Düşüncelerimiz, sözlerimiz, duygularımız ve davranışlarımızla belirlenen frekansımızdan biz sorumluyuz. Her iyi düşüncemiz, her iyi sözümüz, hissettiğimiz her iyi duygu ve her iyi davranışımız varlığımızın frekansını yükseltir. Sevgi, şefkat ve iyilik gibi yüce duygularla düşünüp, konuşup davrandığımız zaman frekansımız da gittikçe yükselir.
Biz negatif frekansta değilsek kimse negatif düşüncelerle bizi etkileyemez. Frekansımızı kendi duygu ve düşüncelerimizle yaratmış oluruz. Kendimizi ne kadar iyi hissedersek frekansımız o kadar pozitif olur. Başkalarının negatif düşünceleri orada bize ulaşamaz.
Aynı zamanda biz frekansımızı yükseltmeye başlayınca yeni bir hayat ve yeni bir dünya kendini bize gösterecek. Yayacağımız pozitif enerji, dünya üzerinde yaşayan her bir canlıya ulaşacak. Kendimizi yükselttikçe dünyanın enerjisinde yükselmiş olur.
Unutmayın ki; insan önce kendi üzerine ışık olduğu zaman, diğer canlılara o ışığı ulaştırabilir.
“İnsanlar ya sana ilham olurlar ya da seni içten içe tüketirler. Bunun seçimini doğru yapmalısın” Hans.F.Hansen
Bu haftaki yazımı yazarken etrafımda yaşadıklarım ve gözlemlediklerim doğrultusunda negatif ve pozitif düşünceli insanlara değinmek istedim. Yazımda negatif düşünceli insanlardan bahsetmek istiyorum. Ailemizde olsun, iş yerinde olsun, arkadaşlıkta olsun, sevgili olsun, eş olsun, alışverişte, seyahatte, komşulukta vb… Yaşam boyunca negatif ve pozitif düşünceli insanlarla sürekli ilişkimiz olmuştur ve oluyor da, peki negatif düşünen insanlarla çevrili bir dünyada yaşıyor olsanız ne kadar mutlu olabilirsiniz? Ya da biz nasıl insanlarla görüşüyoruz veya öz eleştiri yaptığımızda kendimizi hangi grupta görüyoruz? Zamanımızı pozitif yoksa negatif enerji yayan insanlarla mı geçiyoruz? Düşünün çevrenizde “O yanlış”, “O olmaz, “O kötü, “Aman ha !!” diyen insanlar varken, kendinizi nasıl rahat hisseder ve yapmak istediklerinizi nasıl gerçekleştirebilirsiniz?
Pozitif enerjili insanlar;Hangi konum ve aidiyetten olursa olsunlar, bu grup insanlar hayata pozitif bakarlar. Karşılaştıkları olaylara iyilikle yaklaştıkları için bunların içinden, insancıl ve barışçıl bir biçimde geçmeyi başarırlar. Hayata nefret ve husumetle yaklaşmak yerine, olayların kendileri için ve etrafındakilerin hayrına olduğunu düşünerek olumlu yanlarını yakalarlar. Böylece fırtınalardan bile, çok az zararla çıkarlar. Her zaman olumlu olarak destek verirler. Motive ederler negatif bir olayı bile pozitife çevirmek için çözüme giderler.
Diğer grup ise negatif enerjili insanlar; Basit bir iyimserlik duygusundan bile yoksun olan bu kişilikler, her şeyi karanlık ve kötü tarafından görürler. Onların hayrına olabilecek şeyleri bile ters yüz edip baktıklarında sadece oluşabilecek negatif ihtimalleri düşünüp, kendilerini karanlıklara sürüklerler. Negatif konuşmayı seven insanların en büyük amacı, pozitif düşünceli insanların enerjilerini emmektir. Bunu, diğer insanları kendi seviyelerine yani kendi ağlarına çekerek yaparlar. Çevresindeki insanların düşüncelerini olumsuzlaştırarak, savundukları ve kurguladıkları dram yüklü hayatı kanıtlamaya çalışırlar. Yaşanan her olayı olumsuzluklarla ilişkilendirip hayatı dramatikleştirirler. “İşte düşündüğüm kötü şeyler oluyor”, “Ben söylemiştim zaten” gibi cümleleri bu insanlardan sıkça duyarız. Sürekli şekilde insanları ve olayları yargılama içinde olurlar.
Bu insanlara iyi haberlerle gitseniz bile, olumsuz bakmanın bir yolunu bulurlar. Örneğin heyecanla gidip maaşınızda artış olduğunu haber verdiğinizde, hemen “iyi ama hayat o kadar pahalı ki maaşındaki artışın sana hiçbir katkısı olmayacak” gibi bir cevap duyabilirsiniz. O anda sevinen insanın bütün enerjisini emmiş olurlar. Ya da iş kuracaksınız “bu hayat şartlarında iş mi kurulur? Hiç aklın yok mu” gibi sözler söylerler. O anda o insanın bütün umudunu ve enerjisini söndürmüş olurlar. Sürekli kendi hayatlarından ve yanlışlarından örnek verip “Yapamazsın! Başaramasın! Nasıl yapacaksın ki? Ben biliyordum böyle olacağını! gibi negatif konuşmalarla cesaretinizi kırarlar. Akılcı bir yol göstermezler. Sadece kendilerinin her şeyi çok iyi bildiklerini savunup söz edip dururlar.
Kendi yaşantımdan örnek vermek isterim ; Tenis oynadığım yıllarda, Veteran Dünya Tenis Şampiyonası Turnuvası’na hazırlanırken bazı tenis arkadaşlarım işte “o turnuvada başarı elde edemezsin, hatta topa bile vuramazsın, o turnuvada kimse seninle antrenman bile yapmaz, o turnuvaya katılanlar dünyanın bütün ülkelerinde çoğunlukla çocukluk yaşında oynamaya başlamış oyuncular, hepsi milli takım oyuncuları, sen 22 yaşında başlamışsın boşuna emek verip katılıyorsun” diye negatif sözler söylemişlerdir. Ben o anda onların negatif sözlerini duymadım bile, sadece gülümsedim çünkü iyi bir sonuç elde edeceğime inanmıştım. Evet ben tenise 22 yaşında başladım. Fakat azim, disiplin, çalışmak en önemlisi daima pozitifte kalarak kendi koyduğum hedefime ulaştım. (2007-2008-2009 Yıllarında Dünya Veteran Tenis Şampiyonası Turnuvasında 35+ bayanlarda, 500 kişinin arasında 40.cı sıraya kadar yükselmiştim.) Pozitifliği karşılığını her zaman aldım.
Ayrıca da negatif düşünceli insanlar değişime de kapalıdırlar. Kendilerini değiştirme yerine sürekli karşılarındakini değiştirmeye çalışırlar. Girdikleri ortamı sürekli olumsuz eleştirir ve yakınmalar yaparlar. Başkalarının hayatlarına olumsuzluk yağdırdıkları için çoğu negatif düşünceli insanlar fazla sevilmezler. Bu gibi insanlar sağlığınızı, mutluluğunuzu, başarınızı, umutlarınızı, cesaretinizi ve özgürlüklerinizi engelleyebilirler.
Hayat negatif enerjilerle boşa geçirilecek kadar uzun değil.
Eski zamanlarda, bir genç felsefeden de nasibini almış bir din aliminin öğrencisi olmuş. Tam yirmi yıl süreyle ona öğrencilik etmiş. Genç ayrılırken, hocasıyla aralarında şöyle bir konuşma geçmiş;
Evladım Kaç yıldır benim yanımdasın?
Yirmi yıldır efendim.
Bu süre içinde benden ne öğrendin?
Hiçbir şeyle değişemeyeceğim yedi hakikat öğrendim.
Sadece bu kadar mı?
Evet.
Peki neler öğrendin?
Baktım ki herkes bir şeyi dost ediniyor, ona gönül verip bağlanıyor. Ancak bunların hepsi insanı yarı yolda bırakıyor. Ben ise beni hiç bırakmayacak, ölümden sonra bile benimle gelecek şeyleri aradım. Dost olarak da iyilikleri seçtim kendime.
Çok güzel, ikincisi neymiş bakalım?
Baktım ki, insanların birçoğu geçici dünya değerlerine dört elle sarılmış; onları koruyor, kasalarda saklıyor, kaybolmaması için her çareye başvuruyor. Kimi zenginliğine, kimi güzelliğine, kimi ününe sımsıkı tutunmuş, onları elden çıkarmamak için çırpınıp duruyor. Oysa ben varlığımı ve bütün isteklerimi O’na satıp, gönlümü yalnız O’nun sevgisine açtım.
Devam et!
İnsanların üstün olmak için birbirleriyle yarıştıklarını gördüm. Ama birçoğu üstünlüğü yanlış yerde arıyor ve birbirlerinin üstüne basarak yükselmek istiyor. Bunun üzerine üstünlüğü maddi değerlerde değil de akıl ve ahlak bakımından yükselmekte, kötülüklerin her çeşidinden el etek çekip, iyiliklere vasıta olmakta aradım.
Devam et evladım!
Yine baktım ki, insanlar sabahtan akşama birbirleriyle uğraşıyor, hayatı boş yere kendilerine zindan ediyorlar. Bütün bunların benlik, bencillik ve çekememezlikten ileri geldiğini gördüm. Ben de gönlümü bu kirlerden arıtarak, kendim ile barışık olup, huzur ve güven içinde yaşamanın yolunu buldum.
Sonra?
Nedense herkes hatasını sebebini hep dışta arıyor ve başkalarını suçlamak yoluna sapıyordu. Böylece suçlarının örtüsü altında saklanıyordu. Oysa insanın başına ne geliyorsa, kendi yüzünden ve kendi eliyle geliyor. Bunu bilip yalnız kendimle cenge girerek, nefsime uymamaya ve vesvese verenin ağına düşmemeye çalıştım.
Doğru!
Baktım ki insanlar bir lokma ekmek ve dünya geçimi için helal haram demeden her türlü hakkı çiğniyorlar. Hem başkalarının hakkını almakla hem de bu haksızlığın azabını vicdanlarında taşımakla iki kere kötülük etmiş oluyorlar. Oysa doğru yaşanıldığında ve hakça bölüşüldüğünde, dünya nimetleri insanlara yeter de artar bile.
Yedinci hakikat nedir evlat?
Yedinci olarak şunu gördüm ki insanlar bir şeye dayanmak ve güvenmek ihtiyacındadırlar. Kimi zenginliğine, kimi güzelliğine. Bunların hepsi de bir süre sonra yıkılacak iğreti desteklerdir. Ben ise yalnız ona sığınıp, O’ndan yardım diledim. Bunun karşılığı ise sonsuz bir güven oldu.
Seni tebrik ederim evladım. Ben de yıllar yılı farklı dinleri, din üzerine yazılmış bütün kitapları inceledim. Hepsinin bu “yedi hakikat” etrafında toplandığını tespit ettim.
ALINTI
Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla kalın!.. Nurgül AYABAKAN
Etrafımıza baktığımızda bazı insanlar vardır hayatta hiçbir şeyden memnun olmaz, her şeyden şikâyet ederler. (İş yerinizde, yolda yürürken, tatil yaparken ,yolculuk yaparken, restoranda yemek yerken, oturduğunuz apartmanda… vb) Etrafınıza bir bakın, nasıl sürekli her şeyden şikâyet eden, hiçbir şeyden memnun olmayan kişiler olduğunu göreceksiniz. Bu tür insanlar, havalardan, trafikten, yöneticilerinden, iş yükünden, çalışma arkadaşlarından, komşusunda her şeyden ve herkesten şikâyet ederler. Müzmin şikâyetçiler hem kendilerini hem de etrafındaki kişileri de mutsuz eder, enerjilerini düşürür, içlerini karartırlar.
Devlet dairesine işimiz düştüğünde karşılaştıklarımızı eleştiriyor; kendimiz bir masaya oturduğumuzda ise talep sahiplerinin tutumlarını yargılıyoruz. Yönetici isek yön-ettiklerimiz için, çalışıyorken de yöneticilerimiz için eleştirecek birçok konu buluyoruz. Hasta doktordan, doktor hastadan; patron işçisinden, işçi patronundan şikâyetçidir. Öğrenciysek öğretmenlerin davranışından, öğretmensek öğrenci davranışlarından şikâyet ediyoruz. “Bizim gibi yaşamayanları, bizim gibi düşünmeyenleri” yanlış; hatta yetersiz buluyoruz. Sözümüzü kesenlere kızarken, başkalarının söz söylemesine izin vermek istemiyoruz. Bazen komşumuzdan, bazen tanıdığımız, bazen tanımadığımız kimselerden şikâyetçiyizdir. Birisine sorduğumuzda nasılsın diye? Her şey yolunda gitse bile şikayet edecek bir şey bulur.
Peki şikayet yerine dönüp kendimize bir bakabilsek. Her zaman etrafımızı değil, kendimizi olumlu değiştirmek ve dönüştürmek gerekir. Kendi yaptıklarımızı önemsiyor, başkalarının yaptıklarını görmüyoruz bile. Dönüp kendimize bakabilsek, orada herkesi görebiliriz aslında.
Birçok insan şikâyet eden kişilere bir süre tahammül eder, ancak uzun süre dayanamaz. Hayatı boyunca her şeyden şikâyet etmeyi alışkanlık haline getirmiş olan müzmin şikâyetçiler aslında etrafından çok kendine zarar verdiğini farkına varmaz. Sürekli şikayet ister istemez olumsuz yani negatif enerji veriyor. Bu negatif enerji ile kendi zihninde ve bedeninde olumsuzluklar yaşamasına sebep oluyor. Düşünün sürekli her şey de şikayet eden bir insan etrafında olan güzellikleri görmesine engeldir.
Şikâyet etmek yerine aslında isteklerimizi doğrudan söylemek en doğrusu. Sorunun değil, çözümün bir parçası olmak için gayret etmek gerekir.
Kuşku yok ki, hepimizin ters giden işleri, sıkıntılı anları, olumsuz düşündüğü zamanları bizi karamsarlığa sürükleyebiliyor. Bunu paylaşmak, yakınlarımızdan bir destek beklemek, görüşlerimizin tıkanma anlarında farklı bir görüş almak kuşkusuz en doğal hakkımız; oysaki hiçbir olumsuzluğumuz yokken, her şeyi kapkara göstermekle, bir süre sonra inandırıcılığımızı yitirme durumunda kalabiliyoruz.
Herkes kendince şikâyetlerinde haklı olabilir. Şikâyetlerimiz ile sıkıntılarımıza ortak aramamız doğal sayılabilir; bir hastalık derecesine çıkmadığı sürece… Şikâyet hastalığına hazır reçetelerin bir yararı olmuyor! Ama şikâyet ederken, kendimize bakabilsek sorumluğumuzu alıp, içimizde neyi dönüştürmemizi görebilsek, çözüme odaklı olsak her şey kendiliğinden düzelecek aslında.
Bununla ilgili bir hikâye paylaşıyorum. Herkes burada kendine bir pay çıkarabilir.
Bir zamanlar, her şeyden sürekli şikâyet eden, her gün hayatının ne kadar berbat olduğundan yakınan bir kız vardı.
Hayat, ona göre çok kötüydü ve sürekli savaşmaktan, mücadele etmekten yorulmuştu. Bir problemi çözer çözmez, bir yenisi çıkıyordu karşısına.
Genç kızın bu yakınmaları karşısında, mesleği aşçılık olan babası ona bir hayat dersi vermeye niyetlendi.
Bir gün onu mutfağa götürdü. Üç ayrı cezveyi suyla doldurdu ve ateşin üzerine koydu.
Cezvelerdeki sular kaynamaya başlayınca, bir cezveye bir patates, diğerine bir yumurta, sonuncusuna da kahve çekirdeklerini koydu.
Daha sonra kızına tek kelime etmeden beklemeye başladı.
Kızı da hiçbir şey anlamadığı bu faaliyeti seyrediyor ve sonunda karşılaşacağı şeyi görmeyi bekliyordu. Ama o kadar sabırsızdı ki sızlanmaya ve daha ne kadar bekleyeceklerini sormaya başladı.
Babası onun bu ısrarlı sorularına cevap vermedi. Yirmi dakika sonra adam, cezvelerin altındaki ateşi kapattı.
Birinci cezveden patatesi çıkardı ve bir tabağa koydu. İkincisinden yumurtayı çıkardı, onu da bir tabağa koydu. Daha sonra, son cezvedeki kahveyi bir fincana boşalttı.
Kızına dönerek sordu:
– Ne görüyorsun?
– Patates, yumurta ve kahve? diye, alaylı bir cevap verdi kızı.
“Daha yakından bak bir de” dedi baba, “patatese dokun.”
Kız denileni yaptı ve patatesin yumuşamış olduğunu söyledi.
“Aynı şekilde, yumurtayı da incele.”
Kız, kabuğunu soyduğu yumurtanın katılaştığını gördü.
En sonunda, kızının kahveden bir yudum almasını söyledi.
Söyleneni yapan kızın yüzüne, kahvenin nefis tadıyla bir gülümseme yayıldı. Ama yine de bütün bunlardan bir şey anlamamıştı:
– Bütün bunlar ne anlama geliyor baba?
Babası, patatesin de, yumurtanın da, kahve çekirdeklerinin de aynı sıkıntıyı yaşadıklarını, yani kaynar suyun içinde kaldıklarını anlattı. Ama her biri bu sıkıntı karşısında farklı tepki vermişti.
Patates daha önce sert, güçlü ve tavizsiz görünürken, kaynar suyun içine girince yumuşamış ve güçten düşmüştü.
Yumurta ise çok kırılgandı; dışındaki ince kabuğun içindeki sıvıyı koruyordu. Ama kaynar suda kalınca, yumurtanın içi sertleşmiş; katılaşmıştı.
Ancak, kahve çekirdekleri bambaşkaydı. Kaynar suyun içinde kalınca, kendileri değiştiği gibi suyu da değiştirmişlerdi ve ortaya tamamen yeni bir şey çıkmıştı.
– Sen hangisisin? diye sordu kızına. Bir sıkıntı kapını çaldığında nasıl tepki vereceksin?
Patates gibi, yumuşayıp ezilecek misin?
Yumurta gibi, kalbini mi katılaştıracaksın?
Yoksa kahve çekirdekleri gibi, başına gelen her olayın duygularını olgunlaştırmasına ve hayatına ayrı bir tat katmasına izin mi vereceksin? Her şey gönlünüzce olsun! Sevgi ve ışıkla kalın!.. Nurgül AYABAKAN
Enerji dairesel şekilde hareket eder. Gönderdiğiniz negatif, pozitif her tür enerji mutlak şekilde size geri döner. Ne tür bir enerji gönderdiğiniz geri dönüş sürecini değiştirmez.
Bilinçli ya da bilinçsiz göndermiş olmanızda bu süreci etkilemez.
Her sonucu yaşadığımızda nedeni fark etmez isek aldığımız sonuçlarda hiçbir zaman değişiklik göstermez.
Bu nedenle davranışlarımızdan sorumlu olduğumuzu bize çok iyi anlatan bir yasadır. Ne ekersen onu biçersin.
Sadece davranış değil, duygu ve düşüncelerimizden de sorumlu olduğumuzu unutmayalım bu arada.
Çünkü hatırlarsanız hepsi birer enerji ve enerjiler çıktıkları kaynağa geri dönerler.
Peki şimdi sizi duyar gibiyim ama isteklerimiz bize geri dönmüyor.
Size açıklıyorum.
Ürettiğimiz duygu, düşüncelerinde bir gücü var. Çok güçlü bir sevgi duygusu ile çok zayıf bir takdir duygusunu enerji olarak aynı güçte algılayamayız.
Üstelik sürekli üretilen bir duygu ile anlık üretilen bir duygu aynı güçte değildir.
Gün içinde zihninizde ve kalbinizde geçtiğimiz düşüncelere kendimize ve başkalarına ne kadar pozitif ? Burada kendimize dürüst olmamız gerek.
Sözler bir büyüdür. Gene aynı şekilde gün içinde ağzımızdan hangi kelimeler çıkıyor, kendimize ve başkalarına sevgi ve ışık olmayan kelimeler mi? Yoksa sevgi ve ışık dolu kelimeler mi?
Yalnız kaldığımızda başkalarına düşüncelerimiz ve duygularımız ne oluyor? Pozitif mi? Negatif mi?
Herkes kendi özgür iradesi ile seçim yapabilir.
Aynı şekilde başkalarını dinleyebilirsiniz. Ama karar özgürlüğü, uygulama, seçim siz özgü iradeniz ile karar verebilirsiniz.
Öfke, nefret, kin, kibir, kıskançlık gibi duygular tehlikeli duygulardır. Bunlar insanın en çok kendisine zarar verir. Her olumsuz düşünce ve duygu bir hastalığa dönüşüyor.
Bu duygulara sahipken, hayatınıza güzel olayları kişileri çekme olasılığınız düşüktür ve bu olumsuz duygular yaşamımıza sorunları, kötü olayları, negatif insanları, hastalıkları çekecektir.
En önemlisi de önce kendimizi, geçmişi ve başkalarını affetmek. Ruhumuzu özgür bırakmak, ruh özgür olmadıkça vücudumuzda taşıdığımız yükler bedenimize zarar verir.
Her insanın olumsuz duyguları olabilir. Bu çok normal, bunları reddetmeyin. Önce olumsuz duyguları kabul etmek ve olumsuz duygulara sebep olan ne ise onları olumluya dönüştürmeye ve sizden uzaklaşmasına izin vermek. Kısacası her olumsuz düşünceyi ve duyguyu şifalandırmak.
Ne ekersem onu biçeceğim yasasını bildiğinize göre sonuçlarınızın nedenlerini bilinçli olarak oluşturabilirsiniz.
Şu an yaşadıklarınızın bir sonuç olduğunu ve bu sonuçların nedenlerini sizin oluşturduğunuzu fark edeceksiniz.
Her zaman güzel tohumlar atmak gerek zihnimize ve kalbimize.
İyi niyet, güzel düşünceler, güzel duygular, güzel sözler karşımıza güzel sonuçlar olarak çıkacaktır.
Her şey birbirine bağlı,
Nasıl gösterirseniz o olur,
Ne verirseniz o gerçekleşir.
Kısacası
Ne ekersen onu biçersin.
ALINTI
Sadece evin yolunu bulabilmiş olanlar bu yolu başkalarına gösterebilir. Kendi yolunu kaybetmiş bir kişi kötü bir rehberdir. Bilgisi olmayanların iyi niyetli oldukları sürece dünyaya iyilik edeceklerine inanan eşitlikçi iddiayı geçersiz kılan da bu gerçektir. Uzun vadede yalnızca bilenler işe yarar, iyilikler sunabilir, çünkü onlar yürüdükleri için yolu bilen kişilerdir.
Carl Gustav JUNG
Ruhumuzun da ve kalbimizde sevgi, ışık, aşk ve merhamet olduğu süreçte yaşamımız ona göre yol alır.
Dünyada cennetimizi de cehennemimizi de kendi duygu ve düşüncelerimiz yaratıyor. Herkesin problemleri var. Bir çoğu da ileriye dönük… Belki de yaptığımız en büyük yanlış o gün gelmeden sıkıntıları bugünde yaşamak. Bu davranış şekli, içinde bulunduğumuz günü dolu dolu, hissederek yaşayamadan elimizden uçup gitmesine neden oluyor. Tabii bu demek değildir ki problemlerimizi yok sayalım ve gerekli önlemleri almayalım. Önlemlerimizi elbette alalım; ama bu sorunların yaşamımızın akışını sekteye uğratmasına izin vermeyelim.
Peki, sizin mutluluk anlayışınız hangisi? Siz mutluluğu eksikleriniz tamamlanınca ulaşacağınız bir ruh hali gibi mi yoksa başınıza gelecek güzel bir şey olarak mı tanımlıyorsunuz?
En güzel bulaşıcı ruh hali nedir? Diye sorarsanız, hiç düşünmeden “mutluluk” diye cevap veririm. Evet mutluluk… Mutlu, pozitif, ışık saçan, gözlerinin içi gülen, yüreğiyle gülümseyebilen ve seven insanların yanında olan herkes kendini mutlu ve huzurlu hisseder. Mutlu olan insan herkesi mutlu eder.
Kendimizi olduğu kadar, çevremizi mutlu etmek de elimizde. Bir güler yüz, bir sevgi dolu söz, ufak bir tebessüm bile yetebiliyor bazen. Etrafımızda bakıp da görmediğimiz, bir gülümseyişe bile muhtaç ne çok insan var… Hiç düşündünüz mü? Küçük bir teşekkür, hiç beklenmedik bir anda açılan telefon, unutulmadığını hatırlatan, bir dosttan gelen mesaj bile yetiyor insanı mutlu etmeye.
Dünyadaki yoksul ülkelerin halkına baktığımız zaman inanın ki zengin ve gelişmiş ülkelerin halklarına göre daha mutlular. İnanması güç ama doğru… Mutluluk, sevgi ve şefkat ilişkileri içinde yaşanan bir duygu. Daha çok para sahibi olmak, daha iyi bir hayat yaşamak mutlu olmak anlamına gelmiyor. İnsan içinde sevgiyi ve şefkati büyüttüğü zaman mutlu oluyor.
Mutluluk nerede, ne şekilde, ne şartlarda yaşadığımızda değil; nasıl hissettiğimize bağlı biraz da… İnsan isterse her yerde mutlu olabiliyor. Mutluluk bazen küçük bir hediye, bazen sevgi dolu bir bakış, sıcak candan bir el, bir nasılsın, küçük bir teşekkür, ağlayabileceğimiz bir dost omzu, çocuğumuzun yanağımıza kondurduğu bir öpücük, kokusunu içimize çektiğimiz bir çiçek, sıcacık demli bir çay, okuduğumuz güzel bir kitap, seyretmekten zevk aldığımız bir film, yıllardır görüşemediğimiz dostlarla geçirilen bir gün, annemizin şefkatli kolları, harika bir manzarayı seyrederken en sevdiğimiz hobimizle uğraşmak, tanımadığımız, insan yolu gözleyen hastalara yapılan bir ziyaret, iş yerinde uyum için sarf edilen çaba, bitirilmesi gereken işlerin tamamlandığını görmek gizlice yapılan bir yardım ya da küçük sürprizler olabiliyor…
Elindekiyle yetinmesini bilmeyen insanın, dünyayı da bağışlasan mutlu olma şansı yok.
Hayat bir sınav bence. Sahip olmak istediklerimizle değil; aile, sağlık, para, güzellik, zeka, güç gibi elimizdeki mevcut değerleri mutlu ve huzurlu olmak için nasıl kullandığımızla sınanıyoruz…
Konfüçyüs’ün bir sözü ile bitirmek istiyorum yazımı:
“Mutlu olmak için, içinde bulunduğunuz andan daha iyi bir zaman olduğuna karar vermek için beklemekten vazgeçin. Mutluluk bir varış değil, bir yolculuktur. Pek çokları mutluluğu insandan daha yüksekte ararlar, bazıları da daha alçakta. Oysa mutluluk, insanın boyu hizasındadır.”
Rivayet Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg (Zümrüd-ü Anka ya da batıda bilinen adıyla Phoenix) , Bilgi Ağacının dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş. Bu kuşun özelliği gözyaşlarının şifalı olması ve yanarak kül olmak suretiyle ölmesi, sonra kendi küllerinden yeniden dirilmesidir.
Kuşlar Simurg’a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg’u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler. Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg’un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg’un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg’un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler. Ancak Simurg’un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı’nın tepesindeymiş. Oraya varmak için ise yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş, hepsi birbirinden çetin yedi vadi… İstek, aşk, marifet, istiğna, tevhit, hayret ve yokluk vadileri…
Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. İsteği ve sebatı az olanlar, dünyevi şeylere takılanlar yolda birer birer dökülmüşler. Yorulanlar ve düşenler olmuş…
‘Aşk denizinden geçmişler önce…
‘Ayrılık vadisinden uçmuşlar…
‘Hırs ovasını aşıp,
‘kıskançlık gölüne sapmışlar…
Kuşların kimi aşk denizine dalmış, kimi ayrılık vadisinde kopmuş sürüden…
Kimi hırslanıp düşmüş ovaya, kimi kıskanıp batmış göle…
Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp; Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş (oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış): Kartal, yükseklerdeki krallığını bırakamamış; Baykuş yıkıntılarını özlemiş; Balıkçıl kuşu bataklığını. Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış. Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi ‘şaşkınlık’ ve sonuncusu Yedinci Vadi ‘yok oluş’. Bütün kuşlar umutlarını yitirmiş… Kaf Dağı’na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış. Sonunda sırrı, sözcükler çözmüş: Farsça ‘is’, ‘otuz’ demektir. …murg’ ise ‘kuş’…
Simurg’un yuvasını bulunca öğrenmişler ki; ‘Simurg – otuz kuş’ demekmiş. Onların hepsi Simurg’muş.Her biri de Simurg’muş.
ALINTI
Tıpkı 30 kuş’ un , aradığı sultanın, aslında kendileri olması gibi uzaklarda aranan çok şey kişinin kendindedir. Bunun içindir ki; kişinin gerçek yolculuğu içe doğru yapılandır. Her birimiz birer Simurg olmayı göze almadıkça bataklığımızda, tüneklerimizde ve kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayacağız. Belki çektiğimiz acı ve zorluklar kendimizi bulmak için yaşadığımız yanılsamalardır…. Kendimizi bulduğumuzda her şey yoluna girecek ve asıl varoluş o zaman başlayacak.
Artık kavgaları, nefretleri, kinleri, intikamları, hırsları, öfkeleri bırakıp… Sadece kendini ve her şeyi sev! Hayatı özünle yaşayıp, şükrederek YENİ BİR HAYATA ANKA KUŞU gibi başla!
Başkalarını başarılarını takdir ediyor musunuz? Yoksa başarı olduğunu düşündüğünüz bir olayın başrol oyuncusunu, özellikle de eleştirmek, yermek için çeşitli bahaneler mi buluyorsunuz?
Birinciyi başardığınız anda kendinizi takdir etmeyi ve kendinize saygı duymayı da başarmış olursunuz. Bu da size bolluğun, bereketin, sağlıklı düşünmenin ve ışıklı bir hayatın kapılarını açtıran anahtarlardan biridir. Bir başkasının başarısını gönülden takdir etmek, hatta daha iyi olmasını da dilemek bizi yüceltir.
Eğer kişi karşısındakini takdir etmekte zorlanıyorsa bu kıskançlık duygusu olabilir. Kıskançlık aslında korkudur bu korkunun altında birçok faktörler vardır. Aslında kendine zarar verir her konuda maddi ve manevi olarak bolluk bereketini kapatır.
Kıskanmamak, hatta aksine gönülden takdir edebilmek kendinizi gerçekten sevmenizle, kendinizle barışık ve dolayısıyla da kendinize öz-güveninizle alakalıdır. Kendini gerçekten sevebilmek olumsuz düşünce kalıplarını bırakmaktan geçer. Kendinizi gerçekten sevdiğinizde çevrenizde hep sevilesi varlıklar oluşacaktır. Eğer kendinize güvenmiyorsanız, kendinizi gerçekten sevmiyorsanız, kendinize olan saygınızı da kaybedersiniz. Kıskançlık bağımlılığı olan kimse, her özendiği şeye sahip olmayı ister ama sahip olamayacağına inandığı için de sahip olamama deneyimini sürekli kendine yaşatır. Kendine sürekli acı çektirir ve çektiği acıyı diğerine de çektirmeye çalışır. Eğer çok hırslıysa ve hatta bu yüzden gözü kararmışsa, o zaman arzularını elde etmek için çevresindekileri kolayca tüketip, hunharca yok edebilir; ama bu davranış ve saygısız yaşam biçimiyle, kendine olan saygısını yitireceği gibi bu durum onun mutluluğuna, sağlığına ve iyi ilişkiler kurmasına engel olacaktır.
Postmodern dünyanın satış yapmak için en çok kullandığı alet kıskançlık duygusu… Kimilerine göre eğer insanlarda kıskançlık duygusu olmasaydı yaratıcılıkları da gelişemezmiş. Bana göre kıskançlık ve haset etmek, bu ikisi oldukça yıkıcı duygular; insanların bu yüzden yıkıcı şeyler yaptıklarına şahit oldum. Hedef aldıkları kişiyi suçlamak için akıl almaz yalanlar söylediklerine, kendileri olmayan başka karakterleri oynamaya, en kötüsü de kıskandıkları kimseye zarar vermeye çalıştıklarını dahi gözlemledim.
Çevrenizdeki birinin başarısını görüp dirseklemeye, engel olmaya çalışmak hayatınıza başarıyı çekmez. Bu, sadece sizin kendinize olan özgüvensizliğinizin yansımasıdır. Çalışma hayatında belki böyle yıkıcı deneyimler yaşanılıyor, belki bu yolla banka hesaplarındaki rakamların haneleri giderek büyüyor ama beraberinde sağlıklı ve aydınlık hayatlar getiremiyor. Bu sadece ağır bir açlık korkusunun çevreye aç gözlülükle saldırmasıdır ve sonuçta kimse gerçekten mutlu olamaz. Olamaz çünkü insanın olabilmenin tek yolu gerçek sevgiyi deneyimlemektir; korku olan yerde sevgi barınamaz.
Eğer kendinizi sevemiyorsanız kendinizi beğendirebilmek için birçok yol deneyebilir, içinizde sinsi bir canavar besleyebilir, bunun için bir yığın şeyi satın alarak istediğinizi elde etmeye çalışabilirsiniz; ama beğenilme isteği sadece sevgi duygusundan gelen minik bir kıvılcımdır ve bir anda kaybolup gider. Siz yine kendi dünyanıza geri dönüp kendinizi eleştirmeye devam edersiniz. Kendinizi gerçekten sevip, olduğunuz gibi kucakladığınızda zaten siz bir çaba sarf etmeden, bu konuya dikkat bile etmeden sevilecek ve beğenileceksiniz; sevgi dolu, şefkatli ilişkileri kendinize çekebilirsiniz.
Bir başkasının yarattığı daha önce görmediğiniz bir tatlı hoşluğu kendi hayatınıza geçirme isteği ise özenmek demekse, özenmek yaratıcılığı destekleyen bir duygudur, size ve yolunuza ışık tutan bir güzelliği paylaşmaktır. Aynı şekilde siz kendiniz de bir güzellik yaratamış ve yeryüzüne koymuş olabilirsiniz; bunu paylaşmaktan çekinmeyin. Eğer yarattığınız ve özel olduğunuz bir şeyi paylaşmaya çekinirseniz, bu da korkudur; bir daha asla böyle bir şeye sahip olmayacağınızı zannetmektir ve o şeyin sizden alınma korkusudur. Aksine paylaşmak hayatınızı ve sizi her alanda zenginleştirir.
Siz kendinizi gerçekten sevdiğinizde zaten bütünlük duygusu kendiliğinden gelir; her ne yapıyorsanız bu sizi tatmin eder. Attığınız her adımda yüreğinize sevinç kıvılcımı düşer. Bizler bu hayatı, engin yaratıcılığımızla yarattığımız maceralarla deneyimlemekte özgürüz. Hayatımızı yaratırken ne kadar çok zihinsel engelden özgürleşirsek, o kadar evrensel zekanın yüce bilgeliğiyle sürekli bağlantıda olduğumuzun farkındalığında kendimize zengin bir hayat yaratırız. Kıskançlık da buna en çok engel olan zihinsel engeldir.
Kendini gerçekten seven ve kendi ile barışık olan insanlar başkalarının başarılarını takdir ederler. Çevrenizdeki insanların başarılarını canı gönülden takdir edin. Eğer çevrenizde sizden daha başarılı olduğunu düşündüğünüz insanlar görüyorsanız, onlar sizin bu konuda çalışma yapmanız, iyileşmeniz, büyümeniz ve olgunlaşmanız adına hayatınıza ışık tutmak için gelmişlerdir.
Kendi başarınız için olduğu kadar, başkalarının başarıları için de heves duyun.
Hep bildiğimiz bir atasözü var: Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.
Vaktiyle iki arkadaş arıcılık yapıyor, ürettikleri balı da aynı pazara götürüp satıyorlarmış. Bunlardan birinin balı gayet tatlı, görünüşü de güzel olduğu halde fazla satılmıyormuş. Müşteriler hep arkadaşının balını satın alıyormuş. Ancak o, müşterilerin durumuna bir türlü anlam veremiyormuş. Daha fazla dayanamamış, bir gün arkadaşına sormuş:
– “Arkadaş, ikimiz de aynı yerde bal satıyoruz; ama müşteriler hep sana geliyor. Benim balım daha güzel olduğu halde bir türlü satamıyorum. Senin kalitesiz balın daha çok satılıyor, bunun sebebi nedir? Arkadaşı şöyle cevap vermiş:
– “Evet, doğru söylüyorsun, senin balın daha güzel, daha kaliteli; ama yüzün turşu satıyor. Balının güzel olması yeterli değil, yüzünün de güleç olması gerekir. Gelen müşterileri benim gibi güler yüzle karşılamıyorsun; onlar benim güler yüzüme, tatlı dilime geliyorlar.”
Dil insanın terazisidir. Dil söyletir, ağlatır, yaralar, kırar, döker; ama en güzel cümle de ondan çıkar. “SENİ SEVİYORUM” der.
Her gün onlarca insan yüzüyle karşılaşıyoruz. Bu insanların ilk bakışta yüzleri dikkatimizi çekiyor. Daha sonra ise gözleri… Eğer güzel bakan bir gözse gördüğümüz, iyi bir insana benziyor diye anlamlandırıyoruz, tabii çirkin bakan bir gözse de tam tersi. Bunlardan bazılarıyla anlık ilişkiler, bazılarıyla da uzun süreli ilişkilerimiz oluyor. Bu böyle yaşam boyunca devam edip gidiyor. Sonuç olarak şunu fark ediyoruz; kısa süreliğine gördüğümüz insanlarla eğer bir ilişki içinde olmazsak ister çirkin, ister güzel insan olarak adlandıralım, sadece silik bir iz olarak kalıyorlar ya da tamamen yok olup gidiyorlar. Kalıcı olan sözler oluyor. Kısa bir an için bile olsa, ilişkide bulunduğumuz bir insanın acı sözü yıllar geçse de içimizden çıkmazken, tatlı bir söz bizi tebessüm ettirebiliyor; sanki o anı şimdi yaşamış gibi hissettirebiliyor.
Çevrenizde nice insanlar vardır; tatlı dilleriyle herkesi kendilerine hayran bırakırlar. Dil, bilinç ve iradeyle kullanılması gereken bir organdır; kendi başına bırakıldığı zaman her dönüşünde bir kalp kırar; birçok yıkıma sebep olur. Dilin bu sonsuz etki gücünden dolayıdır ki, “Dil yarası yaraların en derinidir,” denilmiştir. İçimizde gür bir sevgi, şefkat ve merhamet kaynağı bulunduğu sürece kendiliğinden tatlılaşan dilimiz, hayatın güçlüklerini yenmede, insanları ikna edebilmede en büyük yardımcımızdır.
Tatlı dil, muhatabı ruhen etkileyecek tarzda, yumuşak, ikna edici, okşayıcı konuşma şekli olarak tanımlanabilir. Tatlı dil, bütün gücünü ruhtan alır. Ruhu iyiliklerle, güzelliklerle dolu olan, fazilet sahibi bir kimsenin dili de kendiliğinden tatlı olur. Tatlı dil ve güler yüz, ruh asaletinin sevimli belirtileri ve görünümleridir. Tatlı dilli insanlar bu özellikleriyle çevrelerindekileri arkalarından sürükleyecek çekici bir etkiye sahiptirler.
Bir diğer ifadeyle insan dilinin tatlı olması için gönlünün iyi olması lazımdır. Kötü bir adamın dökeceği tatlı dil, tilkinin kargaya döktüğü tatlı dil gibidir. İnsanları belki kısa bir zaman için aldatır; ama çabucak da foyası meydana çıkar. Gerçek tatlı dil iyi insanda olur. Yüreği merhametle, sevgiyle dolu insanın dili de kendiliğinden tatlılaşır. Bu da merhametli, yüreği sevgi dolu insanlarda olur. Onlar konuşurken ölçüp biçerler. Kalplerinin güzelliği doğal olarak onların dillerine, simalarına ve ahlaklarına yansır.
Sert ve kırıcı olmayan, yumuşak, hoşa giden, gönül alıcı, okşayıcı, etkileyici, inandırıcı ve yerinde söylenmiş söz insanın hoşuna gider. Olumsuz düşünce ve davranışlarında anlamsız biçimde inatla direnenleri, öfke ile sertlikle değil; gönül okşayıcı tatlı sözlerle yola getirmeye çalışmak, yumuşatmak en doğru yoldur. Rûhî asaletin temel taşlarından olan sabır ve hoşgörü, tatlı, yumuşak bir ses tonuyla işbirliği ettiği zaman aşılmayacak hiçbir engel, yenilmeyecek hiçbir zorluk yoktur.
Sözün özü; Tatlı dil insanlar için başlı başına bir kuvvettir. Güler yüz, tatlı bir dille tamamlandığı zaman, insana bütün kapılar açılır. Gerçekten dilin, tatlı dil olmak şartıyla açamayacağı kapı, çözemeyeceği düğüm yoktur. Gönüller onunla fethedilir. Sevgi ile dolu insanın dili kendiliğinden tatlılaşır.
Şu hiçbir zaman unutmamalıdır ki, hiç kimse gülümseme olmadan, tatlı dile ihtiyaç duymadan yaşayarak mutlu olamaz.