İŞİN SIRRI;MUTLULUĞU DIŞSAL KOŞULLARDA DEĞİL İÇİMİZDE ARAMAKTA

 
 


“Mutlu insanlar; her şeyin en iyisine sahip olanlar değil, sahip olduklarını kaybetmeyecek kadar çok sevenlerdir.” Charles Bukowski

Biz insanlar hayatta en çok mutlu olmak isteriz. Mutluluk ile ilgili yüzyıllardır çeşitli tanımlamalar, araştırmalar yapılmıştır. İsteklerimiz olduğu zaman mutlu olduğumuzu sanıyoruz (ev, araba, iş, seyahat, evlenmek, sevgili, para vb). Kendi içimize dönüp, şöyle bir düşünelim; tüm bu isteklerimiz gerçekleşmesine rağmen mutlu muyuz? Küçük şeylerden mutlu olmayı biliyor muyuz? Küçük olaylardan mutlu olmaya niyetli miyiz? Yoksa kalbimiz ve gözlerimiz bizi mutlu edecek “büyük hazineler” peşinde mi?   Etrafımda gözlemlediğim kadarıyla, eve, arabaya, işe, zenginliğe sahip olsalar da mutlu olmayan milyonlarca insan var. İşte tam da bu noktada “Hayatımız boyunca bizi mutlu edecek şey nedir?” diye sorsam verebileceğimiz tek bir cevap var mıdır? Beni hayatım boyunca ‘şu’ mutlu eder diyebilir miyiz? 

Mutluluk arayışımızda genellikle dışarı bakarız. Bu yüzdendir ki bu sorulara net olarak bir cevap veremeyiz; bizi şu an mutlu edecek şeyin hayatımız boyunca hep mutlu edecek şey olacağından emin olamayız. Mutluluk denklemimizi “Her şeye sahip olmak = Mutlu olmak” diye kuruyoruz. Sonrasında daha büyük bir hayal kırıklığı yaşıyoruz ve daha da mutsuz hissediyoruz. Çünkü en ufacık bir olumsuzluk bakış açımızı etkiliyor.

Pek çok insanın yaşadığı türlü zor koşullara rağmen mutluluğunu, güven ve umutlarını koruyabildiğini biliyoruz. Her gün sayısız örnekle buna şahit olabiliyoruz. İşin sırrı; mutluluğu dışsal koşullarda değil içimizde aramakta. Çünkü dış dünya üzerindeki kontrolümüz her zaman mümkün değil. Olduğu zamanlarda ise bu kontrol geçici ve kısıtlıdır. Oysa iç dünyamızda hayatın bize sunduğu zorlu koşullar ve engellerin kontrolünü sağlamak daha kolaydır. Düşüncelerimize, zihnimize bakabilmek, yaşadığımız şeylere bakış açımızı değiştirebilmek bizim elimizde olan ve geliştirebileceğimiz bir yeteneğimizdir.

Hayatta büyük şeylerden herkes mutlu olur. Önemli olan küçük şeylerden mutlu olabilmektir.

Eviniz de otururken radyoyu açtığınızda en sevdiğiniz şarkıya denk geldiğinizde yüzünüzde tebessüm oluştuğunda, size mutluluk vermiyor mu? Aylardır görüşmediğiniz bir arkadaşınızdan güzel haberler aldığınızda sizin o anda içinizde bir mutluluk oluşmuyor mu? 

Kimileri mutluluğu maddi alanda, kimileri manevi alanda, kimileri ise hem maddi hem manevi alanda edinilebilecek bir ruhsal hal olarak ele almışlardır.

Her zaman, bizden daha iyi durumda olanları değil, bizden daha zor durumda olanları düşünmektir mutluluk.

Bir insana seni seviyorum demek, bir güzel söz söylemek, bir tatlı bakış kondurmak, bir demet çiçek vermektir mutluluk…

İnsanların gönlüne taht kurabilecek ahlak ve terbiyeye sahip olabilmektir mutluluk…

Bir çift tatlı sözdür, sarılmaktır mutluluk…


Affetmektir, gerektiğinde özür dilemektir, sevmektir, sevilmektir mutluluk…

 

Aslında mutluluk insanın içinde saklıdır.

Bir hikâye aktarayım:
“İnsanoğlu mutluluğu hep hor kullanıyormuş…
Hep şikâyetçi hep bıkkınmış…
Bir gün melekler mutluluğu saklamaya karar vermişler…
Saklayalım, zor bulsunlar.
Zor buldukları için belki kıymetini bilirler diyerek başlamışlar tartışmaya.
Mutluluğu saklamak kolay değilmiş,
Çünkü kimisi ”Everest’in tepesine saklayalım” demiş.
Kimisi ”Atlas Okyanusu’nun dibine” demiş.
Tac Mahal’in kubbesi, Mekke sokakları, İtalyan sofrası…
Bir hastanenin yeni doğan odası, dondurma külahı, şarap şişesi..
Sigara paketi, lale bahçesi…
Pek çok yer düşünmüşler ama hiçbiri yeterince zor gelmemiş.
Derken meleklerden biri:
‘İÇLERİNE SAKLAYALIM ‘ demiş.
Kimsenin aklına gelmez içine bakmak!!!”
Meleklerin dediği gibi: Unutmayın  ki mutluluk, içimizdeki bir durumdur ve dışardan gelen bir şey ancak geçici bir mutluluk getirebilir.
Mutluluğu hep kendi dışımızdaki unsurlarda veya kişilerde bulabileceğimiz yanılgısı içindeyiz. Onu, hep dışarda ve kendimizin uzağında arıyoruz. Mutluluğu, kendi dışımızda ve uzağımızda aradıkça da onu bulamıyoruz. Kalıcı mutluluk sizin kalıcı olarak mutlu olmayı seçmenizden gelir. Mutluluğu seçtiğinizde bütün mutlu şeyleri de kendinize çekersiniz. Mutlu şeyler pastanın üzerindeki süslerdir, pasta ise mutluluğun kendisidir.
Gerçek mutluluğun içinde yattığın fark eden insanlar, kendini seven ve kendisiyle barışık olan insanlardır; herkese kendi mutluluklarını ve pozitif enerjilerini verirler. Gözlerinin içi ışıl ışıldır. Aynı zamanda her zaman sahip olduklarının kıymetini bilirler ve minnet duyarlar.

ALINTI
 
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

“TÜM İYİ DUYGULAR SEVGİDEN GELİR! TÜM OLUMSUZ DUYGULARIN SEBEBİ SEVGİSİZLİKTİR”


“Bir düşüncenin şekillenmesi için duygulara başvurulmalıdır.” Charles Haanel
Hayattaki diğer her şey gibi duygularımızda da ya olumlu ya olumsuzdur; iyi ve kötü duygularımız vardır. Tüm iyi duygular sevgiden gelir! Tüm olumsuz duyguların sebebi sevgisizliktir. Kendimizi iyi hissettiğimizde, sevinçli anlarda daha çok sevgi veririz.

 
Ne kadar kötü hissederseniz, o kadar olumsuzluk veririz. Daha çok olumsuzluk verdikçe, hayattan daha çok olumsuzluk almaya başlarız. Negatif duyguların içinde sevgi barınmaz. 
 
Pozitif duygu = Sevgi (minnet, mutluluk, heyecan, coşku, umut, tatmin, neşe, iyilik, güzellik vb)
 
Negatif duygu = Korku (öfke, endişe, bencil, kıskançlık, nefret, hayal kırıklığı, suç, kaygı,  kızgınlık, intikam, kibir vb.)
 
Aslında bu negatif duygularımıza baktığımızda görüyoruz ki hepsinin altında korkularımız yatıyor. Bu korkularımızı şöyle listeleyebiliriz; Ölüm korkusu, hastalanma korkusu, yaşlanmak korkusu,  başarısız olma korkusu, yalnız kalma korkusu, düşme korkusu, kaybetme korkusu, değersizlik korkusu, yetersizlik korkusu, parasız kalma korkusu, gelecek korkusu, kıtlık korkusu vb. Tabii ki bunları çoğaltmak mümkün…
 
Ne kadar iyi hissedersek, hayat o kadar güzelleşir ve kolaylaşır. Ne kadar kötü hissedersek de, hayat o kadar kötüleşir, ta ki duygularımızı değiştirene dek…
Aynı anda hem iyi hissedip hem olumsuz düşünemezsiniz! Aynı şekilde, kötü hissedip olumlu düşünmek de imkansızdır. İyi hissettiğinizde başka hiçbir konuda endişelenmenize gerek kalmaz; çünkü düşünceleriniz, kelimeleriniz ve hareketleriniz iyi olacaktır. Sadece iyi hissederek sevgi verirsiniz.
 
Olumlu duygular gerçekten iyi hissettiğiniz anlamına gelir. Düşünün, neşeli olduğunuzda  neşe verirsiniz ve gittiğiniz yerlerde eğlenceli insanlarla karşılaşırsınız. Sinirliyken sadece öfke saçarsınız ve gittiğiniz her yerde sinir bozucu durumlarla ve sinir bozucu insanlarla karşılaşırsınız. Her iyi duygu sizi sevginin gücüyle birleştirir; çünkü sevgi tüm iyi duyguların kaynağıdır. Coşku, neşe, mutluluk hisleri sevgiden gelir.
 
Unutmayın, duygularınız verdiklerinizin aynasıdır! Hayatınızdaki temel konuları ağırlıklı olarak iyi duygularla mı, yoksa kötü duygularla mı yönettiğinizi hemen anlayabilirsiniz. Sağlık, para, iş ve ilişkiler gibi konulardaki duygularınız her bir konuda sizin verdiklerinizin yansımasıdır.
 
Örneğin parayı düşündüğünüzdeki duygularınız parayla ilgili ne verdiğinizi yansıtır. Eğer parayı düşünürken yeterince paranız olmadığı için kendinizi kötü hissediyorsanız, parasızlıkla ilgili olumsuz durum ve tecrübelerle karşılaşırsınız. Çünkü olumsuz bir duygu veriyorsunuz. Aslında para ile olumsuz bir duygu hissettiğinizde, onun altında yatan sadece korkunuz; sevginin yerine korku geçiyor.
 
Aynı şekilde bu durum ilişkiler konusunda da geçerli. Kişi, karşı tarafa olumsuz duygu beslediğinde, kişinin aslında kendisine karşı olumsuz duygusu var ve korkusundan dolayı bu olumsuzluğu yansıtıyor demek oluyor. (Kaybetme korkusu, yalnızlık korkusu, değersizlik korkusu, yetersizlik korkusu gibi) 
 
Aslında her şey nasıl hissettiğinize bağlı… Hayatınızda aldığınız her karar nasıl hissettiğinize dayanır. Hayatınızda istediğiniz her şeyi onu sevdiğiniz için ve size iyi hissettireceği için istersiniz. Hayatınızda istemedikleriniz size kendinizi kötü hissettirenlerdir. Sağlık isterseniz, çünkü sağlıklı olmak iyi hissettirir ve hasta olmak kötü hissettirir. Para istersiniz; çünkü sevdiğiniz şeyleri satın almak ve yapmak iyi hissettirir ve bunu yapamadığınızda kötü hissedersiniz. Mutlu ilişkiler isterseniz çünkü size kendinizi iyi hissettirirler ve zor ilişkiler kötü hissettirir. Peki, bunları isterken duygularınıza bakıyor musunuz? Hangi duygular (olumlu, olumsuz) kendime, etrafa ve evrene veriyorum? Tabii ki bunlara kavuşmak için iyi duygular aracılığıyla sevgi vermek. 
 
Sevgi, hayatın en üstün yönetici gücüdür, size iyi duygular verir. İyi duygularınız sevginin gücünü kullanır; yani hayattaki tüm iyi şeylere ulaşmanızı sağlayan gücü… Eğer hayatınızı “Daha iyi bir evim olursa mutlu olurum, daha iyi bir iş işim olursa ya da terfi edersem mutlu olurum, daha çok para olursa mutlu olurum, seyahat edebilirsem mutlu olurum” diye geçiriyorsanız, bu düşünceler sevginin işleyiş tarzına karşı gelir. Sevdiklerinizi almak için önce mutlu olup sevgi vermelisiniz! Yukarıda belirttiğim gibi, negatif duyguların ve korkuların egemenliğindeki bir atmosferde elde edilenler maalesef geçicidir. Hayatta ne almak istiyorsanız önce vermelisiniz! 
 
Evren de sevgi enerjisinden, frekansı daha yüksek bir enerji yoktur. Bu da ulaşım hızının ne kadar hızlı ve güçlü olduğunu anlatır. Bu yüzden sevgiyle düşünülen bir şeyi yaratmak, olumsuzluklarla düşünülerek yaratılanlardan daha hızlı oluşum sağlar ve hayatımıza anında yansır.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

HAYATA GÖNÜL GÖZÜ İLE BAKMAK

 


Mevlana’nın şu güzel ifadesine kulak verelim: “Güzel bakan güzel görür, güzel gören hayatından lezzet alır”.

Güzel bakan güzel görür derler
Kötü bakan kötü..
Her şeyde bir güzellik var iken kötülükte gizlidir zira..
Bazen olumsuz bakan olumsuz görür olumlu bakan olumlu görür..
Nefretle bakan nefret edecek bir şeyler bulur elbet.
Ama sevgiyle bakan ufak nedenleri bile sever
Hayatın bize sunmuş olduğu pencerelerin hangisini kullanırsın..


Gözlerin iç dünyamızın dışa açılan pencereleri olduğu gerçeğin bir payı vardır mutlaka.

İnsan bakar da baktığını göremeyebilir. Çünkü bakmak ve görmek birbirinden ayrı şeylerdir. Bakmak, göz organının yüzeysel bir işidir. Görmek ise aklın, mantığın, kalbin, gönlün, ruhun, birlikte bakmasıyla karar vermesi ile olur. Bakmak her zaman yetmeyebilir, görmeyi de bilmek işin aslı.

Şöyle bir hikâyeyi da hatırlatmakta fayda var:

Doğuştan görme engelli olan bir adam gece karanlığında ezbere bildiği bir yoldan ilerlerken  yolunu aydınlatmak için elinde bir fenerle yürüyor. Karşıdan gelen ve kendisini tanıyan bir şahısla karşı karşıya geliyor. Bu şahıs kendisine,” Kör adam sen zaten görmüyorsun ki, o fener ne işine yarayacak” diyor. Görme engelli adamın cevabı ise şöyle oluyor: “Feneri kendim için değil, senin gibiler için taşıyorum ki ben onları görmesem de onlar beni görsün ki çarpılmamış olalım. Benim gözüm kör ama senin kalbin körmüş. Asıl kör olan ben değil de sensin”.

 

“Gönül gözü görmeyen, can gözü neylesin” sözün ne kadar doğru olduğu bir gerçektir.

Her şeye olumsuz bakmak doğru değil, insanı çıkmaza sokar. Yarı dolu bardağa bakarken boş bölümünü değil, dolu tarafını görmektir önemli olan. Bardağın boş tarafını bakanlar her zaman eksiği arayanlardır, bu da mutsuzluk getirir, hiç bir faydası da olmaz. Yaşadığımız durumlarda  bardağın dolu tarafını baktığımız zaman iyimser ve pozitif düşünen insanlar oluruz, bu da bize fayda getirir.

Konulara olumlu yaklaşmak, eksileri değil, artıları görmek, pozitif olmak doğru bir yaklaşımdır. Hayatta farklı durumlarla karşılaşıyoruz. Hep eksi yanlara bakarken, noksanlıkları bulmaya çalışırken,  olumsuz etkileşim yerine, olumlu yanlara bakarak mutlu ve iyimser olmaya çalışılmalı. Hele gönül gözüyle baktığımızda ufkumuz açılır, dünyamız genişler, değerler gözümüz önünde önemini kaybetmez, her şey gerçek yönüyle görünür.
Gönül gözü açık olanların içi sevgi doludur, şefkatli ve merhametlidir, zihni, ruhu, yolu aydınlıktır. Kavgası, gürültüsü, çekişmesi yoktur. İntikam, bencilliği, kin, nefret, kıskançlık ve sinsi duyguları yoktur. Ana kuralları, bağışlamak, barışmak, yakınlaşmak, dost olmak, sevmek, saymaktır.
Gönül gözüyle bakmak, hayatın tadına varmak demektir. Aslında gönül gözü, insanlardaki arınmışlığın, saflığın, gerçekte sevmenin, hoşgörünün göstergesidir. Gönül gözüyle bakmayı bilen insan, baktığında ve okuduğunda asıl gayeyi görür ve anlar.

Görmekle bakmak arasında kurulan o ince bağ yaşamı algılamamızı sağlayan, bunun yanı sıra bizi gördüklerimizin ötesine geçirerek huzur bulmamıza, mutlu olmamıza ya da üzülmemize sebep olandır.

Gündelik hayatta göz göze geldiğiniz insanları düşünün. Göz teması sözsüz bir iletişim vasıtasıdır. Bir kişiyi dinlerken gözlerine bakmak bir saygının ifadesidir. Göz bakışlarından sevinci ve üzüntüyü, korkuyu ve cesareti fark etmek önemlidir. Bazen dil susar gözler konuşur. Çoğu kez insan, sözlerinin yetersiz olduğunu fark eder ve gözleriyle anlatmaya çalışır derdini, sevincini…

Göz hiç konuşur mu? Siz ne dersiniz? Siz hiç gözlerinizle bir şey anlatmadınız mı? Gözlerinizle konuşmadınız mı? Sözleriniz yetersiz kaldığında bakışlarınızla derdinizi ifade etmediniz mi? Sevginizi, saygınızı, acınızı, sevincinizi gözlerinizle ifade etmediniz mi?
Kültürümüzdeki  şu deyimleri bir hatırlayalım: “gözler ile konuşmak”,” Sen sus gözlerin konuşsun”, “Gözler yalan söylemez.”, “Gözler kalbin aynasıdır”.

“Göz” insan ruhunun sır kapısıdır. Çoğu kez karşınızdakinin konuşması pek inandırıcı olmadığında, “Gözlerimin içine bakarak konuş” demiyor muyuz?

Sevincin, neşenin, mutluluğun var olduğunu, hırsı, kini, öfkeyi, intikamı da gözlerden anlamıyor muyuz ?

Şu gerçeği de hiç unutmamalı insan. Her şeyi gören göz kendini göremez. Marifet kendini görmektir.

Etrafımıza gönül gözüyle bakmak, dış görünüşte takılıp kalmamak ki dıştaki çirkinlikler yürekleri sarmasın, mani olmasın içteki güzellikleri görmeye.

Gönül gözüyle etrafa bir bakın, dıştaki güzellikler içteki çirkinlikleri gizlemisin ki o çirkinlikler ağızdan dökülürken kırıp incitmesin.

Gönül gözüyle bakın, bakın ki kendi ruhunuzu, yüreğinizi koruyup huzur içinde sarıp sarmalayın her yeni doğan günü.

“Dünya gözü ile bakan, yüzü; gönül gözü ile bakan özü görür” diyen Mevlana, gönül insanlarının derdi özü görmek olduğunu vurgular, çünkü özde hakikat var.

Gönlün bir ayna olduğunu ifade eden Mevlana, gönülde var olan duygu ve düşüncenin sahibinin yüzüne yansıdığını söyler. Yani yüz, anlayan için gönlün aynasıdır, gönülde olanı dışarı yansıtır. “Gönül, bakanın kendini gördüğü bir aynadır”.

Bir beytinde de; “Gözlerimiz, bakışlarımız gönülle uymuştur. Gönül isterse  göz zehire bakar. Yılana bakar; gönül isterse ibret alacağı, ders alacağı şeye bakar.”

Pencerenizden baktığınız zaman her zaman güzellikleri görmenizi ve her şey gönlünüzce olsun!

 

Mevlana Bilgeliği Kitabı
 
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

GÜNÜN MESAJI

 
 
Her iyi düşünceniz, her iyi sözünüz, hissettiğiniz her iyi duygu ve her iyi davranışınız varlığınızın frekansını yükseltir. Siz frekansınızı yükseltmeye başlayınca yeni bir hayat ve yeni bir dünya kendini size gösterecek. Yayacağınız pozitif enerji, dünya gezegeni üzerinde yaşayan her bir canlıya ulaşacak.
Kendinizi yükselteceksiniz ve kendinizi yükselttikçe bütün dünyayı yükselteceksiniz.
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

 

İNSANI İNSAN YAPAN PAYLAŞMAK

 

 
Yazıma paylaşmanın önemini anlatan bir  hikâye ile başlıyorum.
 
Zamanın birinde birbirini çok seven Halil ve İbrahim adında iki kardeş yaşarlar. Kardeşlerden Halil evli ve çocuklu, İbrahim ise bekârdır. İki kardeş de geçimlerini sahibi oldukları ortak tarladan sağlamaktadırlar. Çıkan mahsulü ikiye pay ederek, geçinir giderler. Yine bir hasat zamanı, buğdayı harmanlarlar ve eşit bir şekilde ikiye ayırırlar. Bundan sonra sıra buğdayları ambarlara taşımaya gelir.

 

Halil bu sırada iş bölümü yaparak, “Ben gidip çuvalları getireyim. Sen buğdayı bekle” der. Bunun üzerine İbrahim de “Peki Ağabeyciğim.” der.
Halil çuvalları getirmeye gittiğinde İbrahim düşüncelere dalar. Kendi kendine “Ağabeyim evli ve çocuklu. Bir sürü boğaz O’nun eline bakar. O’nun evine benden daha çok buğday lazım.” der. Ardından da küreği kaptığı gibi kendi payından O’nun payına ek yapar. Kısa bir süre sonra Halil çıkagelir ve der ki:
– Haydi İbrahim…! Önce sen doldur çuvalları da taşı ambara. – Peki ağabey…!
İbrahim, kendi yığınından bir çuval doldurup düşer yola. İbrahim yola koyulunca bu sefer de Halil dalar düşüncelere; “Çok şükür, ben evliyim, kurulu bir düzenim de var. Ama kardeşim bekâr. O daha çalışıp, para biriktirecek. Ev kurup evlenecek. Daha uzun bir yolu var.” der ve bu düşüncelerle kendi payından O’nun payına birkaç kürek ekler. Velhasıl birbirlerinden habersiz biri gittiğinde, öbürü, kendi payından atar onunkine. Bu, böyle sürüp gider… Nihayet akşam olur. Karanlık basar. Görürler ki, bitmiyor buğdaylar. Hatta azalmıyor bile…. Hak Teâlâ Onların bu halini çok beğenir. Buğdaylarına bir bereket verir, bir bereket verir ki … Günlerce taşır iki kardeş bitiremezler. Şaşarlar bu işe.. Aksine çoğalır buğdayları. Dolar taşar ambarları. Bugün “Bereket” denilince, bu kardeşler akla gelir. Bu bereketin adı: Halil İbrahim bereketidir…
 
Belki de hayatın anlamı bu küçücük kelimede gizli.
 
Paylaşmak…
 
Bir dilim ekmeği, bir yudum suyu, sofrada ki yemeği, bir nefes havayı…
 
Paylaşmak…

Sevgiyi, aşkı…
 
Üzüntülerimizi, dertlerimizi, sevinçlerimizi…

Paylaşmak…

Biliyoruz ki, acılar paylaştıkça azalır; mutluluklar paylaştıkça artar.
 
Bir kişinin acısını paylaşmak ve onunla birlikte hüzünlenmek paylaşmanın bir parçasıdır.
 
Bir kişinin sırlarını dinlemek ve muhafaza etmek paylaşmanın bir parçasıdır.
 
Bir kişiye tebessüm etmek paylaşmanın bir parçasıdır.
 
Bir kişinin olumlu özelliklerini övmek, takdir etmek paylaşmanın bir parçasıdır.
 
Bir kişiye selam vermek hal hatır sormak, sarılmak paylaşmanın bir parçasıdır.

Bir kişiye bilgilerini anlatmak, paylaşmanın bir parçasıdır.
 
Çünkü paylaşmak sevgidir, aşktır, kardeşliktir, cömertliktir, yardımseverliktir, huzur ve mutluluktur.
 
İnsanların günlük hayatlarında paylaşabilecekleri pek çok değerleri vardır. Paylaşmak, insan olmanın bir gereğidir.
 
Paylaşmak, karşılık beklemeden olur. Yani ben sana şunu vereyim, sende bana bunu ver ya da ben ona verdim fakat o bana bir şey yapmadı gibi bir anlayış paylaşmak değil o sadece değiş tokuştur. Ancak sevgi ve gönülden yapılan paylaşımlar anlam kazanır. 
Paylaşmak zor durumda olanlara yardım etmek onların zorlukları aşmasına yardım eder. Paylaşımlar beraberinde hoşgörüyü yardımlaşmaları getirir. Zorda olan insanlara uzanacak bir el dahi mutlu olmalarını sağlar.
 
Gerçekten endişeye, kaygıya ve korkuya gerek yok. Evrenin hazinesinde o kadar bolluk bereket var ki birçok insan bunun farkında değil maddi ve manevi olarak başkalarıyla/ihtiyaç sahipleriyle hesapsız, çıkarsız ve gönülden paylaştıkça her türlü bolluk bereketi aktığını göreceksiniz.
Düşünün insanlar bir dilim ekmeğinin yarısını paylaşsa belki şu anda dünya üzerinde aç, sefil yaşayan kimse kalmayacak.
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

TEKÂMÜLDE VAR OLMAK

 

 

 

Tekâmül, kelime anlamı olarak ‘olgunlaşma, gelişme, evrim’ gibi anlamlara gelmektedir. Tekâmülün, ruhsal literatürde anlamı ise; Ruhun insani kamil seviyesine ulaşması için geçirdiği aşamalar ve olgunlaşma sürecidir.
Yani tekâmül, var olan Öz’e ruhun geri dönme sürecinde ruhun kademeli olarak gelişmesidir. Bu süreçte her ruhun dünyadaki temel gayesi ve arzusu tekâmül etmek, en nihayetinde nihai evrensel bilince ulaşmaktır.
Ben insanlığın gelmiş olduğu bu tekâmül aşamasını, çocukluktan yetişkinliğe geçiş olarak görüyorum. Çocuklukta ebeveyn yönlendirmesine ihtiyaç duyarken; yetişkin olduğumuzda artık kendi sorumluluklarımızı üstlenmemiz gerekir.
İnsanlık kaderini yönlendirirken ve tekâmül ederken, zorlu sınavlardan ve acılardan geçer. Eğer bu sınavların tekâmülü için olduğunun farkına varır ise yaşadığı durumlara tesadüf ya da kader olarak bakmaktan vazgeçecektir ve daha derin anlamlarını görecektir. Fark etmez ise en ufacık problemde isyan edecek ve ruhsal anlamda problem yaşayacaktır. Çoğu insan başına ne gelirse gelsin her şeyi kadercilikte sürekli başkalarını ya da Yaradanı suçlama yoluna girecektir. Bence tabii ki kader var. Her yaşadığımız acıları kadere bağlamak yanlış. Hz.Şems’in söylediğin gibi  Kader; yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir.!! Güzergah bellidir. Ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse, ne hayatın hakimisin, ne de hayat karşısında çaresiz !

Tekâmül etmek, ruhsal vakalardan çok dünyevi sınamalar ve dersler ile gerçekleşir. Eğer hayatımızı iyice gözlemlersek sürekli başımıza gelen olayların arkasında almadığımız dersler olduğunu görürüz. O dersi alana kadar bu zincir sürecektir. Lakin öğrenmemiz gerekeni öğrenip ruhumuzu tekâmül ettirdiğimizde, kısır döngü kırılacak ve bir daha benzer deneyimler yaşamadan yeni deneyimlere yelken açacağızdır. Örneğin; sürekli “Neden bu bencil insanlar beni buluyor?” diye dert yanan biri; sürekli karşısındaki kişilere bencil davranıyorsa işte orada öğrenilmesi gereken bir ders var demektir. Dolayısıyla kendi bencilliğini dönüşmediği süreçte karşına hep aynı insanlar çıkıp bu döngü devam edecektir. Döngü ise öğrenilmesi gereken ders öğrenildiğinde kırılacaktır. Böylece tekamül sürecinde bir basamak daha çıkmış olacak. Burada önemli olan farkındalık kazanmaktır.
Tekâmül asla geriye gitmez sadece yavaşlar. Tekâmül kavramına uzak olan ve farkındalığı az olan insanların yaşadıklarını tesadüf olarak görmesi, tıpkı kadercilikte olduğu gibi tekâmülü yavaşlatan unsurlardan biri olacaktır.
Aslında tesadüf denilen şey, tekâmül sınavlarının geçilmesi için insanların araç olarak kullandığı ve tesadüf olarak isimlendirdiği durumlardan başka bir şey değildir. Şöyle düşünün; bir gün umutsuz ve hayattan bezmiş olduğunuz bir anda yolda yürüyorsunuz ve bir reklam dikkatinizi çekiyor, reklam da şu: “En umutsuz olduğun anlarda, devam etmen gerektiğini bilmelisin.” Bu mesajı görüp anlam vermeden tesadüf deyip geçebilirsiniz de okuyup üzerinde düşünüp ders de çıkarabilirsiniz. Umutsuzken devam etmeniz gerektiği ile ilgili bu yazı sizce tesadüf olabilir mi veya umutsuzken tam da sizin bu durumunuza denk düşen yazı görme olasılığınız nedir? İşte bu olay tamamen sizin farkındalığınıza kalmıştır. Aynı şekilde karşılaştığınız insanlara da tesadüf diyebilirsiniz. Benim hayatıma gelen insanların hiçbiri tesadüf olmadığını hepsi almam gereken derslerimin neler olduğunu gösterdiler. Hayatım boyunca yaşadığım kötü olaylar ve acılar gelişmeme, olgunlaşmama vesile oldu. Onun için onlara tesadüf değil de ders olarak baktığımızda aslında hayatımızda yaşadığımız zorlukların hiç de zor olmadığını ya da her şeyin bizim olgunlaşma için olduğunu fark ettiğimiz; çoğu durumun farklılaştığını ve pozitif bir ivme kazandığını da göreceğiz.
 
Bazen zaman zaman kendimize sorarız tekâmülün neresindeyim? İşte bu noktada aslında hepimiz dünyada an be an geliştiğimizin farkına sezgisel olarak ulaşırız. Aslında bunun net bir cevabını vermek mümkün değildir. Zira her insanın hayat yolu ve tekâmülü kişiye özgüdür. Yani ne kadar insan varsa, o kadar farklı tekâmül süreci vardır. Bu yüzden birbirimizle benzer deneyimler yaşasak hatta bazı sorunları omuz omuza aşsak da, yine de bu yolda kendi ruhumuz ile baş başa olduğumuzu biliriz. Bu yüzden ‘Tekâmülün neresindeyim?’ sorusunun cevabını her insanın kendi keşfetmesi elzemdir. Zira tekamül sürecinin en büyük sırrı, herhangi keskin bir kuralı olmamasıdır. Yine de eski bilgeler ve ermişler bize tekâmül sürecinin neresinde olduğumuz ilgili bazı bilgiler verebilirler. Bu bahsedilen erdemleri kazanmak, tekâmül sürecinin en önemli aşamalarını geçmek anlamına gelmektedir.
Sevginin Gücü
Sevgi, bazı ermişlere göre, evrenin yaratılmasının temel sebebidir. Aşk, tüm varoluşu yaratan temel güçtür ve tekrar aşk ve sevgi ile varoluşun özüne yani Kadiri Mutlak Yaratan’a ulaşabiliriz. Ama bu süreçte sevmeyi –en önemlisi koşulsuz ve çıkarsız sevmeyi- öğrenmemiz gerekmektedir. Bu sevme süreci bir taştan, bir hayvana ve tüm insanlara kadar tüm varoluşun içindeki nesneleri kaplamalıdır. Zira var olan her şey O’nun bir yansımasıdır, bu yüzden var olanları sevmek aslında kendi ruhumuzda var olan her şeyi sevmek demektir.
Vakti zamanında ermişin biri sürekli yanında bir taş taşırmış. Taşla her gün konuşurmuş, onla yatarmış ve sürekli taşla ilgilenirmiş. Taşa o kadar büyük bir ilgi gösterirmiş ki, en nihayetinde halktan biri bu deli dervişe, taşa gösterdiği ilginin nedenini sormuş.  Derviş; “Eğer bu cansız sandığımız taşı bile sevmeyi öğrenirsem, belki o zaman tam anlamıyla insanları da sevmeyi öğrenebilirim” diyerek yanıtlamış. İşte bu süreç, tüm kâinatın her zerresini sevmeye giden yoldur.
Yargılamamak
Eskiler ‘Eğer yargılarsan, yargılanırsın.’ demektedir. Bunun manası hiç kimsenin hiçbir insanı yargılama gibi bir lüksü ve hakkı olmamasıdır. Başkalarını yargılama hakkı ancak mükemmel bir insan olduğumuzda var olur. Lakin hiç kimse mükemmel değildir. Herkesin hataları, yanlışları vardır. Bu süreçte başkalarını yargılamadan önce hepimizin kendimizi yargılaması şarttır. Eğer başkalarını yargılarsak, o zaman başkalarına da bizi yargılama hakkı vermiş oluruz. İşte bu kısır döngüden çıkmak için saf bir niyet ile herkesin kendi tekâmül yoluna ve özgür seçimlerine saygı göstermek zorundayızdır.
Bazen insanların yanlış yaptığını görebiliriz ve o kişiye olan derin sevgimiz,  kişiyi bu yanlıştan kurtarma isteği içerisinde olmamıza sebep olabilir. Bu süreçte yapmamız gereken, kişiye kendimize göre doğru gördüğümüz şeyi uygun bir dille, sorun yaratarak değil çözüm sunarak aktarmaktır. Tavsiye verirken yargılamadan tavsiye verilmelidir. Çünkü hepimiz yargılandığımızı hissettiğimiz anda ters psikoloji ile savunmaya geçeriz. Bu da var olan yanlışları düzeltme olanağımızı elimizden alır. Yine de her zaman için bize göre doğru olan şeyin, ‘mutlak doğru’ olmadığını da kabul etmeliyiz. Zira herkesin doğrusu kendi tekâmül sürecine göre değişir. Bu süreçte bir toplumda olabilecek en tehlikeli hastalık, yargılama hastalığıdır.
Affetmek
Öfkeli olduğumuz birini affetme eyleme, kulağa oldukça itici gelebilir. Çok kızdığımız birini affetmeyi düşündüğümüz anda egomuz ciddi bir çıkış yapar; ‘Ama o bana bunu yaptı…’ Aslında affetme dediğimiz şey, gidip kişinin yüzüne ‘Seni affediyorum!’ demek değildir. Kastedilen şey, kişiyi kalbimizde affederek kendi yoluna gitmesine izin vermektir.
Yaşam içerisinde ilişkide olduğumuz insanlarla sürekli bir bağ halinde oluruz. Fark etmesek de en güçlü bağı affedemediğimiz insanlar için kurarız. Bunun iki olumsuz tesiri vardır: İlki affedemediğimiz kişiyle güçlü bir enerjisel bağ kurduğumuz için o kişiyi sürekli tekrar hayatımıza çekeriz. Kişi tekrar hayatımıza girdiğinde ise kızar ve öfkeleniriz, halbuki o kişiyi hayatımıza geri çağıran bizizdir. İkinci durum ise affedemediğimiz insanlarla olan bağların bizim tekâmülümüzü engellemesidir. Bu aynı, gemiye atılmış yükler gibidir. Gemide ne kadar fazla yük varsa, okyanusta yol olması da o kadar zor olacaktır. Bu yüzden tekâmül sürecinde hızlı ilerlemek istiyorsak ve affedemediğiniz haliyle hayatımızdan çıkarmak istediğimiz insanların tekrar tekrar hayatımıza girmesini istemiyorsak, o kişileri gönülden affetmeliyiz.
Olumlu Düşünmek
Bence olumlu düşünme kısmı bu kavramlar arasında en yanlış anlaşılan kısımdır. Olumlu düşünmek demek, kendini olumlu düşünmeye ‘zorlamak’ demek değildir. Olumlu düşünme eylemi, hayatın gidişatı için her işin bir hayrı olduğunu içsel olarak bilmek ve her şeye rağmen iç huzuru yakalama eylemidir.
Bu noktada en tehlikeli durum, bir konu hakkında kendimizi olumlu düşünmeye zorlamaktır. Başımıza kötü bir durum ve kötü düşünceler geldiğinde, kendimizi olumlu düşünmeye zorlarsak, bu olumsuz düşünceleri bilinçaltında ‘bastırmış’ oluruz. Ve bilinçaltı seviyesinde bastırılan her duygu ve düşünce artarak eylemlere dönüşmek ister. Bu da bilinçaltının biz farkında olmasak da sürekli bastırdığımız negatif düşünce yayılımı yapması ve hayatımıza felaketleri getirmesi demektir. ‘O kadar olumlu düşünüyorum ama yine de başıma geldi.’ dediğimiz anlar genelde gerçekten olumlu düşünmediğimiz sadece kendimizi zorlayarak olumsuz düşünceleri bastırdığımız anlardır.
 
Asıl insan olmak, kısaca kendini olduğundan daha iyi yapmaktır.
ALINTI
 
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
 

BERRAKLIĞA ULAŞMAK

 

2019 Yılının ilkyazımı yazarken insanların kendi hayatlarınla barışmalarına ve kurban rolünden vazgeçmelerini birkaç cümle ile düşüncelerimi anlatmaya çalıştım. Tabii ki hayatınız her zaman kolay olmayabilir. İnsan zaman zaman varlığımızı inciten seçimler yapmış olabiliriz veya işler hesapladığımız gibi gitmemiş olabilir. Seçtiklerimiz bizi bırakmış ve kaybettiklerimizde olabilir hatta hayat insanın elinden sahip olduğu sandığı şeyleri alabilir.
Fakat hayatınızı bir dram gibi yaşamayın… Drama ne kadar tutunursanız olduğunuz yerde kalırsınız. Hiçbir şekilde kendiniz için bir adım ilerleme yapamazsınız.
Hayat, dalgalanan bir deniz gibi kendi içimizde olan biteni, bize göstermek istediklerini sahnelemek için elinden geleni yapar. Ve her ne oluyorsa ardından hayatımıza doğan eşsiz bir güneş vardır her zaman… Bilin ki inanç, sabır ve gayret her şeyi çözer.
Yaşam her hali ile devam eder ve olan da olmaya… Dirençli olduklarınız, önyargılı yorumladıklarınız, sınırlayan kararlarınız, inandığınız sınırlı gerçeklikleri bir kenara bırakıp yaratıcı ile, sevgi ile sezgi ile bağlantınızı güçlendirebilirsiniz.
Şifayı da, ilerlemeyi de, sebepleri de kendi içinizde kendinize sevgi ve şefkatle yaklaşarak bulabilirsiniz.
Aradığınız her ne olursa olsun amacınız kendinizi çözmek olmalıdır. Diğer her şey birer bahanedir. Kabul edilmesi kolay olmasa da ortada insanın kendisinden başkası yoktur. Her zaman insanlar kendisine cesaretli davranıp cesur bir ruhsal savaşçı gibi kendisiyle yüzleşmeye başladığı zaman tüm açıklığı ile görebilirler.
Kaçışlar, tutunmalar, bağımlılıklar, isyanlar her ne ise… Bunların hayatınızı yönetmesine bir son verdiğinizde o zaman ruhunuzun daha özgürleştiğini hissedecek ve yaşam sevinciniz artmış olacak. Bu yüzden asırlardır acıdan kaçan dünya, ilkel iç güdülerin, şehvetin, paranın peşinde, sevgiden, huzurdan uzaklaşıp kendini yok etmeye çalışırken, diğer yanda acıyı pusula gibi, şifaya giden bir vesile gören, görünmeyenin görünen her şeyin hâkimi olduğuna erenler, yaşayanın da, yaşatanın da bir olduğunu ve yarasının yegâne şifasını gönülden keşfedenler “Kendini Bil” derler.
Önemli olan, işler yolunda gitmediğinde alınganlık yapıp hayata sırtını dönmek değil, her şeye rağmen kendini onurlandırıp tüm yaşadıklarına razı gelerek, yeni bir güçle hayata akmaktır. Sevgi, şefkat ve anlayış ile…
Sert fırtınalara rağmen nehir akmaya devam eder. Çer çöp kir içinde kalsa da aktıkça temizlenir yeniden berraklaşır değil mi?
Bu berraklığı ulaşmaksa da sanıldığı gibi çok da zor değildir.;
Sadece kendinize inanın.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

MUCİZELER HER YERDE

 
Yüzyıllardan beri insanlar mucizeleri yaşıyor. Bu sadece sihirli bir şeyler demek değil. Televizyonda ve gazetelerde de görüyorsunuz yaşanan mucizeleri. Yaşama şansı yok denen bir insanın hayata geri dönmesi.
Öyle bir hale geldik ki artık istemek bile zor geliyor. Tembelleştikçe inançtan uzaklaşıyoruz. Bir şey istediğimizde “Hadi, şunu istiyorum, hemen olsun, yarın olsun, olamazsa da artık inanmıyorum” şeklinde konuşuyoruz. Ve gerçekten de dileğimiz olmuyor. Bu sefer de isyana geçiyoruz. Ve ne oluyor? İçinde olduğumuzdan çok daha büyük bir negatif enerjiye giriyoruz. Dolayısıyla işlerimiz gittikçe sarpa sarıyor. Ve sonunda içinden çıkamayacağımız hale gelince oturup duaya başlıyoruz. “Allah’ım, ben ne yaptım? Benim suçum neydi? Neden bunları yaşıyorum?”
İnanç tamamen bizim elimizden olan bir güçtür. Güvenmek de aynı şekilde. Hayatınızda mucizelere inanırsanız onları yaşarsınız.
Mucizelerin bir zamanı vardır. Aklınıza gelen her konuda deneyebilirsiniz. Sadece zihniniz ve yüreğiniz tertemiz olsun. İçinizde hiçbir şekilde negatif bir kırıntı kalmasın. Ama bazı isteklerin de zamanı vardır bunu kabul edin. Şu hayatta en önemli hazinelerimiz de biri SABIR VE İNANÇ.
Her işin bir zamanı var. İlahi plan( İlahi zamanlama.) Bu ilahi zaman içinde biz ne öğreneceğimizdir.
Zaman size çok acımasız gelebilir ama dünyada yaşanan her olayın bir zincirleme şeklinde ilerlediğine emin olabilirsiniz.
Mesela aklınızda aşk var hemen olsun istiyorsunuz. Önce şunu düşünün, kötü zamanda gelen bir aşk her zaman hayat kurtarmaz. Önce kendi içinizde mutlu olmalısınız. Yoksa gelen aşkı da tatminsizliğinizle öldürürsünüz. Kendinize bir bakın, hazır mısınız? Önce bunu bir anlayın bakalım. Sonra aşkı isteyin.
Bir dileğiniz olmadıysa, bu anınızı kendinize zehir etmeyin. Bu dünyanın en büyük hatasıdır. Mutlu olmak, mucizeler yaşamak sizin elinizde. Sabır ve İnanç…

Ayrıca da ihtiyaç olduğu için değil gerçekten sevdiğiniz ve paylaşmak istediğiniz için birine hayatınızda yer verin. Kendin menfaatin ve çıkarın için insanlarla ilişkilerinizi sürdürmek kendinize olan sevginizi ve saygınızı azaltır.

Unutmayın siz mucizelere inanın ve kendi mucizelerinizi yaşayın.

 

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
 

IŞIK OLUP AYDINLATMAK

 

 
Genç bir adam orta halli bir şehirde kendi işini kurmuştu. Şehrin caddelerinden birinde, bir perakende dükkanıydı açtığı. Fakat, kendisi hem dürüst, hem de dost canlısı olduğundan; fazla kâra da tamah etmeyip dükkanındaki malları biraz ucuza sattığından kısa zamanda şehirdeki herkesin uğrak yeri haline gelmişti dükkanı. Zaman içinde dükkanının ünü o kadar yayıldı ki, civar şehirlerden olup yolu bu şehre düşen hemen herkes de ona gelip alışveriş yapmaya başlamıştı.
Gelen giden, “Ne zaman bizim oralarda dükkan açmayı düşünüyorsunuz?” diye sorduğundan, sermayesi çoğaldığında genç adam civar şehirlere de yaymaya başladı işini. Sonra başka şehirler derken, büyük bir marketler zincirinin sahibi haline geldi.
Ancak, bu arada, onca seneler geçmiş, bizim genç perakendeci yavaş yavaş bir ayağının çukurda olduğunu hissettiği senelere gelmişti. Nitekim, bir gün şiddetli bir rahatsızlık geçirip apar topar hastaneye kaldırmışlardı kendisini.
Doktorların müdahalesi işe yaramış gözüküyordu. Ama adam ölümünün iyice yakın olduğunu düşünmeye başlamıştı hastane odasında.
Hastanede kaldığı günlerden birinde, onun yokluğunda işleri götürmeye çalışan her üç oğlunu yanına çağırdı adam. Artık yaşlandığından, Allah’ın ona daha uzun seneler yaşamayı nasip etmesi mümkün olduğu gibi yakın zamanda ölmesinin de pekâlâ mümkün olduğundan başlayarak, aklı başında her yaşlının söylediği birtakım cümleleri sıraladıktan sonra:
“Üçünüz de benim oğlumsunuz” dedi. “İçinizden hangisi şirketimizin başına geçecek, buna karar vermem zor. Ben öldükten sonra da bu yüzden birbirinizle kötü olmanızı hiç istemiyorum. O yüzden, hanginizin işin başında olmayı hak ettiğine karar vermek için sizi sınamaya karar verdim. Üçünüze de on dolar vereceğim. Şimdi gidip yalnızca bu on dolarla öyle bir şey alacaksınız ki, akşam getirdiğinizde şu odamı bir uçtan bir uca dolduracak. Haydi şimdi yola düşün bakalım.”
Çocuklar, babalarının yanından ayrıldılar ve her biri ayrı bir sokaktan yola koyulup alacakları şeyi düşünmeye başladılar.
Akşam geri döndüklerinde babaları:
“Evlatlarım, on dolarla ne yaptınız?” diye sorduğunda, birinci çocuk:
“Arkadaşımın çiftliğine gittim, on dolarımı verdim ve ondan iki balya saman aldım” diye cevap verdi ve odadan dışarı çıkıp aldığı samanları içeri getirdi, çuvalı açtı ve samanları havaya savurmaya başladı. Odanın her tarafı bir anda samanla doldu. Ama az sonra samanların tamamı yere indi ve böylece, bu oğlunun babasının istediği şekilde odayı bir uçtan öbür uca dolduramadığı görülmüş oldu.
Bunun üzerine, adam ikinci çocuğuna yönelip:
“Peki oğlum,” dedi, “sen paranla ne yaptın?”
Çocuk:
“Yorgancıya gittim. Ondan on dolarlık kuştüyü aldım” diye cevap verdi ve çuvalını içeri getirip içindeki bütün tüyleri savurmaya başladı. Birkaç dakikalığına neredeyse bütün oda tüylerle doldu, ama samanlar gibi tüyler de yavaş yavaş yere indiler ve böylece bu çocuğun da odayı dolduramadığı görülmüş oldu.
Sıra, son çocuğa gelmişti. Hasta yatağında hafifçe doğrulan adam:
“Sen evladım”dedi ona, “Sen paranı ne yaptın?”
Çocuk, “Babacığım!” dedi, “On dolarımı cebime koyup, senin yıllar önce açtığın ilk dükkana benzeyen küçük bir dükkana gittim. Dükkanın sahibine parayı verdim ve bozmasını istedim. Sonra, beş dolarını bir hayır kurumunun kumbarasına bıraktım, dört dolarıyla yolda gördüğüm iki muhtaç insana yiyecekleri birşey alıp verdim, kalan bir dolarla da iki şey aldım.”
Bunu der demez, elini cebine atıp bir çakmak ve bir mum çıkardı çocuk. Odanın lambasını kapatıp mumu yakınca, bütün oda mumun yaydığı ışıkla doldu. Saman veya tüy on dolarla odayı doldurmaya yetmemişti, ama bir dolara alınan mum ile çakmak bütün odayı bir uçtan öbür uca ışıkla doldurmuştu.
Bunun üzerine, memnun bir yüz ifadesiyle, “Çok iyi oğlum!” dedi baba. “Benden sonra işlerimin ve ailemin başında sen olacaksın. Çünkü, hayata dair çok önemli bir şeyi, ışığını yaymayı öğrenmişsin.”
 
ALINTI
 
Kendinize dışardan şöyle bir bakın. Sadece kendinizi mi aydınlatıyorsunuz, yoksa çevrenizde bulunanların gözleri mi kamaşıyor aydınlığınızdan?
Tabii kaygı ve tasalarla bulanıklaşmış bir lamba da olabilirsiniz. Veya karanlık düşüncelerle iyice kirlenmiş ve kendisini bile aydınlatamayan bir lamba olma ihtimaliniz de var… Ya da sadece kendini düşünen, kat kat süslerin ardında ışığı kararmış biri de olabilirsiniz.
Unutmayın ki, lambanın kendisini süsledikçe ışığı parlaklaşmaz. Işığı olmayan lambaların hepsi karanlıkta aynıdır. Farklı kılan ise, yaydığı ışık.
Sönük ya da parlak, ışık yaydığı sürece fark edilir. Ve lambanın içinden yayılan ışık çok kuvvetliyse, onu hemen görürsünüz ve gözleriniz kamaşır. Işığından başka bir şey göremezsiniz. Etrafı öyle bir aydınlatır ki, cazibesine kapılırsınız. Ve bu lamba son derece süssüz ve sade olabilir ama bilin ki, tertemiz ve şeffaftır. İçindeki ışık bozulmadan, değer kaybetmeden yansır.
Şimdi bir kez daha düşünün, siz nasıl bir lambasınız?
İçinizdeki ışığın dışarı yansımasına engel olan kirlilikleri temizlemeye başlayın. İşe bedeninizle başlayın. Çünkü içinizdeki ışığın dışarı yayılması için bedeninizin sağlıklı ve güçlü olması gerekiyor.
Bedeninizin sağlığı ise, düşünce ve duygularınızla bağlantılı. Düşüncelerinizi kirleten ne varsa, bütün bunları temizleyin. Düşünceleriniz, duygularınızı kirletir. Ve kirli duygular, ışığınızı sönükleştirir. 
Duygularınızı kirli düşüncelerden arındırarak bedeninizi güçlendirebilirsiniz. Unutmayın ki, bedeniniz, duygu ve düşünceleriniz yüzünden çok kolay hastalanabilir. Ve hasta bir bedenin ışığı da zayıf olur.

 

Işık, hayat demektir. Yaşam enerjisi yüksek olanların ışığı da parlak olur. İçinizdeki sevgi enerjisini serbest bıraktığınız zaman yaşam enerjiniz yükselir ve bedeninizin dışına yayılmaya başlar. Hem öylesine kuvvetli bir biçimde yayılır ki, sadece sizi değil çevrenizi de aydınlatır.

 

Düşünce ve duygularınız, içinde bulunduğunuz koşullar yüzünden iyice kirlendiyse ve siz bu kirlilikten nasıl kurtulacağınızı bilemiyorsanız, üzülmeyin. İçinizdeki sevgiyi uyandırmak için gayret gösterin. Bir kez içinizdeki sevgi enerjisi uyandıktan sonra tüm kirliliklerden bir anda arınırsınız. Özel bir gayret ve yöntem uygulamadan sadece sevin. 
Önce kendimiz kayıtsız, şartsız sevmek sonra da ve kendimizin dışında bulunan şeyleri sevmek için gayret gösterin. İnsan başkalarını sevmesi için önce kendisini sevmesi gerekir tabii ki bencil olmadan kendini sevmesi gerekir. Bencil insan karanlığı seçer.
Kendi üzerinizde yapacağınız en değerli çalışma, içinizdeki sevgi enerjisini uyandırmak için yapacağınız çalışmalardır. Dikkatinizi içinize yöneltin ve derinlere gömdüğünüz sevgiyi bulup çıkartın. Bu müthiş enerjiyi keşfettiğiniz andan itibaren içinizdeki ışık da bütün parlaklığı ile yayılmaya başlayacak.
Önemli olan ne yaptığınız ya da ne öğrettiğiniz değildir, önemli olan kim olduğunuz ve sevgi, ışık dolu varlığınız ile başkalarına aktardığınız sevgi ve ışıktır…

Her şeye ve herkese sevgi ile bakın, dokunun, konuşun… Işığınızla yansıyın hayata, siz yaşama ve kişilere nasıl yansırsanız onlar da size öyle döneceklerdir buna inanın… İnanmak için gözünüzle görmeyi beklemeyin.  Yüreğinize dönün… Neye inanmanız gerektiğini gözünüz değil yüreğiniz söyler… Çünkü yüreğinizde O’nun ışığı var…

 

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

MEDİTASYONUN IŞIĞINDA

 

 

Çince’de ‘meşgul’ kelimesi iki sözcükten oluşur, bunlardan biri ‘kalp’, diğeri ise ‘katil’ anlamına gelir. Dünyadaki en iyi pompa olarak bilinen kalbin çalışma bozukluğu bundan 100 yıl önce de çok ciddi bir tıbbi sorundu. İçinde yaşadığımız 21. Yüzyılda ise ‘meşguliyet’ sözcüğü modern yaşamla birlikte kaçınılmaz olarak her birimizin hayatına girmiş durumdadır. Bu yüzden, her yıl karşılaştığımız yüz binlerce kalp rahatsızlığı ve krizi aslında çok da şaşırtıcı değil. Ancak gerçek kalbimiz bedenimizde değil, bilincimizde yer alır. Ruhsallığa sahip olan insanlar için kalp aslında ruhtur ve ruh da esasında bizim kim olduğumuzdur.
 
Ruhsal esenliğimiz; içsel huzurumuzun ne kadar kaliteli olduğuyla, istediğimiz her anda sukuneti yaratma becerimizle ve kalbimizden dünyaya sevgiyi yayma gücümüzle ölçülebilir. Ne yazık ki, uzun zaman önce kalplerimizden taşınıp zihnimizi mesken tuttuk. Bitmez tükenmez bir ‘meşguliyet’ girdabına girip endişe, korku, kaygı, hüsran ve farklı seviyelerde öfke içeren düşünceler yaratıyoruz. Bu duygusal ve zihinsel durumlar giderek üst üste gelip toplanıyor ve adeta bir soğanın katmanları gibi üzerimizde bir zırh oluşturup aslolan ruhsal kalbimizin üzerini kapatıyor. Bu olumsuz zihin frekansı, fiziksel kalbimizi ve günlük ilişkilerimizdeki sevgi oksijenini de tüketir. Meşgul zihinler; meşgul ve yorgun bedenler yaratır. Belki de insanların gitgide meditasyon pratiğine olan ilgisinin artması bu yorgunluk ve meşguliyetten kurtulmak içindir. Meditasyon, zihni sakinleştirmek, geçmişe dair acıları dindirmek, anın keyfini çıkarıp bütünüyle o anda olmak, düşünme biçimimizin kalitesini dönüştürmek ve kalbimizi içten dışa iyileştirmek için kullanılan en eski ve en etkili yoldur.

Bugün meditasyon, derin düşünme ya da bilincin içsel olarak disipline edilmesiyle ulaşılan ruhsal aydınlanma ve benzeri olmak üzere birçok farklı biçimde yorumlanabilir.  Budizm ve Daoizm gibi bilgelik felsefelerinde; meditasyon, ‘nihai gerçekler’ olarak da isimlendirilen farkına varmanın ve günlük yaşamla bütünleşmenin yolu olarak görülür. Hristiyanlık ve Yahudilik gibi geleneksel dinlerde ise meditasyon, ruhsal gerçekleri anlayıp kişiselleştirmek, dinsel inanç ve öğretilere destek olmak için
dua etmenin ve ibadet etmenin yanında yer alır. Birçok yoga yaklaşımında ise meditasyon, zihinsel bir tutum elde etmek, zihinsel sakinliği ve konsantrasyonu yeniden canlandırmak için farklı bedensel duruşların, nefes egzersizlerinin tamamlayıcısı niteliğindedir. Raja yogada ise meditasyon en yüksek yogayı, yani ruhun kaynağıyla, İlahi olanla birleşmesinden önce yapılan bilinç hazırlığıdır.
Binlerce yıldır meditasyon, doğudaki yaşam biçimlerinin merkeziyken bizler onu yeni yeni keşfetmeye başladık, peki neden? Meditasyonun fiziksel, zihinsel ve ruhsal faydalarına olan ilgimiz; biraz yaşamımızın hızından, biraz hayatımızın yüzeyselliğinden biraz da Doğu felsefesine olan ilgimizden kaynaklanıyor.
 
Meditasyon farklı kişilerce, farklı şekillerde algılanabilir. Sadelikci bir insana göre meditasyon; ruhsal ve genellikle estetik bir yaşama adanmışlığın temel özelliklerinden biridir. Meditasyon asla pozitif bilimler ve hatta vizyon görme gibi diğer zihinsel ve duygusal tekniklerle karıştırılmamalıdır. Meditasyon deneyimini geliştirmiş birisi içinse meditasyonun amacı bütüncül ve mutlak bir içsel sessizliğe ulaşmak, tüm sahte kimlikler ve koşullandırılmalardan uzaklaşarak, özün fark edildiği ve deneyimlendiği yere,  zihinsel boşluğa varmaktır. Ruhsal bir yolcu için ise meditasyon; tanımlamak için sözcüklerin kifayetsiz kalacağı kadar büyük bir mutlulukla Tanrı’yı gizil(sübtil) bir şekilde fark etmektir.
 
Çok sesli bir dünyada, çok sesli zihinlere sahip olan bizler, zihinsel koşullandırılmalarımızın ve karanlık, acı anılarımızın da etkisiyle yukarıda sözünü ettiğimiz sessizliğe ve İlahi olanla yapacağımız buluşmaya çok da kolay ulaşamayabiliyoruz. Bu yüzden de kendimize, içsel maceramıza başlamak üzere cesaret vermek için, meditasyonun anlamını ve uygulamasını zaman zaman genişletmek, zaman zaman da seyreltmek için izin verebiliriz.

Meditasyonun en basit tanımı muhtemelen şudur: ‘öz farkındalığın geliştirilmesi/işlenmesi’. Medya ile kontrol edilen bir dünyada, bilgi büyük ölçüde insanların birbirlerinden edindikleri bir akış şeklinde yayılıyor. Birçoğumuz da yaşantımızı kendi dışımızdaki birçok şey hakkında bilgi sahibi olmaya adayarak geçiriyoruz. Bu çağda öz farkındalık fikri, insanlara garip gelmese bile kulağa, fazla gösterişçi ve gereksiz gelebilir. Ancak kendi düşünce ve hislerimiz seviyesinde, öz farkındalığımız olmaksızın,  yaptığımız şeylerin hangilerinin yanlış olduğunun farkına varamayız. Aslında, beden bilincimizle; düşünce ve hislerimizi yaratanın diğer insanlar değil, kendimiz olduğunun farkına bile varamayız. Sahip olduğumuz hislere başkaları yüzünden sürüklendiğimiz yanılsamasına düştüğümüzde, kendimizi stres dolu yaşamlara mahkûm ederiz çünkü artık dış kaynaklı uyaranlara bağımlı hale gelmişizdir ve bize ‘ödül kazandıran’ o çok ‘mühim’ rolümüzü; Kurban rolünü oynamaya başlamışız demektir.

Ancak unutmamalıyız ki artırmış olduğumuz öz farkındalık ancak işin başlangıcıdır. Öz farkındalık, meditasyonla kazandığımız birçok güzelliğin ilkidir. Bunun dışında başka yedi güzellikten de söz edebiliriz:

 

1 Rahatlama

“Bedeninizi rahatlatırsanız, zihniniz de rahatlar.” modern miti artık yavaş yavaş tarih oluyor.
Aslında bunun ancak tam tersi mümkündür. Bedenimizin genel sağlığı ve refahı, zihinsel durumumuzu ‘etkilerken’, esas düşünce ve duygularımızın kalitesi fiziksel refahımızı etkiler. Bu da gerçek rahatlamanın bilinçte başladığı anlamına gelir.Televizyonda bir maç ya da film izlemek rahatlamak değildir, sadece bir uyarımdır. Bu tarz aktiviteler zihnimizin keskinliğini körelten ve duygusal istikrarsızlık yaratan zihinsel kaçamaklar olarak da görülebilir. Sessiz ve yavaş bir zihin, öz tarafından yaratılan olumlu düşüncelerle yaratılmış bir zihin; rahat bir zihindir. Rahat bir zihin ise rahat bir beden yaratır. İlk başlayanlar için belirtmek gerekir ki, meditasyon düşünceleri durdurmak demek değildir, daha çok düşüncelerimizin sıralamasını, örüntüsünü görebilmek, varsa bu dizilimdeki hataları düzeltmek ve bilincimizin efendisi oldukça, bu bilinçli halle birlikte kaliteli fikirler üretmek demektir.
 
2 Derin Düşünme
İnsan bilincinin biricik özelliklerinden biri derinlemesine düşünebilmesidir. Düşünce, his ve yaptığımız eylemler üzerine düşünmek, geçmişten ders çıkarmamızı sağlar, bugünümüzü değiştirir ve istediğimiz geleceği yaratmamızı sağlar. Ancak yaratım, sadece zihnimizle olan ilişkimizi düzelttiğimizde gerçekleşir. Meditasyonda zihin olmadığımızın farkına varırız, zihinlerimiz sadece birer araçtır. Zihnimiz adeta bir ekran gibidir ve bu ekrana dileğimiz düşünceyi, imgeyi, fikri ve kavramı yerleştirebiliriz. İşte bu noktada yaratıcılığımız şekil almaya başlar. İçimizde bir adım geri atabildiğimizde, harekete geçmeden önce yarattığımız düşüncelerin kalitesini değerlendirip gözden geçirebiliriz.  Ancak birçoğumuz kendi kendimize ayna tutma işini öğrenmek yerine, zihnimizde olan biten her şeye kendimizi kaptırarak hayatlarımızı sürdürüyoruz. Kendimizi kaptırma işine ‘zihnin kışkırtılması, uyarılması’ da diyebiliriz ve bu uyarım olumsuz duygulara sebebiyet verir. Meditasyon zihnimize yerleştirdiğimiz şeylerle kendimizi özdeşleştirerek, kendimizi onların içinde kaybetmemek için kullanabileceğimiz mükemmel bir yoldur. Ancak o zaman, içsel sakinliği ve sarsılmazlığı koruyabilir, yaratıcılığımızı geliştirebilir ve zihnimizde yarattıklarımızın kalitesini bilinçli bir biçimde kontrol edebiliriz.
 
3 İçgörü
Nasıl ki yaşamdaki görüntüler yanıltıcıysa, meditasyon sırasında içimizde gördüklerimiz de yanıltıcı olabilir. Çevremizdeki dünyayı gözlemlemek için nasıl ki iki gözümüz varsa, iç dünyamızın inanç, deneyim, hatıra, iz ve eğilimlerini görmemiz için de üçüncü bir gözümüz vardır. Bu göz, aklımızın gözüdür ve içgörümüz(iç kavrayışımız) için tasarlanmıştır. İçgörü,  kendimizi ve başkalarını anlamamız için, bilincimizin sahip olduğu hayati bir özelliktir. Örneğin, hayatımızı başka insan ve olayların bizim düşünce ve duygularımızı yönlendirdiği yanılsamasıyla yaşıyor olabiliriz ancak içsel gözümüzü kullanarak bu duygu ve düşüncelerin izini sürersek göreceğiz ki: yaşadığımız her şeyin kökü esasında bizim kendi inanç ve algılarımızdadır. Tek başına bu içgörü bile, her düşüncemiz, duygumuz ve yaptığımızdan sorumlu olduğumuzu ve etrafımızda dönen hayatı nasıl deneyimleyebileceğimiz ve ona nasıl tepki vereceğimizi seçme gücüne sahip olduğumuz anlamına gelir. Kurban bilincinde olan bir kişiye, içgörüye sahip bir zihin yapısı büyük bir özgürlük getirir. Meditasyon, iç gözümüzün odağını keskinleştireceğinden, başka binlerce içgörü de olasıdır ve böylece aydınlanma asla uzakta değildir.
 
4 Bilgelik
Meditasyon pratiğiyle birlikte, git gide doğru olanı yapmanın bilgisi ve motivasyonu ortaya çıkar. Bilgelik, hareketi(tutum, davranışımızı) ortaya çıkaran birçok hayati aşamayı görme ve bir araya getirme becerisidir. Bilgelik, doğru olanı, doğru biçimde, doğru zamanda fark etmek ve ahenkle, tecrübelerimize dayanarak uygulamaktır. Örneğin, bir insanla duygularımız üzerine konuşmamız gerekiyorsa ve o kişinin bu konuda hassasiyet göstereceğini düşünüyorsak, konuşmamızı daha uygun bir zamana erteleyebiliriz. Diğer taraftan bir başka kişiye, kötü bir alışkanlığını kırması için hareketleriyle yüzleşmesini sağlayacak sorular sormanın daha iyi olacağını hissedip derhal harekete geçebiliriz. Diğer insanların durumlarıyla ilgili içimizdeki o deneyimleri toplayıp farkındalığımızla doğru ve uygun tepkiyi vermek ve yaptığımız davranışın gelecekteki etkilerini görmek için sakin bir zihne, temiz ve duru bir akla ve verdiğimiz kararı uygulayabilecek cesarete ihtiyacımız vardır.  Meditasyon sakinleştirir, zihnimizi keskinleştirir ve harekete geçmeden önce sözünü ettiğimiz tüm değişik faktörleri göz önünde bulundurarak harekete geçme becerimizi ortaya çıkarır. Zaman geçtikçe bir de bakmışız ki, meditasyonda lotus pozisyonunda kullandığımız güçleri, verdiğimiz kararları gerçek hayatta da saniyeler içinde kullanabiliyoruz.
 
5 Güç
Tüm özelliklerimiz, eğilimlerimiz, düşünce, duygu ve harekete geçme eğilimlerimiz karakterimizi oluşturur. Ancak karakter bizim olduğumuz şey değildir. O adeta aynaya baktığımızda gördüğümüz bir yüz gibi, başka bir yüzümüzdür. Karakterimizin yüzü, içsel ve soyuttur. Bu da her birimizin esasında üç tane yüzünün olduğunun göstergesidir; aynadaki yüzümüz(fiziksel yüz), o görünen yüzün ardındaki karakterimizin yüzü ve o karakterin ardındaki Öz’ümüzün yani gerçek Ben’in yüzü. Özümüz bilinçtir. Özümüz gerçekte sadece iyi ve iyiliktir. Öz’ün kalbinde(ki gerçek kalbimiz de o kalptir aslında)  iyilik çeşitli ipliklerle dokunmuştur ki bu iplikler de; sevgi, huzur, neşe ve hakikattir. Bu ipliklerden her biri içsel gücümüzün bir formudur. Sevginin gücü, hiç aralıksız olarak her insanın kalbinden yayılır. Ne yazık ki kalbimizden dünyaya yayılan bu sevgi; bağımlılıklar, yanılsama, yanlış inanç ve bozuk algılarla çarpıtılmış, kirlenmiş ve zayıflamıştır. Meditasyonun amacı, bu içsel derin süreci görmek ve anlamaktır. Meditasyonda kalbimizin merkezinde yatan içsel farkındalığımızı yeniden keşfeder ve onu kullanırız. Bu ise bize olumsuz düşünce ve duygularımızın arkasında yatan bozukluk, çarpıklık ve yanılsamaları çözmemiz için gerekli olan gücü verir. Biz, içimizdeki bu enkazı yavaş yavaş kaldırırken, ortaya saflığın gücü ve koşulsuz sevgi bir kez daha ortaya çıkar. İşte bu, öz farkındalığın en derin seviyelerini gerektiren gerçek ruhsal çalışmadır. Bu süreç tezatlarla doludur ve adına ‘sabır’ denilen sevginin ilk safhalarından birini gerektirir. Meditasyonun içsel yolculuğa giden sebatkar pratiği, özellikle meditasyonu hiç deneyimlememiş bazı kişilerce rahatına düşkünlükle suçlanabilir ancak meditasyon pratiğini yapan herhangi bir kişi, meditasyon yaparken kendisine fayda sağladıktan sonra çevresine; ailesine, arkadaşlarına, iş arkadaşlarına ve yakın çevresindeki herkese fayda sağlar. Ruhun gerçek yüzü ortaya çıktıkça, bizi keyfimize, rahatımıza düşkünlükle suçlayan kişiler, bizde meydana gelen değişikliği, olumluluğu, sevgi dolu enerjiyi er geç fark edeceklerdir. Tüm bunlar gösteriyor ki, meditasyon sakinleştirdiği kadar güçlendirir de.
 
6 Dönüşüm
Dönüşüm, kendi formumuzu değiştirdiğimiz, formumuzun ötesine geçtiğimiz eylemdir. Burada sözünü ettiğimiz fiziksel bedenimizi değiştirmek değil, bilincimizin şeklini değiştirmemizdir. Bu form/şekil, fiziksel gözlerimizle görülen bir şekil değil, bilinç düzeyimizle yaratılan bir form/şekildir. En derin seviyede, bilinçli özümüzü; kimlik ve öz imajımıza göre şekillendiririz. Bize bugüne kadar her zaman fiziksel olan şeklimizle kendimizi özdeşleştirmemiz öğretilmiştir ve birçoğumuz da kendimizi olumsuz taraflarımızla görmeyi öğrenmişizdir. Tüm kişisel mutsuzluklarımızın, kendi
içimizde yaşadığımız problemlerin kökeninde işte bu anlayış yatar. Tüm bu süreci görmek ve idrak etmek ise meditasyonla ve derin düşünce yoluyla mümkün olacaktır. Ancak daha da önemlisi, öz kimliğimizi/imgemizi düzeltmek ya da dönüştürmek için kendi gerçek şeklimizi, ruhsal şeklimizi anlamamız gerekir. İşte bu kendini yaptığı işe adamış bir meditasyoncunun en derin amacıdır; özü gerçekten olduğu şekliyle deneyimlemek, gerçekte olduğum ‘ben’ in farkına varmak. Milliyet, meslek, toplumsal cinsiyet ve inanç sistemleri gibi her türlü öğrenilmiş kimliklerin altında, kendimizi eleştirdiğimiz tüm olumsuz iç seslerin, kurban bilincinin altında, kimi zaman kendisine ‘ruh’ da denilen ‘esas öz’ vardır. Bize ait bir yerlerde ruh da vardır demektense, ‘Ben ruhum’ demek çok daha doğru olacaktır. Ruh bilinçtir, tindir ya da asıl Öz’dür. Meditasyon deneyiminde, meditasyoncu tüm o yanlış kimlikleri görür ve o kimliklerden kurtulur, özün parlayan, ışık saçan bir ışık, huzurlu ve sevgi dolu yapısını idrak eder. Kendisine dair yapılan tüm sınırlamaların ötesine geçer ve aslı halini yeniden keşfeder. Ruhun formu öyledir ki, o; ne kesilebilir, ne yanabilir, ne boğulabilir ne de yok edilebilir, çünkü ruh, fiziksel değildir. Bu deneyimle beden bilincinin, ruh bilincine dönüşümü son bulur.
 
7 İlahi Kaynak
Meditasyoncu, saf ve ruhsal niyetlerle meditasyon pratiği yaptığında, kendi aydınlanma seviyesini arttırır ve hepimizin ortak olarak sahip olduğu İlahi Kaynak’ın ışık ve sevgisini direkt olarak alabileceği bir durum yaratır. Adına kimi zaman yoga da denilen bu birleşme, Ruh’un Yüce Ruh’la buluşmasıdır ve bu buluşma hem bir hazırlık hem de bir davet niteliğindedir. Birçok insan meditasyonda ustalaşmak için bir koca ömrün bile yetmeyeceğini düşünür. Halbuki meditasyon, Tanrı’nın enerjisinin birebir hissedildiği inanılmaz derecede kişisel ve ruhsal yakınlığın olduğu bir ilişkidir. Bu görünmeyen ve çok kırılgan olan iletişim sırasında, incecik bir bağ vardır, bu bağ eski olumsuz düşünceler silsilesiyle ve dünyevi bağımlılıklarla (kimi zaman zihnimizin bile farkında olmadığı) kolayca kopar. Bu bağlantı yoluyla saf, sessiz titreşimleri alabiliriz. Bu yüzden günlük meditasyon yapmak; bilincimizin saflığını yenilemek için büyük bir önem taşır böylece her gün İlahi olanla sahip olduğumuz kişisel ilişkimizi yenileriz.
Yukarıda sözünü ettiğimiz sebepler, meditasyon yapmanın; hayatımızı olumlu anlamda değiştirip, dönüştüreceği temel sebeplerdendir. İster iç huzurunu deneyimlediğimiz zamanları arayalım, ister daha derin ve uzun süren bir hoşnutluğun özlemini çekelim, ister sevginin gerçek anlamını merak ediyor olalım, ister daha aydınlanmış bir yaşamın var olabileceğini hissediyor olalım, meditasyon bu isteklerin hepsine yanıt verecektir.
 
Meditasyonu Deneyimlemek
Kendinize her sabah ya da akşam  10-15 dk. zaman dilimi ayırın.
Sessiz bir mekân bulup rahatlayın.  Kısık ışık ve yumuşak bir müzik, size uygun ortamı yaratmanızda yardımcı olacaktır.
Rahat bir şekilde, yere ya da bir sandalyeye oturun veya uzanın.
Gözlerinizi açık tutun ve önünüzde seçtiğiniz herhangi bir noktaya odaklanın.
Yavaşça tüm görüntü ve seslerden dikkatinizi uzaklaştırın.
Kendi düşüncelerinizin gözlemcisi haline gelin.
Düşünmeyi bırakmaya çalışmayın, sadece gözlemci haline gelin. Aklınıza gelen düşüncelere kapılıp onlarla sürüklenmeyin, o düşünceleri yargılamayın, sadece onları izleyin.
Zamanla tüm bu düşüncelerin yavaşladığına şahit olacak ve kendinizi daha huzurlu hissetmeye başlayacaksınız.
Kendiniz için bir düşünce yaratın, bu düşünce kendinizle ilgili olsun, örneğin: Ben huzurlu bir varlığım.
Bu düşünceye tutunun ve düşüncenin zihninizin ekranında sakince iz bırakmasına izin verin.

 

Kendinizi; zihninizde huzur dolu, sessiz ve dingin olarak canlandırın.
Bu düşüncenin farkındalığıyla oturabildiğiniz kadar oturun.
Bu sırada zihninize girip dikkatinizi dağıtmaya çalışacak düşünce ya da anılar olabilir, onlarla kavga etmeyin, mücadeleye de girmeyin.
Sadece bu düşüncelerin geçip gitmesine izin verin. Ve yaratmış olduğunuz ‘Ben huzurlu bir varlığım’ düşüncesine geri dönün.
Bu düşünce üzerinden yarattığınız başka olumlu duygu ve düşünceleri de tanıyın, onları takdir edin
ve onlara teşekkür edin.
Birkaç dakikalığına bu duyguların içinde sabit kalın.
Meditasyonunuzu gözlerinizi bir dakika kapatıp, içinizde tam bir sessizlik yaratarak sonlandırın.
Sessizliği dinleyin.
Gözlerinizi yavaşça açarak meditasyonunuzu sonlandırın.
İç huzurunuzun gücüyle gördüğünüz tüm görüntülere artık dokunabilirsiniz.
 
Mike George
 

Ben ilk meditasyon deneyimlerime 2001 yılında Brahma Kumarisin seminerlerine giderek  başlamıştım. Fakat düzenli olarak her gün yapmadım. Sadece ara ara aklıma geldikçe yapıyordum. 2013 yılında Melek Koçluğu eğitiminden sonra her gün düzenli olarak en az
1 saat haftanın 2 günü 3 saat hatta 5-6 saat yaptığımda oldu.(Doğal Taşlarla birlikte)  Çok çok faydasını gördüm ve görüyorum da . Düzenli olarak yapıldığı takdirde insan önce  kendisine sonra da çevresine (dünyaya) faydalı olduğunu görüyor. Yukarıda yazılan yazıda, meditasyon yaptığınızda neler yaşadığınız hakkındaki durumlar hemen gerçekleşmiyor. Azimle, sabırla ve disiplin ile bu çalışmayı sürdürmek gerekiyor.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN