İNSAN NEYİN PEŞİNDEYSE ODUR

“Hayat bir uyanma sürecidir. Olma sürecidir. İnsanın daima olduğu şey haline geldiğini bilme sürecidir. Ayrılamaz olanı bir araya getirme sürecidir ve bu gerçek bir bir araya getirme işlemi değildir; sadece ayrılmanın hiçbir zaman meydana gelmediğini yeniden bilmektir.” (Neale Walsh)
 
“Uyanışın temel bir parçası, uyanmamış olan sizi tanımaktır; yani diğer bir değişle egonuzu. Egonuzun nasıl düşündüğünü, nasıl konuştuğunu ve nasıl hareket ettiğini anlarken, sizi sürekli olarak uyanmamış durumda tutan, şartlanmış zihinsel durumda tutan şartlanmış zihinsel durumu da kavrayacaksınız.”(Eckart Tolle- Var Olmanın Gücü)
 
Kendini tanımanın iki yönü var;
1. Egosal yönlerimizi tanımak,
2. Egosal yönlerimizden arındıkça öz varlığımızı tanımak ve onu ortaya çıkarmak-gerçekleştirmek
 
Kendimizi bilmemiz, özümüzü bulmamız…
İnsan kendini tanıtmak istediği zaman, “ben neyim?” , “ben kimim? “ sorularını sormakla başlıyor ve ardından genellikle aşağıdaki yanıtlar ile kendini tanımlamaya çalışıyor.
–         Cinsiyetimiz
–         İsmimiz
–         Mesleğimiz
–         Sosyal kimliğimiz
–         Toplumsal niteliklerimiz
 
Bu tanımlamalar ile kendimizi bildiğimizi sanırız. Oysa bunların hepsi sadece bir etiket. Hepsini değiştirebilme şansınız (hemen hemen) vardır. Bu etiketler ile kendimizi dışarı ile özdeşleştiriyor ve içimizi (özümüzü) unutuyoruz.
 
Örneğin mesleğimiz. Biz mesleğimiz miyiz? Yoksa o işi mi yapıyoruz? Kendimizi bazen işimiz ile öylesine özleştiririz ki, işimizde oluşan değişikliklere bile direniriz. Bildiğimiz ve sahiplendiğimiz şekilde kalmasını ister, gelişmesini bile istemeyebiliriz.
Etiketlerin hepsi değişebildiğine, hatta bazıları gelişebildiğine göre, biz kendimizi bu etiketlerle tanıttığımız anda aslında “ne olmadığımızı” söylemiş oluyoruz. Kendimizi keşfetmek istediğimizde, gerçek kendimizi bilmek istediğimizde bütün bu etiketlerden kurtulmamız gerekiyor. Hiç birisi bizi tam olarak tanımlama konusunda yeterli değil. Dahası, değiştikleri anda tamamen yanlış tanımlamalara dönüşebiliyorlar. 
 
Kendimizi dışarısı ile özdeşleştirdiğimiz bu etiketlerin hepsi, aynı zamanda  bilincimizde birer küçük benlik oluşturmakta. Ne kadar uzun süreli o benliklerimizi yaşarsak, o kadar çok onlara bağımlı oluyor ve arkada esas olan gerçek varlığımızı algılamakta o kadar zorlanıyoruz. Öyle ki bazen “anne” olmanın (bu aslında bu yaşamımızda oynadığımız rollerden sadece biri olmasına rağmen), öyle etkisi altında kalabiliyoruz ki, kendi hayatımızı yaşamayı bırakıp çocuklarımızın hayatını yaşamaya veya sadece onlar için yaşamaya kadar ilerletiyoruz. Bunun sonucunda da, genellikle, kendi olamadıklarımızı onların olmalarını, kendi sahip olamadıklarımıza gene onların sahip olmalarını isteyerek onların özgürlüklerini de kısıtlamakta olduğumuzun farkına varamıyoruz. 
 
Bu olmak istenilen şeyler de bizim dışımızdaki bir şeyler ve öze ait şeyler değil… Yani kendimizi dışımızdaki etiketlerle özdeşleştirdiğimizde, etrafımızdakilerin de o etiketler ile özdeşleşmesi için çaba harcıyor, toplumsal olarak herkesin hakikatten uzaklaşması için etkin bir ortam yaratıyoruz. Etiketlerin etkisi altında ne kadar çok kalınırsa, o kadar çevrenin, başkalarının etkisi altında kalıyoruz. Bağımlılıklar yaratıyoruz. Saplantılar içinde kalıyoruz. Başkalarını da bu bağımlılıkların ve saplantıların içine çekiyoruz. Toplumsal kuralların bir kısmı bizi köleleştiriyor. Bu insanların tümü için:
 
. birbirinin kölesi olma,
. toplumun sınırlarının dışına çıkamama,
. şartları değiştirememe,
. çevreyi değiştirme gücünün tükenmesi gibi gittikçe insanı kısıtlayan bir yaşam şekline dönüşüyor.
 
Ancak, zaman zaman yaşadığımız kimi olayların etkileri ile süregelen yaşamımızın içerisinde birden bire farklı bir algılayış içerisine girebiliriz. Örneğin, çevremizden veya yakınlarımızdan birisi öldüğü zaman benzer bir durumda kendimizi düşünmeye çalışır ve bir an için gerçeği görebiliriz. Ölen kişi birisi için sadece baba olabilir, bir başkası için patrondur. Fark ederiz ki o etiketler aslında daha derinde var olan bir şeye ait yüzeysel tanımlamalar. Yani etiket sahibinin, aslında kim ve ne olduğu düşüncesi, bedenin ölmesi ile terk edilen tüm o etiketlerden geriye kalanın ne olduğu ve nerede olduğu düşüncesi ortaya çıkar ve bu sorunun yanıtını  aramaya başlarız.
 
Önceleri yanıt o beden bir ruha sahipti ve şimdi artık değil diye düşünülür. Bir süre sonra yanıt, o ruh bu bedene sahipti, şimdi bedenini bıraktı ve gitmesi gereken yere gitti diye değişir. Asıl varlık beden değil ruhtur. Yani “bizler bir ruha sahip insanlar değiliz, bizler bir bedene sahip ruhlarız” aslında. Bu bedende bir etiket gibi değişebilir. Genellikle acı veren bu tür olaylar sonrasında kendimizin dış özdeşleşmelerini bırakıp, içe yönelmeye başlarız. Yaşanılan çok derin bir acının ardından insan acıyı hissedemez olur ve bir an için acının yerini derin bir dinginlik içinde sanki farklı bir pencereden bakılıyormuşçasına oluşan yeni düşünceler ve hissedişler alır.. İşte o anda gerçek kendimiz ile baş başayızdır. Bir an olsun dış dünyadan soyunmuş, dingin, sevgi ve güven içinde…Korku bitmiştir, kabulleniş gelir…
 
Ruh olduğumuzun bilincine vardığımızda (ruha uyanmak) var olan her şeyin değeri bir anda içimizde değişir. Olaylarda artık hissettiklerim sahip olduklarımın önünde gelmeye başlar. Ruhuma huzur, sevgi, güven, neşe, saflık ve bana içsel bir güç veren şeyler daha değer kazanır. Hani “haklı olmaktansa mutlu olmak”, ya da “zengin olmaktansa aşık olmak” gibi değişimleri yaşarız içimizde…
 
Aslında, sevgi olabilme, aşk olabilme konusunda en önemli adım korkularımızdan arınmamızdır. Tanımlamak gerekirse de kendini tanımak; dinginlik içerisinde bir an bile olsa, sevgi ve aşk olarak var olabildiğimiz o anda başlar. Yaşamımıza baktığımızda, karşılaştığımız en önemli ve bizi etkileyen olaylar hep korkularımızla yüzleştiğimiz olaylardır. Yaşadığımız her bu tür olay karşısında yüzleştiğimiz korkumuzun farkına vararak onu dönüştürdüğümüz anda, sevgi olmaya bir adım daha yaklaşmış oluruz. Korkularımızla yüzleşerek arındıkça da basamak basamak ruhun uyanışı gerçekleşir.
 
Arınmak, insanın insan olma değerlerine ulaşabilmesi ve öz varlığı ile uyumlu bir titreşime ulaşabilmesi için gerekli. Öz varlığımızın temel özellikleri sevgi, neşe, huzur, saflık, güven. İnsanın kendi öz varlığı ile bütünleşmesi veya onun varlığının farkındalığı ile yaşayarak, hayatının her aşamasında, ondan farkında olarak destek alabilmesi, aydınlanmanın bir tanımı olarak verilebilir. Özü ile buluşmuş insanlar hayatı yaşayış nedenlerini bilen, ve özlerinin sahip olduğu özellikleri her anlarında yaşayan, daha doğrusu onları Olan ve Yansıtan insanlardır. Yani sevgi olurlar, neşe olurlar, huzur olurlar, saflık olurlar, güven olurlar. Olmakla kalmaz, etraflarına yansıtırlar. Onların yanında tüm bunların varlığını hisseder ve solursunuz…
Özü bulmak, içimizdeki cevheri ortaya çıkarmaktır.
 
İşte bu yolculuğu yapabilmenin, o noktaya ulaşabilmenin ilk yoludur arınmak… Kendini tanımak arınmak ise egomuzun hakimiyetinden çıkmak, egosal yönlerimizi dönüştürmek demektir. Bu dünyada yaşıyor olmamızın nedenidir insan olmayı öğrenmek. İşte bu “Kendini Gerçekleştirmektir”.
 
İnsan olabilmenin basamaklarından çıkmaya genel olarak tekamül diyoruz. Tekamül bu anlamda, dünyadaki maddi gelişimimiz değildir. Dünyada yaşadığımız hayatı kendi manevi bütünlüğümüzdeki eksikliklerimizi ya da gelişim aşamalarımızı tamamlamak için kullanırız. Tekamül dünyevi değildir, dünya ve buradaki yaşam bunu sağlamak için kullandığımız bir araçtır.
 
Bilinçli bir şekilde de olsa, bilinçsiz de olsa, ruh varoluş amacını gerçekleştirmek için yaşar. (E.Tolle) Varoluş amacımızın ne olduğunu bilmek, kendini bilmek ve tam olarak bulmak konusunda bir adımdır.
 
Yıllarca engellendiğimiz ya da bir türlü yapamadıklarımızı, farkındalık sürecinden sonra inanılmaz bir hızla uygun şartların oluşarak yapabilir hale geldiğimizi görebiliriz. Çünkü, varoluş amacınıza uygun eylemler içerisinde olmamız; bizi desteklenmemizi ve bu sayede başarılı olmamızı, mutluluğu, daha yüksek farkındalığı ve “hayatın akışı içinde, suda yüzen bir yaprakmışçasına direnmeksizin yol almamızı” beraberinde getirir.
 
Unutmayın,  “Kendi içinizdeki olumsuz bir durumun farkına varmanız başarısız olduğunuz anlamına gelmez; tam aksine başarılı olduğunuz anlamına gelir.” (Eckart Tolle)
 
ALINTI
 
 

ANCAK İÇ HUZURU OLAN KİMSELER BAŞKASINA HUZUR VEREBİLİR…

 
 “Bir gün bir kral ama halkı tarafından sevilen bir kral, huzuru en güzel resmedecek sanatçıya büyük bir ödül vereceğini ilan eder.
 
Yarışmaya çok sayıda sanatçı katılır. Günlerce çalışırlar birbirinden güzel resimler yaparlar.
 
Sonunda eserleri saraya teslim ederler. Tablolara bakan kral sadece ikisinden hoşlanır. Ama birinciyi seçmesi için karar vermesi gereklidir.
 
Resimlerden birisinde sükunetli bir göl vardır. Göl bir ayna gibi etrafında yükselen dağların görüntüsünü yansıtmaktadır. Üst tarafta pamuk beyazı bulutlar gökyüzünü süslüyorlardı.
 
Resme kim baktı ise onun mükemmel bir huzur resmi olduğunu düşünüyordu.
 
Diğer resimde de dağlar vardı. Ama engebeli ve çıplak dağlar. Üst tarafta öfkeli bir gökyüzünden yağmurlar boşanıyor ve şimşek çakıyordu. Dağın eteklerinde ise köpüklü bir şelale çağıldıyordu. Kısaca resim hiç de huzurlu gözükmüyordu.
 
Fakat kral resme bakınca, şelalenin ardında kayalıklardaki çatlaktan çıkan mini minnacık bir çalılık gördü. Çalılığın üstünde ise anne bir kuşun örttüğü bir kuş yuvası görünüyordu.
 
Sertçe akan suyun orta yerinde anne kuş yuvasını kuruyordu.
…harika bir huzur ve sükun örneği.
 
Ödülü kim kazandı dersiniz.
Tabi ki ikinci resim. Kralın açıklaması şöyle idi; Huzur hiçbir gürültünün sıkıntının ya da zorluğun bulunmaması ve sıkıntının olmadığı yer demek değildir. Huzur bütün bunların içinde bile yüreğimizin sükun bulabilmesidir.”
 
La Rochefoucauld der ki;  “Huzuru kendi içimizde bulamazsak başka yerde aramak boştur.”
 Huzur insanın kendi içindedir. Eğer insanın içinde huzur yoksa, onu satın alamayız…İç huzur olmadan insan nerede olursa olsun ve neye sahip olursa olsun huzurlu bir yaşam süremez… Çoğu insan mutluluk ve iç huzuru karıştırırlar çünkü mutluluk anlık bir duygudur. Yaşadığımız süreçte hayatımızda olması istediğimiz (para, evlilik, aşk, iş, kariyer, başarı, çocuk, seyahat , çikolata yerken, içki içmek, eğlenmek, mal ve mülk) vb. bunlar elde ettiğimiz zaman kendimizi çok mutlu hissederiz. Fakat bir zaman sonra artık bu arzularımız ve isteklerimiz kavuştuğumuz için tekrar içimizde iç huzur yoksa tekrar mutsuzluğa başlayız. Çünkü rutin bir yaşama dönüşür.
İç huzur, iç dinginliktir, mutluluk ise sevinçtir, neşedir. Sevinç ve neşe bir şeyleri başarmak, sahiplenmekle gerçekleşen duygu iken, iç huzur, hiçbir şeye sahip olamadığımız da yaşadığımız duygudur. Huzuru yanlış yerlerde, yanlış işlerde ve yanlış varlıklarda aradığımızda beyhude arayışları içerisinde oluruz. Bu halimizi şuna benzer “Akmakta olan suya avcumuzu uzatırız da bir türlü suyun altına sokmayız” bu bize hiçbir şey kazandırmaz, susuzluğumuz gitmediği gibi yorulduğumuzda yanımıza kar kalır.
Unutmayın ki mutluluğun annesidir iç huzur… İç huzur olursa mutluluk doğar, büyür ve yaşar. İç huzurun sihirli bir formül yoktur. Onun içimizden bulup çıkarmak için önce istemeliyiz. İnsan önce kendini tanımalı ve bilmeli. İç huzuru bulmak için önce içindeki sevgiyi ortaya çıkartmak ve pozitif duygulara, düşüncelere sahip olmak. Aynı zamanda kendi ile gerçekten barışık olmalı. Düşünün ki; negatif duygulara ve düşüncelerine sahip insanlar (Öfke, kıskançlık, bencil, kibirli, nefret, intikam) vb. nasıl iç huzuru olabilir ki? 


Kendi iç huzuru olan kimse başkalarını da besler ve geliştirir. Fakat kendinden hiçbir şey kaybetmez. Aksine iç huzuru artar. Bizim iç huzurumuz ne kadar güçlü olursa, dış etkilere karşı o kadar dayanıklı oluruz. 


İç huzur maneviyattır.


Her şey gönlünüzce olsun!

Sevgi ve ışıkla kalın!..

Nurgül AYABAKAN

 

YAŞANAN ZORLUKLARA RAĞMEN İÇ GÜZELLİĞİ YAKALAMAK, LOTUS ÇİÇEĞİ GİBİ…

 
“Aynı kırmızı, mavi veya beyaz lotus çiçeğinin bataklıkta doğup, büyüyüp, su üzerine çıkması ve bataklığın onu kirletememesi gibi ben de dünyada doğdum, büyüdüm ve dünyanın üstesinde geldim; ama dünya beni kirletemedi.” Gautama Buddha
 
Vietnam halkı çocuklara hayatlarını lotus çiçeği gibi yaşamalarını ve çocuklarına lotus çiçeği gibi her zorlukla baş çıkabileceklerini öğretiyorlarmış.
 
Hayatımızı sürdürmek için, gerekli olan dürtülerimiz için kendi düşüncelerimizin, umutlarımızın, tutkularımızın ve duygularımızın ötesinde herhangi bir şey olamayacağını düşünsek bile, doğa bize her zaman karşılık verir. Bunun en güzel örneği Lotus çiçeğinde verebiliriz.
 
Lotus çiçeği, kendi içimizdeki gölgelerimizden ve karanlığımızdan sıyrılıp, iç huzurumuza dönüşümüzü tamamlamak gibi çok derin anlamlar taşıyan bir çiçektir.
 
Karanlığın ve çamurlu suyun içinden geçerek yüzeye çıkan, ışığa ulaşan ve çiçek açandır. Karanlığa doğmuş olan ruhun saflaşmasını ifade eder. Çamurlu suyun üzerine yükselme gayretinde olanın sabırla ve inançla ilerlemesini anlatır. İçinde bulunduğu tüm zor koşullara rağmen lotus çiçeği gücünü korur ve tüm engelleri aşarak suyun yüzeyine ulaşır. Saf, parlak, canlı ve zarif bir güzelliğe sahiptir. Ortam onu şekillendirmez, ruhu her zaman saf ve temizdir.
 
Lotus insanın ulaşması gereken saflığı, sabırı, arzulardan ve hırslardan arınmışlığı, kendini bilmeyi, ruhsal gelişim esnasında inancın tam olması, sıkıntılardan sıyrılarak yücelmeyi, cahilliğe bürünmemiş ve aydınlık olan öz varlığını, hakiki doğasını simgeler.
 
Kişinin neşet ortam ne olursa olsun, her zorluklara rağmen iç güzelliğini yakalayıp olgunlaşarak ortama güzellikler saçması gerektiği gibi.
 
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

BİLİNCİN 7 SEVİYESİ

 
 
1- Uyku Bilinci: Hiçbir şeyin farkında olamayan bilinç. Renkleri, kokuyu, sesleri ve bulunduğu ortamı anlayamaz. Ölü gibidir.
2- Rüya Bilinci: Gerçeği gördüğü rüya olarak algılayan bilinç. Kabus görürse tepki veren, mutluluk görürse sevinen, ruhu ve bedeni gördüklerine göre hal alan bilinç.
3- Uyanıklık Bilinci: Beş duyu ile algıladıklarımızı var, diğerlerini ötede ve yok saydığımız bilinç halidir. Tüm gerçeği beş duyudan ibaret sayar.
4- Aşkın Bilinç Hali: Ruhsal çalışmalar ile geçilen bir bilinç düzeyidir. Meditasyon, enerji çalışmaları ile bu bilinç düzeyine geçilebilir.
– İçine doğanların olmaya başladığını görür.
– Rüya görürken aynı anda uyanıklığı da deneyimler.
– Daha yavaş yaşlanır, ağrı ve hastalıkları daha çabuk iyileşir.
– Az uyku ile dinlenir.
– Zararlı maddelere karşı iradesi yüksektir.
– Az sinirlenir.
– Hisleri ve algıları kuvvetlidir.
– Olayları çok derin analiz eder, nereye doğru akış olduğunu sezer.
– Yavaş yavaş olaylara yön vermeye başlar.
– Yaşamı verimlidir.
– Telefon çalarken daha açmadan arayanı hisseder.
– Deprem ve afetler öncesi, sıkıntılar öncesi olacakları sezer. Tarifi edemediği bir sıkıntı duyduğunu, kötü şeyler olabileceğini çevresine söyler.
– Girdiği mekanın enerjisini hisseder. Ne kadar nurlu yada kasvetli olduğunu söyler. Negatif ve pozitif enerji yayımını hisseder.
– Düzenli ruhsal çalışmaları yapabilir, bunlarda sebat gösterir.
Bu bilinç düzeyine kaza, acı, ölüm, yakınların ve önemli değerlerin kaybı şeklindeki sert enerji şoklamaları sonucu da geçilebilir. Acının ve belanın ardındaki sebepleri bilen ve fark edenler, bu düzeye atlayabilirler.
5- Kozmik Bilinç: Uyuyan yeteneklerin uyandırılıp rahatlıkla aktive edildiği bilinç halidir. Örnek verirsek, neredeyse hiç hastalanmaz ya da nadiren hastalanır. Kolay yaşlanmaz, yaşına göre hep genç kalır. Enerjisi hep yüksektir. Uzaktaki kişiyle çok güçlü bağları görmeden kurabilir. Beyin okuyabilir, sezgileri kuvvetlidir.
– Uzaktaki kişiyle çok güçlü bağları görmeden kurabilir.– Neredeyse hiç hastalanmaz yada nadiren hastalanır.– Kişinin aklından geçeni bilebilir.– Beyin okuma, cisimleri, metalleri dokunmadan bükme gibi haller gösterebilir.– Uzun süre açlığa ve uykusuzluğa dayanır.– Ağrıları geçirme, telepatik bağ kurabilme, olmadan hissedebilme kabiliyetine sahiptir.– Doğmamış çocuğun cinsiyetini bilme gibi gerçekleşmeyen şeyleri keşfedebilir.– Kendi hayatına kendi yön verebilir. Kişisel kader programını daha iyi bir performansta işletebilir.– Cisimlerin derinliklerini algılayabilir.
6- Evrensel Bilinç: Empatinin yükselip, yaratıcılığın arttığı, herkese karşı duyulan sevgi, saygı, merhamet, şefkat gibi duyguların artışıyla maneviyatın artışı, sezgisel zekanın artışı. . Zihinsel süreç bitmiş dünyasal arzu ve istekler kalmamış kişi tatmin olmuştur. Bu bilinç düzeyine gelen kişi tüm kötü vasıflarından kurtulmuş ve güzel ahlakı giyinmiştir.

Bütüne duyulan sevgi ve sorumluluk bilinci bu merkeze gelen kişide artar. Sevme duygusu artan kişinin bağışıklık sistemi güçlenir ve bu durum doğal olarak bedene sağlık olarak yansır. Bu merkezde olan kişinin gönlü herkesi içine alacak kadar genişler. Herkesi koşulsuz ve çabasızca sever ve kimseyi yargılamaz. Herkesi özgür bırakır. Bu düzeyde önceden sorun olan her şey biter. Kişi içindeki dünya bilincini öldürmüş öz bilincine uyanmaya başlamıştır. Kişide istek ve arzular tatmin olunca, sevgi, şefkat, barış, adalet ve merhamet duyguları uyanır. Her haliyle huzur yayar etrafına. Bu bilinç durumuna gelen kişi yüzünü özüne dönmüş ve gerçek kimliğine anlamaya başlamıştır.
7- Aydınlanmış Bilinç: Bilincin dünyasal yaşamda ruhsal olarak geldiği son aşama. Evrendeki her şeyin görünmez ağlarla birbirine bağlı olduğunu yürekten hissetme hali. Başa gelen her şeyin hayır olduğuna inanılan teslimiyet hali. 
Brain Pickings
Gerçekten hepimiz bazen öyle insanlarla karşılaşırız ki, hiç elektrik alamadım, yanında çok huzursuz oldum, deriz. Hiçbir ışıkları yoktur. Bir an önce yanlarından uzaklaşmak isteriz. Bazen de öyle insanlarla karşılaşırız ki, etraflarına ışık saçıyorlardır. Bu iki tip insanın yaşam enerjileri bilinç seviyeleri ile doğru orantılıdır.
Etrafa ışık saçan insan tipi, gelişmiş ve tekâmül etmiş bir bilince sahip olup ve etrafına sevgi, mutluluk vermekten, insanlara yardım etmekten başka bir şey yoktur bilincinde. Bu üst seviyede gelişmiş bilinç, çok hızlı titreşimlere ve çok yüksek bir yaşam enerjisine sahiptir.

 

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

DUA İÇİN KALBİN HAZIR OLMASI

 
Yeryüzü coğrafyasının her alanında, her karesinde insanlar ve toplumlar, tarih boyunca dua etmişler.
Yeryüzünde yaşadığımız süreçte ne zaman dua ederiz? Bir çoğumuz başımıza olumsuzluk geldiği zaman, kendimizi sıkıntılı ve çaresiz hissettiğimiz zaman hemen dua etmeye veya ritüel çalışmalara başlarız.(Yaşadığımız olumsuzluklardan, sıkıntılardan kurtulmak, isteklerimize kavuşmak için.)
Peki dua ettiğimiz zaman kalbimizden geçen duygularımıza ve zihnimizden geçen düşüncelerimize baktığımız oluyor mu?
Bir insanın kalbinde negatif duygular ve zihinden negatif düşünceler var ise kısacası sevgi ve ışık yoksa (bencillik, kıskançlık, kibir, sürekli yargılama, insanları ötekileştirme yapmak, nefret, intikam vb…) ya da zihniden başkaları için olumsuz düşünceler geçiyor ise, mutlu, başarılı ve maddi imkanı iyi olan insanları kıskananlar, insanların hatalarını, kusurlarını (yanlışlarını) yüzüne sevgi ile ifade etmeyip söylemeyenler arkasında dedikodu yapıp sonra o insanı görünce yüzüne gülüp veya sosyal medya da paylaşmış olduğu resimlerini beğenenler, takdir edip, övenler kısacası ikiyüzlü davrananlar, sevmediği halde kendi menfaati için arkadaşlık kuranlar, maskelerin arkasına saklanarak kendini farklı gösterenler, dürüst olmayanlar, maddi ve manevi kul hakkına giren insanlar. Böyle insanlar hayatında olumsuz, sıkıntı yaşadıklarında bir an önce kurtulmak ve  isteklerine kavuşmak için dua veya ritüel çalışmaları yaparlar.
Örnek verecek olursam bir insanın gün içinde yukarıda bahsettiğim negatif duygular ve düşüncelere sahip ise ve çevresine bu  olumsuz duygular, düşünceler ve davranışlar sergiliyorsa. Sonra da gün içinde kendisi için güzellikler dolu bir hayatın olması için her türlü maddi ve manevi bolluk bereket gelmesi için dua edip ve ritüel çalışmaları yapıyorsa bu kendisine dürüst davranmış oluyor mu?
Önce farkındalığa varıp kendimizde bulunan bu olumsuz duygu ve düşüncelerden arınmalıyız. Özümüzden uzaklaştıran egolarımızdan kurtulmamız ve kendimize son derece dürüst olup bunlarla yüzleşmemiz gerekir.
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
 

KENDİYLE DOST OLMAK

 

“Hiçbir şey insanın kendine düşman olmasından daha çok acı veremez.” C. G. Jung (Anılar Düşler Düşünceler Kitabında)

Bu yazımda Wilhem Schmid’i kitabı olan kendiyle dost olmaktan bahsedecem.

Etrafımızda hep arayış içinde oluruz, hepimiz hakiki ve iyi dostlar/arkadaşlar isteriz fakat biz kendimize dost muyuz? Hayatımızdaki en önemli ilişki kendimizle sahip olduğumuz ilişkidir. Kendimizle ve hayatla baş başa kaldığımız zaman, ne kadar dostluk ediyoruz kendimizle? Kendi benliğimiz ile anlaşıyor muyuz? Hatalarımızla,  pişmanlıklarımızla yüzleşebildik mi? Mutluğumuzu, huzurumuzu ne derece yaşayabiliriz? Kendi sınırlarımızı, anlam arayışımızı, yapabileceklerimizi ve yapamayacaklarımızı keşfetmemiz nasıl bir süreçtir, ne kadar mümkündür?

Gerçekten insan insanın molasıdır. Bu mola bazen uzun bazen kısa olur.Kimi bize iyi gelir, kimi bize kötü gelir. Yolumuza devam ederiz. Mola iyi gelmedi diye yolumuzdan vazgeçmeyiz, insan “yol boyunca” gider, durur, devam eder. Her şey gelir geçer, geriye insan kalır.
Hayatımızda öyle dönemler olur ki bazen işaret edilenden değil, işaret edenden başlarız.

Wilhem Schmid, kitabında insanı kendine doğru düşünmeye yönlendiriyor. Hani o hiç sevmediğimiz “Ben ne yapıyorum? Ne durumdayım?” sorularıyla başlayan bir yönlenme…
Kitap “kendini sevmek mi kendine dost olmak mı?” sorusuyla başlıyor. Kendi kendiyle dost olmak çoğu zaman yanlış anlaşılıyor. Kendini sevmeye, beğenmeye, yani bir aşırılığa doğru tanımlanıyor. Oysa kendiyle dost olmak ve kendini sevmek, bilhassa aşırı sevmek birbirinden çok farklı şeyler. Schmid kitabında şöyle diyor: “Kendini aşırı seven; kendi kendine hazla sarılmış, bir sahilde korkuluğa yaslanıp düşlere dalmış vaziyette suya bakıyor, bu arada kucaklarken adeta eziyordur kendi kendisini, bundan bir hoşnutluk hissettiği de yoktur. Oysa kendiyle dostlukta benlik, tıpkı başkalarıyla dostlukta olduğu gibi, idealleştirmeden kaçınır, kendi kendisinin gerçekçi bir değerlendirmesini yapabilecek durumdadır. Yakınlık, her zaman mesafeye de izin verir. Kendi kendisiyle dost olan kişi, olsa olsa şen sarhoşluk anlarında veya hayatındaki ciddi bir kriz esnasında kendi kendisiyle kol kola girip, pragmatist bir destek alır buradan. Öncelikle velveleli zamanlarda güvenilir bir dost olarak kendi kendiyle kalmak üzere geri çekilme imkânının tadını çıkartır. Neşesiz zamanlarda, kendi kendisiyle olmanın tanıdık bildik halinden çok sevinç devşirir.” 

Böylece insan geriye veya şimdiki anına bakıp kendimizi seviyor muyuz yoksa kendimizle dost muyuz  sorularına cevap bulabiliriz. Ama burada bir kritik mevzu daha var. O da kendimizi algılamak, kendimizi tanımlamak. Bir kolaylık sunuyor Schmid, kendimizi tanımlamak üzerine yedi formül çıkarıyor.


1. Hayatımızdaki en önemli ilişkileri tanımlamak: Hangi aşk, arkadaşlık ve akrabalık ilişkileri benliğimizin bir parçası olacak kadar önemli?

2. Şimdiye kadar olan hayatımızın en önemli tecrübelerini tanımlamak: Benliğimizin sabit bileşenleri, onlar olmasaydı olduğum kişi olamayacağım unsurlar nelerdir?

3. Şahsî hayatımızdaki 3N’yi (nereye, niçin, niye) tanımlamak: Hayatımız boyunca peşinden gideceğimiz anlam nedir, hedefimiz olsun ya da olmasın yürüyeceğimiz bir yol var mı?

4. Davranışlarımızı şekillendiren değerleri tanımlamak: Bir tercihte bulunurken neye öncelik veriyoruz? Risk, emniyet, güven, cesaret, huzur ya da akıl ve kalp hayatımızda nerede duruyor?

5. Alışkanlıklarımızı tanımlamak: Hangi alışkanlıklarımız bizim için önemli? Hangilerine bakım yapıp yeniden özümüzle bütünleşiyoruz?

6. Tecrübelerimizi oluşturan korkularımızı, yaralarımızı ve travmalarımızı tanımlamak: Olumsuzlukları unutmanın yollarını mı aramalı mıyız yoksa onlarla barışıp benliğimizle mi bütünleşmeliyiz?


7. Bizim için neyin güzel olduğunu tanımlamak: Bizim için güzel nedir? Güzeli nerede arıyoruz? Bir kitabı, fotoğrafı, filmi, şarkıyı neden güzel buluyoruz?

Bu sorulara cevap ararken, başkalarıyla kurduğumuz ilişki de aslında kendi halimizi değerlendirmiş oluruz. Kendimizi ne kadar anlatıyoruz, başkalarını ne kadar dinliyoruz, gerçek bir dostluğum var mı, insan ilişkilerindeki hassasiyetlerim neler, aşırı bir olumlamaya ve olumlanmaya mı ihtiyacımız mı var?  Bunlara baktığımızda kendimizle olan ilişkimiz derinleşir ve güçlenir. Schmid’in bu konudaki yorumu şöyle: “Bir dostun da baştan aşağı olumlanmaya değer olması gerekmez, yine de arkadaşımdır, bu başlı başına güzel bir şeydir; insanın kendiyle dostluğunda da öyledir. Kendim için olabileceğim güzel Ben, aynı zamanda arkasında durabileceğim hakikatli Ben’dir. Tıpkı hakiki dostların ilişkisindeki gibi, kendine karşı dürüst olur, kendine yalan söylemez, kendini aldatmaz; bunu da ahlaki sebeplerle değil, böylece hayatını güvenilir bir zemine oturtabildiği için yapar.”
Schmid, yazdıklarını çeşitli başlıklara ayırsa da bir konu var ki onun üzerinde özellikle durur. Sık sık da hatırlatır. Bu, yaşadığımız hayatı bütünüyle kabul edebilmek üzerinedir. “Neticede” der, “yaşadığınız her şey, çekilen bütün o acılar, yapılan bütün hatalar, hayatı oluşturan daha büyük bir bağlamın parçalarıydı, oraya giden bir seyahatteki istasyonlardı.” Her insanı hayatımızdaki bir istasyon olarak düşünebiliriz. Belki hedefimizde bile yoktur o istasyonda durmak ama zaman zaman dururuz. Bu iyi bir şeydir. O istasyon, yani o insan bize iyi gelmeyebilir, o zaman da yolumuza devam ederiz. Arada başka istasyonlara, insanlara uğrarız. Mühim olan o trenden indiğimizde geri dönmeyi de bilmektir. İnsan sadece şu an yürüdüğü yolu değil, daha önce yürüdüğü yolları da sevmeli. Bazen aradığın anlam en geride yatar. Sakladığın, taşıdığın geçmiş hikâyende. Keşfettiğimiz şey ne kadar acılı, sancılı olsa da. Kıymet, güldüren şeylerde olmaz zira: “Tam da birçok zorluk ve başarısızlıkla dolu bir hayat, sahiden yaşıyor olma ve hayatı bütün bereketiyle yaşama duygusunu verebilir insana.”
Hiçbir şeyde kesinlik olmayışı, daha doğrusu insanın kesin olarak hiçbir şeye inanmaması, daha büyük bir inanca olan ihtiyacı açığa çıkarır. Hayatımızda kesinlik olmayan dediğimiz şeyler, belki de teslim olduğumuzda geldiğini görürüz. Arayışla gelen şifa, denebilir buna. Schmid, “serendipity’i şiar edinmeli” diyor. Yani tesadüfen ilginç-faydalı buluşlar yapma yeteneğine erişmeli. İddialı taleplerde bulunmak ve onlara cevap aramak yerine karşılaşmanın, tesadüfün, talihin ve tevafukun kıymetiyle buluşmanın çok daha anlamlı olduğunu söylüyor. Bu buluşmalar tek bir kesinliğe ihtiyaç var, o da yolda olmak: “Tavsiyeye şayan olan şey, sonrasında benliği yapayalnız bırakacak olan tek bir hedefe bağlanmak yerine, sürekli yolda olmak, süreç hâlinde olmaktır; bir hedefe varsa da varmasa da…”
Wilhelm Schmid’in sürekli bahsettiği olaya geliyor. Kendimize doğrudan dokunan o şeye. Kendi yolumuzda ilerlediğimizi farkında olarak yaşamak. Bu, gelişim anlamında değerlendirilecek bir şey değil. Yol insanı zaten dönüştürür, geliştirir, törpüler. Bu; doymak, tatmin olmak, olgunluğa ulaşmanın farkına varmakla ilgili bir şey: “Hayatta gerçekten önemli olan nedir? İnsana kemale erme hissi veren şeydir. Ona doygunluk veren her şeyde, bir anlam gördüğü, gözüne güzel görünen, onu derinden tatmin eden her şeyde bulur bunu.”
Önemli olan özümsemek ve yaşama değer katacak ölçüde sürekli yararlanabilir hâle getirmek.

Wilhelm SCHMID (Kendiyle Dost Olmak Kitabı)

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

KENDİMİZİ DEĞİŞTİRMEK YERİNE BAŞKALARINI YARGILAYIP-SUÇLAMAK

 
 
İçinin derinliklerinde ne varsa dışarı da o yansır. İçinde düzen uyum güzellik ve huzur varsa bu yaptığın söylediğin ve düşündüğün her şeye yansır. Oysa eğer içinde kargaşa düzensizlik ve uyumsuzluk varsa bu saklanamaz ve tüm yaşamına ve yaşantına da yansır.
 
Değişim gerçekleştiğinde bu içeriden başlayıp ondan sonra dışarı yayılmak durumundadır. İşte o zaman kalıcı olur ve hiçbir şey onun dengesini bozamaz. Öylece oturup yaşamının değişmesini bekleme; harekete geç ve bunun için bir şeyle yap.
 
Hemen şimdi işe kendi içsel düzeyinle ilgili çalışmaya başlayarak koyulabilirsin. Başka birinin değişmesini beklemene gerek yok; daha fazla ertelemeden kendi değişimini gerçekleştirebilirsin.
 
Bunun için engellemeler olmadan bir şeyler yapabildiğin için sonsuz şükran duy. Eğer engellemeler varsa bunlar senin içindedir; o nedenle bunlar için bir şeyler yapacak olan da sensin.
 
Eilee CADY (İçimizdeki Kapıları Açmak Kitabından)
 
Yaşam yolculuğu değişimlerle doludur. Yaşam, değişim, hareket ve büyüme demektir. Değişimin ve gelip geçiciliğin fırtınaları etrafımızda dönüp durduğunda dinginlik ve sağlamlığın içsel gözüne ihtiyaç duyarız. Bu bize, karşımıza çıkan yeni ve farklı durumlarla mücadele etme gücünü verir; net kararlara ve güçlü düşüncelere yer açar. Ruhsallığın ebedi ve değişmez hakikatine demir atmışken değişime direnmeye ihtiyaç duymayız ancak onu kucaklayabiliriz. Bu, bizim için bir uyanma çağrısı ya da bir işaret olabilir ve her şeyden öte erdemli olmaya giden yol değişimin yoludur-içsel dönüşümün ve kişisel olarak güçlenmenin yoludur.
 
Yaşıyoruz ama nasıl? Şu an bizi mutsuz eden, hayallerimizin gerçek olmasına engel olarak gördüğümüz ne var? Yaşamımızda neyi değiştiririz? İşimizi, eşimizi, maddi durumumuzu, evimizi, arabamızı, arkadaşlarımızı bunları çoğaltabiliriz. Şu an bütün bu saydıklarım olsa ve hayallerimizdeki gibi bir yaşamımız olsa çok mutlu olur muyuz değil mi? Peki bütün bunlara sahip olan kişiler şu an neden mutsuz? Neden iç huzurları yok? Neden hala bir şeylerin arayışı için de?
 
Her şeye sahip olan ama yine de mutsuz olan insanlar bunlar… Birçok insanın özendiği, hayallerini süsleyen hayata sahip insanlar bunlar… Bir şekilde hedeflerimizi gerçekleştireceğimiz ama içimizdeki o olumsuz düşünceler ve duygular değişmeden anlamsız, sadece maddi hedeflerimiz gerçekleştiği, özde her şeyin aynı olduğu bir hayatımız olacak… Belki geceleri yatağımıza girdiğimiz zaman ağlayacağız… Dostum dediğimiz insanları bazen çıkarcılıkla suçlayacağız. Güvensizlik içinde yaşayacağız… Belki de şan ve şöhretin, sahip olduğumuz kariyerin, maddi mutsuz eden sebepler ne? Ne yapmamız gerekir? Yaşıyoruz ama yaşamımızı bize özel kılmak için yapmamız gerekenler ne? Ne kadarını yaptık ? Bu soruları sorduğumuzda genelde sormaktan kaçınırız çünkü kendimizden alacağımız cevaptan korkarız. Bazen bir buz kalıbı gibi durdururuz yaşamlarımızı. Nice kıyılara ulaşacak suyu bereketli kaynağından, beynimizden uzaklaştırırız. Manevi faturalarımızı ne aralıkla masamızın üzerine yayıp hesap kitap yaptık en son?
 
Kaç kere ruhumuzdaki aynaların tozunu silip, biz kendimize yaşadıklarımızdan ne pay biçmeliyim diye sorduk? Kolay olan yargılamaktı, kolay olan suçlamaktır, kolay olan değiştirmek yerine üstünü örtmekti zaten.
 
Değişimin engelleyen tek şey kendimizdeki egolarımızdan, olumsuz yönlerimizi fark etmemiz, korkularımızla yüzleşmemek ve değişime direnmemizdir. Korkaklığın ve tembellik en sevmediği şeydir değişim. Elbette içinde sevgiden ve dürüstlükten kökleşen değişimler. Değişen her şey büyür, denemek ve yanılmak kökleri diplere çeker, dipten beslenen bitki, suyu daha da iyi özümser. Değişim yolculuğuna oturduğumuzda kendimizde hiç fark etmediğimiz yönlerimizle ile tanışmak eğlenceli olacaktır. Bu yolculuğa çıkmadan önce gönül gözümüzle kendimize bir ayna tutup eksik veya fazlalıklarımızı bilmek en iyisi olacaktır. Kabullenmek bu yolculuğun biletidir.
 
Sürekli değişimi destekleyecek kadar öğrenmeli, hayattan her an ders alacak kadar dinlemeli, hayatın söylemek istediklerini. Her gün bir şeyle katmalı öğrendiklerimiz yanına. Böylece değişir insan. Mücadele ettikçe aralanır yeniliklere. Sabırla beklemek gerekiyor, değişim için verdiğimiz mücadelenin sonuçlarını. Çünkü insan kendini değişime zorlamadığı takdirde, kendi tekrarlarının içinde hapsolması kaçınılmaz.
 
Bazen değişim hissettirmeden işliyor insana, yaşadıkları, öğrendikleri yavaş yavaş değiştiriyor insanı. Bir de çaba isteyen değişim var. Sinyal yandığı zaman değişmeli insan. Bu sinyal hayatımızın olumsuz gidişatının ilerlediğini gösteren, mutsuzluk beslenen sinyaldir. Eğer mutsuz isek, hep bir arayışın içinde kendimizi hissediyor isek değişimin depremini başlatmalı kendimizde. Temelini değişmeyecek inançlarından alıp yeniden bina edebilmeli insan kendine. Yıkıldığı an yükselecek değişim kararlarını alabilmeli. 
 
Mücadeleye başladığımız zaman küçük değişmeler başlayacaktır. Her gün aslında değişimi baştan doğuruyor. Elbette bu değişim olumlu yönde olmalı, kişinin kendini keşfetmesi yolunda ilerletmeli. Bu da kendisiyle ve etrafı ile barışık olmasından geçer. Kendimizi değiştirmemiz, kendimizin keşfetmede çıktığı yolculuktur. Değişimden kast ruhu taze tutacak, yeniliklere açacak değişimdir. 
 
Düşündüğümüz zaman, değişime ve gelişime karşı, çok sayıda başka engeller bulabiliriz. Önemli olan bu engellerin farkında olmak ve kendi kendimizi engellediğimizin farkına vararak, değişim ve gelişim yönünde kendimizin ve yakınlarımızın yoluna konan taşları (engelleri) ortadan kaldırmaktır.
Bu nedenle etrafımızdaki olumsuzlukları ve dünyamızın değişmesini istiyorsak kendimizi değiştirmeliyiz.

Her şey gönlünüzce olsun!

Sevgi ve ışıkla kalın!..

Nurgül AYABAKAN


 

HAYATTA BAŞIMIZA GELEN OLAYLAR BİZE TUTULMUŞ AYNALARDIR.

 
 
 
Güzel bir hikaye;
 
Uzun yıllar önce, uzaklardaki bir ülkede ‘Bin Aynalı Dağ’ denilen bir dağ vardı. Bu dağın zirvesine gerçekten de bin tane irili ufaklı ayna yerleştirilmişti. Herkes zaman zaman bin aynalı dağa çıkıp, ilginç görüntülere şahit olmayı ve daha sonra gördükleri hakkında arkadaşlarıyla konuşmayı isterdi. Bir gün, bu ülkede yaşayan küçük mutlu bir köpek, bu dağı duydu ve oraya gitmeye karar verdi. Dağın eteğine ulaştı ve sonra neşeyle yukarı tırmandı. Yorulmuştu, ama yeni şeyler göreceği için keyiflenmiş ve yorgunluğunu çoktan unutmuştu.

 

Aynaların bulunduğu zirveye geldiğinde kulaklarını dikmiş, kuyruğunu hızlı hızlı sallıyordu. Zirvede az kalsın hayretten dilini yutacaktı! Bin tane küçük mutlu köpek kendisi gibi kuyruklarını hızla salıyordu. Kocaman bir gülümseme gönderdi onlara. Karşılığında bin tane sıcak ve dostane gülümseme aldı. Mutluluğu kat kat artmıştı.
 
Oradan bir türlü ayrılmak istemiyordu. Türlü türlü sevinç ve dostluk hareketleri yapıyor, yaptıklarının bin katı fazlasıyla karşılığını görüyordu. Nihayet gün karardı ve oradan ayrılması gerektiğini anladı.
 
Dağdan inerken kendi kendisine ‘Burası harika bir yer! Bu yere sık sık geleceğim’ diye düşünüyordu. Bu arada, aynalı dağın çıkışındaki anlamlı levhayı da okudu ve mutluluğu bin kat arttı…
 
Aynı ülkede yaşayan başka küçük bir köpek daha vardı. Ama ilki kadar mutlu değildi. Huysuz ve mutsuzdu. O da o dağa gitmeye karar verdi. Dağın eteklerine gelip de yukarıya baktığında şikâyete başlamıştı bile. Gösteri yerini neden bu kadar yükseğe koyarlar, anlamıyorum ki!’ diye sızlana sızlana dağın tepesine kadar çıktı. Yorgunluk ve kızgınlığa şimdi bir de korku eklenmişti. Doğru ya bu dağın tepesinde kendisini kim bilir hangi hırsızlar, haydutlar bekliyordu! Aynaların olduğunu alana yaklaşırken, her an bir düşmanla karşılaşacakmış gibi başını aşağıya eğmişti. Kafasını kaldırıp da aynalara baktığında gözlerine inanamadı: Soğuk soğuk bakan bin tane köpek gözlerini onun üzerine dikmişti. 
 
Güya onlardan korkmadığını göstermek için hırlamaya, dişlerini göstermeye başladı. Aynı anda korkunç görünümlü bin köpek kendisine hırlayınca, korkudan ne yapacağını bilemedi ve dağdan kaçmaya başladı.
 
Aynaların olduğunu alana yaklaşırken, her an bir düşmanla karşılaşacakmış gibi başını aşağıya eğmişti. Kafasını kaldırıp da aynalara baktığında gözlerine inanamadı: Soğuk soğuk bakan bin tane köpek gözlerini onun üzerine dikmişti. Güya onlardan korkmadığını göstermek için hırlamaya, dişlerini göstermeye başladı. Aynı anda korkunç görünümlü bin köpek kendisine hırlayınca, korkudan ne yapacağını bilemedi ve dağdan kaçmaya başladı. Dağdan inerken kendi kendine ‘Burası korkunç bir yer! Bu yere bir daha asla gelmeyeceğim!’ diyordu. Huysuz köpek, o hızla ve korkuyla kaçarken, aynalı dağ hakkında bilgi veren levhayı ve üzerindeki yazıları görmemişti bile.
 
Levhada şöyle diyordu: ‘Ey yolcular! Sakın aldanmayın, gördüğünüz görüntüler sadece ve sadece size aittir. Aynı şekilde, hayatta başınıza gelen bütün olaylar size tutulmuş aynalardır. Onlarda sadece kendinizi, kendi duygu ve düşüncelerinizi görürsünüz…’
 
Ahmet Hamdi Tanpınar bir sözünde: “İnsan ruhunun en az sabır gösterdiği şey mutluluktur.” der.
 
Şöyle bir kendimizce düşünelim; yaşamış olduğumuz acıyı uzun süre taşırız omuzlarımızda, içimizde öfkeyi, nefreti, kini seneler geçer bir bakarız ki zihnimizin keseciklerinde saklamış olduğunu görürüz. Yıllarca  sabrederiz her yaşadığımız olumsuz olaylara…
 
Yıllar geçer bir sabah kalktığımızda aynaya kendimize baktığımızda suratımızın da bir mutluluk olmadığını fark ederiz. Bir bakarız ki yıllarca zihnimizin keseciklerinde saklamış olduğumuz o olumsuz duygularla yaşamış olduğunu fark etmiş oluruz. O zaman kendimize sorarız mutluluk nerede?
 
Aslında bazen önümüzde duranı bulamıyorsak gözümüzün önündedir.
 
Bir şeyi saklamak istiyorsak her zaman baktığımız yere koymak gerekir;  çünkü en az baktığımız yer, gözlerimiz önündeki şeylerdir.
 
Perdelerimizi kapalı tuttuğumuz sürece yokturlar, oysa perdelerimizi açtığımızda görür, camları açtığımızda kokusunu ciğerlerimize çekebilir ve dokunduğumuzda hissedebiliriz.
 
ALINTI
 
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

 

İNSAN ÖNCE KENDİSİNİ SEVMESİ İÇİN KENDİNİ TANIMALI.

 

 
 
Kendini sevmenin ilk ve belki de aslında tek şartı kendimize karşı dürüst olmak. Ailemizle, çevremizle, arkadaşlarımızla ve her koşulda iyi geçinmek ve huzurlu bir yaşam sürmek istiyorsak öncelikli olarak kendimizi sevmekle başlamamız gerekiyor. İnsan önce kendisini sevmeden başkalarının onu sevmesini beklememeli. Çünkü insan hayat boyu kendi ile birlikte. Onun için önce kendimizle başlamalıyız sevgiye. Sen kendini koşulsuz olarak sevdiğinde o sevgi başkalarından doğal olarak akar. Unutmayalım ki sevilmeye giden yol kendini sevmekle başlar.
 
Bence kendisini sevmeden, kendisiyle barışık olmadan, insanın salt sevgiye alışması zordur.
 
Sokakta karşımıza çıkan insanlara soralım kendinizi seviyormusunuz diye. İnanın ki duyacağımız cevap tabii ki kendimi seviyorum ve kendim ile barışığım olacaktır. Aslına bakarsak öyle kolay değil insanın kendini sevmesi ve kendi ile barışması.
 
Geçen hafta tatilde bir kişi ile tanıştım; sohbet ederken, bana bir insanın kendisini sevmesi için tam 20 yılını harcadığını söyledi.
 
Şimdi kendimize dürüst olalım ve  içimize dönüp bakalım öncelikle kendimizi neden sevmiyoruz, kendimizden memnun muyuz, kendimize ne kadar tahammül ediyoruz, kendimizi gerçekten ne kadar tanıyoruz ve kendimizi nasıl keşfetmemiz gerek? Bu sorulara dürüstçe kendimizle yüzleşerek cevap verelim.
 
Öncelikle çocukluk dönemimize bakalım. Çocukluk döneminde yaşanan ruhsal travmalar bilinçaltına yerleştiği için kendimizi sevmek konusunda bizi zorluyor. Örneğin bir çocuk sürekli kavga edilen bir ortam içinde ise, taciz ediliyorsa, sürekli eleştiriliyor, suçlanıyor, başkaları ile kıyaslanıyorsa, sevgiye şart konuluyorsa ve korku ile büyütülüyorsa kendini sevme yolu kapanır. Bilinçaltına yerleşmiş kendimizle ilgili olumsuz duygular sadece ailemizle değil içinde bulduğumuz çevre, okuldaki öğretmenlerimiz ve arkadaşlarımızla olan ilişkilerimizin de etkiler…
 
Bazı insanlar bu çocukluk döneminde yaşanmış oldukları travmalar yüzünde kendilerini sevmesi konusunda tek başlarına üstesinden gelmedikleri için yardıma ihtiyaçları oluyor. 
 
Kendimizi sevmek için atılacak ilk adım geçmişteki yaraları iyileştirmekle başlıyor. O yaralar iyileşmezse tekrar bir süre sonra en ufak bir darbede kanıyor ve yaşam boyu  hep karşımıza çıkıyor. Kısacası geçmişimizle barışmamız gerek.
 
Kendimizi sevmemiz için bir diğer adımda kıyaslamayı bırakıp kendimizi olduğumuz gibi görmek. Yanlışlarımızı, kusurlarımızı, eksiklerimizi ve zayıf noktalarımızı kabullenip bunları düzeltmek  ve kendimizi doğru yönde geliştirmek çabası içinde olmamız “kendimizi sevmede” bize rehber olacaktır.
 
En çok zorladığımız şeylerden biri de kendimizi affetmektir. Öncelikle kendimizi affetmeli ve içimizdeki çocukla barışmalı. Geçmişte hatalar yapmış, pişmanlıklar duymuş olabiliriz. Eğer farkında olursak bunlar bize hayatı öğrenip olgunlaşmamızı sağlar.
 
Kendimizi keşfetmek: bizler sevdiğimiz şeylere yatırım yaparız. Evimiz, arabamız, çocuklarımız, sevdiklerimiz… Peki ruhumuza ne kadar yatırım yapıyoruz. Kendimizi sevmek, kendimizi diğer insanların önüne koymak anlamına gelmez. Dürüstçe neye ihtiyacımız olduğuyla yüzleştiğimizde, zaman zaman size iyi gelecek olan şeylerin örneğin telefon almak, araba almak, ev almak, vb… değil de başkalarıyla bağ kurmak birilerinin elinden tutmak birilerinin bizim elimizden tutunması olduğunu fark edeceğiz.
 
Yaşanılan sorunların çoğunun kökeninde sevgisizlik var. Gerek ilişiklerdeki sorun, gerek hastalıklar, gerek maddi problemler özünde kendini yeterince sevememiş olmaktan kaynaklanıyor. Kendisini seven insan kendine ve başkalarına zarar vermez.
 
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
 

NEŞELİ BİR RUH NE BÜYÜK BİR ZENGİNLİK HAZİNEDİR!…

 

 

Einstein, “Ancak gülümsediğiniz zaman insana benzersiniz” demiş. Ruhun en temel ve önemli ihtiyaçlarından birinde neşeli olmak , kendinize ve başkalarına yapabileceğiniz en büyük iyiliktir. 
 
Güleryüz, önce konuşan dilden önemlidir. Daha sonra dilinizle gözleriniz gülsün.
 
Sabah kalktığınızda aynaya kendinize baktığınız zaman yüzünüz gülüyor mu? Yoksa gerçekten asık bir suratla mı aynaya bakıyorsunuz? Kendinizle yalnız kaldığınız da neşeli misiniz? Kendi kendinize gülüp eğlenebiliyor musunuz? 
 
Dünyamız da o kadar üzücü olaylar yaşıyoruz ki, yoksulluklarla mücadele , hastalıklarla var ki artık insanlar hayatta gerçekten kötümser olarak bakıyor. Tabii ki bu kötümser bakması insanın ruhu neşeli olması imkansızdır. Ancak neşeli bir ruh iyimser düşünebilir. Dünyanın neşe ekici, yükselten, ferahlandıran, ümit ve cesaret telkin eden insanlara ihtiyacı var.
 
Neşeli bir yüz sıcak ve kalbin yansımasıdır. İçteki güneş, ilk önce yüzde değil ruhta doğar, oradan yüze yansır. Yüze parlaklık ve güzellik verir. Hiç dikkat ettiniz mi? Neşeli insanlar somurtkanların bulundukları bir ortama girdikleri zaman, o ortama güneş gibi ışık saçarlar.
 
Neşeli bir zihin bütün organlarının faaliyeti normal olur. Neşeli insanlar işlerinde başarılı olur, çünkü herkes ile neşe içinde ilişki kurarlar. Somurtkan insan işinde ne kadar başarılı olursa olsun insanlar ondan kaçarlar. Bir iş yaparken iyimser mi yoksa karamsar insanlarla mı iş yapmak istersiniz? Ya da yüzü asık gülmeyen bir insanla kahve içmeye gider misiniz?  Sürekli dünyadan, insanlardan ve olaylardan şikayet eden bir insanla ne kadar birlikte olabilirsiniz? Sürekli şikayet eden insan bir süre sonra gülmeyi ve neşeli olmayı unuttur. Ruhu artık karamsar olmaya başlar. Her olayı karamsar gözle bakmaya başlar.
 
Mark Nepno’nun yazmış olduğu kitap olan  Uyanış kitabında bir adam neşeli olduğu zaman  hayatını nasıl etkilediğini anlatan bir hikayede bahsediyordur; “Neşenin gücünü kendi üzerinde denemeye karar vermiş. Bu kararla bir sabah işine gitmek için yola çıkmış. Uzun zamandan beri karamsar ve asık yüzlüymüş. Kendi kendine demiş ki: “Başkalarının neşelerinden bana kuvvet ve ferahlık geldiğinde çok kereler dikkat ettiğini söylüyordur. Kendisininde üzerinde böyle bir tesir yaratmak iktidarında olup olmadığını anlamalı olduğunu farkına varmış. Yolda yürüdüğü zaman sevinmek ve neşelenmek kararını zihninde tekrarlıyormuş, mesut ve talihli bir insan olduğuna kendi kendini inandırmaya gayret ediyormuş. Bu düşüncenin tesiriyle vücudunun dinçleştiğini, ayaklarının yere daha hafif basmakta olduğunu hissetmiş. Gülerek etrafına bakınırken gördüğü yüzlerde kaygı ve hoşnutsuzluk, düşünce ve tasa belirtileri sezmiş.
 
İşine gittiğinde kendisini neşeli olduğunda önceleri soğukluk ve sevgisizlik gördüğü insanlarla dostluk havası esmeye, kaşları çatık olan insanlarında kaşlarının çatıklığı dağıldığını görmüş.”
 
Kısacası neşeli insanlar güneş gölgeleri kovduğu gibi, şen insanlar ilişki kurdukları kimselerden gam ve kasveti, tasa ve kaygıyı, melankoliyi kovarlar. Neşeli insanlar somurtkanların toplu bulundukları bir meclise girdikleri zaman, bulutlar arasında parlayan güneş gibi ışık saçarlar. Neşe ve gülümsemede çekim gücü vardır. O hayatın iyi şeylerin çeken bir mıknastır. 
 
Herhangi bir hadisenin daima ışıklı tarafına baktığınız takdirde dünyada size zararı dokunacak pek az kötülük olduğunu ve bu kötülüğü dahi iyiliğe çevirebileceğini anlayacaksınız.
 
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN