” dır.
         Babasına bakar ve “Baba ne oluyor?” diye sorar.
         “Oğlum dikkat et” diyen baba, vadiye doğru, “Sana hayranım!” diye bağırır.
         Ses, “Sana hayranım!” diye yanıtlar.
         Baba, “Sen harikasın!” diye yine bağırdığında, bu kez dağdan, “Sen harikasın!” yanıtı gelir.
         Çocuk şaşırmıştır, ama hala ne olduğunu anlayamamıştır.

Baba oğluna durumu açıklar; “Oğlum. insanlar buna yankı derler; ama gerçekte yaşamın ta kendisidir. Yaşama ne verirsen sana onu yansıtır.
         Yaşam senin davranışlarının aynasıdır.

-Eğer yaşamında daha çok sevgi istiyorsan, insanları daha çok sev.
        -Eğer sana saygılı davranılmasını istiyorsan, insanlara saygılı davran.
        -Eğer başkaları tarafından anlaşılmak istiyorsan, önce başkalarını anlamaya gayret göster.
        -Eğer insanların sana hoşgörülü ve sabırlı davranmasını istiyorsan, önce sen insanlara hoşgörülü ve sabırlı olmalısın.

Oğlum yaşamda ne ekersen onu biçersin. Bu doğa yasası, yaşamın her yönü için geçerlidir.”

İnsanların yaşamı tesadüfler sonucu oluşmaz; İnsanların yaşamı onların davranışlarının yansımasından başka bir şey değildir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla klaın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KALP GÖZÜNÜZ AÇIK OLSUN

Sevgili okuyucularım, bugün ki paylaşım Sevgili Ufuk DEMİRYOL’un yazdığı yazıyı paylaşmak istedim.

Sevgi, genelde “Yaşama kalp gözüyle bakmak” diye ifade edilir. Yaşama kalp gözüyle bakmakla dünya gözüyle bakmak insanları çok farklı yerlere götürür. Yaşama dünya gözüyle baktığınız zaman dünyanız darlaşır. Dünyasal değerler önem kazanır, bakış açınızı daraltır. Mala, mülke, paraya, pula, şana, şöhrete odaklanırsınız; nefsinizi ve egonuzu ön plana alırsınız. “Nasıl gelirse gelsin, ama benim olsun” fikri insanı haktan, hukuktan, adaletten uzaklaştırır. Sahip olma arzusu açgözlü ve doyumsuz yapar. Vermek, sevmek, paylaşmak önemini kaybeder, biriktirmek amaç haline gelir. Biriktirmeye odaklanan insan her verdiği şeyi kayıp olarak görür. Biriktirme arzusu insanı hasisleştirir, her akşam paralarını sayan Molier’in Cimrisi gibi yapar. Sahip olmak bu denli önem kazanınca insanın önemi kalmaz. Ünlü filozof, görüş adamı Rahmetli Cemil Meriç: “İnsanlar sevilmek için yaratıldılar, eşyalar ise kullanılmak için. Dünyadaki kaosun nedeni eşyaların sevilmeleri, insanların kullanılmasıdır” der.

Yaşama kalp gözüyle baktığınız zaman ufkunuz açılır, dünyanız genişler. Dünyasal değerler gözünüzde önemini yitirmez ama her şey gerçek yönüyle görünür.

Kalp gözü açık olan insanın içi sevgi doludur. Şefkati, merhameti boldur. Zihni, ruhu, yolu aydınlıktır. Kavgası, gürültüsü, çekişmesi yoktur. Cömertlik doğal yaşam tarzıdır. Kin, kıskançlık, küslük ona göre değildir. Bağışlamak, barışmak, yakınlaşmak, dost olmak, sevmek, saymak onun ana kurallarıdır. Canlı, cansız tüm varlıklar için iyi şeyler düşünür, korur, gelişmeleri, daha iyi olmaları için çalışır. Muhtaçların dostudur, ihtiyaçlarını kalp gözüyle görür, acılarını kalpten gelen hizmetlerle dindirir, dertlerine deva bulur, yaralarına merhem olur. İşi hayırdır, hizmettir, ilgidir, sevgidir. Kalp gözünüz açık olsun.

Kaynak Ufuk DEMİRYOL

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

HERKESİ AYNI TERAZİYE KOYARSANIZ ADALET OLMAZ.

Değer görme, günümüz dünyasında çocukluk yaşlarında başlayıp yaşam boyunca devam eden bir durumdur. Öncelikle aile çocuğa değer gösterir, çocuk da değeri ilk olarak aileden görecektir. Tabii ki değer görme ve göstermede sevginin olması en önemli etkendir. Bazı aileler, çocuklarına maddi imkânlar sağlayarak bu değeri gösterirler. Aslında değer kavramı, bundan ziyade ailenin çocukla sevgi ile iletişim halinde olması ve onun bütün fikirlerine değer verip onu saygı ile dinlemesinden geçer. Değer, ailenin çocuğuna şefkatini tam olarak akıtmasıdır. Eğer çocuk aileden değer görmemişse kendine nasıl değer vereceğini bilmediği için başkalarına nasıl değer vereceğini bilmekte de gelecekte sorun yaşıyor. Çünkü değer kavramının ne olduğunu bilmediği için sanıyor ki iki güzel söz söylediği zaman karşısındakine değer vermiş olacak. Tabii ki değer kavramı herkese göre değişir fakat bu yazımda her zamanki gibi kendi düşüncelerimi dile getiriyorum. “Değer verme ve görme, ailede başlar.” demiştim. Bazı aileler çocuklarına maddi yönden imkânlar sunup değer verdiklerini sanırlar fakat aslında bir gün dahi o çocukla iletişim kurmamışlardır. Onunla bir arkadaş olarak zaman geçirmemiş, üstelik diğer çocuklarla arasında ayrım yapmış ya da çocuğu diğerlerine karşı ezik hissettirmiş ve bütün sorumluluğu ona vermişse bu durum gelecekte kardeşler arasında sorunlara neden oluyor. Çünkü kardeşlerden biri diğerlerinin sorumluluğunu üstleniyor. Sürekli sorumlu hisseden insan da kendini değerli hissedemez. Yine aile tarafından gelen sürekli bir eleştiri, yargılama ve olumsuz kelime kullanımları, çocuğun kendi değerini bilmeden büyümesine neden oluyor. Durum böyle olunca da kendisine ne zaman bir başkası tarafından değer verilse o zaman da o kişiye farklı davranmaya başlıyor. Hayatında hiç değer görmediği için değer veren insana kendince şüphelerle yaklaşıyor ya da artık kendi değerinin farkına varıp başkalarının da kendisine değer vereceğini zannediyor. Değer görüyor ama karşı tarafa o değeri vermiyor, veremiyor. Çünkü kendi o “değer” kavramını bilmiyor. Karşısındakine iki üç güzel söz söyleyerek değer verdiğini sanıyor. Bir başka ihtimal de değer görmeye aç olduğu için, karşısındakinden değer görüyorsa bu sefer de maalesef onu ihtiyacı olduğu zaman kullanıyor. Susamış bir insanı düşünün; nasıl ki suyu bulunca hemen ağzına diker, işte değere, daha doğrusu sevgiye aç insanlar da değer gördüklerinde bunu aynı şekilde kullanırlar. Fakat bakıyoruz ki değer verdiğiniz kişi size değer vermiyor, bu sefer ne yapıyorsunuz; kendinizi çekiyorsunuz. Çünkü insanın kendine ait bir öz değer farkındalığı varsa bütün canlılara da değer verir.

Şimdi bunu birkaç bölümde anlatmak istiyorum. Ailesinden değer görmeyen kişilere kısa bir şekilde değindik. Bugün bahsedeceğim asıl konu ise size değer veren kişilerle değer vermeyen kişileri aynı teraziye koymamanız. Bunu yaparsanız hem terazinin dengesi bozulur hem de adil olmaz. Bunu yine yaşanmış örneklerle anlatacağım. Yukarıda bir şeyden bahsettim: Bütün canlılara değer vermek. Günümüzde herkes yaşadığı ülkede değer görmek ister. Kimden bekliyor bu değeri? Tabii ki o ülkeyi yöneten yöneticilerden, ailesinden, çalıştığı iş ortamından, arkadaşlarından, komşusundan diye liste uzar gider. İnsan bunca değeri bekliyor ama kendisine sormalı. Önce kendisine sonra etrafındaki insanlara ne kadar değer veriyor? Yoksa sadece ihtiyacı karşılandığı zaman mı değer veriyor? Çünkü çoğu insan ihtiyaçları olduğu zaman ortaya çıkıyor ve sadece istekleri karşıladığı zaman o kişiye değer vermiş oluyor. Bu, değer değil bence; ihtiyacına göre değer vermek.

Ayrıca değer vermek ile beklenti arasında çok ince bir çizgi vardır. Bunu lütfen karıştırmayın. İnsanlar genellikle, “Ama sen de beklenti içindesin!” derler.

“Yaşanmış örneklerle anlatacağım.” demişken kendimden bir örnekle yola çıkayım. Bir seyahate gideceğim zaman bir arkadaşım bana “iyi yolculuklar” diliyor. Döndükten sonra da yolculuğumun nasıl geçtiğini soruyor. Kısacası; yaşadıklarımı paylaşıyor. İşte bu değer vermektir. Burada bir beklenti yok. Çünkü o size değer veriyor, zamanını veriyor ve iyi dileklerde bulunuyor. Bir emek veriyor. Değer verdiğin için de emek vermiş oluyor. Diğer bir arkadaşınız ise hiçbir şekilde sormuyor fakat yine de size değer verdiğini söylüyor. İnsanlar neye bakarlar? Davranışlara. Sevgiyi de ve değeri de davranışlar gösterir.  Sadece kelimelerin içinde işte seni seviyorum ya da değer veriyorum demekle ile olmaz. Aynı şekilde, zor zamanınızda yanında olan kişi ile olmayan kişiyi aynı teraziye koyarsanız o zaman adalet kavramını tekrar gözden geçirmenizde yarar var demektir.

Değer vermek, aslında bir emektir. Düşünün; emek verilen her şey sevgiden kaynaklanıyor. O kişiye değer verdiğiniz için onun doğum gününe özel bir pasta yapıyorsunuz ve gönderiyorsunuz. Pasta o kişiye gidiyor. Kişi pastayı yiyor ama size “Pasta geldi!” demek için bir telefon bile açmıyor. Sonra yine siz arıyorsunuz onu. Aslında şimdi bazılarımız şunu söyleyecek: “Zaten içinden gelerek yapmışsın, beklentin olmayacak.” Tabii ki içimizden geldiği için yapıyoruz fakat o kişi değer bilmiş olsa karşı tarafa bir teşekkür telefonu açar. Beni düşünüp emek verip gönderdiğin için burada bir zaman harcıyorsunuz. Zamanı geri getirme şansınız var mı? Bazı insanlar sende alıngansın diyorlar. Burada ince çizgiyi ayırt etmek gerekir. Bu alınganlık diye o zaman kimse kimseye teşekkür etmesin. Bazı insanlar kendi işlerine gelmediği zaman “Sende alınganlık yapıyorsun”  söylemeleri o kadar kolay ki. İleri zamanda alınganlık konusunuda yazacam. Burada ‘Elma ile armutu karıştırmamak lazım’  Bu sefer o kişiye yine de değer gösteriyorsunuz. Fakat onu teraziye koyduğunuz yer başka oluyor. Çünkü size telefon açıp teşekkür eden ile size güzel sözler söyleyeni ve hiç umursamayıp o pastayı yiyen kişiyi aynı teraziye koymak adaletsizlik olur. Aynı şekilde siz maddi ve manevi imkanlarınızı kullanıp hediye almışsınız. Fakat bir teşekkür yok veya alıp sizin önünüzde bir kenara atıyor. Açmıyor bile paketi o anda önemsemiyor. O kişiyi terazinin neresini koyarsanız?

Hastaneye yatıyorsunuz. Sizin yanınıza gelmeyip üstelik çok yakın olmasına rağmen aramayan arkadaşınız ile aynı şekilde uzakta olmasına rağmen imkânlarını zorlayarak yanınıza gelen ya da arayan bir arkadaşınızı düşünün. Şimdi yine ikisini aynı teraziye mi koyacaksınız? Arayıp sormayan kişiye sorduğunuzda sizi çok sevdiğini söyler ama değer sevgiden gelir. İnsanların değeri, sevgi ile birliktedir. Çünkü değer vermek, aslında önemsemektir. Önemsediği için sizi merak eder, hâlinizi hatırınızı sorar. Bir gün bile arayıp sormayan ya da bir mesaj bile yazmaya üşenen o arkadaşınız ile sizi önemseyip merak eden arkadaşınızı aynı teraziye koyabilir misiniz?

Özel günleriniz hatırlayan ve kutlayan kişiler değerlidir. Onlar bunları hatırlamıyor aksine siz hatırlayıp kutluyorsanız, bu da sizin ona verdiğiniz değerden dolayıdır. Seyahate giderken “Oradan istediğiniz bir şey var mı?” diye sormak da o kişiye verilen değeri gösterir. Hiçbir şey olmasa bile güne başlarken o kişiye “Günaydın!” demeniz, güzel bir söz yazmanız da o kişiye verilen değerdir. Tabii bunları söylerken burada altını çizerek söylemek istediğim bir nokta var: İhtiyacı olduğu zaman karşı tarafa verilen değerden bahsetmiyorum. Çünkü genelde kişi bir ihtiyacı olduğunda “Bir hatırını sormak istedim.” der ve arkasından isteyeceği şeyi söyler.

Bu durumu genelde komşuluk ve akrabalık ilişkilerimizde yaşarız. Sizin zor zamanında yanınızda olan komşunuz, tanışlarınız ve akrabalarınız ile sizi hiç arayıp sormayan, üstelik duysa bile gelmeyen o kişiler aynı teraziye konulmaz. O kişilere aynı değer verilmez. Aksi durumda diğerlerinin hakkını yemiş olursunuz.

Aslında “terazi” dediğim, bir anlamda insanın kalbidir çünkü insanın kalbine alacağı kişiler çok farklı oluyor. Her canlıya evrensel olarak sevgiyi veririz, onların iyiliğini isteriz. Ama kalbimize aldığımız kişilerin değerleri farklı olur. Hiçbir koşul olmadan size yazılmış güzel bir yazı ile koşullara göre yazılmış güzel bir yazı arasında çok fark var. İşte burada vereceğimiz değerle birlikte kalbimizde farklı yerlere koyuyoruz onları. Mesela, uzun bir yolculuktan geldiğinizi düşünelim. Emek verip hazırladığı yemeği evinize getiren bir arkadaşınız veya tanıdığınız ile bir “Hoş geldin!” bile demeyen insana aynı değer verilmez. İkisi aynı kalbe konulmaz. Çünkü insanlar ne ile anılırlar? Yaptıkları davranışlarla. Bu davranışlar da değeri belirler.

Bu, iş yerinde de geçerlidir. Düşünün ki yıllarca emek veren, çalışan, işini son derece düzgün yapan biri ile işini aksatan ve boş veren birinin patron tarafından aynı değeri görmesi diğer kişinin de motivasyonunu düşürür. Bu sefer kendi değerini bildiği için o da çalışmak istemez ve işten ayrılır. İşte, insanların ilişkileri de aynı böyledir. Eğer değer görmüyorsa o kişiyi terk eder ya da araya mesafe koyar. Çünkü ihtiyaçları olduğu zaman ortaya çıkan insanlar her daim karşınıza ihtiyaç anlarında çıkacaklar ve ancak öyle değer vereceklerdir.

Tüm canlılara değer vermek, demiştim. Burada tabii ki esas olarak doğayı ve hayvanları kastediyorum. Çünkü insan yediği yiyeceklere değer verdiği takdirde aslında doğaya da değer vermiş oluyor. Çünkü yiyeceklerin kaynağı doğadır. Kendimize değer verirsek aynı şekilde doğaya da değer vermiş oluyoruz. Çünkü aldığımız nefes de doğadan kaynaklanıyor. Kesilen ağaçları düşünelim. Ağaçların yok olması bizim nefes almamızı zorlaştırır. Aynı durum hayvanlar için de geçerli. Onlara yapılan herhangi bir olumsuzluk, kendi değerimizi belirler. Bu sebeple değer, bütün olarak canlıları kapsar.

Değer, sevgiyi gösterir. Her insan verdiğiniz değeri taşıyamaz. Her insan verdiği değer kadar kalpte ayrı bir iz bırakır.

Her şey gönlünüzce olsun..
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

BARIŞ BENİM İLE BAŞLAR- 8

Sevgili okuyucularım, önceki aylarda bilinçli ve bilinçdışı anıların, olumsuzlukların temizlenmesi için yapılan ve “ho’oponopono” adı verilen bir arınma çalışmasını paylaşmıştım. Bu ay da farklı konular için aynı şekilde yapmanız gereken bu arınma çalışmasını altı madde hâlinde paylaşıyorum. Düzenli olarak yaptığınızda gerçekten kendinizde inanılmaz bir olumlu değişiklik göreceksiniz. Özellikle zihniniz, ne kadar berraklaşırsa o kadar huzurlu olur. En önemlisi berrak bir zihin her zaman doğru karar almanızı sağlar. Çünkü zihin olumsuzluklarla dolu olduğu zaman doğru karar bile alamıyorsunuz. Disiplin ve azimle yapılan çalışmalardan her zaman olumlu karşılık alınır. Çalışmaya geçmeden önce bununla ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum. Geçen ay bu bilgiyi paylaşmıştım fakat belki ilk defa okuyacak olanlar vardır. Onlar için yinelemekte fayda görüyorum.

Ho’oponopono yöntemi; karşımızdaki insanın yaşadığı bir sorunu duyduğumuz, öğrendiğimiz anda bizim sorunumuz olarak algılayıp kendi içimizde bundan arınarak karşımızdakini de arındırma yolunu öğretiyor. Sadece insanları değil her şeyi arındırıp temizlemenin yoludur bu. Olumsuz durumlardan kurtulmanın bir yöntemidir.

Ho’oponopono, Havai halkının kullandığı bir kendini arındırma yöntemidir. Bu yöntemi Joe Vitale’in kitabı “Zero Limit” aracılığı ile batı dünyasına tanıtan ve meşhur eden kişi Dr. Ihaleakala Hew Len oldu. Doktorasını Iowa Üniversitesi’nde yapmış olan Dr. Ihaleakala Hew Len, uzun yıllar Havai Devlet Hastanesi’nin suç işleyen akıl hastaları ile ilgilenen adli biriminde uzman psikolog olarak çalışmış. Hastalarıyla elde ettiği mucizevi sonuçlar çok ilgi çekmiş. Kullandığı yöntemler öyle etkiliymiş ki zamanla yatan hastaların tümü taburcu edilmiş, sonunda dört yıl içinde birim kapatılmış. Dr. Len’in kullandığı bu yöntem, 1982 Kasım’ından beri güncelleştirilmiş Ho’oponopono uygulaması yapan Hawaiili şaman Morrnah Nalamaku Simeona sayesinde ortaya çıkmış. Tüm dünyada bu yönteme ün kazandıran, öğrencisi Dr. Ihaleakala Hew Len ve Joe Vitale oldu.

Şimdi çalışmaya geçelim:

1) “İnsanlar içinizde ne varsa ona aynalık ederler. İnsanların size davranışı sizin kendinize ne yaptığınızı gösterir. Siz kendinize nasıl davranıyorsanız insanlardan da aynı davranışları görürsünüz. Eğer birisi sizi reddediyorsa siz bir yanınızı reddediyorsunuzdur veya bir parçanız diğer parçanızı reddediyordur. Birisi size öfkeliyse aynı şekilde bir parçanız diğer parçanıza öfkelidir. İnsanlarla ilişkilerinizde sorunlar yaşadığınız zaman bu kişinin davranışı benim kendime hangi davranışa aynalık ediyor diye kendinize sormanızı ve sonra içinizde bu durumu dönüştürecek çalışmalar yapmanızı öneririm. Size bu konuda işinize yarayacak bir arınma kalıbı vereceğim bunu genel olarak bir çok çalışmanıza uyarlayabilirsiniz.

 

Falancanın bana ……… yapmasına/davranmasına benim içimde olan bir veri, bir enerji veya kodlama yol açıyor. Bu durumu ve bu sorundaki sorumluluğumu sevgiyle kabul ediyorum. Bu durumu oluşturan, buna onay veren, katkı sunan veya bundan bir fayda elde eden içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono”

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

2) “Yeterince iyi olamadığımı hissetmeme yol açan içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono”

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

3) “Özgürleşmemi, akışa ve geleceğe güvenmemi engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono”

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

 4) “Başka insanların onaylarını almaya ihtiyaç duymama yol açan içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono ”

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

5) “Hayatın bana sunduğu tüm harika hediyeleri sevgiyle kabul etmemi engelleyen, buna direnen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono “

Seni seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim.

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

6) “ Desteklediğimi, sevildiğimi ve güvende olduğumu hissetmemi engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono”

Seni Seviyorum

Özür Dilerim

Lütfen Beni Affet

Teşekkür Ederim

Niyeti bir kere 4 cümleyi istediğiniz kadar kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

Kaynak: Dr.Ihaleakala Hew Len ve Berna Özcan

Her şey gönlünüzce olsun!..
Sevgi ve ışıkla kalın..
Nurgül AYABAKAN

RUHSAL UYANIŞIN 10 ADIMI

Sevgili okuyucularım geçenlerde bir kitap bakarken, karşıma uyanışın 10 adımı ile bilgi karşıma çıktı. Bunu sizlerle paylaşmak istedim. 

Farkındalık: İlk adım, mevcut durumunuzun ve yaşamınızın farkına varmaktır. Bu süreçte, daha önce dikkate almadığınız şeyleri fark etmeye başlarsınız.

Sorgulama: Yaşamınızdaki şüpheler ve belirsizliklerle yüzleşir ve daha derin anlam ve amaç peşinde koşmaya başlarsınız.

Arayış: Yaşamın anlamını, amacını ve gerçeği keşfetme sürecine girişirsiniz. Bu süreçte, manevi kitaplar okumaya, derin düşüncelere dalmaya ve bilgi arayışında bulunmaya başlarsınız.

Değişim ve dönüşüm: Farkındalığınız ve bilgeliğiniz arttıkça, yaşamınızdaki değişiklikleri ve dönüşümleri gerçekleştirmeye başlarsınız. Bu, düşünce ve davranış kalıplarınızı değiştirme ve yaşamınızı manevi hedeflerinize uyumlu hale getirme sürecidir. 

Öz-disiplin ve alışkanlık geliştirme: Ruhsal uyanışın önemli bir adımı da, meditasyon, yoga, dua gibi manevi uygulamaları yaşamınıza entegre etmektir. Bu, öz-disiplin ve alışkanlık geliştirme sürecidir.

Daha derin bağlantılar kurma: Yaşamınızdaki insanlarla daha derin anlamlı ilişkiler kurmaya başlarsınız. Ayrıca, evren ve doğayla daha güçlü bir bağ hissedersiniz.

Şifa ve affetme: Geçmişte yaşanan olaylar ve duygularla yüzleşmeye başlarsınız. Bu, hem kendinize hem de başkalarına şifa ve affetme sunma sürecidir.

Sevgi ve şükran: Hayatınızdaki güzelliklere ve nimetlere daha fazla sevgi ve şükran duymaya başlarsınız.

Hizmet etme: Başkalarına yardım etme ve onların yaşamlarını iyileştirme arzusu duyarsınız.

Manevi özünüzle bütünleşme: Tüm bu adımların ardından, ruhsal uyanış sürecinde manevi özünüzle bütünleşir ve daha özgün, uyumlu ve amaçlı bir yaşam sürmeye başlarsınız.

Unutmayın ki; ruhsal uyanışın adımları kişiden kişiye farklılık gösterebilir ve süreç zaman alabilir.

Kaynak: Bilgi Erdemdir

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

NEREYE GİDERSENİZ GİDİN AMA TÜM KALBİNİZLE GİDİN

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımımda eski bir Çinli öğretmen, politikacı ve filozof olan Konfüçyüs’un ”Nereye Giderseniz Gidin Ama Tüm Kalbinizle Gidin” kitabına yer verecem. Konfüçyüs engin bilgisi, özlü sözleri ve ahlak felsefesi yüzünden peygamber gibi görülse de yaşadığı dönemde dinle ilgili hiçbir atıfta bulunmamış ve peygamber olmadığını açıkça belirtmiştir. Felsefenin esası insandır. İyi bir eğitmen olduğunu da kabul etmemiştir. Kendi tanımına göre; sadece öğrenmeye aç birisi. Oluşturduğu eğitim sistemi günümüz dünyasında kabul görürken, özlü sözleri ve yaşam biçimiyle binlerce yıl sonra bile insanlığa ışık tutmaya devam etmektedir.

Kitabından bir bölüm paylaşıyorum.

Konfüçyüs ve Mutluluk

“Konfüçyüs’ün asıl felsefesi ahlak ve siyaset üzerine olsa da, genel öğretilerinin ortak noktasında insan ve insanın amacı vardır. Evreni örnek alıp ona benzemeye çalışmaktan söz eder. Mükemmel kavramının yanıtı, evredeki mükemmel dengedir. Evet, doğa kendi içinde sarsılmaz bir dengeye sahiptir. Güneşin yaydığı sıcaklık yüzünden buharlaşan su, buluta dönüşüp yeniden toprağa kavuşur. Bitkileri tüketen bir hayvanın dışkısı, böcekler tarafından işlenir ve topraktaki minerallerle   bütünleşen dışkıdan yeni bitkiler oluşur. Kayıp diye bir şey yoktur. Bir şey hep başka bir şeye dönüşe kendi döngünü tamamlar. Mükemmellik de bu denge halinde gizlidir. Sorumsuzca tüm kaynaklarını kullanarak yok ettiğimiz dünyada biriken insan yapımı atıkların doğaya ger dönüştürülme çabalarının hayati önem taşıdığı birer yüzyılda yaşıyoruz.  Doğanın döngüsüne aykıı olan her hareket canlılık kavramıyla ters düşer. 

İnsan , kendi içdünyasına indiğinde de örnek alması gereken, parçası olduğu doğadan başka bir şey değildir. Açgözlülük, hırs ve ahlaka aykırı pek çok kavram da bu noktada ortaya çıkar Dengenin yol olduğu yerde kendi içinde mutluluğu yakalayamayan insan doğayı katletmeye başlar. Besin zincirlerine müdahale edip kendine faydalı olanın yaşamasına diğerlerinin ölmesine hükmeder. Oysa var olan her şey bir amaca hizmet etmektir.”

Konfüçyüs yaşamak ve değişim hakkında şöyle söylüyor;

“Yaşamak kendi güvenli alanında sayılı günlerini geçirmek değil, akışa dahil olarak hayatın döngüsüyle birlikte hareket edebilme yetisidir.

Değişim konusunda sınırsız olduğunuz tek yer, kendinizle olan münasebetlerinizdir. Yüksek bir dağın eteğinde yıllarını geçiren insana dair bilgelik tanımı yoktur.

Bilgelik insanlarla temasta iken kendini tanıma erdemidir.

Yalnızlığını sevme, ilişkilerini yönetme ve mutluluğa dokunan tarafını keşfetme halidir”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

GÖZ ÇUKURU

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

Genç Padişahın gözleri dışarıda esen buz gibi poyraza rağmen iri dalgaların arasında balık tutmaya çalışan genç balıkçıya takıldı. Aşağı yukarı aynı yaşlardaydılar. Genç padişah yıllar boyu sıcak odasında otururken, dışarıda balıkçının tabiatın çetin şartlarına rağmen azimle mücadele ederek oltası ile denizden ekmeğini çıkarışını seyrederdi. Balıkçıya için için gizli bir hürmet besliyordu.
Yıllar silinmez izler bırakarak hızla geçmişti. Artık ne kendisi ne de balıkçı genç değillerdi. Şimdi geriye çekilme, gölgede oturma vaktiydi. Padişah tahtını oğluna devretmeye karar verdi.

O esnada gözü dışarıya, eski sandalında halâ olta sallayan ihtiyar balıkçıya takıldı. Gözünden geçmiş yıllar bir film şeridi gibi geçti.

Duygulanmıştı. Vezirini çağırtarak, İlk tahta çıktığında görüp tanıdığı İhtiyar balıkçının da artık köşesine çekilip dinlenmesi gerektiğini, bunun için yarın bütün gün tuttuğu balıkların tartılarak kaç kilo geldiyse o kadar altının kendisine verilmesini emretti. Veziri balıkçıya durumu anlattı. Balıkçı çok sevinmişti. Ne de olsa yılların tecrübesi ile sanatını konuşturup, orta halli bir servetin sahibi olabilir, kalan günlerini de zahmetsizce sıcak odasında, geleceği düşünmeden geçirebilirdi.

O gece bütün takımlarını yeniledi ve itina ile hazırladı. En avcı oltaları hazırlayıp parlattı. Sabah gün doğmadan eski sandalına binip, açıldı. En bereketli bildiği yerine gelince dua edip oltasını yemleyip indirdi.

Beklemeye başladı. Ne de olsa balıkçılık sabır işiydi. Zaman geçiyor, güneş neredeyse tepeye çıkıyordu fakat tek bir balık bile vurmuyordu. Artık hava kararmaya başlamıştı. İhtiyar balıkçı dokunsalar hüngür hüngür ağlayacak durumdaydı. Bomboş livara bakarak kaderine lanet okuyordu. Hava artık iyice kararmış, gün bitiyor martılar çığlık çığlığa yuvalarına dönüyorlardı. Az sonra son kuşlar da süzülerek gittiler. İhtiyar balıkçı yavaş yavaş oltasını mantara sarmaya başladı. Bir iki kulaç kadar sardıktan sonra birden heyecanla irkildi. O an oltanın boş olmadığını anlamıştı. Heyecanla oltasını topladı. Oltanın ucunda ortası delik bir kemik vardı. Sadece ortası delik bir kemik. Balıkçı düşündü, bir de kemiğe baktı. Etse etse iki, bilemedin üç altın ederdi. Gözleri buğulandı. Sandalı bağlayıp rıhtıma çıktığında padişah ve saray erkânından bazı kişiler kendisini bekliyordu.

Gözlerini padişahın gözlerinden kaçırarak mahcup bir eda ile kemiği kantarcıya uzattı. Kantarcı bıyık altından gülerek küçümser bir ifade ile kemiği kantarın kefesine bırakırken, öbür kefeye de iki altın koydu. Kemiğin bulunduğu kefe yerinden bile oynamadı. İki altın daha koydu, kefede gene bir hareket yok. On altın, yirmi altın ,yüz altın ,bin altın, bir çuval altın, kefede halâ bir hareket yok. Padişah ve saray erkânı hayret içinde duruma bir izah, tatmin edici bir cevap bekliyorlardı. Fizik alimleri başta olmak üzere günlerce çok kişi geldi, kendilerince birtakım açıklamalarda bulundular ama padişahı tatmin edemiyorlardı.

Bir gün kalabalık arasından pejmürde kılıklı bir kişi çıktı. Durumu izah edeceğini söyleyerek kantara yaklaştı. Kantarcı bu densiz adamı tam kovacakken, durumu ilginç bulan padişah kantarcıya mâni oldu. Adamdan durumu açıklamasını istedi.

Adam yanda duran hamallara altın çuvalını indirmelerini söyleyerek yerden bir avuç toprak aldı ve boşalan kefeye koydu. Bir çuval altınla yerinden kıpırdamayan kemik, birdenbire havalandı. Pejmürde kılıklı adam padişaha dönerek bu kemik, haris ve aç gözlü birisinin elmacık kemiğidir. Görülen boşluk da göz boşluğudur.
Terazinin diğer kefesine bütün dünyayı koysanız bile bu göz doymaz, bunu ancak bir avuç toprak doyurur dedikten sonra uzaklaşıp gitti…

Gerçekten öyle aç gözlü insanın gözünü, bir avuç topraktan başka, hiç bir şey doyurmaz.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN