TERTEMİZ “SENİ SEVİYORUM”

 
 
Başlangıçta birbirinden bağımsız iki kelime ‘Sen’ ve ‘Sevgi’. Bir araya geldiklerinde ise ortaya çıkan sıcacık bir ifade “Seni Seviyorum”. Öylesine özel bir sözdür ki bu; koruyup, kollamak gerek yanlış ellere düşmesin diye.
 
  Gelelim detaylara;
Kimilerinin gönlü der “Seni Seviyorum” kimilerininse sadece dudakları. Gönül derse bu sözü; dertlere derman ruhlara ışık olur, lakin sadece dudaklarsa söyleyen o zaman o yüce anlam ayaklar altına alınmış demektir.
Bazen bir bakışta gizlidir sevgi, bazen bir gülüşte, bazen uzanan bir elde, bazen bir yudum suda… Aslında öyle çok yolu vardır ki, “Seni Seviyorum” demenin. Yeter ki güçlü gerçek yüreklerden gelsin.
Kolaycacık herkese söylenebilecek ve daha söylemi bile bitmeden anlamı unutulacak bir söz değildir o… Rastlamadık mı bunlara ya da rastlamadım mı? Sayısını bile unutulmuştur. Bir sürü hikaye anlatabilirim yaşanmışlıklardan. Arkadaş dahası dost dediklerimiz oldu. Bizim yüreğimiz söyledi sevgiyi onlarınsa sadece dudakları. Bizde ki yürek saf ya gerçek sandı o dudakları, hesaplamadı sevgisini verirken. Ya onlar… İşleri bitti ve dudaklarında ki sözcükleri son buldu. Herkes bilir kendini, gerek var mı ‘O’, ‘ŞU’, ‘BU’ demeye… Seslerinizi duyar gibiyim; ”Evet, tamda yaşadıklarımı, seninle paylaştıklarımı anlatıyorsun” diyorsunuz.
Onların için yani; “Seni Seviyorum” ’un gerçekliğini bilmeyen, onu yaşayamayan,  hissettiremeyenler için üzülüyorum. Bilseler ki nasıl bir iç güzelliğidir gerçekten “Seni Seviyorum” diyebilmek… Nasıl huzur verir insana, nasıl coşturur yüreğinizi…
Hak edene hak ettiğini vermek gerçek adalettir. Bizde o adalete hizmet edelim ve hak edene hak ettiğini verelim sınırsızca, hesapsızca. Sevilmeyi hak edene, sevginin kıymetini bilenen, onun cimriliğini yapmayana verelim sevgimizi, tüm dünyaya duyururcasına tüm hücrelerimizle “SENİ SEVİYORUM” diyelim.
Her zaman söylemlerimde sevginin yüceliğine değinmeden edemediğimi bilirsiniz. Çünkü istiyorum ki bilsin yürekler gerçekleri, sahte olanlara kanmasın, yaralanmasın… Satır araları sizlere kaldı yine, eminim neler sığdıracaktır güzel yürekleriniz oralara.

 

Ne demiş üstat;

Hava kadar lazım,

Ekmek kadar mübarek,

Su gibi aziz bir şeysin;

Nimettensin, nimettensin.
(C.S.Tarancı)

 

İşte “Sevgi, Sevmek” böyle bir şey… Sevgiye sahip çıkan, onu yücelten gönüller duyun beni, ben sadece diyorum ki; “ Seni Seviyorum”

Tertemiz, sıcacık, bembeyaz…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

 

SEYAHATİMDEN İZLER (KAMBOÇYA)

 

 

Hayatımda eşsiz bir iz bırakan Angkor Wat Tapınağı seyahatimden ve o gezi yolunun sonuna geldiğimde yol üzerinde karşılaştığım güzellikten bahsedeceğim size. O güzelliği bir fotoğraf karesiyle ölümsüzleştirmesem olmazdı ve bu görüntüyü şimdi sizlerle paylaşıyorum.

 

Muhteşem seyahatti, hissettirdiği maneviyata doyamadım. Dost sohbetlerimde konuyu bu tapınağa getirmeden, onu anmadan geçemez olduğumu fark ediyorum şimdilerde.

 

Angkor Medeniyetinin izlerini taşıyan, bu mistik ve esrarengiz tapınaklar içerisinde en çok bilineni Angkor Wat’tır. Düşünsenize 12. yüz yılda inşa edilen bu tapınakta ne hikayeler gizlidir ve benim gibi niceleri ziyaret etmiştir. Öyle ki tapınağın her bir taşı sanki dile gelmişcesine o duyguları fısıldıyorlardı kulağıma. Eminim birçokları benim gibi hissetmişlerdir… Enerji çok yoğun ve güçlüydü, kendinizi teslim ettiğinizde sizi içine alıyordu…

 

Yoğun enerji selinden sonra tapınağın çıkışında karşılaştığım güzellik tabi ki resimde yer alan gülen gözlü çocuklardır. Tüm çocuklar böyle değil midir? Işıl ışıl bakan gözler, derin bir gülümseme…



Yoğun enerji selinden sonra tapınağın çıkışında karşılaştığım güzellik tabi ki resimde yer alan gülen gözlü çocuklardır. Tüm çocuklar böyle değil midir? Işıl ışıl bakan gözler, derin bir gülümseme…

Sıcacık bir yürektir çocuktur ve Çocuk Sevgisi insanın yüreğinin kirini pasını alıp götüren yerine aydınlıklar bırakan eşsiz bir sevgidir. Bir çocuğu sevmek için illa size ait olmasına da gerek yoktur. Anne olmayabilirsiniz, baba olmayabilirsiniz, bu onları sevmeye engel değildir ki. Ve o gün o çocuklara sarılmak onların sıcaklığını hissetmek öyle iyi geldi ki bana o anda daha fazla hiçbir şeye ihtiyacım yoktu…Her şey tamdı, eksiksizdi, kusursuzdu.

Dünyanın en güzel emanetleridir çocuklar, saflığı, aydınlığı, ışığı onlarda yaşarız. Ne zaman içimiz kararsa bir çocuk yüzü getirelim aklımıza ya da bir çocuğu alalım kollarımıza nasıl iyileştiğinize karanlıktan kurtulduğunuza mucizevi şekilde sahip olacaksınız. Bunun içindir ki dünyanın en büyük mucizesi ÇOCUKLARDIR…

 

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

 

MASKEMİZ VAR MI…

 


Bana aldanmayın!
yüzüm bir maskedir,
Sizi aldatmasın.
Binlerce maskem var,
Çıkarmaya korktuğum,
Ve,
Hiç biri ben değilim…
Olmadığımı göstermek
İkinci doğam oldu.

      Her şey dışta düzgün ve cilalı,
Hiç yıpranmayan, her zaman saklayan
O maske!…
Altta ne güven, ne de rahatlık…
Altta,
Karışıklık, korku ve yalnızlık içinde bocalayan
Gerçek ben!…
Ama saklarım bu gerçeği savunuculukla…
kimsenin bilmesini istemem…

İşte,
Masklerimi onun için takarım…
Onun için, arkalarına saklanacak,
Maskeler yaratırım…
Onlar
Gösterişte kullanabileceğim
Parlatılmış yüzlerim,
Beni korur bakan gözlerden.

Beni olduğum gibi kabul edecek,
Sevecek,
Bakışlar bulamazsam,
Solacak kuruyacak gerçek ben…

Bana sen değerlisin diyecek,
Maskesizken’daha bir insansın
Daha yakın, daha bir dostsun
Diyecek bir bakışa
Beni gören bir bakışa

Muhtacım…
Kim olduğumu merak ediyor musun?
hiç merak etme…
Ben çevrendeki
Her erkek her kadınım…
Maske takan her insanım.

CHARLES C.FINN

     “Ne güzel anlatmış Charles C. Finn ‘Maskeleri’… Ona katılmamak içten bile değil… Kimimiz kendini korumak için iliştirir benliğine o maskeleri, kimimiz gerçekliğini gizlemek için, kimimiz de olmak isteyip hiç olamadığı kişi olmak adına…
      Oysa asıl olması gereken özgürce sadece BEN olmaktır. İhtiyaç yok fazlalıklara, oyunlara, hilelere, sahteliğe… BEN dışında hiç bir şeye ihtiyaç yoktur.

Ne isek oyuz, nereye kadar oynayabiliriz, nereye kadar BENden başkası olabiliriz?

Zaman çok kısa ve hızla akıp gidiyor…

Kimseyi, ama en çok da kendimizi kandırmayalım… Koyalım maskeleri bir tarafa, hatta yakalım yok edelim hiç olmamışçasına sonra sınırsızca kendimize dönelim. Yüzleşelim BENimizle.

Kötü isek yanlış isek değişelim, yenileyelim kendimizi. Özdeki sevgiye, güzelliğe ulaşalım.”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

SÖZÜN GÜCÜ

          O ‘Dil’ ki; ne canlar yakmış ne ahlar almış ne umutlar soldurmuş, ya da ne canlar kurtarmış ne dualar almış ne umutlar yeşertmiş… O Dil ki; ne devirleri kapatıp ne devirleri açmış…
 
     Konuya tam da en orta yerinden girdim. Başka türlü başlayamazdım söylemlerime, “DİL” öylesine mühim bir şeydir ki, onun gücünü anlatacak bir yazıya ancak bu şekilde başlayabilirdim.
 
     Bıçağın iki yönü vardır, bir yönü keser hesapsızca ona hırçın taraf derim, diğer yönüne ise mülayim taraf derim, varlığı destekleyicidir, mülayim yön olmasa hırçın taraf da olmaz aslında, işte bu iki yön bir bütünü oluşturur. Tıpkı Dil ve Gönül’ün bütünlüğü gibi. Dil ile Gönül ortaktır. Gönül hisseder, Dil’ in hissedileni söze dökmesini ister. Gönül iyisiyle kötüsüyle gerçektir, sabırlıdır, sözü yavaşça dile emanet eder. Ve o andan sonra her şey Dil’e kalmıştır artık. İster Gönül’e tercüman olur ister Gönül’ü köle eder kendine. Dil kimi zaman dinlemez Gönül’ü, amansız rüzgarlar gibi hunharca başkaldırır ve sözleri hesapsızca savurur dört bir yana, kimi zamansa uysaldır, boyun eğer Gönül’e.
    Bunun için denilir ya: “Bir Dil” den dökülen söz vardır bir de Gönül’den dökülen söz vardır.”
 
     Atalarımızın bir sözü var ki, söylemeden geçemeyeceğim, çünkü çok sever ve hak veririm bu söze. ‘Dilin kemiği yoktur’. Hakikatten ne kadar da doğru bir söylemdir bu. Dil, her şekler girer, dizginlenemez, durdurulmaz. Başı boştur, ne gelirse önüne ona şekil verir sürer ortaya. Marifet de onu dizginlemekte değil midir zaten…
    Nihayetinde sözün geldiği yer Gönül ya da Dil olsa da, o söz dorusuyla bizimdir. Öylesine büyük sorumluluktur ki sözler, ulaştıkları yerde ortaya çıkacak her türlü durumun sebebi biz oluruz. Bunun içindir ki düşünmeden sarf edeceğimiz vebali bizimdir. 
    Gönül dedik, Dil dedik, Söz dedik… Asıl olan iyi olmak değil midir? Şayet iyi ruhlu değilse bir kişi hangi gönüle ya da dile sahiptir ki güzel sözler onun kılavuzu olsun. Her daim dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyoruz. Öncelik iyi olmak. Zararsız, hesapsız, yalansız olmak… Gülen yüze, gülen göze sahip olmak… Haklıyı haksızı ayırt edebilir olmak, edep ve haya sahibi olmak… Hak yememek, eşitliği yaşamak, yaşatmak… Ne olursa olsun sadece doğruları söylemek… İşte bunlara sahipsek iyi insanızdır zaten ve iyi insanın sözü de iyidir, hoştur.
     Güzel düşünelim güzel sözlerimiz olsun, yaralara merhem, dertlere derman, kederlere umut olalım. Sözlerimiz yarınlara ışık tutsun, yol gösterici olsun. İnsanlar bizi güzel sözlerimizle ansın, işte böylesine güzel ancak bu güzel yürekli insandan geldi desinler…
 
   Sözlerimin vebali benimdir, sözlerime kefilim ve inanıyorum ki size çok güzel şeyler hissettirecek ve sizi güzel düşüncelere yöneltecektir. Satır aralarına sığdırdıklarımı keşfetmek yine siz güzel gönüllere kaldı…
 
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
  

KENDİMİZİ ANLAMAK VE TESLİMİYET

 
 

…Bir yerlerde birileri bir şeylere çok kızmış ve bu kızgınlığa sebep olarak birlerini suçlamışlar. Suç, suçlamak, suçlu suçlanan…

Asıl olan nedir? Hep bir şeyler yaşanır, olaylar olur biter. Nihayetinde eğer olumsuzluksa sonuç mutlaka başkasıdır buna neden olan. Ya biz?

Oysa esas; kendimizi dinlemeyi bilmekten geçer. “BEN” insanım tıpkı diğerleri gibi ve benimde hatalarımın olması en doğal olandır. Bir şeylerde ben de suçlu, yanlış olan taraf olabilirim. Her zaman uzaklarda aramayalım eksiği. Önce dönüp bakalım kendimize, eleştirelim kıyasıya “BEN” sonra etrafımızdakilere yönelelim. Kendimize soralım keskin soruları. Neden, niçin, nasıl, ne kadar, ne zaman…? Alalım cevapları, bakalım neler olduğuna.

Dürüstçe, en dobra şekliyle kendimizi açalım gerçekliğe. Eğer ki, hatasız eksiksizsek, hatalıya kafa tutabiliriz. Tabii ki bunu yakarak, yıkarak, ezerek, yok ederek yapamayız.

Böylesi tavırlara asla hakkımız yoktur. Işıkla, sevgiyle söylemeliyiz gerçekleri, bunu yapamazsak eğer ne farkımız kalır hatalıdan, yanlış olandan.

Asla dikte etmemeliyiz, zorlamamalıyız, zarifçe, en yumuşak yaklaşmalıyız yanlışı olana. Öyle bir yöntemimiz olmalı ki; kötüyü dahi incitmeden ona hatalarını görmesine yardım etmeliyiz. Ancak o zaman gerçekten iyi bir şeyler yapmış oluruz.

Tüm bu anlattıklarım durumun bir boyutu. Şöyle ki: “İlk adım kendimize bakmayı öğrendik, kendimizi eleştirdik. Hatalıysak bununla yüzleştik. Eğer hata karşı taraftaysa ona en güzel şekilde hatalarıyla nasıl yüzleşebileceğini gösterdik.

Diyelim ki bunların hepsi oldu. Peki ya şunu sorduk mu hiç kendimize “Neden bunları yaşıyorum? Neden kötü bir durumla ya da kötü bir insanla karşılaştım?”

İşte ikinci boyutta burada başlıyor. Yaşadıklarımızdan gerçekten neler öğreniyoruz, dersler çıkarabiliyor muyuz.? Öğrenilenleri ve edinilen dersleri hayatımızın ne denli uygulayabiliyoruz. Asıl hikaye burada başlıyor. Aldığımız her bir nefesin ardında mutlaka bir kazanım olmalı boşa alınmış hiç bir nefes olmamalı.

Hayatımızı “vahlarla, tühlerle, eyvahlarla” geçirmek bizi yokluğa, boşluğa sürükler. Oysa yaşanmışlıklara bu söylemlerle tepki vermek yerine, yaşanmışlıkların bize neler öğretmeye çalıştığına kulak vermeliyiz.

Gerçek şu ki; “BEN”‘i oluşturan her şey iyisiyle kötüsüyle, doğrusuyla yanlışıyla yaşanmışlıklardan geçer… Yaşadıklarımızla büyürüz, olgunlaşırız ve varlığımızın anlamına cevap buluruz.

Şükürler olsun ki yaşadıklarımızı, hayatı anlamlandıran biliyoruz. Haklarımızı savunabiliyoruz. Gücümüzün yettiğine kadar erişebiliyor, gücümüzün yetmediği yerlerde de tevekküle sığınıp teslim olabiliyoruz. Sesimiz var!

O ses ki yere göğe varlığını duyuracak kadar güçlüdür… Ya ona sahip olmayanlar, başlarını önüne eğip sadece tevekkül ederler, anlatmazlar, savunamazlar kendilerini… Bize emanet canlılardan bahsediyorum, bizler onlara ses olmalı, teslimiyetlerine ortak olmalıyız.

İki boyutta anlattım hislerimi, yine söylemediklerimi söylemeyi sizlere bırakıyorum. Biliyorum ki sizin söyleyecekleriniz benim satır aralarına gizlediğim söylemlerle bütünleşecektir…

Sesiniz gür, derinden, teslimiyetiniz yürekten olsun!

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

        

“BEN” OLMAK

 
       Hayat bizimse şayet her türlü değişimden ve dönüşümden biz sorumluyuzdur. Esas olan “Biziz” yeni merkezde yine “BEN” görürüz.
       Öyleyse hikayeye en baştan başlayalım. “Doğduk; dünyada var olma yoluna merhaba dedik. Karar bizim miydi? Hayır elbette değildi. Varlığımızı tanımaya başladığımız “3” yaşından sonra oluşumun ilk evrelerine yolculuğumuz başlamış demektir. Yıllar geçer yavaş yavaş “BEN” şekillenmeye başlar. Öyle bir döngü içine girmeye başlarız ki; ailemiz, çevremiz, ruhumuza işlemeye başlar. Yaradılışımızdan gelen karakteristik özelliklerimizle her bir detay birleşir zaman içinde asıl “BEN” oluşur.
       Çoğu insan için büyük bir handikap olan ergenliğe değinelim birazda. Ah o “Ergenlik” Büyümekle büyümemek arasındaki gelgitlerin en ağdalı süreci…Varlığımızı ispat etmek, dünya da artık bende varım demeye yelken açtığımız birkaç yıl… Kimilerimiz yumuşak bir geçişte ergenlikten yetişkinliğe yol alır. Kimilerimizle bin bir türlü sıkıntıyı, telaşı omuzlarına yük edinerek erginliği geride bırakır. Ama geçer, biter o günler. Yaşasın Yetişkinlik !
       Aslında asıl hikaye şimdi başlıyordur. Yeni duygular, yeni sorumluluklar, yeni insanlar, yeni bir dünya. “İLK BEN” oluşmuştur. Ama zayıf, ama güçlü, ama kararlı, ama kararsız, ama cesur, ama korkak, ama merhametli, ama merhametsiz… Öyle çok nitelik sayabiliriz ki insana özgü ve onların hepsi de bizlerde vardır. Kişiyi kişi yapan eğrisiyle doğrusuyla bu özellikler bu niteliklerdir.
      Yetişkin olmanın amansız, çetrefilli yollarında hem güzellikler bizi bekliyordur hem de zorluklar. Ama gariptir ki güzellikler altın tabaklarda önümüze sunulmaz, zorluklarsa sanki bir nimetmiş gibi bırakın altın tabağı, elmaslarla zümrütlerle bezeli tabaklarla sunulur bize. SAVAŞ BAŞLAMIŞTIR !!!
      Yıllar içinde kendimizi, hayatı okumayı öğreniriz ya da öğrenemeyiz. Her bir yaşanmışlık bizi büyütür, olgunlaştırırız. Korkuyla tanışırız, ya korkuya tutsak olur ya da onunla savaşırız. Öfkeyle tanışırız, ya ona tutsak olur ya da onu yeneriz. Acıyla tanışırız, ya onu ruhumuzda taşırız ya da ona boyun eğmemeyi öğreniriz. Mutlulukla tanışırız, aşkla tanışırız, sevgiyle tanışırız işte o zaman HAYAT BUDUR deriz.
     Sadece biz değiliz hayatta, ya diğer insanlar! Mücadelenin asıl kaynağı diğer insanlarla hayatı paylaşmaya çalışmaktadır. Herkes var olma mücadelesi verir ve herkes en iyinin en kusursuzun kendisi olduğunu düşünür, öyle de yaşar. Asıl olan insanlarla dengeyi bulmaktır.
     Hayatımıza öyle ya da böyle bir şekilde aldığımız her bir insan yeni deneyimleri beraberinde getirir. Öyle çok da hayatımıza almaya gerek yok. Kimi zaman birkaç dakikalığına dahi hayatımıza dahil olan insanlar bile artık bizim hayatımıza dünyamıza dokunmuştur. Biz biz olalım bu dokunuşlar karşısında edinimlerimize bakalım. Bazen yolda karşılaştığımız varlığından o ana kadar haberdar dahi olmadığımız bir insan ağzından dökülen “Merhaba” kelimesiyle birlikte kişinin gözlerinin ta içinden gelen aydınlık gülümseme bize yaşam enerjisi verebilir. Bazense gözlerinde karanlık bir enerji taşıyan yine bir anlığına gördüğümüz kişi bizi hiç de istemeyeceğimiz bir hoşnutsuzluğa sürükleyebilir. Demem o ki; her insana açık olalım ancak her enerjiye değil. Kendimize kalkan oluşturalım, iyiyi yüreğimizin en içine kadar alalım, kötüyü dışarda tutalım. Bilelim ve unutmayalım ki herkes kendini en iyi, en özel, en mükemmel görür. Ancak esas da buna biz karar verelim. “Enerji her daim domino etkisi yaratır, bir dokunuş ardında ki her şeyi etkiler. İyi ya da kötü!”
      Her başlangıcın sona ulaşması gibi şimdilik söylemimin sonuna geldim. Aslında öyle çok şey var ki bu yazıda anlatılacak…
      Yazmadıklarımı, satır aralarına yerleştirdiğim düşünme paylarını size bırakıyorum…
       Unutmayalım en mühim, en özel hazine “BEN” dir. Ona sahip çıkalım… Onu güzelleştirelim. Dünyaya umut olalım…
 
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

SİZİN İÇİN…

 
Bir yolcu gemisi yolculuk esnasında kopan bir fırtınada batar ve içindekilerden sadece iki adam küçük ve ıssız bir adaya yüzmeyi başarırlar. Ne yapacaklarını bilemeyen bu iki kazazede Allah’a yalvarmaktan başka çarelerinin olmadığına karar verirler. Fakat kimin duasının daha güçlü olduğunu anlamak için adayı ikiye bölmeye karar verirler ve adada karşılıklı olarak yaşamaya başlarlar. İlk diledikleri şey yiyecektir. Ertesi sabah, birinci adam kendi tarafında dalları meyve dolu bir ağaç bulur ve ağacın meyvelerinden yer.
Diğer adamın alanı ise hala çoraktır! Bir hafta sonra, birinci adam yalnız olduğu için kendisine bir eş diler. Ertesi gün bir kadın yüzerek birinci adamın tarafına gelir. Diğer tarafta yine hiçbir şey yoktur! Hemen sonra birinci adam bir ev, giysiler ve daha fazla yiyecek diler. Sihirli bir değnek değmişcesine tüm istedikleri kendisine verilir. Fakat ikinci adam hala hiçbir şeye sahip olamamıştır!
En sonunda birinci adam bir gemi diler böylece karısıyla birlikte adayı terk edebilecektir. Sabahleyin kendi tarafına demirlenmiş bir gemi bulur. Birinci adam karısıyla birlikte gemiye biner ve ikinci adamı adada bırakmaya karar verir. Onun hiç bir dileği gerçekleşmediği için Allah’ın nimetlerine layık biri olmadığını düşünür.
Gemi kalkmak üzereyken birinci adam cennetten yankılanan bir ses duyar,
—“Neden arkadaşını adada bırakıyorsun?”
— “Bana gönderilen nimetler sadece bana aittir çünkü onlar için ben dua ettim, Onun duaları kabul edilmedi o yüzden o hiçbir şeyi hak etmiyor.” diye cevap verir birinci adam.
“Yanılıyorsun!” diye azarlar ses birinci adamı.
—“Onun sadece tek bir dileği vardı ve kabul ettim. Eğer etmeseydim sen gönderdiğim nimetlerin hiç birine sahip olamazdın.” der
–“Allah’ım ne olur söyle bana” dedi birinci adam, “Ne diledi de ona minnettar olmam gerekiyor?”
—“Senin tüm dileklerinin gerçek olmasını diledi.”
ALINTI
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
 

ESAS OLAN

 
 
Şöyle bir etrafımıza bakalım… İyice bakalım, inceleyelim, derinlere inelim…
Esas olan o ki; her şeyin başlangıçla yola çıkar ardından olgunluğa ve beklenen son haline ulaşır.
Rüzgarın sesinin yankılandığı kavak ağacı… Önce minicik bir tohumdur, yavaşça kök salar, olgunluğa yol alır, son gün kapısını çalana kadar tüm varlığıyla rüzgara eşlik eder. Kim bilebilirdi ki böylesi kuvvetli yapıya ulaşabileceğini küçücük tohumun. İşte bir yaşam enerjisi sağladı tüm bunları… Ona belki yağan yağmur ve kar verdi bu enerjiyi belki de rüzgarla dans etme isteği… Yaşam enerjisi yaşam amacıyla bütünleşir tek vücut olur. Enerji mi amaç mı hangisi esasdır (?) kim bilir…
Ve bizler… Var olduk… Büyüyoruz…Olgunlaşıyoruz… Ve nihayet!…
Yaşam enerjimiz ve varoluş sebebimiz varlığımızın ilk anından beri bizimle ve hep öyle olacak… Her şey çok basit, sadece hissetmeyi görmeyi bilelim. Sevgiyle umutla yolumuzun aydınlanmasına izin verelim. Özümüzden vazgeçmeyelim…

 

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

 

ŞİKAYET KAPIYI KAPATIR. ŞÜKÜR KAPIYI AÇAR!…

 

İnsanoğlu zaman zaman bu dünyada var olmanın, yaşamanın, sonsuz nimetlerden yararlanmanın bir lütfu olduğunu unutuyor. İnsanlar hep sahip olamadıklarından şikâyet ederler. Aslında bir geriye dönüp baktıklarında sahip oldukları ne de çok şey var. İnsana hiçbir şey, sahip olunduktan sonra hayalinde olduğu kadar güzel gelmez. Bazı insanlar şükretmek için kendilerine çok büyük, çok özel bir nimetin gelmesini, ya da çok büyük bir sorunlarının çözülmesini beklerler.
 
Biraz dikkat ettiğimizde, insanın her anının nimet içinde geçtiği görülür.
 
Fakat elindeki imkânların farkında olmayan ve kıymetinin değerini bilmeyen, ayrıca da negatif ve hayata karamsar bakan insanlar yaşam boyunca şikâyet edecek mutlaka bir şeyler bulurlar.
 
İnsanlara sorduğumuzda nasılsın sorusuna çoğu insanda aldığımız cevap “iyiyim” bugün de “çok şükür nefes alıyorum sağlığım yerinde” “çok şükür huzurluyum” ya da “çok şükürler olsun” diyen kaç kişi var? “İyiyim” kelimesi sadece ağız alışkanlığı olmakla kalmış.
 
Ağzında çıkan “şükür” kelimesi kalpten hissetmek ve söylemektir.
 
Şükretmemizin önündeki en büyük engellerden biri hiçbir şeyi beğenmemek, kusur bulmak ve karamsarlıktır. Karamsar, hiçbir şeyi beğenmeyen ve her şeye olumsuz bakan bir adam yarış için hazırlanmış bir at için “Bu at kesinlikle koşamaz” demiş. Atın iyi koştuğunun görenler adama dönüp, ne diyeceğini merak etmişler. Adam “çok iyi hızlı koşuyor ama bu atı durduramazlar” demiş. Bunun gibi yaşadığım hayata örnekler verebilirim.
 
Bir yerde şikâyet, Allah’a isyan etmektir. Şikâyet ve isyan etmenin karşılığı da kaçınılmaz olarak huzursuzluk ve mutsuzluktur.
 
Asıl zenginliğini sağlık ve huzur olduğunu keşfeden insanlar hayallerini sarılırlar ve mutluluğu yakalarlar.
 
Şikayet ile güzel bir hikaye paylaşıyorum. Hepimiz bu hikayede kendimize pay çıkabiliriz.
 
Bir zamanlar, her şeyden sürekli şikâyet eden, her gün hayatının ne kadar berbat olduğundan yakınan bir kız vardı.
Hayat, ona göre çok kötüydü ve sürekli savaşmaktan, mücadele etmekten yorulmuştu. Bir problemi çözer çözmez, bir yenisi çıkıyordu karşısına.
Genç kızın bu yakınmaları karşısında, mesleği aşçılık olan babası ona bir hayat dersi vermeye niyetlendi.
Bir gün onu mutfağa götürdü. Üç ayrı cezveyi suyla doldurdu ve ateşin üzerine koydu.
Cezvelerdeki sular kaynamaya başlayınca, bir cezveye bir patates, diğerine bir yumurta, sonuncusuna da kahve çekirdeklerini koydu.
Daha sonra kızına tek kelime etmeden beklemeye başladı.
Kızı da hiçbir şey anlamadığı bu faaliyeti seyrediyor ve sonunda karşılaşacağı şeyi görmeyi bekliyordu. Ama o kadar sabırsızdı ki sızlanmaya ve daha ne kadar bekleyeceklerini sormaya başladı.
Babası onun bu ısrarlı sorularına cevap vermedi. Yirmi dakika sonra adam, cezvelerin altındaki ateşi kapattı.
Birinci cezveden patatesi çıkardı ve bir tabağa koydu. İkincisinden yumurtayı çıkardı, onu da bir tabağa koydu. Daha sonra, son cezvedeki kahveyi bir fincana boşalttı.
Kızına dönerek sordu:
– Ne görüyorsun?
– Patates, yumurta ve kahve? diye, alaylı bir cevap verdi kızı.
“Daha yakından bak bir de” dedi baba, “patatese dokun.”
Kız denileni yaptı ve patatesin yumuşamış olduğunu söyledi.
“Aynı şekilde, yumurtayı da incele.”
Kız, kabuğunu soyduğu yumurtanın katılaştığını gördü.
En sonunda, kızının kahveden bir yudum almasını söyledi.
Söyleneni yapan kızın yüzüne, kahvenin nefis tadıyla bir gülümseme yayıldı. Ama yine de bütün bunlardan bir şey anlamamıştı:
– Bütün bunlar ne anlama geliyor baba?
Babası, patatesin de, yumurtanın da, kahve çekirdeklerinin de aynı sıkıntıyı yaşadıklarını, yani kaynar suyun içinde kaldıklarını anlattı. Ama her biri bu sıkıntı karşısında farklı tepki vermişti.
Patates daha önce sert, güçlü ve tavizsiz görünürken, kaynar suyun içine girince yumuşamış ve güçten düşmüştü.
Yumurta ise çok kırılgandı; dışındaki ince kabuğun içindeki sıvıyı koruyordu. Ama kaynar suda kalınca, yumurtanın içi sertleşmiş; katılaşmıştı.
Ancak, kahve çekirdekleri bambaşkaydı. Kaynar suyun içinde kalınca, kendileri değiştiği gibi suyu da değiştirmişlerdi ve ortaya tamamen yeni bir şey çıkmıştı.
– Sen hangisisin? diye sordu kızına. Bir sıkıntı kapını çaldığında nasıl tepki vereceksin?
Patates gibi, yumuşayıp ezilecek misin?
Yumurta gibi, kalbini mi katılaştıracaksın?
Yoksa kahve çekirdekleri gibi, başına gelen her olayın duygularını olgunlaştırmasına ve hayatına ayrı bir tat katmasına izin mi vereceksin?
 
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

 

ZİHNİNİZİ DEĞİŞTİREBİLİRSENİZ; HAYATINIZI DEĞİŞTİRİRSİNİZ.

 
“Bir kez temiz zihni anlayınca, bir daha asla kimsenin beynine çöp ve pislik doldurmasına izin vermeyeceksin!” Osho
 
Dadi Janki’nin seminerdeki anlatımı:
 
Zihni şifalandırmak.
 
Bedenim sağlıklı olmadığında nasıl endişelenmem?
 
Ağrıya verdiğimiz tepki, ağrının kendisi kadar sıkıntı yaratabilir – öyleyse iyileşmemize engel yaratmayacak şekilde bize yardımcı olması için, zihnimizi nasıl kullanacağımızı öğrenmemiz gerekir. Bir hemşire hem de bir hasta olarak uzun yıllar geçirdim ve iyileşme süresince sessizliğinin bilimle birlikte nasıl işe yaradığını gördüm.
 
Bedenimde olanlardan geri adım atarak zihin gücümü kullanabilirim. Onlara takılıp kalmak yerine, olanları gözlemleyerek olumsuz düşünce ve hislerden kendimi özgürleştirebilirim. Beni daha iyi-kötü değil-hissettirecek mutluluk, huzur ve fayda sağlayan his ve düşünceler yaratmaya dikkat ederim.
 
Kalbimde olup biteni bastırmamak önemlidir, bu şifaya sekte vurabilir. Sevgi ve dürüstlükle kalbimi dinleyeyim. Dürüstlük, yüzleşmem gereken durumlarla başa çıkmam için bana ruhsal güç verir. Kendim ve başkalarına için saf, olumlu düşünce ve iyi dileklere sahip olmaya devam edersem, bana da özen gösterirler, güç alırım, zihnim de güçlenir ve bu yolla bedeni iyileştirmeye yardımcı olurum.
 
Bazılarınız bana zamanın baskısını hissetmemize rağmen nasıl sakin kalınır diye sordu. Sakin kalabilmek için çok faydalıdır ve zihnin sakinliğini koruma pratiğini geliştirmek de mümkündür. “Zihnimin sakinliğini korumak istiyorum” düşüncesiyle, bu netlikle içinize dönün. Kendinize geçmişle ilgili düşünmek ve gelecek hakkında endişelenmek için izin vermeyin. Zihninizde geçmişe dair hiçbir şeyi tekrar etmeyin ve gelecek için istekler yaratmayın. Bu tür düşünceler geldiğinde onlara nokta koymayı öğrenin. Geleceğe ait korkular, endişeler, kaygılar yerine geleceğinizi hayırlı kılmak üzere kararlılığınız olsun. Sabır çok değerlidir-kendime karşı sabırlı olmak, diğerlerine karşı sabırlı olmak ve zamana karşı da sabırlı olmak.
 
Dadi JANKI
 
Bence zihnimizi susturmak, düşüncelerimize yön vermek özgürlüğe atılacak büyük bir adımdır. 
 
Evet, zihni tabii ki hemen susturmak kolay değil. Düşünün ki, yıllarca hep zihin hiç susmamış sürekli yaşadığımız boyunca konuşur durmuş. Gün içinde hiç sessizce oturup zihnimizin iç durumunu ve kalitesine baktığımız oldu mu? Bir bakalım o konuşan zihnimizde neler geçiyor? Konuşulan zihnimize baktığımızda o anda ne gibi düşünceler geçiyor? Geçmiş ve gelecek ile neler geçip duruyor? Sadece izleyip hiçbir soru sormadan nasıl düşüncelerin geçtiğini gözlemleyelim. Baktığımızda ne kadar bize gereksiz düşüncelerin dolu olduğunu göreceğiz. Sürekli konuşan bir zihin sağlıklı bir bedene ve ruha sahip olamaz. Bu da Zihin-Beden-Ruh dengesini bozar. Stresin hayatımızda sürekli etkisinin olduğu bir dünya da yaşıyoruz. Hepimizin istediği şey, huzur ve huzurlu bir zihne sahip olmaktır. Zihnin besini düşüncelerdir. Bizleri huzurlu ya huzursuz yapan kendi düşüncelerimizdir. İnanın ki gün içinde zihnimize baktığımızda olumsuz düşünceler bizim enerjimizi tükettiğini ve zihnimizde gerilimi yaşattırdığını farkında oluruz. Olumlu düşünceler ise bizleri sağlamlaştırarak güç verir. Düşünce bir enerji, gözle görünmeyen frekanstır.
 
Zihin depomuzdaki bilgilerimiz bir hazine kutumuz gibidir.  Salt zihnimizi kullanırsak sürekli düşüncelerimizin yaşamımıza yön vermesine izin verir ve doğal dengemizi bozabiliriz. Nasıl ki midemiz ve tüm organlarımız yediklerimizde beslenir ve güç kazanır ise, zihnimizde bilgilerle beslenir ve besinlerin akıl yardımıyla, düşüncelerinden alır. Fakat gereğinden fazla yemek yediğimizde bedenimiz nasıl alarm veriyorsa, zihnimiz de çok fazla beslendiğinde dengesi bozulur. Çok fazla çalışan ve çok konuşan bir zihin, zamanla zihinsel egosu güçlendirir. Unutmayalım ki, sadece zihnimizin aklı yok, ruhumuzun ve bedenimiz de aklı var. Onların gücünü hissetmenin en güzel yolu, zihnimizi susturup iç sesimizi dinleyebilmek.
 
Peki, zihnimizi nasıl mı susturacağız? Birçok yöntemler var uygulanabilecek; (Meditasyon, yoga, spor, dans, örgü örmek, resim yapmak, dua etmek, namaz kılmak vb.)
 
Benim yöntemim meditasyon, evet ben meditasyonu 2001 yılında ara ara yapmaya başlamıştım. 2013 yılından beri her gün düzenli olarak yapıyorum. Meditasyon, zihni susturup dışarıyla bağını kesmek, iç sesimizi duymak ve kaynağa bağlanmak demektir. Aynı zamanda meditasyon bilincimizin ve farkındalığımızın artmasında yardımcı oluyor. Sadece ruhsal olarak değil bilimsel açıdan da kanıtlanmıştır.
 
Yeni meditasyona başlayan kişiler başlar da zihni susturmak kolay olmadığını görecekler. Fakat günde en az 15 dk. yapabilmek ileri zamanlarda dakika kademeli olarak arttıkça o zaman zihnin nasıl sustuğunu hissedecekler.
 
Ben zihnimi boşaltamıyorum, yapamıyorum, odaklanamıyorum veya yapıyorum olmuyor diye bir şey söz konusu değil! Sadece sabır ve istikrar o kadar…
 
Zihinlerimizi temiz tutmak dileğiyle…
 
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN