RUH HALİ

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımımda Psikiyatrist Prof. Dr. M. Kemal Sayar “Ruh Hali” kitabına yer vereceğim.

Yazar; sade ve kapsamlı bir dille kitapta ruh halimizi bizlere oldukça anlaşılır şekilde sunuyor. Kitap iki bölümden oluşmakta: “Bireysel Mutluluk – Sosyal Mutluluk” ve “Ruhsal Yaralar”. Kitabın ilk bölümü, başlığından da anlaşılacağı üzere hem bireysel hem toplumsal mutlulukla ve onun önüne geçebilecek engellerle alakalı bilgilerden oluşuyor. Kitabın ikinci bölümü ise psikolojik rahatsızlıklar ve onların olası kökenleri ve tedavileriyle alakalı bilgileri içeriyor.

Kitapta hem mutluluk, iyimserlik, hayatın anlamı, öfke, kıskançlık, aşk, evlilik, çocuk ebeveyn ilişkileri gibi konular; hem de depresyon, panik atak, fobiler, bağımlılık, alzheimer, şizofreni gibi belli başlı psikiyatrik sorunlar ele alınıyor.

Timaş Yayınlarından 2022 yılında çıkan “Ruh Hali” kitaptan birkaç bölümü sizlerle paylaşıyorum.

“Kalbini açabilene, en iyi öğretmendir hayat. “

Mutluluk Aşuresi

Mutluluğun tanımının ne olduğu konusu birçok yazarın, filozofun ve psikoloğun ilgisini çekmiştir. Yazarımız ise kitapta bu tanımın kolayca yapılamayacağını aktarmaktadır. Okurlarına mutluluğun birçok malzemeyle oluşabileceği fikrini sunmaktadır. Bunu mutluluk aşuresi olarak tanımlamıştır. Mutluluk aşuresinin içerisinde ise sevgi, ümit, cesaret, iyimserlik, özgürlük, güvenlik, fedakarlık, anlam duygusu ve yavaşlık vardır.

“Çoğu zaman insanı mutlu edenin, bize yönelmiş sevgi olduğunu düşünürüz. İnsanlar bizi sevdiğinde çok mutlu olacağımızı düşleriz. Oysa en büyük değer ve mutluluk kaynağı, sevebilmektir. İnsanın sevgisini bir başkasına verebilmesi; ondan karşılık almayacağını bilse bile yine de onu sevebilmesi büyük bir değerdir.”

Hayatın Anlamı

En az mutluluk kadar tartışılan bir başka kavramdır hayatın anlamı. Normal şartlarda herkes bu kavramı hayatının bir döneminde sorgulamaktadır. Herkesin bu soruyla meşgul olma şekli farklı olabilmektedir. Yazar hayatın anlamını üç eksen etrafında toplamaktadır: Dünyaya verdiklerimiz, dünyadan aldıklarımız ve kaderimize rıza göstermek. Burada kaderimize rıza göstermek aslında hayatın kaçınılmaz gerçeklerini kabullenebilmek anlamında kullanılmaktadır. Üç ana eksen etrafında kendimize sorduğumuz sorulara vereceğimiz cevaplar bize anlam duygusu kazandırabilir.

Peki anlam duygusu bizim hangi temel psikolojik ihtiyaçlarımıza karşılık verir? Yazar bu sorunun cevabını da dört kategoride toplamaktadır:

  • Anlam duygusu sayesinde gayeye sahip oluruz.
  • Anlam duygusu bize değerlere sahip çıkmayı telkin eder. Dolayısıyla değerler sistemi sahibi oluruz.
  • Kendi özdeğerimizi anlam duygusundan devşiririz.
  • Hayattaki etkinliğimizi ve verimliliğimizi kontrol altında tutup, yaşamımıza yön verebileceğimizi görürüz.

Özetlemek gerekirse anlam duygusuna sahip olmak; çabamız, değerler sistemimiz, özdeğerimiz ve kontrol algımız gibi önemli psikolojik yanlarımıza destek olmaktadır.

Öfke

Kitabın ilk kısmını okumaya devam ederken hayatta karşılaşabileceğimiz zorlu ve yoğun duygularla ilgili de karşımıza çok değerli bilgiler çıkıyor. Öfke duygusunun konuşulmasını oldukça değerli görüyorum. Yazar, öfkeyi kontrol altına alabilmek ve yapıcı bir hale getirmek için ilk koşullardan birinin öfkeyi tanımak olduğundan bahsetmektedir.

“Öfke çoğu zaman haksızlığa uğradığımızı hissettiğimizde ortaya çıkar. Öfkelenen insanlar genellikle kendilerini kurban gibi hissederler.”

Duyguların ifade edilmesinin önemine değinilirken duygular ifade edilmediğinde kişide bazı ruhsal rahatsızlıklar ortaya çıkabileceğinden bahsediyor, yazar. Özellikle kadınlarda öfkenin dışa atılacağı bir kanal bulunmadığında depresyon ve panik atak gibi sorunların baş gösterebileceği belirtiyor. Öfkenin doğru çözümlenmediğinde bedensel sistemimize ve ruh sağlığımıza zarar vermekle kalmayacağını, ilişkilerimize de bulaşacağını ekliyor.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ÇOCUK DEĞERSİZLİK DUYGUSUNU ÖĞRENİYOR

Anı odasının kapısını üç hafta sonra yeniden açıyorum. Kapı aralığından sessizce bakıyorum. Artık büyüyen ve ilkokuldan mezun olmaya hazırlanan çocuk her zamanki gibi orada. Yine sandığın başına geçmiş, kendisi için önemli anılardan bir tanesini serbest bırakıyor.

Böbreklerimden kum döktüğüm için katılamadığım 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı geride kalmıştı. Ailem de üzüntümün farkındaydı. Çünkü milli bayramlara ailece önem verirdik. Bizim evde milli bayramların yanı sıra dini bayramlar da önemliydi. Akrabaları ve tanıdıkları ziyarete gitmek, onların bizi ziyarete gelmesi mutlaka sürdürdüğümüz bir gelenekti. Babamın alışkanlığı böyleydi. O yüzden bayramlarda tatile gitmez, evde geçirirdik. Her bayram yeni kıyafetler alınır veya annem dikerdi.

Bayramın ilk gününde sabah kahvaltı yapılmaz, özel olarak hazırlanmış yemekler yenilirdi. Bu bizim eskiden beri süren bir geleneğimizdi. Bayram sabahı babamın ve annemin elini öptükten sonra ailece bayram yemeğine otururduk. Yemekten sonra biz dört kardeş, iki amcama ziyarete giderdik.

Önce ortanca amcamı ziyaret ederdik. Amcam, her gidişimizde olduğu gibi derslerimizin nasıl gittiğini sorardı. Daha başka konulardan konuşalım isterdim. Aslına bakarsanız iyiliğimiz için böyle davranırdı ama bayramda bile “Nasıl karne gelecek?”, “Şunları yapmanız gerekiyor.” demesinden, sürekli baskı yapmasından artık sıkılmaya başlamıştım. Çünkü babam ve annemde o baskı yoktu.

Bu arada yengem bize ikramda bulunurdu. O bayram ikramlarında dikkatimi çeken bir şey olmuştu. Yengemin kendi yeğenleri de ziyarete gelirdi. Bize kendi yaptığı sütlacı ikram ederdi, biz yedikten sonra gelen yeğenlerine ise baklava. Tabii ki amcam bunu görürdü ama sesi çıkmazdı. Bunu bir keresinde anneme söyledim. Annem anladı ama bir şey demedi.

Yengem bizi seviyordu, özellikle beni daha çok seviyordu. Fakat yaptığı davranış ayrımcılıktı. Bizi önemsemiyor, yeğenlerini önemsiyordu. Bunu ileri yaşlarda fark ettim. Hayattaki ilk değersizlik duygusunu yengemin bu davranışıyla öğrenmiştim. Garip olan bizi sevdiği hâlde bunu yapmasıydı. Aslında yengemin kendi yeğenlerine her zaman bizden daha farklı davrandığını hep gözlemlemiş ama isimlendirememiştim. İleri yaşlarda bunu farkına varınca sadece amcam evde olduğu zaman gitmeye başladım. Çünkü kendisine saygısızlık yapmadığımız hâlde bizi önemsememesi yüzünden gitmek istemiyordum.

Ortanca amcamdan sonra küçük amcama bayram ziyaretine giderdik.  Yengem, ayrımcılık yapmaz, evden ne varsa getirirdi. Üstelik tabağı doldurur tabaktakiler bitmediği zaman ısrar ederdi. Bunu iyi niyetle, sevgiyle yapıyordu ama fazla ısrar da iyi değil. Doymuşsunuz, artık yiyemiyorsunuz ama ayıp olmasın diye kendinizi zorluyorsunuz. Çünkü büyüklere karşı gelinemeyeceği öğretilmiş.

Bizim aile hem anne hem baba tarafından Malatyalı. Oranın kültüründen olsa gerek annem de gelen misafirlere ısrar ederdi. Yengemin ablasına gittiğimizde o da öyle. Zamanla sıkılıyor insan bu ısrarlardan. Çocukken belki ayıp olmasın, büyüklere karşı gelinmez diye susuyorsunuz, büyüyünce ancak dile getirebiliyorsunuz rahatsız olduğunuz şeyleri. Israrlardan öyle bunalmıştım ki ileri yaşlarda anneme “Bu kadar ısrar etmenin ne anlamı var?” demeye bile başladım.

Aile, büyüklere karşı cevap vermenin saygısızlık olduğunu öğretirken çocuğa, kendi hakkını koruması gerektiğinde bunu güzel üslupla anlatabileceğini de söylemelidir. Çünkü ayıp olur düşüncesiyle sustuğunuzda ve istemediğiniz bir şeyi yapmaya zorlandığınızda içinizde olumsuzluk biriktirmiş olursunuz.

Zamanında konuşamadıklarınızı ileri yaşlarda söylediğinizde ya karşınızdaki kişi bunu öfke olarak algılıyor ya da gerçekten biriktirdiğiniz için öfke ile söylemiş oluyorsunuz. Bu sefer de ve “Sen küçükken sessizdin şimdi konuşmaya başladın.” diye sitem ediyorlar. O yüzden ne olursa olsun hoşlanmadığınız bir şey yaşadığınızda düşüncelerinizi söylemek gerekiyor. Böylece zamanında konuşmuş olursunuz. Çocuklukta bastırılmış duygular ve düşünceler sonrası için bir travma oluşturuyor.

O yaşta yengemin bizi önemsemediğini anlamama rağmen ona hiçbir zaman söylememem, oradaki değersizlik duygum… Bunları daha sonra insan ilişkilerimde fark ettim. Aslında o günlerde söyleyebilmiş olsaydım yengeme, hallolacaktı, içimde kalmayacaktı. Değersizlik duygusunu şifalandırmış olacaktım. Ancak yıllar sonra başkaları yaşattığı zaman nereden geldiğini fark edip şifalandırdım.

Babamın ve annemin en dikkat ettiği şeylerden biri de komşuları rahatsız etmemekti. Evde futbol maçı yaparken veya top ile oynarken yanımızdaki ve aşağıdaki komşuları rahatsız etmeyelim diye annem topları saklardı. Ben de annemin kullanmadığı kumaş parçalarından veya temizlik bezlerinden top yapardım, içine gazete koyar üstüne ip ile bağlardım. Bu sefer onunla oynardık ama yine komşulara ses giderdi ve babam bunları duyunca rahatsızlık verdiğimiz için gidip özür dilememizi isterdi. Bir hata yaptığımızda mutlaka özür dilememiz gerektiğini öğretmişti bize.

Sporu çok seviyordum ve hava elverişli olmadığında dışarı çıkıp oynayamadığımız için bu fikri ben üretip yapıyordum. Sonra da ağabeyime ve kardeşime “Haydi oynayalım.” diyordum. Babam ve annem sorduğunda “Ben yaptım.” diyordum, inkâr etmiyordum. Çünkü babam çocukluğumuzdan beri ne olursa olsun yaptığımızı inkâr etmemeyi, yalan söylememeyi ve suçu birbirimizin üstüne atmamayı öğretmişti. “Yanlış yapsanız bile hep doğruyu söyleyeceksiniz.” derdi.

Babam, birbirimize kötü söz söylemememiz, kötü konuşursak da birbirimizden özür dilememiz gerektiğini öğretti. O yüzden insanlardan argo veya kötü kelimeler duyduğumda bana ters gelir. Babamın bize öğrettiklerine karşın kendisinin amcalarımla ilişkisi böyle yürümüyordu. Amcalarım babama karşı olumsuz konuştuklarında hatalarını kabul etmiyorlar, kendilerini haklı görüyorlar, özür dilemiyorlardı. Babamsa buna hiç ses çıkarmıyordu. Tabii ileri yaşlarda amcalarımın böyle davranmasının ego olduğunu öğrendim. Çocukken sadece izliyorsunuz.

İnsan büyüdükçe anlıyor ki insanların size olumsuz davranmasına kendiniz sebep oluyorsunuz. Eğer bir veya iki kere maruz kaldığınız olumsuz davranışın bir daha yapılmaması için uyarırsanız karşınızdaki o davranışı tekrarlamıyor ama sessiz kalırsanız aynısı yine yapıyor. Sessiz kalmanın altında yatan en büyük faktör, ailenin çocuğa yanlışları söylemeyi saygısızlık olarak öğretmesidir. Bir neden de korkulardır. Hâlbuki yanlış gelen bir şeyi üslubunca söylemek saygısızlık değildir. Ayrıca da çocukken bilinçaltına yerleşen her şey ileri yaşlarda kayıtlı olarak karşımıza çıkıyor. Bunlar şifalandığı an, o gün o yaşta yaşadığınız olay da şifalanıyor ve özgür kalmış oluyorsunuz. Çocukken duygular ve düşünceler daha temiz oluyor ama ileri yaşlarda daha farklı olmaya başlıyor.

Çocuk yapılan iyi ve kötü davranışı her daim hatırlar.

Her şey gönlünüzce olsun!..
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

YAPTIĞIN HATANIN ARKASINDA DURMAK EN BÜYÜK ERDEMDİR – 2

Sevgili okuyucularım, 19 Eylül 2023 Salı günü yazdığım yazıda, hatalarının arkasında durmak konusuna bugün devam edeceğimi belirtmiştim. O yazımda, insanın hata yaparak büyümesinin doğallığından söz etmiş, önemli olanın bu hataları kabullenmek olduğunu, inkârın olumsuz bir karma yaratacağını vurgulamıştım. Şimdi aynı konuya yine örneklerle devam edelim.

Diyelim ki evinizi temizleyen yardımcınız, çalışırken bir eşyanızı kırdı. İşinden olacağını veya kırılanın yerine yenisini almak zorunda kalacağını düşünerek yalan söylemeye veya inkâr etmeye kalkarsa samimiyet ve dürüstlük olmaz. Neden dürüst davranmadığını sorduğunuzda “Kötü niyetim yok ama işsiz kalacağım korkusuyla inkâr ettim, dikkat ederim bir daha yapmam” diyerek sadece günü kurtarır. Yapılan her olumsuz davranışın karma yaratacağının farkında değildir. Fakat tabii ki yalan her zaman ortaya çıkar. Belki o evde bir daha yapmaz ama bir gün hiç yapmayacağı bir hatayı başka evde yapar ve evin sahipleri fark eder. Böylelikle kendisine başka türlü zarar vermiş olur ama geçmişte kendi yaptığının farkında olmadığı için direkt karşı tarafı suçlar. Çünkü zamanı geldiğinde karma, olumlu ve olumsuz verdiğini alır.

Bir başka örneğe geçelim. Bir restorana gittiniz. Yemek beklediğiniz gibi gelmedi. Durumu ilettiğiniz restoranın şefi, müşteri kaybetmeyi, para kaybetmeyi göze alamadığı için  “Benim haberim yok. Olsa böyle olmazdı.” der.  Hâlbuki gelen yemekten onun da haberi vardır ama başka türlü davranarak hatayı başkasının üstüne yüklemiş oluyor. Oysa olumsuz karma yarattığının, kendisinin de bir gün bunu yaşayacağının farkında diğer deyişle bu bilinç seviyesinde olsa ve müşteriye dürüst davransa karmayı olumluya döndürecektir.

İki sene önce cep telefonumun tamirini yaptırırken esnafın fark ettiğim hatasını kendisine söylediğimde kabul etmemiş “Yok. Siz yanlış değerlendiriyorsunuz.” demişti. Ben de “Peki. Ama bu size olumsuz olarak döner unutmayın. Dürüst davranıp yaptığınız hatayı kabul edin.” diye yanıt vermiştim. Bundan bir buçuk ay önce bir arkadaşım o esnafın müşteri kaybı yaşadığını söyledi. Esnaf yarattığı karmanın sonucunu yaşamış oldu.

Buna benzer yaşadığım çok örnek verebilirim. Böyle insanlar kendilerini hep dürüst olarak görürler hep de doğru iş yaptıklarını, mükemmel, hatasız olduklarını düşünürler. Bunun altında yatan kibir duygusudur. Kimseyi beğenmez, kendi yaptıklarının doğru ve mükemmel olduğuna inanırlar. Mükemmel olmadıklarının farkında olsalar değişim yapacaklar belki ama kibirlerine yenilirler.

Böyle insanlara iş hayatında, özel ve sosyal hayatınızda bir yere kadar yer verirsiniz. Sonra kendileriyle ilgili farkındalıkları olmadığı için hiçbir olumsuz düşünce ve duygu duymadan sevgi ile hayatınızda çıkarırsınız. Çünkü bilirsiniz ki böyle insanlar sürekli hatalarını inkâr edecekler ve siz onlara hatalarını göstermekten yorulacak, o enerjiyi harcamayacaksınız.

 Bazen de söyledikleri ile davranışları aynı olmayan insanlarla karşılaşırsınız. Sürekli inkâr ederler, “Ben öyle söylemedim, sen yanlış anladın.” derler. Sizin de hayatınızda çok olmuştur bir insanın yüzüne gülüp arkasından olumsuz konuşan riyakâr, samimiyetsiz insanlar.

Bir olaya şahit olmuştum. Bir arkadaşımın arkadaşı ilk kez bir araya geldiği ve sadece altı saat gördüğü bir kişi hakkında olumsuz konuşmalar yaptıktan sonra ertesi gün o kişinin sosyal medyada paylaştığı seyahat mesajının altına “İyi yolculuklar tatlım.” diye yorum yazdı. Şimdi bu ne perhiz ne turşu; o kişinin arkasından davranışlarını takdir etmediğini söyle, sonra bunu yaz. Söylediği ile yaptığı davranış bir mi? O insan da “Beni seviyor. Bak, güzel şeyler yazmış.” diyecek. Bu örnek bize davranışı ile sözü bir olmayan kişide büyük sevgisizlik hissi olduğunu, beğenilmek, sevilmek ihtiyacı olduğunu gösteriyor. Tabii ki beğenilmek güzel bir duygu ama doğru davranış gösterdiğinde beğenilmek güzeldir. Kendinde bu eksikliği farkındalıkla görüp uyanışa geçtiğinde bu karanlık yönünü şifalandırmış olacak. O zaman, söylediği ile yaptığı davranış aynı olacak. O zaman karşı tarafa güven vermiş ve samimi gelmiş olacak. İşin kötüsü bu riyakâr davranışıyla aldatma enerjisi veriyor, kendine olumsuz karma oluşturuyor. Çünkü onaylamadığı bir kişiye böyle yazarak onu aldatmış oluyor.

Bu nedenle hayatımızın temel amaçlarından biri yaptığımız hataların farkında olup bunlarla yüzleşerek karanlık yönlerimizi ışığa dönüştürmek olmalı. Yoksa her hata kendimize zarar verir, bu kandırmalarımızın hepsi kendimize döner. Karşı tarafa sadece samimiyetsiz ve güvensiz bir intiba bırakırız.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

YAPTIĞIN HATANIN ARKASINDA DURMAK EN BÜYÜK ERDEMDİR – 1

Sevgili okuyucularım, yaptığı olumsuz davranışları veya söylediği sözleri inkâr eden insanlarla eminim ki birçok defa karşılaşmışsınızdır. Böyle bir durumda tavrınız ne oluyor? Kontrolünüzü kaybedip öfkeyle tepki vermek. Sözünün ya da davranışının yanlışlığını ispat etmeye çalışmak. Kişiyi kendisiyle yüzleştirerek farkındalık getirmek. Hiç uğraşmak istemeyip tamamen hayatınızda çıkarmak. Takındığınız tavır hangisi olursa olsun nedeni tektir: İnkârcının bunu sürekli ve bilerek yaptığını fark etmek.

Aslına baktığınızda yaptığı hatalı davranışları ve söylediği sözleri inkâr edenlerin bu davranışlarının altında hem korku hem de güçsüzlüğün yattığını görürsünüz. İnkâr edip başka nedenler gösterene, biraz da insan sarrafıysanız zaten inanmazsınız. Bir insan güçlü ise cesaretle söylediklerinin arkasında durur, yaptığı davranışın arkasında durur. Böylece hem samimiyetini ortaya koyar hem de dürüstlüğünü. Aynı zamanda güven de verir.

Genellikle insanların psikolojik olarak kendilerini hep haklı çıkarmak ve yaptığı olumsuz davranışları ve sözleri hatırlamamak gibi bir eğilimleri vardır. Ya “Unuttum” ya “İnan ki hatırlamıyorum” veya “Sen bu konuyu açınca ben yanlış anladım öyle ifade ettim” derler. Savunmaya geçerler. Fakat bu insanlar her nasılsa kendilerine yapılan olumsuz davranışları ve sözleri hayatta unutmazlar. Hâlbuki hata yapmak doğaldır, zaten tecrübe dediğimiz de böyle bir şeydir, insan hata yaparak büyür ama hatasını kabul etmezse kendini geliştiremez ve büyütemez. Bu en kötüsüdür çünkü olumsuz bir karma oluşturur. Yaptığı hatayı inkâr ettiği zaman sadece günü kurtarır. Oysa hatayı kabul etse yüzleşip bir karma temizlemiş ve karşı tarafa da bunu söylemiş olur.

Hatasını bildiği hâlde inkâr eden insanların aslında neden inkâr ettiklerine baktığımızda birkaç faktör ortaya çıkıyor.

  • Yalan söylediği için güvensizlik oluşacağını bilmesi.
  • O hatayı yapmak zorunda kaldığına dair açıklayıcı bir neden söylemediği için samimi olmadığını görürsünüz, yine güven oluşmaz.
  • Yalnız kalmak ve dışlanmak korkusu. Hatalı olduğunu kabul ederse güveniniz sarsılacağı için kendisiyle irtibatınızı keseceğinizden korkar.
  • Kendini mükemmel gördüğü için hatayı kabul etmemek.
  • Kendini güçsüz görmek.

Bunlar uyanmak istemeyen insanın arkasına sığındığı gerekçelerdir. Hâlbuki uyanmak isteyen bir insan inkâr etmeden hatasını kabullenip yüzleşir ve karşı taraftan özür diler. Karanlık olan bu inkâr yönünü ışığa çevirmiş olur. Ama uyanmak istemeyen her hatasını inkâr eder ya da başka bir nedenin arkasına sığınır.

Daha açıklayıcı olması için bunu yaşadığım örneklerle anlatayım. Bir arkadaşımla ikimizin ortak bir başka arkadaşımızla yaşadığımız diyalogdan bahsedeceğim. Ortak arkadaşımız birkaç sene önce diğer arkadaşımı sosyal medya hesabından çıkarmış. Sonra bana da söyledi bunu. Nedenini sordum. Onu da söyledi. Kendince haklı olabilir. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra yeniden eklemiş. Ortak arkadaşımız kendisini neden çıkardığını sorunca “Yok, yanlışlıkla oldu,” demiş. Bana da “Ben çıkarmadım,” diyor. Aslında basit gibi görünen bir mesele hatta bazılarınız “Ne var bunda? O zaman çıkarmış şimdi de almış,” diyebilirsiniz.  Olay o değil, davranışının ve söylediği sözün arkasında durmamasıdır. Daha kötüsü ikimize de farklı konuşmasıdır. Öteki arkadaşıma “Yanlışlıkla çıkardım,” diyor bana ise “Yok, çıkarmadım sadece bildirimi kapattım, takibi bıraktım,” diyor. Bu meselenin aslında ne diğer arkadaşıma ne de bana hiçbir faydası veya zararı yok. İnkâr ederek yalnızca kendisine olumsuz karma oluşturuyor. İkincisi de samimiyet yok, dürüst davranmadığı için güven de olmuyor.

Şimdi bunu altında yatan faktörlere bakalım, ne göreceğiz? O anda öfkeli olduğu, kızdığı ve görüşmek istemediği için arkadaşlıktan çıkarmıştı. Doğruyu söylese arkadaşını kaybedecekti. O yüzden söylemedi. Fakat yaptığının hatalı olduğunu görüp bunu kendine yakıştıramadığını sonradan fark etmişti. İnsan ne kadar dürüst olursa bilinçaltında ve bilinçüstündeki travmaları kolaylıkla şifalandırır. Önemli olan hatayı kabullenmektir.

Sevgili okuyucularım, konuyla ilgili örneklere bir sonraki yazımda devam edeceğim.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BİR ŞEY ANCAK DEĞERİNİ BİLENİN YANINDA KIYMETLİDİR.

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

Şimdi sizi hikâyemizle baş başa bırakıyorum.

Vaktiyle ergin bir şeyh, yıllarca yanında yetiştirdiği müridini imtihan etmek ister. Onun eline iri bir pırlanta verip: “Oğlum” der “Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en sonra da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir.” Mürit elinde pırlanta bir bakkal dükkanına girer ve “Şunu alır mısınız?” diye sorar . Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği mücevheri alır; elinde evirir çevirir; sonra: “Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın” der. Mürit teşekkür edip çıkar. Bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği mücevhere ancak bir beş lira vermeye razı olur. Üçüncü olarak semerciye girdir: Buna ne verirsiniz?” diye sorar Semerci şöyle bir bakar, “Bu der “benim semerlere iyi süs olur. Bundan “kaş dediğimiz süslerden yaparım. Buna bir on lira veririm.”

Mürit en son olarak kuyumcuya gider. Kuyumcu mücevheri görünce yerinden fırlar. “Bu kadar büyük pırlantaya nereden buldun?” diye hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. “Buna kaç lira istiyorsun?” Mürit sorar: Siz ne veriyorsunuz?” “Ne istiyorsan veririm.” Mürit, “Hayır veremem.” diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya başlar: Ne olur bunu bana sat. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim.” Mürit emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker.

Şeyhinin yanına dönen mürit büyük bir şaşkınlık içinde macerasını anlatır. Şeyh sorar: “Bundan ne anladın?” Müridin verdiği cevap çok doğrudur: “Bir şey ancak değerini bilenin yanında kıymetlidir.” Şeyh ilave eder: “İşte oğlum sen de, sana verdiklerimi, bildirdiklerimi ve öğrettiklerimi onun kıymetini bilmeyenlere verme. Eğer bir kimseye mutlaka vermek istiyorsan, önce vereceklerinin kıymetini tanıt, onlara saygıyı öğret, sonra ver.” Niceleri vardır ki, nadide güllerden meydana gelen şahane gül bahçesini, dikenli otlardan meydana gelmiş otlar sanır da çiğner geçerler.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KENDİ FREKANSIMIZI NASIL GÜÇLENDİREBİLİRİZ?

Bir dalganın belli bir zaman birimi (genellikle saniye) içerisinde tekrarlanma sıklığına, yani bir saniye içindeki döngü sayısına “frekans” denir. “Hertz” birimiyle ölçülür. Her şey titreşmektedir. Bu nedenle her şeyin frekansı vardır. İnsan bedenindeki her hücrenin kendine göre bir doğal frekansı vardır. Aynı şekilde, her hastalığın, her bakterinin, her virüsün de doğal frekansı vardır. Her hücreyi kendi doğal frekansına döndürmek, bedeni sağlığa kavuşturur. Bedenin frekansıyla çatışan, onu bloke eden dalga boyları ise hastalığa hatta ölüme neden olabilir. Yalnız maddî/fiziksel şeylerin değil, duyguların, düşüncelerin, isteklerin, ilişkilerin, filmlerin, kitapların, dokümanların, toplumsal konuların ve bireysel bilincimizin de frekansı vardır.

Amerikalı Bilim Adamı Dr. David Hawkins , ( 1927-2012) frekanslar , frekansların bilinç düzeylerinde etkisi , ilişkisi üzerine binlerce araştırma yapmış ve ortaya Hawkins bilinç haritası denen Tabloyu çıkarmıştır. Yaptığı deneylerde , yüksek frekanslı duygu ve düşüncelerin ; düşük frekanslı olanlardan daha güçlü ve etkili olduğunu . En yüksek frekansa ulaşmış bir bilincin düşük frekanslı 70 milyon bilinci dengelediğini klinik olarak kanıtlamış ve Power vs Force – An Anato my of Consciousness (Güç Kuvvete Karşı – Bilincin Anatomisi) Kitabında detaylı olarak anlatmış.

Yapılan araştırmalardan kritik seviyenin 200-cesaret olduğu, ölçümü 200 un altında çıkan duyguların düşüncelerin, durumların kişiyi ve çevresini zayıflattığı, yorduğunu, aşağıya çektiğini ortaya çıkartmış.

Bir başka ilginç bulguysa, yüksek bilinç frekanslarının şaşırtıcı sayıda düşük frekansı dengelediği yönünde. Bireylerden herhangi birinin bilinç frekansı yükseldiğinde, çok sayıda düşük frekanslı bilinci etkileyip dengeleme imkanı olması.

Tablo şöyle:

300 seviyesindeki bir kişi 200’ün altındaki 90.000 kişiyi,
     400 seviyesindeki bir kişi 200’ün altındaki 400.000 kişiyi,
     500 seviyesindeki bir kişi 200’ün altındaki 750.000kişiyi,
     600 seviyesindeki bir kişi 200’ün altındaki 10 milyon kişiyi,
     700 seviyesindeki bir kişi ise 200’ün altındaki 70 milyon kişiyi dengelediği görülmüş.

Pozitif ve her şeyi olduğu gibi kabullenen mutlu bir insanın yaydığı enerji, 90.000 insanın yaydığı düşük enerjiyi dengelemektedir.
    Sevgiyi gerçek anlamda yaşayan bir insanın yaydığı enerji,750.000 insanın yaydığı düşük enerjiyi dengelemektedir.
    Barış ve huzur içinde yaşayan bir insanın yaydığı enerji,10 milyon insanın yaydığı düşük enerjiyi dengelemektedir.
    Mevlana lığı yaşayan bir insanın yaydığı enerji,70 milyon insanın yaydığı düşük enerjiyi dengelemektedir.
    Peygamber, Budha seviyesinde yaşayan bir insanın yaydığı enerji ise tüm insanlığın yaydığı düşük enerjiyi dengelemektedir…

Yapılan araştırmalar ve sonuç teyitleri yıllar sürmüş ve yüzbinlerce denek üzerinde çalışılmış.
Hawkins, insanlığın %85’inin 200’ün altında titreştiğini, son dönemde insanlığın ortalama farkındalık seviyesinin 204’e ulaştığını, yani negatif-pozitif sınırını aştığını, ancak insanın anlamlı bir şekilde tatmininin 250’nin altında gerçekleşemediğini yazmaktadır.

Bireyler gibi, toplumların ve kültürlerin, ülkelerin, coğrafyaların da titreşim seviyeleri vardır. Bu titreşimler, o alanda yaşayan insanlar, bitkiler, toprak, hava, eşyalar, binalar vs. tarafından oluşturulmaktadır. 200’ün altındaki enerji alanları, açlık, kıtlık ve hastalıkların çok yaşandığı, cahillik ve işsizliğin çok olduğu, ilkel şartlara sahip ortamlardır. Tatmin edici bir yaşam 250 lerde başlamaktadır. 300’lerde teknolojik ve ekonomik olarak çok gelişmiş bir toplum mümkün olmakta, 400’lerde ise yüksek bir eğitim, bilgi, kültür ve sanat seviyesi yaşanacaktır. 500, başka bir büyük sıçramanın gerçekleştiği bir eşiktir. 500’lerin sonlarında toplum artık spiritüel bir toplum haline gelmektedir. 600, bütün topluma şefkat ve sevginin hâkim olduğu, bütün eylemleri sevginin yönlendirdiği bir seviyedir.

Şimdi tablonun 200 ün altında kalan ve 200 ün üstünde kalan kısımlarına tekrar göz atalım. Sonra dönüp içimize, düşüncelerimize, sözlerimize, dualarımıza bakalım. Biz acaba bu tablonun neresindeyiz. Yaşadığımız yeri, mahalleyi, kenti, ülkeyi, dünyayı iyileştirmek için bizim üzerimize düşen nedir?

Ünlü bilinç araştırmacısı, Dr. David Hawkins, uygulamalı kinesiyoloji yardımıyla insan duygularını Ölçtü ve her duygunun belli seviyedeki enerji frekansına ve gücüne sahip olduğunu ortaya koydu.

Bu tablo Dünyaca kabul edildi. Şimdi onu sizlerle paylaşmak istiyorum.

Öne sunulan teorisi ise:

Her bireyin belli bilinç düzeyi vardır. O düzeydeki değer yargıları, inançlar, düşünceler, kurallar, sınırlar toplumun her bireyinde rezonans yaratır. Toplumdaki rezonans eden duygular hangileri daha çoğunluksa- bireyler ona göre tepki, düşüncelerini, duygularını, davranışlarını sergiler. Kısacası, insanın duyguları belli enerji dalgaları oluşturur, hangi duygular daha baskın hissediliyorsa, onlar rezonans ediyor ve daha fazla yayılıyor etrafa. Her duygu belli düşünce ve hayata bakışı ile bağlıdır.

Örneğin:

Utanç duygusu- duygu derecesi + 20. Duygu ölçümü çok düşür, enerjisi çok düşük. Ölümün bir adım öncesi diyebiliriz. Bu düzeyde kişi intihar tasarısı içindedir. Ya da bir seri katil adayıdır. Kişinin tüm nefretinin kendisine yöneldiğini hayal edin. İşte bu yüzden insanın devamlı utanç duygu içinde yaşaması – en ölümcül olanıdır. Yok edici utanç, öfke, nefret, içe kapanık, hiç hissetme, paranoyak, psikoz, tehlikeli kişilik, sahte gurur.

Suçluluk duygusu- duygu derecesi +30. Utancın bir adım yükseğidir ancak intihar düşüncesi hâlâ varlığını korur. Kişi kendini bir günahkâr olarak görür, eski suç ve hatalardan dolayı kendisini bir türlü affedemez, yargılar. Başaramadıkça, işler yolunda gitmedikçe hep kendini sorumlu tutarı suçlar, yargılar… Veya suçluyu dışarda arar, suçlar, yargılar. Gaddar, kinci, günahkâr, Suçlu, mazoşist, öfkeli, kurban rolü.

Apati/Tepkisizlik- duygu derecesi + 50 Ümitsizlik ve kurban edilmişlik hisleri hâkimdir. Öğrenilmiş çaresizlik baş gösterir. Evsiz ve ailesiz kişiler bu evrede takılıp kalmışlardır. Çaresizlik, umutsuz suçlayıcı, apati, yoksulluk, hissizlik, bitkinlik, bağımlılık (insan, hayvan, madde).

Acı/Keder/Üzüntü- duygu derecesi +75. Bitmez tükenmez bir mutsuzluk, keder ve kaybetme hissi hâkimdir. Diğer deyişle depresyon… Sevdiğimiz bir kişiyi kaybettikten sonra bu safhaya ineriz. Bunlara rağmen tepkisizlik evresinden daha iyidir, çünkü burada uyuşukluktan kaçmaya ve uzaklaşmaya başlamıştır kişi. Devamlı ağlamalı durum, trajedi, drama, kayıp yaşam, bağımlılık, depresyon.

Korku- duygu derecesi +100. Dünyanın tehlikeli ve emniyetsiz bir yer olduğu düşüncesi baskındır. Paranoya da diyebiliriz. Bu seviyenin üstüne çıkmak için genellikle yardıma ihtiyacımız olur. Ya da uzun süre burada kapana sıkışıp kalırız. Tutsak, korku, ceza, kıskanma, endişe, şüphe, totaliter yönetim ve kurtarıcıyı bekleme…

İstek/Arzu- duygu derecesi + 125. Bu duyguyu hedefler koyma ve bunları başarma güdüsüyle karıştırmayalım. Bu düzey bağımlılık, şiddetli arzu ve şehvet düzeyidir. Para, beğenilme, güç ve şöhret için… Tüketicilik, materyalizm evresi de diyebiliriz. Sigara, içki ve yabancı madde kullanımı sık görülür. Kıskançlık, arzu, hayal kırıkları, beklentiler, bağımlılık, para prestij ve güç kazanma tutkusu.

Öfke- duygu derecesi + 150. Düş kırıklığı ve hüsran baskındır. Özellikle de daha alt düzeydeki arzuların tatmin edilmemiş olmasından kaynaklanır. Bu düzey ya sizi üst düzeylere ilerlemek için kışkırtır ya da öfke içine hapseder. Yıpratıcı ilişkilerde genellikle taraflardan biri öfke düzeyinde, diğeri de korku düzeyindedir. Kızgınlık, şiddet, saldırganlık, kavgacı, çabuk parlayan, abartılmış arzuların çaresizliğini yaşama…

Kibir/Gurur- duygu derecesi + 175. Kendimizi yavaş yavaş iyi hissetmeye başladığımız basamaktır. Ancak bu, yanlış bir histir. Çünkü dışsal etkenlere dayanır; para ve prestij gibi… Bu yüzden zarar verici ve yıpratıcıdır. Gurur düzeyi kişileri koyu milliyetçiliğe, ırkçılığa ve din savaşlarına sürükler. Nazileri düşünün. Akıl dışı bir yadsıma ve savunma söz konusudur onlarda! Dinsel tutuculuk da bu düzeyde kendini gösterir. Kişi inandıklarıyla öylesine bütünleşmiştir ki, inançlarına yönelik bir tehdidi kendi varlığına yönelik bir tehdit olarak algılar. Şaşkın ego, mağrur, talepkâr, toplumdan onay beklentisi, milliyetçilik, politik, dinsel veya töre, gelenek tutumları. Duygusallığa önem vermeme, soğuk mantık.

Cesaret- duygu derecesi + 200. Hakiki güç düzeyidir. Burada yaşamı ezici ve bunaltıcı değil kışkırtıcı ve heyecan verici görmeye başlarız. Kişisel gelişimimizin kokusunu alırız yavaş yavaş. Ancak bunu yetenekleri geliştirme, kariyer yapma, eğitim ve benzeri şekilde tariflerle ifadelendiririz. Geleceği geçmişin bir tekrarı değil, bir gelişim süreci olarak görürüz. Güç, cesaret, yeniyi deneyimleme, özelleştireye açık, gelişime açık, üretkenliğe geçiş.

Tarafsızlık- duygu derecesi + 250. Bu düzey en iyi “yaşa ve yaşat” ilkesiyle özetlenebilir. Kişi esnek, rahat ve bağımsızdır. Kimseye hiçbir şeyi ispat etme derdinde değildir. Kendini güvende hisseder, çevresiyle ilişkileri gayet iyidir. Serbest meslek sahibi kişilerin büyük kısmı bu evrededir. Çok rahat bir düzeydir. Kişi kendi kendine yeter, bazen de tembelliğe yatar. İhtiyaçlarını önemser ama onlar için kendini zorlamaz ve tehlikeye atmaz. Çok da önemli değildir hani! Nötr, güven, deneme, tatmin, içsel gücün ve güvenin başlangıcı, yargılamayan, özgürlükçü.

Hazırlık- duygu derecesi + 310. Şimdi kişi güvende ve rahattır. Enerjisini etkin bir biçimde kullanmanın zamanı gelmiştir. Kendi kendine yetmek artık yeterli değildir. Daha iyisini, hatta yapabileceğinin en iyisini yapmayı kafasına koyar. Tarafsızlık evresinde önemsemediği zaman yönetimi, verimlilik, organize olma kavramları üzerine kafa yorar. Bu düzeyi istek ve öz-disiplinin gelişmeye başladığı düzey olarak kabul edebiliriz. Bu evrede kişiler toplumun şövalyesidirler; başarırlar ve aksiliklerden şikâyet etmezler. Bilinç daha organize ve disiplin altına alınmış haldedir. Optimist, teşvikli, umut eden, açık fikirli, istekli, dost, bütüne katkıcı, yüksek özsaygı.

Kabul etme- duygu derecesi + 350. Kişi dünyadaki rolünün getirdiği sorumlulukları kabul eder. İnisiyatif fırsatlarına karşı tetikte ve uyanıktır. Bu düzeyde kişi yaşamı üzerinde daha yetkilidir ve yeteneklerini keşfedip kullanmaya başlar. Hedefler koyma ve bunlara ulaşma evresidir. İyi gitmeyen bir şeyler olursa (kariyer, sağlık, ilişkiler…) kişi ne istediğini belirler ve bu doğrultuda gerekli değişimleri gerçekleştirir, adımları atar. Yaşamının büyük resmini belirgin bir şekilde görüyordur artık. Bu dönemde kişiler yeni kariyer olanakları yaratırlar, yeni mesleklere yönelirler ya da farklı beslenme şekilleri uygularlar.

Bu düzeyde olan insanlar- radikal affetmeye açık, manevi yaşama ve bakış açıları açık. Bu düzeydeki insanlar devamlı kalınca hayatları 3D’den – 4D’ye geçmektedir.

Beden- Bilinç – Ruh – Dönüşüm noktasındalar.

+350 Duygu düzeyinde kalabilmeleri de en kolay yol – radikal affetme sağlamaktadır.

Ayrıca bu seviyede uzun süre kalan insanın sosyal yaşama ve diğer insanlara olumlu ve dönüştürücü etkisi + 200 000 kişi.

Kısacası 1 kişi+ 350 de iken etkisi + 200 000 kişiyedir. Yani bu kişilerin enerji vibrasyonları ve duyguları yükseltmektedir.

Kaynak: (David Hawkins Power & Force kitabı)

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BARIŞ BENİM İLE BAŞLAR- 7

Sevgili okuyucularım, geçen ay bilinçli ve bilinçdışı anıların, olumsuzlukların temizlenmesi için yapılan ve “ho’oponopono” adı verilen bir arınma çalışmasını paylaşmıştım. Bu ay da farklı konular için aynı şekilde yapmanız gereken bu arınma çalışmasını dört madde hâlinde paylaşıyorum. Düzenli olarak yaptığınızda gerçekten kendinizde inanılmaz bir olumlu değişiklik göreceksiniz. Özellikle zihniniz, ne kadar berraklaşırsa o kadar huzurlu olur. En önemlisi berrak bir zihin her zaman doğru karar almanızı sağlar. Çünkü zihin olumsuzluklarla dolu olduğu zaman doğru karar bile alamıyorsunuz. Disiplin ve azimle yapılan çalışmalardan her zaman olumlu karşılık alınır. Çalışmaya geçmeden önce bununla ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum. Geçen ay bu bilgiyi paylaşmıştım fakat belki ilk defa okuyacak olanlar vardır. Onlar için yinelemekte fayda görüyorum.

Ho’oponopono yöntemi; karşımızdaki insanın yaşadığı bir sorunu duyduğumuz, öğrendiğimiz anda bizim sorunumuz olarak algılayıp kendi içimizde bundan arınarak karşımızdakini de arındırma yolunu öğretiyor. Sadece insanları değil her şeyi arındırıp temizlemenin yoludur bu. Olumsuz durumlardan kurtulmanın bir yöntemidir.

Ho’oponopono, Havai halkının kullandığı bir kendini arındırma yöntemidir. Bu yöntemi Joe Vitale’in kitabı “Zero Limit” aracılığı ile batı dünyasına tanıtan ve meşhur eden kişi Dr. Ihaleakala Hew Len oldu. Doktorasını Iowa Üniversitesi’nde yapmış olan Dr. Ihaleakala Hew Len, uzun yıllar Havai Devlet Hastanesi’nin suç işleyen akıl hastaları ile ilgilenen adli biriminde uzman psikolog olarak çalışmış. Hastalarıyla elde ettiği mucizevi sonuçlar çok ilgi çekmiş. Kullandığı yöntemler öyle etkiliymiş ki zamanla yatan hastaların tümü taburcu edilmiş, sonunda dört yıl içinde birim kapatılmış. Dr. Len’in kullandığı bu yöntem, 1982 Kasım’ından beri güncelleştirilmiş Ho’oponopono uygulaması yapan Hawaiili şaman Morrnah Nalamaku Simeona sayesinde ortaya çıkmış. Tüm dünyada bu yönteme ün kazandıran, öğrencisi Dr. Ihaleakala Hew Len ve Joe Vitale oldu.

Şimdi çalışmaya geçelim:

1)”İçtenlikle, açık ve net bir şekilde iletişim kurmamı engelleyen içimde, bana, aileme, atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda bütün boyutlarda bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono”

“Seni Seviyorum”

“Özür Dilerim”

“Lütfen Beni Affet”

“Teşekkür Ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

2)”Hızlı, kolay ve etkin bir şekilde öğrenmemi, hafızamın güçlü olmasını engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda bütün boyutlarda bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono”

“Seni Seviyorum”

“Özür Dilerim”

“Lütfen Beni Affet”

“Teşekkür Ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

3)”Mutlu, dengeli ve uyumlu bir duygusal ilişki kurmamı ve sürdürmemi engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda bütün boyutlarda bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono”

“Seni Seviyorum”

“Özür Dilerim”

“Lütfen Beni Affet”

“Teşekkür Ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

4)”Bağımlı ilişkilerimden özgürleşmemi engelleyen içimde bana aileme atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda bütün boyutlarda bütün evrenlerde temizlenip arınıp şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono”

“Seni Seviyorum”

“Özür Dilerim”

“Lütfen Beni Affet”

“Teşekkür Ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

Kaynak: Dr.Ihaleakala Hew Len ve Berna Özcan

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

OKUL SEÇERKEN ÇOCUĞUN DA FİKRİ ALINMALI

Anılarıma kaldığım yerden devam ediyorum. O yıllarda beş yıl süren ilkokulu bitirip de ortaöğretime başlamaya hazırlanan çocuk artık her bakımdan büyüyor. Büyüdükçe gözlemleri de farklı olmaya başlıyor. İşte yavaş yavaş büyüyen çocuk sandık başında geçip elinde sıkı sıkı tuttuğu anahtarla heyecanla sandığı açıp bir anıyı serbest bırakıyor.

Okulun bitmesine üç ay kalınca gideceğim ortaokulla ilgili araştırmalar başladı. Ailem beni ablamın gittiği ortaokula gönderme kararı aldı. O okulun eğitimi ve öğretmenleri bakımından iyi olduğunu hem ablamdan hem de çevreden edindikleri bilgiler doğrultusunda biliyorlardı. Bir de çok eski bir okul olduğu, 1911’den beri hizmet verdiği, çok başarılı öğrenciler yetiştirildiği için o okula kaydımın yaptırılması konuşuluyordu. Velim olan amcam direkt olarak ablamın okuluna gönderilmemi istiyordu. Tabii ki ben sadece dinliyordum. Kimse bana fikrimi sormuyordu. Bundan duyduğum rahatsızlığı anneme söyledim. Annem, “Senin için hangisi iyi ise ona karar vermeye çalışıyoruz. Ablan da o okulu bitirdi ve üniversiteyi kazandı,” diyerek okulun eğitim kalitesinden bahsetti.

Benim içinse en önemlisi arkadaşlarımdan ayrılacak ve üzülecek olmamdı. Arkadaş derken kastettiğim kendime çok yakın bulduğum iki arkadaşımdı ve aslında onlarla paylaşımlarımın azalacağından endişeliydim. Çünkü üçümüz aramızda konuşurken aynı okula gitmeye karar vermiştik. Aslında evlerimiz birbirine yakındı fakat okulda beraber geçirdiğimiz vakit o kadar güzeldi ki o güzellikleri hep yaşamak istiyorduk. Benim için de Sefa ve Zeynep ile vakit geçirmek çok güzeldi. 

Bir de o dönemde en çok yapmak istediğim spor basketboldu. Fakat okulumuzda koşullar uygun olmadığı için ortaöğretime başladığımda basketbol öğrenmeyi, okul takımında oynamayı planlıyordum. Bu yüzden gideceğim okul bu açıdan da önemliydi benim için. Ama dediğim gibi ailem benim adıma karar vermişti.

Bu arada 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı yaklaşmıştı. Kardeşim yine bando takımda yer alıp trampet çalacaktı. Ben sadece yürüyüşe katılacaktım. Aynı zamanda öğretmenimiz beni 23 Nisan’da okulda oynanacak piyese seçmişti. Hem o piyese hem de okullar arası atletizm müsabakasına hazırlanıyordum. Fakat bir sabah uyandığımda kendimi iyi hissetmediğimi fark ettim. Servise binmek için evden çıkarken çok halsizdim ve belimde çok ağrı vardı. Yine de anneme bir şey söylemeden servise bindim. Okulda ağrım şiddetlendi. Bir an önce öğlen olmasını ve eve gidip yatmayı istiyordum. Nihayet eve döndük. Annem beni görünce hemen anladı, “Neyin var?” dedi. “Hastayım, belim çok ağrıyor ve halsizim,” deyince ateşimi ölçtü. Ateşim yüksek çıkınca “Bana neden söylemiyorsun sabah okula giderken?” diye çıkıştı. Annem bir yerimiz ağrıyınca hemen söylememizi isterdi ama ben öyle hafif hastalıkların ve ağrıların üstünde durmaz sadece gerçekten artık doktora gidecek durumda olduğum zaman söylerdim. Annem de bu huyumu biliyordu. Beni hemen bebekliğimizden beri bize bakan doktorumuzun muayenehanesine götürdü. Doktor hastaneye gitmemiz ve bazı tahliller yaptırmamız gerektiğini söyledi.

Tahlilleri yaptırıp eve döndük. Gerçekten unutmayacağım kadar şiddetli ağrı çekiyordum ve çok ateşim vardı. Her zamanki gibi sesimi çıkarmadan yatıyordum. O gün de anneme bir akraba misafir olarak gelmişti. Annem hem benimle hem de misafirle ilgilenmek zorunda kalmıştı. Annemin yüzündeki o üzüntüyü görüyordum. Ertesi gün hastaneye gidip tahlillerin sonucunu aldık. Böbreklerimden kum döktüğüm ortaya çıkmıştı. O kadar ağrının sebebi döktüğüm kummuş. İlaçlar verildi. Doktor evde istirahat verdi, kumlu yiyecekler yemememi söyledi. Bunların başında çilek, ıspanak ve mercimek geliyordu. Listeyi görünce tabii ki üzüldüm. Çünkü özellikle çileği ve mercimeği çok seviyorum. Bunlardan nasıl vazgeçecektim?

Bir de okula gidemediğim için 23 Nisan törenlerine katılamayacaktım, piyeste oynayamayacaktım. Çok üzülmüştüm. İki hafta kadar okul gitmedim. Kardeşim okuldaki ödevlerimi getiriyordu evde yapıyordum ve yine kardeşim götürüyordu. Tabii ki sürekli yatmak bana göre değildi. Çünkü yatmayı sevmiyordum. Mutlaka bir şeyler yapmak istiyordum. Fakat kalkıp yorulduğumda tekrar ağrılar başlıyor ateşim yükseliyordu. Bir türlü düşmeyen ateş yüzünden iki günde bir hastaneye gitmek ve tahliller yaptırmak çok hırpalamıştı. İki hafta sonra tekrar okula başlamak ve arkadaşlarımla buluşmak beni çok çok mutlu etmişti. Çünkü aslında kendimi iyi hissettiğim hâlde doktor müsaade etmediği için evde kalmak beni sıkmıştı. Çok hasta olmadıktan sonra yatmayı, bir şey yapmamayı boşa geçilmiş vakit olarak görüyordum.

Çocuğun eğitiminde karar verici ailelerdir fakat ailenin kararı kadar çocuğun isteği de çok önemlidir. Çünkü çocuk istediği okula giderse mutlu olarak derslerini çalışır. İlkokulu bitiren çocuk okul seçecek yaşa gelmiştir. Onun da fikri alınmalıdır. Ayrıca iyi eğitim veren okullar seçilirken çocuğun o okulu kaldıracak kapasitesi olup olmadığına da bakılmalıdır. İleri yaşlarda meslek seçiminde de ailelerin etkisi büyük oluyor. Aile çocuğunu çok iyi tanımalıdır. Ailenin kendi isteği değil çocuğun mutlu ve başarılı bir eğitim alması önemlidir. Başarı zaten severek okula gitmek ve severek derslerine çalışmaktan gelir. Ablamın gittiği okul çok iyi bir eğitim verdiği ve o okuldan mezun olanlar üniversite sınavında başarılı oluyor diye, öğretmenleri gerçekten iyi ve ciddi diye beni de o okula yönlendirmeleri, sevdiğim ve anlaştığım arkadaşlarla aynı okulda okumayı çok istediğim hâlde onlardan ayrılmak beni üzüyordu. Bunları dile getirmiyordum fakat içimde yaşıyordum. Fazla konuşmayı sevmediğim için dile getirmiyordum isteklerimi. Ama kendim karar vermek isterdim.

Sporu sevdiğim için ortaöğretimde tam olarak ciddi şekilde bir spor dalıyla ilgilenmek ve sürdürmek istiyordum örneğin. Aileler çocuklarına sporu sevdirmek için biraz olsun desteklemelidir. Çocuk eğer spora ilgiyi küçüklükten kazanmış ise büyüdükten sonra bir spor dalı ile uğraşıyor ve yapıyor. Çocukluktan iyi bir alışkanlık kazanmış oluyor.

Milli bayramlar benim için hep çok önemli olmuştur. Okul yıllarından beri o törenlere katılmak ve o bayramları coşku ile kutlamak ayrı bir mutluluk ve kıvanç verir. Bayramlarda kalbimde bir heyecan olur, o günler benim için farklıdır. Televizyon karşısına geçip o günün anlamını belirten filmler ve tarihi anlatımları seyretmek için sabırsızlanıyordum. Onları seyrederken annemle hep yaşanan savaşları konuşurduk. Annem bana kendisi küçükken dedesinden dinlediği savaş anılarını anlatırdı. Onların nasıl bir dönemden geçtiklerini anlatırdı. Bir çocuk daha küçükken yaşadığı ülkesinin tarihini öğretilmelidir ve öğrenmek için çaba sarf etmelidir. Çocukken kazanılan bu güzel alışkanlıklar ileri yaşlarda insanı daha farklı noktaya getiriyor. Aslında çocukta kültürel gelişim öğretim yıllarında başlıyor.

Çocuğun her bakımdan gelişmesi sadece aileye bağlı kalmakla olmuyor, çocuk kendisi de isteyecek. Hem sanat hem spor hem kültür olarak.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BAŞKALARI İÇİN YAŞAMAK MUTSUZLUK GETİRİR

Hayatınızın ipleri kimin elinde? Sevgili okuyucularım, gelin bugün birlikte bir muhasebe yapalım. Doğduğumuzdan daha doğrusu kendimizi bildiğimiz yaşlardan bugüne hayatımıza kimlerin veya nelerin yön verdiğini düşünelim. Sonra da şunu soralım: “Hayatımın en önemli kararlarını alırken ne etkili oldu?” Yanıtımız, “Kendi isteklerim,” ise sorun yok. Ama “Başkalarının düşünceleri,” diye yanıtlıyorsak, kendi mutluluğumuzu hep arka plana atmış, başkalarının mutlulukları ile kıyaslama yaparak yaşamışız demektir.

James F.Cooper ne güzel demiş, “Mutlu olmak istiyorsan, kendini başkalarıyla karşılaştırma.”

Çoğu insan maalesef mutsuz yaşıyor. Nedeni de hayatta yapmak istediklerini yapamamış olmaları. Adına ister toplum baskısı ister el âlem lobisi, ne derseniz deyin, başkaları tarafından ayıplanmak, yargılanmak, eleştirilmek korkusu önlerinde kocaman bir engel olmuş ve almak istemedikleri kararlara mecbur bırakmış onları.

Bu mecburiyet daha çocukken aileden başlıyor ve eğitim, meslek ve eş seçimi dâhil insanın neredeyse hayatının tamamı boyunca aile en temel baskı kaynağı olmayı sürdürüyor. Ebeveynler ya başkalarının düşüncelerinden çekindikleri için çocuğun yapmak istediklerine sınırlama getiriyor veya gerçekleştiremedikleri kendi hayallerini çocuklarının yerine getirmesini istedikleri için baskı kuruyor. Bu baskı altında çocuk kişilik edinemiyor, ruh özgürlüğü kısıtlamış olarak büyüyor. Ailesinin isteklerini yerine getirmek en temel amacı oluyor. Bir anlamda kendi mutluluğunun önüne bir perde çekiyor. Aile ile başlayan bu, başkalarının beklentilerine göre yaşama güdüsü, arkadaşlar ve çevre ile devam ediyor ve gerçek mutluluğun ne olduğunu hiçbir zaman öğrenemiyor. Bu sefer şikâyet mekanizması devreye giriyor ve “Hayatta hiç kendim için bir şey yapmadım. Sürekli ailem için, çevre beni yargılamasın, eleştirmesin diye yaşadım,” diyor.

Oysa mutluluk en başta insanın kendisini tanıması, kendisi için yaşamasıdır. Eğer başkaları için yaşamaya başlarsanız kendi öz benliğinizden uzaklaşırsınız. Aynı şekilde başkalarının davranışlarını, yaşayış biçimlerini kendi hayatınıza monte etmeye, başkalarına benzemeye çalışırsanız başkasının hayatını diğer bir deyişle başkasının kalıbında yaşamış olursunuz. Tıpkı sizin olmayan bir giysiyi giyip içinde rahat edememek gibi.

Aslında başkalarına benzemeye çalışmak gerçekte taklit etmektir. Bunu “ilham almak” olarak değerlendirenler de var ama aradaki ince çizgiyi iyi ayırt etmek gerekiyor. Taklit etmek başka ilham almak başka. Bu konuyu ileride daha ayrıntılı ele alacağım için şimdilik küçük bir örnekle anlatmak yeterli olur sanırım.

Sizin giyim tarzınıza uymadığı hâlde başkasında gördüğünüz bir tarzda giymeye başlarsanız bu bir taklit olur fakat o kişinin tercih ettiği renkler, modeller ve aksesuarlardan yola çıkarak kendinizdeki eksiklikleri görüp farklı alternatiflerle tamamlamayı öğrendiğinizde bu bir ilhamdır. Tıpatıp giyinmek bir taklittir.

Biri güzel yemek yapmıştır. Siz ondan görürsünüz. Aynı şekilde yapmaya çalışırsanız taklit olur ama farklı malzemelerle süsleyip sunduğunuzda ilham almış olursunuz. İlhamda öz benliğin, yaratıcılığın kullanılması vardır.

Bazen bunu sosyal medyada görürüz, başkasının paylaşımlarının tıpatıp aynısını yaparak taklit ederler. Beğendiği bir paylaşımlardan ilham alarak o kişinin paylaşımını paylaşmak taklit olmuyor. Kendi yaratıcılığını kullanmak yerine başkasına benzemeye çalışan insan ne yazık ki kendi olmaktan çıkıyor. Eğer içinden gelmeden başkaları beğensin, onay versin, takdir etsin diye yapıyorsa başkaları için yaşamış oluyor. Bir süre sonra da mutsuzlaşıyor ama mutlu olduğunu sanıyor.

Örneğin başkası yapıyor diye tenis oynuyor, yeteneği olmayınca bırakıyor. Başkası piyano çalıyor diye ona heves ediyor, yeteneği olmadığı için hayalleri yıkılıyor.

Aynı durum seyahatlerde de çok yaşanıyor. Bir bakıyorsunuz “O kişi şu ülkeye gitmiş ben de gitmeliyim,” diye kendi kişiliğinden uzaklaşarak başkası gibi yaşamaya çalışıyor, taklit ediyor. Aslında belki seyahat etmek istemiyor ama “Bak ne kadar çok ülke gördü,” desinler diye sırf başkaları için bunu yapıyor. Kendi için yaşayan, mutlu olmak isteyen etrafa gösteriş yapmaz. Onay ve takdir için yapmaz. Kendini tanıdığı için “Etraf ne der?” diye yaşamaz.

Öz güvenli ve ne istediğini bilen, başkasının ne diyeceğini düşünmez. Kendini sürekli başkalarıyla kıyaslayan insan kendi gelişiminin önünü kapattığı gibi öz güveni de yoktur. Bunu daha çok evliliklerde, eğitimde, iş ve sosyal çevrede görüyoruz.

Ailelerin en büyük yanlışlarından biri çocuklarını evleneceği kişi konusunda yönlendirmeleridir. Çocuklarının sevdiği, mutlu olacağı biriyle evlenmesini desteklemek yerine özellikle maddi olanakları, kariyeri elverişli olanı tercih etmesini istiyor ve çoğu zaman da zorluyorlar. Bazen de aile zorlamasa da çocuk, çevrenin onayını ve takdirini kazanmak için sahte bir mutlulukla istemediği bir evlilik yapıyor. Fakat bir süre sonra aslında mutsuz olduğunu fark ediyor. Eşinin her davranışında hata aramaya başlıyor. Hâlbuki kendi istediği hayatı yaşamak için evlilik yapmış olsa mutlu olacak.

Şahit olduğum bir olayı anlatayım. Bir yaz tatilinde bir aile ile tanıştım. Anne, yüksek eğitim görmüş mevki sahibi bir kadın. Evlilik çağında bir kızı vardı. Kadın, her anne gibi evladının mürüvvetini görmeyi çok istediğini anlatırken çok ilginç bir şey söyledi. “Kızım evlensin fakat boşansın. Yeter ki evlilik yapsın da çevremdekiler kızım için olumsuz yorum yapmasın.” Hem kızının mürüvvetini görmekten söz ediyor hem de onun mutsuz olup olmayacağını önemsemeden sırf başkaları için istiyor. Bunun gibi birçok aile çocuklarının evlilikle ilgili tercihlerine saygı göstermeyip olumsuz cevap veriyor. Çünkü şartlar çok iyi olursa çocuklarının mutlu olacağını sanıyorlar.

Bu, eğitim konusunda da iş konusunda da böyle. Sırf annesinin veya babasının içinde ukde olduğu ya da başkalarının çocukları ile kıyaslandığı için ilgi duymadığı bir bölümde okuyor sonra yıllarca mesleğini sevmeden mutsuz çalışıyor. Belki mutsuz çalıştığı işte geliri ve olanakları çok iyi ama içindeki mutsuzluğu maddiyat kapatabiliyor mu? Hep hayallerini erteliyor, “Emekli olunca yaparım,” diyor. Emekli olduğunda da ya sağlığı ya da şartları elvermiyor. Mutlu olduğu işi yaptığında hem işte daha verimli olacak hem kazancının bereketini görecek, en önemlisi de mutlu olarak yaşayacak.

Gezmeye gidecek, o sırada birisi arayıp “Evdeysen geleyim,” diyor. Ayıp olmasın diye kabul ediyor misafiri fakat aslında gideceği yere gidemediği için mutsuz oluyor. Basit bir konu gibi görünse de aslında bir başkası için o kısa zaman içinde mutsuzluk yaşıyor.

İstemediğiniz şeylere “Hayır,” diyemediğiniz ve sürekli başkalarının isteklerini yerine getirip kendi isteklerinize kulaklarınızı tıkadığınız zaman mutsuzluk yaşıyorsunuz. Kendiniz isteseniz de aileniz veya çevrenizin ayıp olmasın diye ya da zorla “hayır” kelimesini kullandırmamaları da mutsuzluk getiriyor.

Bir olayda hakkınıza sahip çıkmamak, dile getirememek de sizi mutsuzluğa götürüyor. Çünkü söylemek isteseniz de yine iş çevresi olsun, aile olsun, arkadaş olsun sizi yanlış anlayacak diye, küsmesinler diye, ayıp olmasın diye söylemiyorsunuz ve kendiniz olamıyorsunuz. Kendi istediğinizi değil başkalarının istediklerini yapıyorsunuz. Aslına bakarsanız onlar sizin ruh özgürlüğünüzü kısıtlamış oluyor. Ruh özgürlüğünün kısıtlanması da bütün olumsuz duyguların oluşmasına yol açıyor. Bunlardan bir tanesi öfke. Yıllarca isteklerini yapmayan ve kendi gibi yaşamayıp başkası için yaşayan insanların içinde öfke birikir. Kendini sevmemek, kendine değer vermemek de olumsuz duygular olarak ortaya çıkıyor. Düşünün, içinizin bir tarafında mutsuz olarak yaşıyorsunuz, bütün imkânlara sahipsiniz ama o mutsuzluk hep orada duruyor, kendinizi değersiz hissediyorsunuz.

Mutsuz bir insan sürekli mutlu insanlarla kendini kıyaslamaya başlar. Kıyaslamanın sonu kıskançlığa kadar gider. Niçin? İnsan kendi istediği şekilde değil de ailesi ve çevresinin istediği hayatı yaşayıp mutsuz olduğu için.

Sevgili okuyucularım, insanın kendini sevmesi, öz güvenli olması, kendine değer vermesi, kendini tam anlamıyla tanıması, hiç kimsenin etkisi altında kalmadan mutluluk yaşaması için ruhunun özgür olması gerekiyor. Sürekli aile ve çevrenin istekleriyle var olmaya çalışmak bir hapishanede demirli parmaklıklar arasında yaşamak gibidir.

Şimdi elinize bir kâğıt ve kalem alın. Bugüne kadar yapmak istediğiniz ama sizi engelleyen, başkalarına ters düşer endişesiyle yapmadıklarınız, onlar için vazgeçtikleriniz, içinizde kalıp mutsuz olduğunuz ne varsa listesini çıkarın. Başlangıçta yazacak bir şey bulamazsınız, hep kendi istediklerinizi yapmışsınız gibi gelir. Fakat birkaç dakika sonra listeye yazdıklarınız sizi bile şaşırtacaktır. Sonra ne mi yapmalısınız? Sonrası size kalmış. Ya listeye nokta koyarsınız ya da hayat boyu yazmaya devam edersiniz.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BİR KİLO TEREYAĞI

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

Şimdi sizi hikâyemizle baş başa bırakıyorum.

Yaşlı adamın eşi evde tereyağı yapıyordu, kocası ise her gün yakınlarındaki bakkala götürüp satıyor, onunla geçiniyorlardı.

Bakkal adamın getirdiği tereyağını hiç tartmıyordu.

Ancak bir gün acaba dedi, adam gittikten sonra tereyağını tartıya koydu, 900 gram olduğunu görünce çok öfkelendi ve yarın geldiğinde bunun hesabını sorar bir daha da ondan alışveriş yapmam diye düşündü. 

Ertesi sabah yaşlı adam elinde tereyağı içeriye girdi.

Bakkal sert bakışlarıyla:

“- Bir daha senden tereyağı almayacağım” dedi.

Yaşlı adam üzülerek:

“- Efendim bir yanlışım mı oldu?” dedi.

Bakkal,

“- Efendim senin bana verdiğin tereyağını tarttım 900 gram geldi ayıp değil mi bu yaptığın?” dedi.

Yaşlı adam utanarak başını yere eğdi ve:

“- Efendim bizim terazimiz yok, sizden bir kilo şeker almıştık onu tartı olarak kullanıyoruz”  dedi.

Bakkal utancından ne yapacağını şaşırdı.

Hikayeden çıkarılacak ders: 

Hayatta, ne verirsen onu alırsın. Kimseyi aldatmayın. Dürüstlük ne olursa olsun her zaman kazanır. 

İyi veya kötü ne yaparsak yapalım bir gün kendi niyetimizle yüzleşmek zorunda kalacağımızı unutmamalıyız.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com