DÖRT ANLAŞMA

Her okuduğumuz bilgi çok önemlidir. Bazı kitapları açıp açıp tekrar okuruz. Bu ay paylaşacağım Don Miguel Ruiz’in “Dört Anlaşma Toltek Bilgelik Kitabı” adlı kitabı da aynen öyle. Her okuyuşunuzda içsel yolculuğunuza yeni bakış açıları katacak bir baş ucu kitabı. Kitaptan birkaç bölümü sizlere paylaşıyorum sevgili okuyucularım.

1-Kullandığınız Sözcükleri Özenle Seçin

En temel ve en zor anlaşma budur. Kullandığınız sözcüklerde kusursuz olabilmek. Sözlerimiz arı, kusursuz, eksiksiz olmalıdır.

Sözler, sizin yaratma gücünüzdür. Sözleriniz, size doğrudan Tanrı’dan gelen armağanlardır.

Bir tek söz ile savaşlar çıkabilir, gönüller kırılabilir veya kalpler fethedilebilir. İnsan zihni sürekli tohumların ekildiği verimli topraklar gibidir. Tohumlar düşünceler, fikirler ve kavramlardır. Söz tohum gibidir. Bu verimli topraklara korku tohumları ekmeyin ve ekilmesine izin vermeyin!

Günah, kendi doğana karşı yaptığın her şeydir. Kendi varlığına karşı hissettiğin, inandığın ya da söylediğin her şey günahtır. Herhangi bir şey için kendini yargıladığında veya suçladığında kendine karşı olmuş olursun.

Günahsız olmak, bunun tam karşıtıdır. Saflık, arılık, kendine düşmanca davranmamaktır. Günahsız olmak, davranışlarının sorumluluğunu üstlenmek ama kendini yargılamamak ve suçlamamak anlamına gelir. Bu bakış açısıyla günah kavramı ahlaki ve dinsel bir şey olmaktan çıkar, sağduyunun sesine dönüşür. Günah kavramı kendini reddediş ile ortaya çıkar. Bu, insanı ölüme götürür ve günahsız olmak ise yaşama yöneliktir. Kendimizi sevmek, yaptığımız her şeyi kendimiz adına onaylamak, kendimiz hakkında yargılarda bulunmamak günahsızlığı ve saflığı getirir.

Başkalarına karşı onların kendilerini yargılamalarına neden olmayacak sözleri kullanmak, kendimiz için günahsız sözler kullanmak demektir. Onların da bana karşı sözleri aynı şekilde olacaktır. Enerjinizi sevgi dolu ve günahsız sözlerden yana kullanırsanız çoğalır ve büyürsünüz. Özgürleşirsiniz. Kendinizi yargılayacağınız sözler size gelmemeye başlar; bu, günahsızlaşmaktır. Bu sözler sizi arındırır ve özgürleştirir.

Oysa bizler tam tersi bir davranışı alışkanlık edinmiş durumdayız. Sürekli kendimizi yargılarız, kendimize bile yalan söyleriz, duygularımızı reddederiz, toplumun bizi yargılamasından korkar, önce kendimiz kendimizi yargılarız. Duygularımız saf sevgi içerikli bile olsalar bazen bizi korkutur ve biz onları yalanlamayı, reddetmeyi seçeriz. Oysa kızgınlıklarımızı, kıskançlıklarımızı, çekememezliğimizi ve nefretimizi ifade etmekten çok çekinmeyiz. Toplum bunlar nedeni ile bizi çok yargılamaz nasılsa, diye ifadelerimizdeki yönelişlerimiz daha çok bu yoldadır. Oysa bu tip ifadelerimiz ne büyük etkilere ve günahlara sahiptir, fark etmeyiz.

Çocuklarımıza bile farkında olmadan olumsuz ifadeler kullanır ve genellikle, bu yaptığımızla onların hayatları boyunca etki altında kalacakları, neredeyse bir kara büyüye yol açtığımızın farkında bile olmayız. Örneğin çocuğumuz bir şarkıyı söylerken şaka yollu, ne çirkin sesin var ya da aman hiç beceremiyorsun, tipli takılmalarımız onun hayatı boyunca kendi sesine olan güvensizliğine, toplum önünde konuşmaktan çekinmesine, kendine güvenmemesine neden olacak bir anlaşmayı kendiyle yapmasına neden olur. Bu anlaşmayı çocuklarına aktaracak, toplum içinde pek çok kişinin konuşmalarını, şarkılarını beğenmeyerek hayatı da zevk alınır bir şekilde yaşamaktan uzaklaşacaktır.

Siz etrafınıza bu tip olumsuz ifadeleri yaydığınızda, etrafınızın da yaratımları hep bu şekilde olumsuz olacağından, dönüp size ulaşan gene sizin yaydığınız benzerleridir. Yıllar boyu hem başkalarının sözleri aracılığı ile dedikodu ve kara büyünün etkisine gireriz hem de kendimizle ilgili kendimizin söylediği sözlerle aynı olumsuz etkiyi yaratırız. Kendi sözlerimizle kendimizi esir eder, kendimizi yargılar, mutsuzluğumuzu yarattığımız gibi günahkârlığımızı ilan eder ve kendi cehennemimizi yaratırız.

Birinci anlaşmaya uyar ve sözlerimizi özenle seçersek bir süre sonra zihnimiz ve bireysel ilişkilerimizdeki iletişimimiz duygusal zehirden arınacaktır. Mutluluk, özgürlük, başarı ve bolluk bilincine doğru ilerleyiş sadece sözlerimizi özenle seçmeyle bize gelir.

2-Hiçbir Şeyi Kişisel Algılamayın

Etrafınızda olan biten hiçbir şeyi kişisel algılamayın. Örneğin, biri size aptal demiş olsa bile bu sizi değil karşınızdakini ilgilendirir. Çünkü herhangi biri sizin aptal olduğunuz yargısını ortaya koyacak bir güce ve yetkiye sahip değildir. Bu ancak kendi karşılaştırmaları, kendi hayat algılayışı, kendi bilgi, duygu, düşünce düzeyi ile yaptığı bir yargılamadır. Genel olarak da kendi yetersizliğini görerek sizi yargılamıştır. Bu nedenle size söylenen bu sözü bile kişisel algılamayın! Size söylenen şeye katılırsanız, kişisel olarak algılamış olursunuz ve bu sözle anlaşma yapmış olursunuz. Zaten bugüne kadar hep böyle olumsuz anlaşmalar yapmıştınız! Bundan sonra yapmayın! Hiçbir şeyi kişisel algılamayın!

Oysa bizler, tüm eğitim sürecimiz boyunca her şeyin merkezine kendimizi koyarak (Bencilliği öğrendik, egomuzu yükselttik daima.) etrafımızda olan her şeyi de kişisel algılamayı öğrendik. Oysa diğer insanlar merkeze sizi koyarak hiçbir şey yapmaz (Sizin başkasını merkezinize koyarak bir şey yapmadığınız gibi).

Yaptıkları her şey kendileriyle ilgilidir. Yani herkes kendi rüyasını yaşar. O zaman etrafınızda olan biteni, size doğru bile olsa söylenenleri nasıl kişisel algılayabiliyorsunuz ki? Bunun kadar büyük bir çelişki daha var mı?

Durumun son derece kişiselmiş gibi göründüğü anlarda bile, başkaları size direkt olarak hakaret ediyor olsa bile yine de sizinle ilgisi yoktur. Söyledikleri ve yaptıkları şeyler, dile getirdikleri fikirler kendi zihinlerinde yaptıkları anlaşmalar doğrultusundadır. Kişilerin bakış açıları, ehlileştirme sürecindeki programlamalarından oluşur.

Aynı şekilde, sizin hissettikleriniz ve yaptıklarınız da kendi bireysel rüyanızın, kendi anlaşmalarınızın bir yansımasıdır. Sizin söyledikleriniz, yaptıklarınız ve fikirleriniz sizin anlaşmalarınız doğrultusundadır. Fikirlerinizin başkalarıyla ilgisi yoktur.

Sizin, kim ve ne olduğunuzu bilmeniz yeterlidir. Kabul görmek, onaylanmak gibi bir ihtiyacınız yoktur. Başkalarının size kim olduğunuzu söylemesi imkânsızdır. Siz ancak kendiniz kendinizi bilebilirsiniz.

Filminizi, yaşamla yaptığınız anlaşmalara uygun olarak yaratırsınız. Sizin bakış açınız sizin için kişiseldir, sizin gerçeğinizdir, başka hiç kimsenin değil. Bu yüzden birisine kızarsanız aslında kendinizle uğraşıyorsunuz demektir. Kendi korkularınız var demektir. Karşınızdaki kişi bu kızgınlığın oluşması için sadece bir mazeret yaratmıştır. Korkularınız yoksa kızmanız da mümkün değildir. Sevgiyle yaşadığınızda, sevgi olduğunuzda, korkularınız silinir ve asla kızmazsınız! Sevgi olduğunuzda mutlu ve huzurlu da olursunuz. Bu, yaşamla yaptığınız anlaşmalardan mutlu olduğunuz anlamına gelir!

Biri size harika olduğunuzu söylerse kişisel algılamayın, bu o kişinin harika olduğu ya da o anda harika hissettiği anlamına gelir! Sizin kendinizi harika hissetmeniz için başkasının yapacağı onaylamalara ihtiyacınız yok ki… Siz kendinizle konuşun, zihninizle konuşun ve kendinizin harika olduğunu kendiniz görün! Zihnimiz, Tanrı boyutunda varlığını sürdürür. Bu realiteyi yaşar ve bu realiteyi algılar. Zihin uyanık realiteyi de gözlerle görür ve algılar. Aynı zamanda gözle görünmeyeni de görür ve algılar. Mantık, bu ikinci algılamanın pek farkında olmaz.

Zihnin programlanmasında yapılan her bir anlaşma ayrı bir varlık gibidir. Çoğu kez de bu anlaşmalar birbiri ile uyum içinde olmaz. Her bir varlığın kendi sesi vardır. Birbiri ile çelişenler çoğaldıkça zihnin içinde büyük bir savaşa dönüşür. Her bir varlık bir ağızdan konuşmaya başlar ve büyük bir problem yaşanır (Mitote). İnsanın ne istediğini, nasıl istediğini ve ne zaman istediğini bilmekte zorlanmasının nedeni budur. Zihnin çelişkilerinin üstesinden gelebilmenin tek yolu, tüm anlaşmalarımızın dökümünü yapmak ve çelişkileri bulup ortaya çıkarmaktan geçer.

Hiçbir şeyi kişisel algılamayın. Alay edilme ve reddedilme korkusu olmadan istediğiniz kişiye seni seviyorum, diyebilirsiniz. İhtiyacınız olan şeyi rahatlıkla isteyebilirsiniz. Suçluluk duygusu ya da öz yargılama olmaksızın evet ya da hayır, diyebilirsiniz. Daima yüreğinizin götürdüğü yere gitmeyi seçebilirsiniz.

3-Varsayımda Bulunmayın

Varsayımlarda bulunmanın problemi, varsayımlarımızın gerçek olduğuna inanmamızdır. Varsayımda bulunursunuz ve kişisel algılarsınız. Ve sonuçta kocaman bir dram yaşamaya başlarsınız. Çünkü doğrunun ne olduğunu bilmemekten, karşımızdaki kişiyi açıklığa davet etmekten korkuyoruz. Gerçeği duymaya cesaret edemediğimizde ya da açıklama istemekten korktuğumuzda varsayımlarda bulunuyoruz. Sonra da varsayımlarımızın doğru olduğuna inanıyoruz. Bu inançlarımızla varsayımlarımızı savunarak başkalarını yanlış ya da haksız kılmaya çalışıyoruz. Ama zihnimizin içindeki, çelişen anlaşmalarımızdan doğan kaos, her şeyi yanlış yorumlamamıza ve yanlış anlamamıza yol açar. Konuşarak sormak ve gerçeği öğrenmek, varsayımda bulunmaktan çok daha iyidir. Böylelikle gerçeğin yakınından teğet bile geçmeyen rüyalar görmekten kurtuluruz.

İlişkide varsayımlar kavgalarımızın, zorluklarımızın, sevdiğimizi iddia ettiğimiz kişileri yanlış anlamamızın nedenidir.

Çocukluğumuzda yaptığımız anlaşmalar genel olarak şöyle der: “Soru sormak güvenli değildir”, “Eğer birisi beni seviyorsa ne istediğimi, neler düşündüğümü ve hissettiğimi bilmelidir.” Bu anlaşmaları kabul etmişizdir ama yanlış anlaşmalardır.

Herkes hayatı bizim algıladığımız gibi algılamaz. Herkesin rüyası ve gerçeği farklıdır. Sizin onun gerçeğini görebilmek için sormaya, başkalarının sizin gerçeğinizi görmelerini sağlamak için ise anlatmaya ihtiyacınız vardır.

4-Daima Yapabildiğinin En İyisini Yap

Bu anlaşma, diğer üç anlaşmanın kalıcı alışkanlığa dönüşmesini sağlar. Her koşul altında daima yapabileceğinizin en iyisini yapın. Şunu da daima hatırlayın: An, her an değiştiği için asla “en iyiniz” olmayacaktır. Hep daha iyisi olacaktır

Yapabildiğinizin en iyisini yaptığınızda, harekete geçersiniz. Her eylemi, her hareketi, her çabayı zevk aldığınız için yaparsınız, bir ödül beklediğiniz için değil.

“Seni seviyorum Tanrım,” demenin en iyi yolu, yaşamınızı en iyisini yaparak yaşamanızdır.

“Teşekkür ederim Tanrım,” demenin en iyi yolu, geçmişi özgür bırakarak anda yaşayabilmek, şimdi ve burada olabilmektir.

Sonuç:

Yaşam sizden neyi alıyorsa, bırakın gitsin. Aktif bir teslimiyet duygusu içinde geçmişi bıraktığınızda, anda dolu dolu, canlı olmanıza izin verirsiniz. Geçmişi bırakmak demek, şu anki rüyanızdan haz alabilmeniz demektir.

Siz bu dünyaya mutlu olmak için geldiniz. Sevmek için, haz almak için, sevginizi paylaşmak için geldiniz. Bunlar sizin yaşam hakkınız. Şu anda yaşıyorsunuz. Bu haklarınızı kullanın ve yaşamdan zevk alın. İçinizden akıp geçen yaşama tepki duymayın. Çünkü içinizden akıp geçen yaşam Tanrı’dır. Sizin varlığınız, Tanrı’nın varlığının kanıtıdır. Sizin varlığınız, yaşamın ve enerjinin kanıtıdır.

Yaşamınızdaki canlılık, üretkenlik, sevecenlik Tanrı’nın size “Hey, seni seviyorum,” demesidir.

Ayağa kalkın ve insan olun. Kadın ya da erkek olmanın onurunu hissedin ve cinsiyetinize saygı duyun.

Bedeninize saygı duyun, bedeninizden haz alın, bedeninizi sevin, besleyin, temizleyin ve iyileştirin. Egzersiz yapın ve bedeninizin kendisini iyi hissetmesini sağlayın. Bu siz ve Tanrı arasında bir iletişimdir.

Bedeninizin her parçasına sevgi gösterdiğinizde, zihninize sevgi tohumları ektiğinizde, bu tohumlar büyüdüğünde tüm varlığınıza sevgi ve saygı duyacak, yoğun bir onurluluk duygusunu ruhunuz, bedeniniz ve zihninizde hissedeceksiniz.

Her an sevecen olabilirsiniz. Bu bir seçimdir. Sevmek için bir neden olması gerekmiyor. Sevmek sizi mutlu kılar. İfade edilen sevgi mutluluk verir. Size dinginlik ve iç barış getirir. Her şeyi sevginin gözleriyle görebilirsiniz. Sevgiyle yaşadığınızda zihninizdeki sis, kaos yok olur.

“Evrenin yaratıcısı. Bana yaşam dediğin armağanı verdiğin için teşekkür ediyorum. Gerçekten ihtiyacım olan her şeyi bana verdiğin için teşekkür ederim. Bu güzel bedeni ve zihni deneyimleme imkânı verdiğin için teşekkür ederim. Tüm sevgin, saf ve sınırsız ruhunla, sıcak ve parlak ışığınla içimde yaşadığın için teşekkür ederim. Gittiğim her yerde sevgini paylaşmak için sözlerimi, gözlerimi, yüreğimi kullandığın için teşekkür ederim. Seni olduğum gibi seviyorum çünkü ben senin yarattığınım. Kendimi olduğum gibi seviyorum. Yüreğimdeki sevgiyi ve huzuru korumama hep yardım et. Bu sevgiyle yeni bir yaşam yaratmaya ve hayatımın geri kalan döneminde sevgiyle yaşamama yardım et.”

– Kullandığınız sözcükleri özenle seçin,

– Hiçbir şeyi kişisel algılamayın,

– Varsayımda bulunmayın,

– Daima yapabildiğinizin en iyisini YAPIN…

Ve Beşinci Anlaşma ile “KUŞKU DUYARAK DİNLEMEYİ” öğrenin, size başkalarının hakikatleri ile anlatılanları bir kenara koyup kendi “HAKİKAT”inizi yaratmaya hazır olun…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

GİZLENMİŞ DÜRÜST OLMAYAN DAVRANIŞLAR-1

Dürüstlükle ilgili ilk yazımı 7 Aralık 2021 tarihinde paylaşmıştım. O yazımda dürüstlüğün çok geniş bir kavram olduğunu ve bunu zamanı gelince yaşadıklarımdan örneklerle detaylandıracağımı anlatmıştım. 4 Ocak 2022 tarihinde “Açık Ve Net Konuşmak Dürüstlüktür” ve 12 Nisan 2022 tarihinde ise “Gizlenmiş Dürüst Olmayan Davranışlar” başlığı ile yine bu konuyla ilgili iki yazı kaleme almıştım. Bugün de sıcağı sıcağına yaşadığım örnekleri, yine aynı konu başlığı altında sizlerle paylaşmayı sürdürüyorum sevgili okuyucularım.

İnternette rastladığım bir söz var: “Dürüstlük, söylediğiniz sözlerle yaptığınız davranışların aynı olmasıdır.” Dürüstlük dediğimizde olması gerekeni özetleyen bir cümle bu. Ağzından çıkan sözler sevgi dolu olan, dürüstlükten bahseden ama davranışları dürüstlükten uzak olan insanlarla karşılaşmışsınızdır. İlk başta tabii ki inanırsınız böyle insanlara fakat zaman içinde bir olay yaşarsınız ve gerçek yüzlerini görürsünüz. İnanırsınız, çünkü insanlar kendilerini anlatırken söze, dürüst olduklarını söyleyerek başlarlar hep.

Önceki yazımda belirtmiştim; dürüst olmayan davranış deyince akla yalnızca bir insanın cüzdanından para çalmak veya evinden eşya çalmak gelmemeli. Ya da çaresizlik içinde yalan söylemek, o insanın haklı olduğu anlamına gelmiyor. En ufak bir yalan bile güveni bitiyor. Zaten dürüst olmayan bir insana nasıl güven duyabilirsiniz ki?

Bu konuyla ilgili olarak on beş gün önce yaşadığım bir olaydan bahsedeyim. Tadilat için bazı kıyafetlerimi terziye vermiştim. Onları almak için gittim. Ayaküstü sohbet ettik, hayattan, günlük olaylardan. O sırada konu dürüstlüğe geldi. Terzi, başından geçen bir olayı anlattı. Bir müşterisi gömleklerini tadilat için getirmiş. Terzi tadilatı yapmış. Müşteri ürünlerini almaya geldiğinde ödeme için, “Hesabına havale olarak göndereceğim,” demiş ve gitmiş. Tabii ki gidiş o gidiş. Aradan üç ay geçmesine rağmen beklenen havale yapılmamış. Terzi, acaba bir şey mi oldu, diye düşünürken o kişiye birkaç kez terzihanenin civarında rastlamış. En sonunda yanına gidip ödemeyi ne zaman yapacağını sormuş. Müşteri yine, ödeyeceğini söylemiş. Terzi ne yapsın; “Peki,” demiş çaresiz. Fakat ortada yine ödeme yok. Bakın, bu müşteri gidip de terzinin kasasından bu parayı çalmıyor ya da dükkânından iplik, makas vb. çalmıyor. Dolaylı olarak cüzdanındaki parayı çalıyor. İşte bu daha kötüsü! Bu insana nasıl güvenebilirsiniz? Böyle davranan bir insanın diğer insanlara karşı davranışının dürüstlüğünden emin olabilir misiniz? Çalışıyorsa iş yerinde güven verebilir mi? Bu insana çantanızı ve eşyanızı emanet edebilir misiniz? İşte kendini saklayan dürüst olmayan insanlardan bir tanesi!

İkinci yaşadığım olay da şöyle: Her şeyiyle aynı olan bir ürünün iki farklı dükkânda farklı fiyatlarla satıldığına tanıklık ettim. Söz ettiğim öyle az bir fiyat farkı da değil. Belki diyeceksiniz ki o ürünü satan iki esnaftan birinin dükkân kirası yoktur. Diğeri esnafın dükkân kirası var ya da ötekine göre daha fazla kira ödüyor, giderleri daha fazla da diyebilirsiniz. Tamam, kabul ederim. Ama biraz fark olur, öyle dikkat çekecek kadar olmaz. Artık ben o esnaftan bir ürün almaya gider miyim veya gittiğimde ne kadar güvenebilirim? O güvensizlikle de her defasında gerçekten ürünün değeri kadar mı ödedim yoksa fazlasını mı diye düşünürüm. Böyle bir iki olay yaşadığınızda bunları ister istemez sormak zorunda kalıyorsunuz. Bu esnaf müşterinin parasını belki direkt cüzdanından çalmıyor ama dolaylı olarak çalmış oluyor.

Benzer şekilde bir mağazada satılan kıyafetin üzerine gerçek etiketinin dışında daha kaliteli göstermek için farklı etiket iliştiriliyor. İnsanlar bu kıyafeti kaliteli diye alıyor, üstelik fiyatı da değerinden fazla. Araştırıyorsunuz, kumaşın kalitesinin etiketteki fiyatı hak etmediğini görüyorsunuz. Etikete kumaş kalitesinin üstünde bir fiyat yazılmış olması, bu mağazada dürüstlüğün olmadığını gösteriyor.

Bir başka olayda, bir şirketin çalışanı, genel müdür tarafından özel günlerde müşterilere hediye almakla görevlendiriliyor. Çalışan, müşterilere aldığı hediyeden kendisi için de alıyor. Şirkete kesilen fatura müşteriye hediye olarak görünüyor. Burada da diğer örnekteki gibi çalışan şirketin kasasından dolaylı olarak para almış oluyor. Genel müdür, o çalışana kendine de al demiş olsa sorun yok. Ama şirket adına ve müşterilere alınan hediyeyi kendine alıp evine götürmesi de dürüst davranış olmuyor.

Gene tanık olduğum bir olayı anlatayım. Borcu olduğu hâlde ödemeyen birinden borcunu ödemesini istiyorsunuz ya da yaptığınız işin, verdiğiniz emeğin karşılığını almak istiyorsunuz. Fakat o emeğinizin karşılığını vermiyor. Sonra bir bakıyorsunuz ki o kişi geziyor, tatile gidiyor, pahalı restoranlarda yemek yiyor, gayet rahat yaşıyor. Soranlara da beni başkaları tatile götürdü, başkaları yemeğe götürüyor, diyor. Sonra öğreniyorsunuz ki yalan söylemiş. Böyle insanlara siz de rastlamışsınızdır. Üstelik bu insanlar sosyal medya hesaplarında sürekli dürüstlükten bahsederler.  

Diğer bir örnekte, başka bir şehre ya da ülkeye gittiğinizde sizden bir ürün sipariş edenler oluyor. Ürünü getiriyorsunuz ama siparişi verenler ürünün parasını ödemedikleri gibi ağızları öyle bir laf yapıyor ki bir anda sizi allayıp pullayarak borçlarının üstünü örtmeye çalışıyorlar. Parası yoksa sipariş vermeyecek ya da o ürünü gerçekten kullanmak zorunda ise açık olarak karşı tarafa söyleyecek. Böyle bir durum yaşadığınızda ne oluyor? Bir daha o kişiye bir şey isterse getirmiyorsunuz.

Ben de şifa çalışmalarında birkaç insanda benzeri şeyler yaşadım. Gelip benden şifa, enerji ve rehberlik istiyorlar. Sonra bana, “Senin şifa, enerji ve rehberliğinle işim hallolmadı. Başkası yaptı, başkaları da aynısı söyledi. Burada bile dürüst olmuyorlar. Hem emeğe saygı yok hem de akılları sıra kendilerini kurnaz sanıyorlar. Böyle insanlar sadece kendilerini kandırırlar.

Tabii ki insanız, zaman içinde çaresizliklere düşeriz, yardım isteriz. Fakat bu yardımı isterken çok net ve açık olmak gerekiyor. Son derece dürüst olmak gerekiyor. Buradaki ince çizgiyi ayırt etmek gerekiyor; çaresizlik başka şey, dürüst olmamak başka şey. Yukarıda bahsettiğim terzi ve müşterisi örneğini ele alalım. Müşteri o anda gerçekten zor durumda olabilir, terziye gidip o anda ödeyemeyeceğini söyleyebilir ya da yirmi tane gömleği aynı anda tamire vermek yerine, ekonomik koşullarını zorlamayacak şekilde parça parça verebilir. Burada insanın niyeti çok önemlidir.

Bir kere o yalanı duyunca artık güven de kalmıyor. Aynı zamanda dürüstlük de olmuyor.

Böyle insanlara hiçbir şekilde güvenip de bir şeyinizi emanet edemezsiniz.

Yukarıda bahsettiğim örneklerdeki gibi dürüst davranmayanlar aslında kendilerine zarar veriyorlar. Hayatlarında bir olumsuzluk yaşadıklarında acaba kendilerine dönüp “Ben dürüst davranıyor muyum” diye soruyorlar mı? Yalan söyleyen, dürüst olmayan kendine yapar; kendine karma yaratır.

Sevgili okuyucularım, sizin de bu konudaki değerli düşüncelerinizi ve görüşlerinizi belirtmenizi, paylaşmanızı rica ediyorum. Herhangi bir sorunuz varsa bunu da belirtmenizi isterim.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

SADECE KENDİNİZE İNANIN

Yeni bir bilgelik hikâyesiyle birlikteyiz. Her ne kadar bu hikâyeler, duyguları, alınması gereken dersleri çok güzel anlatsa da ben de duygularımı ifade eden birkaç kelime etmekten kendimi alamıyorum. İstiyorum ki bu hikâyelerin bende uyandırdığı duyguları siz sevgili dostlarımla paylaşayım. Tek tek bakıldığında birbirinden bağımsız gibi görünen ancak bütüne baktığınızda birbirini tamamlayan ve hikâye okunduğunda daha net anlaşılacak olan küçük paragraflarla duygularımı yüreklerinize bırakıyorum.

Kendinizde bulduğunuz cesareti kırmak için alaycı bir tavırla, “Sen kimsin? Sen yapamazsın,” diyenlerle; sizi, hayallerinizi gerçekleştirmekten alıkoyan insanlarla karşılaşmışsınızdır. Önemli olan insanların ne söyledikleri değil, kendinize inanmanız ve cesur olmanızdır. Hayal ettiklerinizi ve istediklerinizi yapacağınıza siz inandıktan sonra başkalarının negatif düşüncelerinin hiç önemi yoktur. Bilmelisiniz ki sizin hayallerinizin gerçekleşmesine engel koyan kişiler hem kendileri yapamadıkları hem de içlerinde kıskançlık duygusu olduğu için böyle davranırlar.
      Sevgili okuyucularım, sizlere tavsiyem hayallerinizi kimseye anlatmayın. Eğer anlatırsanız da pozitif düşüncelere sahip, negatif duyguları olmayan insanlara anlatın; sizi motive eden insanlara.

Bilgelik hikâyemiz sizlerle…

UÇAMAZSIN

Bir zamanlar büyük bir dağın yamacında bir kartal yuvası vardı, içinde de dört tane büyük kartal yumurtası. Bir gün dağ bir depremle sarsılınca yumurtalardan birisi yuvadan düştü ve dağdan aşağıya yuvarlanmaya başladı. Yuvarlandı, yuvarlandı. Sonunda aşağıdaki vadide bulunan bir tavuk çiftliğine kadar geldi. Tavuklar, buldukları bu yumurtayı korumaları gerektiğini hissettiler ve yaşlı bir tavuk onu kendi yumurtalarının arasına koyarak üstüne oturdu.
Bir gün yumurta çatladı ve içinden harikulade bir kartal yavrusu çıktı. Gelgelelim, bu minik kartal bir tavuk olarak yetiştirildi. O da çok geçmeden kendisinin tavuk olduğuna inanmıştı.
Kartal, evini ve ailesini çok seviyordu sevmesine ama ruhu daha fazlası için yanıp tutuşuyordu. Bir gün çiftlikte oyalanırken başını kaldırıp gökyüzüne baktı ve bir grup azametli kartalın yükseklerde süzülmekte olduğunu gördü.
“Ah!” diye feryat etti,
“Keşke ben de onlar gibi göklerde süzülebilseydim!”
Çevresindeki tavuklar kahkaha attı:
“Sen, o kuşlar gibi göklerde uçup süzülemezsin. Sen bir tavuksun ve tavuklar göklerde uçamaz!”
Kartal, yukarıdaki gerçek ailesine bakmaya devam etti ve onlarla birlikte uçabildiğini hayal etti. Bu hayalini ne zaman diğer tavuklara anlatsa, bunun mümkün olamayacağı karşılığını aldı. Ama içindeki o yakıcı isteği bir türlü susturamadı. Bir gün, tek başına yürüyerek dağa tırmanmaya karar verdi. Biraz korkarak da olsa yükseklere kadar çıktı. Aşağıya baktığında
tavuk arkadaşları küçük noktalar hâlinde görünüyordu. Esen rüzgâr tüylerine dokunduğunda, daha önce hissetmediği şeyler hissetti.
Kendi kendisine sürekli “Uçabilirim! Uçabilirim!” diye telkinde bulundu.
Tam o sırada her gün gördüğü kartalları gördü gökyüzünde. Yine yükseklerde olanca haşmetleriyle süzülerek yuvalarına doğru uçuyorlardı. Kartal, bütün cesaretini toplayarak kendisini dağdan aşağı bıraktı ve kanatlarını çırpmaya başladı. Birkaç başarısız denemeden sonra kanatları havayı emri altına aldı ve yükselmeye başladı. Yükseldi, yükseldi. Daha önce hep başını kaldırarak baktığı ailesine süzülerek yaklaştı ve aralarına katıldı.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

SEÇİMLER

Çoğu zaman unuturuz yaşanmışlıkları; ne kadar önemli olsa da kendimizde ayırdına varamadığımız çok mühim izler bıraksa da… Sonra gün gelir, bir şeyler olur, hatırlanır o unuttuğumuzu sandığımız anlar. Deriz ki “Meğer benim böyle davranmama sebep geçmişte yaşadığım o anmış.” İşte o zaman fark edişler başlar, kendimizi yeniden ve sahiden keşfetmeye başlarız. Çocuk gene sandığın başına geçti, anahtarla sandığı açıp geçmişteki bir anıyı serbest bıraktı.

İlkokul dördüncü sınıfa başlamama artık günler kalmıştı. Sünnet düğünü, kısa bir deniz tatili, kanaviçe öğrenmem derken yazı geride bıraktım. Deniz tatilinin bana göre çok kısa olmasına rağmen gene de o yazı çok güzel geçirdim ve mutluydum.

Okullar açıldı. Ben artık bir yaş daha büyümüş olarak ilkokul dördüncü sınıfa başlıyorum. Kardeşim ilkokul ikinci sınıfta; o, hastalığı yüzünden gidemediği için bir sene kaybı oldu. Ağabeyim ortaokul ikinci sınıf, ablam ise üniversite üçüncü sınıfa başlıyor. Her zamanki gibi heyecan vardı. Aslında bu heyecandan ziyade meraktı; sınıfa yeni arkadaşlar gelir mi veya ayrılanlar oldu mu diye. Ama en önemlisi ilkokul ikinci sınıftan itibaren gelen ve hiç ısınamadığım öğretmenimin yerine başka öğretmenin gelip gelmeyeceğiydi. Çünkü öğretmenimin bende bıraktığı ilk his negatifti. Sonra iki sene boyunca ilk hissimde haklı olduğumu gördüm. Ders anlatması ve davranışları hoşuma gitmiyordu. Aileme bu konuda fazla bir şey söylemiyordum. Söylesem bile öğretmenin haklı olduğunu savunacaklardı. Onun için mümkün olduğu kadarıyla kendi içimde yaşıyordum.

Çocukluk yıllarımda yaşadığım olumsuzlukları fazla anlatmaz, çok zor meseleler olmadıkça kendi içimde çözmeye çalışırdım. Bu beni daha mutlu ederdi. Çünkü yaşça büyük insanların size yaptığı haksızlıklar karşısındaki genel tutumun, “büyükler her şeyi bilir ve hep haklıdır” biçiminde olduğunu daha o yaşımda kavramıştım. Ailelerin en büyük yanlışı çocukların bir şey bilmediklerini düşünmeleridir. Oysa çocuklar bilgedir bence. Aslında çocuklar büyüklere bilgelik yaparlar. Her ne kadar ailem benim sezgilerimin ve insanlarla ilgili söylediklerimin üstünde durmasa da ben kendi sesimi dinledim. Öğretmenim ilk geldiğinden beri bana negatif enerji vermişti. Sadece dersleri dinleyip çalışıyordum; okul bitirmek için bir duygusal bağ kuramamıştım.

Okulun ilk günü annem götürdü bizi, öğlenci olmuştuk. Öğlen gidip akşam dönecektik. Annem, kardeşimle benim okula servisle gitmemizi istediğini söyledi babama. Babam, olur, derken gene ortanca amcam yok, dedi; annemin götürmesini istedi. Annem itiraz etti. Çünkü ağabeyim ortaokuldaydı, okula trenle gidiyor, öğlenleri gelip yemek yiyordu, bazen babamın yanına çalışmaya gidiyordu. Annemin evde onu beklemesi, ilgilenmesi gerekiyordu. Ablam üniversitede olduğu için onun okul saatleri belli değildi. Fakat bizi okula götürüp getirmesi annemi kendi açısından zorlayan bir durumdu. İşlerini yarım bırakıyor, zamana karşı mücadele ediyordu. Bir de misafir olursa iyice zorlaşıyordu her şey. Neticede babam, ortanca amcamın itirazlarını bu sefer dinlemedi ve bizi servise verdiler.

Bizi alacak servisin şoförü ile aynı mahallede oturuyor hatta ailece onu tanıyorduk. Eşi hemşireydi, evde biri hastalanıp da iğne yapılması gerektiğinde çağırıyorduk. Hemşire, neşeli bir kadındı, komik şeyler anlatıp bizi güldürüyordu. Her gelişinde kardeşimle ikimiz, bu sefer ne anlatacaksınız, diye soruyorduk; biraz daha kal, diye ısrar ediyorduk. İşte servis şoförümüz de tıpkı hemşire eşi gibi neşeliydi. Serviste türlü komiklikler yapıp bizi güldürüyordu. Okula giderken en başta bizi alırdı. Çok eğlenmemize rağmen ben servise binmekten ziyade kardeşimle birlikte yürüyerek okula gitmek istedim. Fakat bunu ailem kabul etmedi. Okula gidip gelirken iki ana caddeden geçtiğimiz için olumlu bakmadı. Okul dönüşünde geldiğimiz güzergâhta kırtasiye vardı, kardeşimle her gün olmasa bile haftada üç gün oraya uğruyorduk.

Okulun ilk gününde aklımdaki soruların heyecanla beklediğim yanıtlarını aldım. Öğretmenimiz aynıydı, arkadaşlarımdan ayrılan olmamıştı. Arkadaşlarımdan yakın olduklarımla zaten yazın görüşmüştük. Bazı arkadaşlarımla sadece okulda görüşüyordum. Herkesle arkadaşlık yapmak yerine ortak şeyleri paylaşacağım kişilerle arkadaşlık yapmayı tercih ediyordum. Herkesle konuşuyordum fakat sadece birkaç özel arkadaşım vardı, bu arkadaşlarımla da rahatlıkla her şeyimi paylaşabiliyordum. Genellikle arkadaşlar arasında sessiz kalıyordum. Sorulduğu zaman cevap veriyordum, öyle çok konuşan, her şeye atlayan birisi değildim. Yalnız kalmamak için herkesle arkadaşlık yapmazdım. Hâlen de öyleyim. Zaten kendi kendime yetindiğimden benim için önemli olan ortak noktalarımızın olduğu arkadaşlıktır. Seçiciliğim çocuklukta başlıyordu. Bu, yemekte olsun arkadaşlıkta olsun hep böyleydi, seçici olmuştum.

İnsan kendini tanıdığı zaman hayatına alacağı insanlar konusunda fazla üzülmez. Çünkü kendini tanıdıkça ister sosyal hayatta ister özel hayatta, üzülmeyi en aza indirmiş olur. Çünkü amaç aynı duyguları paylaşmaktır. Bazı insanlar yalnızlıktan korktukları, kendileriyle baş başa kalamadıkları için birçok arkadaş edinirler. Kendi kendilerini yeterince tanımadıkları için bu arkadaşlıklardan beklentileri çok farklı olur ve sonra da çok üzülürler. Sağlam arkadaşlık için önce insan kendini çok iyi tanımalıdır. Tabii ki görüş farklıkları olacak, düşünceler ayrı olacak ama en önemlisi aynı duyguları paylaşmaktır. Menfaat için arkadaşlık kurmamak gerektiğinin de önemini vurgularım her zaman. Yüzeysel ilişkiler bir yere kadar gidiyor.

Ailede bir karar alınması gerekiyorsa ortak olarak alınmalıdır. Konuşulup her iki insan da düşüncelerini söyleyip ona göre hareket edilmelidir. Tek tarafın baskın olması, karşı tarafa saygısızlıktır ve ezik olmasına neden olur. Sürekli kendi kararlarını uygulatan kişi dominant yani otoriter bir kişilik sahibidir. Bu da ilişkilere zarar verir.

Neşeli insanlar, her zaman insanlara çok iyi gelir. İğne yapan hemşire neşeli olduğu, bizi güldürdüğü için evimize geldiğinde biraz daha kalmasını isterdik. Somurtkan bir insan olsaydı onun kalmasını istemezdik.

Ve lütfen unutmayın; çocuk her zaman iyi bilir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com 

BARIŞ BENİMLE BAŞLAR-3

Bu ayın ilk yazısında güzel bir arınma çalışması ile başlamak istedim. Geçen ay duru sezgi konusunu yazdığım için bu arınma çalışmasını paylaşamamıştım sevgili okuyucularım. Sayfamı takip edenler bilir bu çalışmanın nasıl faydalı olduğunu. Gene kısa bir özetle, bugün de üç farklı konudaki arınma çalışmasını aşağıda paylaşıyorum. Ama önce ilk defa okuyacaklar için “ho’oponopono” ile ilgili bilgi vermek istiyorum.

Ho’oponopono, Hawaii halkının kullandığı bir kendini arındırma yöntemidir. Bu yöntemi Joe Vitale’in kitabı “Zero Limit” aracılığı ile Batı dünyasına tanıtan ve meşhur eden kişi Dr. Ihaleakala Hew Len oldu. Doktorasını Iowa Üniversitesi’nde yapmış olan Dr. Ihaleakala Hew Len, uzun yıllar Hawaii Devlet Hastanesi’nin suç işleyen akıl hastaları ile ilgilenen adli biriminde uzman psikolog olarak çalışmış. Hastalarıyla elde ettiği mucizevi sonuçlar çok ilgi çekmiş. Kullandığı yöntemler öyle etkiliymiş ki zamanla yatan hastaların tümü taburcu edilmiş, sonunda dört yıl içinde birim kapatılmış. Dr. Len’in kullandığı bu yöntem, 1982 Kasım’ından beri güncelleştirilmiş Ho’oponopono uygulaması yapan Hawaiili şaman Morrnah Nalamaku Simeona sayesinde ortaya çıkmış. Tüm dünyada bu yönteme ün kazandıran ise öğrencisi Dr. Ihaleakala Hew Len ve Joe Vitale oldu.

Şimdi arınma çalışmasına geçelim:

1) “İnsanlardan bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde negatif, zararlı, beni olumsuz etkileyen, enerjimin düşmesine sebep olan ve gereksiz enerjiler almama yol açan içimde bana, aileme, atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum”

“Özür dilerim”

“Lütfen beni affet”

“Teşekkür ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

2) “Hayatımda değişimler yapmaktan korkmama, değişimden rahatsız olmama yol açan ve değişimimi engelleyen bütün olumsuz enerjilerle ilgili içimde bana, aileme, atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum”

“Özür dilerim”

“Lütfen beni affet”

“Teşekkür ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

3) “Duygu ve düşüncelerimi insanlara sevgi ile söylememi engelleyen içimde bana, aileme, atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum”

“Özür dilerim”

“Lütfen beni affet”

“Teşekkür ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

Kaynak: Dr.Ihaleakala Hew Len ve Berna Özcan

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

HER CANLIYA AYNI DUYGUYLA MI BAKIYORUZ?

Charles Darwin sözü ile yazıma başlıyorum. “Tüm canlılara olan sevgi, insanoğlunun en asil özelliğidir.”

Bundan yedi sene önce bir arkadaşım bana, “Sevgi ile ilgili ne kadar çok söz ve yazı paylaşıyorsun sosyal medya hesabında,” dedi. Ben cevap vermedim. Aynı şekilde devam ettim ve ediyorum da.

Neden sevgi ile ilgili içerikleri bu kadar paylaşıyorum? Dünyada her geçen gün artan olumsuzlukları sosyal medyada, gazetelerde, televizyonda izliyor, duyuyor, okuyoruz. Ayrıca iş yerimizde, mahallemizde, sosyal ilişkilerimizde, özel ilişkilerimizde olumsuz davranış ve sözlere maruz kalıyoruz. Üstelik olumsuz davranışlar sadece insana yönelik değil, hayvanlar, doğa, kısaca tüm canlılar muzdarip. Peki, bunu yapan kişilerin içinde yani kalplerinde ve ruhlarında sevgi olsa bu bahsettiğim olumsuzlukları yapabilirler mi hiçbir canlıya? Zarar veremez tabii ki. Zarar vermek derken kastettiğim şiddet olayı değil, zarar vermek sözle de olur, davranışla da olur.

Zarar veren insanların bu tutumu, kendilerini sevmedikleri ve kendileri ile barışık olmadıkları içindir. Eğer sevmiş olsalar önce kendileri ile barışmayı öğrenir sonra da kendilerinde olan sevgi ve aşkla bütün canlılara yeniden hayat verirler. Ama sevgisiz oldukları, kendilerinden nefret ettikleri için diğer canlılara zarar veriyorlar. Peki, bu diğer canlılar, dediğim nedir? Ayırt etmeksizin Allah’ın yarattığı her canlı; insanlar, hayvanlar, bitkiler. Hiçbirini ayırt edemeyiz çünkü her canlı birbirine muhtaçtır. Nasıl ki cansız varlıkların hepsine ihtiyaç duruluyorsa canlıların da birbirine ihtiyacı vardır.

Burada bahsedeceğim şey özellikle insanların hayvanlara bakış açısı ve evinde hayvan besleyenlerin beslemeyenler hakkındaki ön yargılı konuşmaları. İkinci de hayvan besleyip insanlara zarar verenlerdir.

Bazen böyle şeyler yaşıyor ve duyuyorum. Mutlaka siz de şahit olmuşsunuzdur. Örneğin evinde hayvan besleyen kimi insanın, hayvan beslemeyen bir insana, “Sen sevgiyi bilmezsin. Çünkü hayvan beslemiyorsun” ya da “Hayvan beslersen koşulsuz sevgiyi öğrenirsin” veya “Hayvan beslediğinde yaşadığın mekânın pozitif enerjisi olur” gibi sözler söylediğini duydum. Tabii ki her hayvan besleyen bunu söylemiyor. Fakat hayvan besleyenlerin bazıları ne yazık ki böyle düşünüyor, böyle konuşuyor. Şimdi, her hayvan besleyen koşulsuz sevgi içinde mi oluyor? Ya da kendi ile barışık mı? Hayvan beslemek güzel tabii fakat bir insanın hayvan besleyecek imkânı yoksa o insan için koşulsuz sevgiyi bilmiyor diyebilir miyiz? Sadece hayvan besleyenler mi biliyor sevgiyi? Veya insanlara sevgisini veren, hayvanları ve bitkileri sevmeyen insanlar, sadece insanlara sevgisini verdiği için sevgi dolu mu oluyor? Ya da kendisi ile barışık? Nasıl ki insanın suya, yiyeceğe ve sevgiye ihtiyacı varsa aynı şekilde diğer canlıların da bunlara ihtiyacı vardır. Evinizde bir bitki, bir çiçek beslediğinizde, her gün onunla sevgi dolu konuştuğunuzda, onu zamanında suladığınızda, toprağına baktığınızda bakın bakalım nasıl açıyor ve nasıl güzellik katıyor hayatınıza. Aynı durum hayvanlar için de geçerlidir.

Birkaç insanın konuşmasına tanıdık oldum, “Hayvanları sevmek gerekiyor. Onlar zararsız, insanlar çok kötü,” diyorlardı. Dayanamadım, sordum, “Peki, sen de insansın. Sen de mi kötüsün?” İçlerinden biri “Hayır, ben iyiyim,” dedi. “O zaman herkes kötü diyemezsin,” dedim.

Sevgisini sadece hayvanlara gösterip insanları sürekli kötüleyen insanların aslında kendilerine sevgileri yoktur. Bunu yaşadığım örnek ile anlatayım. Bir arkadaşım, evinde hayvan besliyor. Sürekli de insanları yargılıyor, “Yok insanlar kötü hayvanlar iyi, yok insandan zarar gelir bu canlıdan zarar gelmez,” deyip duruyordu. Hayvan beslemeyen insanlara farklı bakıyordu. Bir gün aramızda yine böyle bir konuşma geçince “Tamam, sen evinden istediği kadar hayvan besleyebilirsin. Hangi hayvanı seviyorsun?” diye sordum. “Kedi,” dedi. Ben de aynen şunu söyledim:

“İşte! Sen hayvanlar arasında bile ayırım yapıyorsun. Neden yapıyorsun? Diğer hayvanları farklı değerlendirdiğin gibi insanları da farklı değerlendiriyorsun. Ayrıca birkaç insandan kötülük gördün diye her insandan kötülük göreceğin sonucunu çıkaramazsın; her insanı aynı kefeye koyamazsın. Sadece kedi seviyorsun, şöyle düşün, senin hayvan beslediğini bilmeyen bir başka hayvan sever de seni yargılayacak.

Ayrıca bir insan evinde hayvan beslemiyorsa bu, onun hayvan sevmediği ya da hayvanlara yardım etmediği anlamına gelmiyor.  Bazı insanlar yaşadığı mekanda hayvan beslemesine müsait olmadığından dolayı bahçelerinde kulübeler yapıyorlar, hayvanları o kulübelerde besliyorlar. İnsanın kalbinde, ruhunda sevgi olduktan sonra bütün canlılara sevgi ile bakar. Çünkü sevginin içinde vicdan ve merhamet vardır. Zarar vermez.

Hem sen de bir insana muhtaçsın, bu evdeki hayvanları besliyorsun, onların yiyeceklerini nereden, kimden alıyorsun? Bir insandan. Ya da bu beslediğin hayvanlar hastalandıklarında veya kontrol için veterinere götürüyorsun. Kendin biri ile konuşmak istediğinde kimi arıyorsun? Bir insanı arıyorsun. Hasta olduğunda kime gidiyorsun? Bir doktora. O kim? Bir insan.”

Evinde hayvan besleyenlerin beslemeyenler hakkındaki ön yargıları konusuna bu kadar değindikten sonra gelelim yazımın başında belirttiğim ikinci maddeye; hayvanları sevip, besleyip insanlara zarar verenlere. Bunlar özellikle sosyal medya hesaplarında bolca hayvan resimleri paylaşırlar ya da konuştuğunuzda hayvanlara karşı sevgi dolu olduklarını söylerler ama insanlara kırıcı sözleriyle ve davranışlarıyla zarar verirler. Böyle insanlara çok rastladım.

Başka insanlara sözleriyle ve davranışlarıyla zarar veriyorlardı. Çünkü o zarar verdikleri insanlar bir ayna gibi bu kişileri kendi olumsuz yanları ile yüzleştirmişti. Karşısındaki insana zarar veren bir kişi, beslediği hayvan dile gelse ve olumsuz yanlarını yüzüne söylese sizce o hayvanı besler mi? Çoğu insan kendisi ile ilgili olumsuzlukları duymak istemediği ve hayvanlar da o kişi ile ilgili düşüncelerini söyleyemediği için hayvanlara farklı bakıyor. Oysa koşulsuz sevgi bu değildir. Zamanı gelince koşulsuz sevgiyi yazacam.

Aynı durum bitkiler için de geçerlidir. Aldığımız her nefesi doğaya borçluyuz. Sadece nefes mi? Yiyeceklerimiz, içeceklerimiz doğanın cömertliğindendir. Doğanın bir parçası olan bitkiler, çiçekler yaşadığımız, çalıştığımız iç mekânları güzelleştirir. Hepsine sevgi ile bakmalıyız. Bazen siz de şahit olmuşsunuzdur. Parkta bir çiçeğin üstüne basıp geçmek ya da onu koparmak, ağaca ve ağacın dalına zarar vermek; bunlar insanın içindeki sevgisizliği gösteriyor. “Bir çiçek koparmışım, ne olacak?” diyor. İşte, içinde sevgi olan insan o çiçeği koparmaz. O bir çiçek, o mekânı güzelleştiriyor. Ya da ağaçları kesmek ve yangın çıkarmak… Bu kişilerin en büyük sorunu hiçbir şekilde sevgi ile bakmamak.

Yazımın sonunda iki güzel söylenmiş sözle bitiyorum. “İnsan olabilmenin yolu; yaratılmış her şeye sevgi ve merhamet duyabilmektir.”

“Yaratılanı yaratandan dolayı” sever, sayar, korur ve gözetiriz.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

OLUMSUZ BİR ZİHİNDE GÜZEL ŞEYLER OLMASINI BEKLEME

Sevgili okuyucularım, her ay düzenli olarak okuduğum kitapları paylaşıyorum. Bazı okuyucular bana sordular, “Bu paylaştığınız kitapların gerçekten okunması gerekiyor mu?” Tabii ki bu kitaplar herkese farklı gelebilir. Bana göre, bazı kitapların gerçekten okunması gerekiyor. Her kitap bilgi bakımdan değerlidir. Önemli olan bu bilgiyi almak ve hayata geçirmektir. Her zaman da söylüyorum, bana iyi gelen bir kitap hakkında başkası daha farklı değerlendirme yapabilir. Önemli olan sadece bilgileri bilmek değil uygulamaktır.

Bazen önceden okuduğum kitapları tekrar okuduğum oluyor. Çünkü o kitabın içindeki bir sayfadaki bir satır insanın o anda daha farklı bakmasını sağlıyor. Farklı hayat deneyimlerinden sonra yeni bakış açıları gelişiyor. Ayrıca da paylaştığım kitaplar hakkında, hangi kitap olursa olsun, lütfen önyargılı olmamanızı öneriyorum.

Birkaç aydır Louise L.Hay’in kitaplarını paylaşıyorum. Bu kitaplar, insanın düşünceleri ile kendi üzerinden nasıl olumlu gelişmeler ve olumsuzluklar yaşadığını gösteriyor.

Bu ay sizlerle yine Louise L.Hay’in yazdığı bir kitabı paylaşmak istiyorum: “Düşüncenin İyileştirici Gücü”. Düşünceler o kadar önemli ki! Hayatımıza düşüncelerimiz ile yön veriyoruz. Bazen hayatımızdan, yaşadığımız olumsuzluklardan şikâyet ederiz. Dönüp kendimize ve nasıl düşünce yapımız olduğuna bakmayız. Aslında zihin öyle bir şey ki her an geçen her şeyi kayıt ediyor; ister olumlu ister olumsuz olsun. Gün içinde zihnimizden, düşüncelerimizden ne kadar olumsuzluk geçtiğine bakmalıyız. Yalnız iken, iş yerinde çalışırken, evde, arkadaşlarla sohbet ederken ağzımızdan çıkan kelimelerle zihnimizde oluşan düşüncelerin olumlu veya olumsuz olduğunun ipuçlarını veririz. Hayatta güzel şeylerin olmasını isterken önce düşüncelerin temiz olması gerekiyor. Zihinde olumsuz düşünceler dolu olduğunda insan kendini hem ruh olarak hem beden olarak yorgun hisseder. Ayrıca bu olumsuz düşünceler, insanın günlük yaşamında işlerin ters gitmesine, aksiliklerin üst üste yaşamasına neden olur.

Şimdi kitabın bir sayfasını paylaşıyorum. Şifa olsun.

DÜŞÜNCENİN İYİLEŞTİRİCİ GÜCÜ

“…Çok basit anlamda, ne verirsek onu aldığımıza inanıyorum. Hepimiz, hayatımızda gerçekleşen olaylara katkıda bulunuyoruz ve onlardan sorumluyuz – hem iyi hem sözde kötü şeyler için. Deneyimlerimizi, söylediğimiz sözler ve aklımızdan geçirdiğimiz düşüncelere dayanarak yaratıyoruz. Tersine, hata bulmaya, suçlamaya, kurban anlayışına “saplandığımızda” hayatımızdaki hayal kırıklıkları vesaire; yarının, önümüzdeki haftanın, önümüzdeki ayın, önümüzdeki yılın ve diğer anların deneyimlerini biçimlendirmektedir. Düşüncelerimize ve inançlarımıza şu an odaklandığımızda ve bu düşünceleri ve inançları özel bir arkadaş için hediye beğenirken gösterdiğimiz özenle seçtiğimizde, hayatlarımızda kendi seçimlerimizden oluşan bir yön belirleme gücüne ulaşırız. Geçmişte yaşanan üzüntüleri devam ettirdiğimizde, bundan acı çekecek olanlar yine bizleriz. Gücenme, korku, eleştiri ve suçluluk duygusu her şeyden daha fazla soruna neden olur fakat bu yıkıcı duyguları geçmişte bırakarak düşünme kalıplarımızı değiştirebilir, kendimiz ve diğerlerini affedebilir ve benliğimizi nasıl sevebileceğimizi öğrenebiliriz.

…”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!…
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

SÜNNET DÜĞÜNÜ

Ne çabuk geçiyor zaman? Sanki daha dün anı yazılarıma bir yenisini eklemiş gibiyim. Çocukluk anılarımız; kimi zaman gülen yüzümüz kimi zaman kanayan yaramız… Aslında her insan çocukluk anılarına sıkça dönüp hangi duyguları hissettiğine bakmalı. Çünkü eğer çocukluğunda kötü olaylar yaşamışsa bilinçaltında kalan o olumsuzlukları anıları aracılığıyla şifalandırmış olur. Bakalım bugün hangi duyguyla yüzleşeceğiz? Her zamanki gibi sandık anahtarla açıldı. Bir anı daha serbest bırakıldı.

Evet, nihayet ailece beklediğimiz, ağabeyimin ve kardeşimin sünnet düğünü zamanı gelmişti. Hazırlıklar mutlu şekilde yapılmıştı. Düğün yapılacak mekânlara hafta sonlarında bakılmış, davetli sayısına göre fiyat alınmıştı. Ağabeyim ve kardeşim heyecanlıydı. Beğendikleri sünnet kıyafetleri alınmıştı ikisine de. Kardeşimin kıyafeti daha gösterişliydi. Şapkası ve pelerini vardı. Ağabeyim ise sade bir kıyafet tercih etmişti. Çünkü o sadelikten hoşlanırdı. Ablam kıyafet alışverişine teyzemle birlikte gitmişti. Ablam her zaman kıyafetleri, çantası ve ayakkabısı uyumlu olsun isterdi. Kıyafetlerine çok titizlik gösterirdi. Zaten alışverişi, dükkân dükkân dolaşmayı çok sever. Onun bu huyunu bildiğim için teyzemle düğün alışverişine giderken beni de çağırdıkları hâlde gitmedim. Çünkü ben fazla sevmiyordum dükkân dolaşmayı, hâlâ da sevmem. Biraz fazla dükkân dolaşıldığı zaman sıkılıyordum. Eve gitmek istiyordum. Bir de kendime almayıp başkası için gitmişsem daha çok sıkılıyordum. Onun için ablamla çok az gitmişimdir alışverişe. Gitsem bile sesimi çıkarmazdım ama eve mutsuz şekilde dönerdim. Dua ederdim, ilk gittiğimiz mağazada kıyafet beğensin, diye. İlk gittiğimiz mağazada beğenip alsa bile birkaç mağazaya bakmadan dönmezdi. Bu sefer de ben “Almayacaksan niye bakıyorsun?” diye söylenince “Etrafı görmek ve dolaşmak istemiyorsun, hemen eve koşmak istiyorsun,” diyordu. Hâlbuki ben etrafı dolaşıp gezmeyi seviyordum. Sevmediğim şey mağazada vakit geçirmekti. Benim için evde vakit geçirmek mağaza dolaşmaktan daha eğlenceliydi. Evde anneme yardım etmeyi seviyordum. Ablam ise dışarıda olmayı, gezmeyi çok seviyordu ister misafir gezmeleri olsun ister diğer gezmeler.

Annem ve babam, düğün için baktıkları mekânlardan birinde karar kılıp, orada yapılmasını uygun görmüşlerdi. Bu arada babam, düğün yapılacak mekânı iki amcama da söylemiş. Babam her zaman öyleydi; eğer bir şey yapılacaksa mutlaka kardeşleri ile paylaşır, onlardan da fikir alırdı. Annem bundan pek hoşlanmazdı. Çünkü amcalarım kendilerini düşünerek karar verirlerdi. Babam ise onlar aileden ve işte de ortak oldukları için her konuda ortak karar alınmasından yanaydı. Babam, annemin beğendiği mekânı söyleyince amcalarım fiyatı yüksek bulup hemen “Yok,” dediler. O parayı o mekâna vermenin gereksiz olduğunu, bizim ev büyük olduğu için düğünün evin salonunda yapılabileceğini söylediler. “Yemekler de dışarıdan gelir, evde de yapılır,” dediler. Onların bu sözleri karşısında annem çok üzüldü çünkü böyle şeyler bir kere yapılıyordu ve beğendiği mekân da yemekli, güzel bir yerdi. Aslında o mekânı tutmamak için hiçbir neden yoktu. Babam da biliyordu herhangi bir sorun olmadığını ama annemin “Hayır,” demesine rağmen amcalarımın fikrine katıldı ve düğün evde oldu.

Bu yeni karardan sonra düğün hazırlıkları evin salonuna yapıldı. Salonu dayımla süsledik. Dışarıdan gelecek yiyeceklere ve evde yapılacaklara annem karar veriyordu. Evdeki yiyecekleri anneannem hazırlıyordu. Tabii bu sırada düğüne davet edilecek kişi sayısı da azaltıldı. Çünkü davetli listesindekilerin tümünün eve sığmasına imkân yoktu. Ağabeyim ve kardeşim okuldaki ve mahalledeki arkadaşlarının tamamını düğüne çağırmayı planlamışlardı fakat evde olunca sadece birkaç arkadaş çağırmakla yetindiler.

Düğün, evde olmasına rağmen çok güzel geçti. O gün için özel olarak alınmış kıyafetler giyildi. Annem ve ablam saçlarını yaptırmışlardı. Her şey çok güzeldi. Bütün aile mutluluk içinde; sünnet düğünü tamamlandı.

Düğünden bir hafta sonra dayım, anneannem ve teyzem Malatya’ya döndüler. Evi hüzün kapladı, üzülmüştük. Oysa gitmelerini hiç istemiyordum. Onlar bavullarını hazırlarken ben anneanneme “Ne olur, bir hafta daha kalın,” diye ısrar ediyordum. Anneannem, “Bir hafta kalsam, o hafta gene geçecek, gideceğiz. Aynı şeyi bir hafta sonra da söyleyeceksin. Onun için haftalar bitmez,” dedi. Ama ben ikna olmuyordum çocukluk düşüncesi işte, sanki bir hafta daha kalsalar bana bir ay gibi gelecekti. Beni mutlu eden, çok güzel vakit geçirdiğim ve çok sevdiğim anneannem, teyzem ve dayımın kalmasını istiyordum. Bunun için de çareler arıyor hatta ablama “Valizlerini saklayalım da gitmesinler,” diyordum. Ablamda istemiyordu gitmelerini, teyzemle çok iyi anlaşıyorlardı, birlikte geziyorlardı. En sonunda anneannem “Sizin nasıl bir eviniz varsa benim de evim var, deden bizi bekliyor, dayını işi var. Gene gelirim,” dedi. “Ama siz sık sık gelmiyorsunuz,” diye diretsem de gidişlerini kabullenmek zorunda kaldım. Onlarsız ev bomboş kalmış gibi geldi hepimize bir müddet.

Yaş ilerledikçe iki amcamın bencilliğini daha net görmeye başladım. Sünnet düğünü için mekânı kabul etmemişlerdi. Bize çok kolay “Hayır,” diyorlardı fakat kendileri söz konusu olunca “Hayır,” olmadığını gördüm. Çünkü hiçbir şekilde fedakârlık yapmıyorlardı. Şartlar uygun olmasa, tamam, derdik. Zaten o durumda babam da yapmazdı. Ama amcalarım, kendileri için hiçbir şeyi pahalı bulmazken babama gelince hemen “Pahalı” diyorlardı. Bütün pastayı sadece kendileri yemek istiyorlardı. Babam tabii ki kimse üzülmesin, kırılmasın, huzursuzluk çıkmasın diye kendinden fedakârlık yapıyordu. Babam, aileyi bir ve bütün gördüğü için her şeyi paylaşırdı, ortak karar alınmasından yanaydı. Oysa amcalarım, ortak iş yaptıkları hâlde kendileri için bir şey alacaklarsa hiçbir şekilde danışmaz, paylaşmaz, alırlardı.

Bencil insanlar hiçbir zaman karşı tarafı düşünmez, ne olursa olsun. Hayatta hep onlar haklıdır. Hataları olsa bile kabul etmezler. Hep almayı isterler. Bencil insanlarda paylaşma olmaz. Manevi değerlere bakmazlar. Çünkü merkeze sürekli kendilerini oturturlar. Hasta olursunuz, bilirler ama aramazlar. Sadece size işleri düşünce ararlar. Kendi menfaatleri için sizi severler. Bencil insanlardan gerçek sevgi ve değer hiç beklemeyin. Başkalarına kendilerini çok farklı gösterirler. Sadece birebir yaşarsanız anlarsınız böyle insanları. Onlara istediğiniz kadar yapın bir gün gene size döner, “Sen ne yaptın ki?” derler. O yüzden böyle insanlar için hep kalplerinin sevgi bulmasını dilerim.

İnsan yaşadığı mekânda bu, iş yeri olsun ev olsun, hep huzur verecek ve mutlu edecek insanları ister. Çocukken anneannem, teyzem ve dayım bizi ziyarete geldikleri zaman o kadar mutlu oluyordu ki. Çünkü onlarla çok güzel vakit geçiyorduk. Mutlu ve huzurlu oluyorduk. Evin neşesine neşe katılıyordu. Gitmelerini istemiyorduk. Bu her zaman geçerlidir. İnsan, huzur ve mutluluğu bulduğu mekânlara gider ve aynı zaman huzur ve mutluluk duyduğu kişilerle görüşmek ister, evine davet eder. Negatif enerji veren insanlardan uzaklaşır, değil görmek konuşmak bile istemez.

Çocuk her zaman bilir, kimlerin iyi geldiğini kimlerin iyi gelmediğini.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

DURU SEZGİ

Bundan önceki aylarda metafiziksel duyulardan duru biliş, duru görü, duru işiti konularında yazılar yazmıştım. Sizlere bugün de bir diğer metafiziksel duyu olan duru sezgiyi anlatmak istiyorum.

Duru sezgi nedir? Malcolm Gladwell, yıllar boyunca biriktirdiği bilgileri, ihtiyaç duyduğunda yüzeye çıkararak sezgisel olarak karar almasının, insanın sahip olduğu en önemli üstünlüklerinden biri olduğunu söyler. Az bilgiyle doğru karar almak, insanın sezgisel gücü sayesindedir. Sezgi, “düşünmeden düşünebilme” yeteneğidir. Herkeste bu sezgiler var mı? Tabii ki her insanda olabilir, bazı insanların ise sezgileri çok güçlüdür. Bunlar hayatlarında sezgileri ile yol alır. Alacağı kararlarda mantık ve düşünce yerine sezgilerini kullanır.

İnsan bir konu üzerinde karar alırken mantık ve sezgi olmak üzere iki ayrı yol kullanır. İnsanların çoğu hep mantık ile karar verir. Mantık, dinler, içindeki durumu analiz eder ve kararı alır. Sezgiyle karar vermek ise insanın hiç düşünmeden, o anda iç sesini dinleyerek hareket etmesidir.

Sezgileri olanların öngörüsü çok fazladır. Sezgileri güçlü insanlar, yeni birisiyle tanıştıklarında, beş ila on saniye arasında o insanla ilgili kararlarını verirler. Çünkü tanımaya gerek duymadan hemen o insanın ruhunu görmüşlerdir. Psikologların araştırmalarına göre bu karar, o insanla ilgili ömür boyu elde edilecek bütün bilgilerin en değerli kısmını oluşturur. Mantıkla karar almada yanılma payı çok büyüktür. Sezgide ise değildir.

Sezgiler sadece tehlike anlarında değil, insanın hayatını yönlendiren önemli anlarda da devreye girer. Sezgiler güvenilir rehberdir.

Örneğin, paranız var ve yatırım yapacaksınız. Mantık olarak o anda getirisi en yüksek yatırım aracı tercih edilir. Size akıl verirler, işte bu araca yatırım yaparsan iyi kazanırsın, derler. Eğer sizin kuvvetli sezginiz varsa o anda o söylenenlere kulak asmayıp sezginizi dinleyerek yatırım türüne karar verirsiniz. Sonra kazançlı çıktığınızı görürsünüz.

Ya da ev alacaksınız. Bir anda gördüğünüz, beğendiğiniz evi almak istersiniz. Onu araştırırsınız, birkaç kişi size, “Mantıklı değil, bu eve bu kadar para verilir mi?” der ama sizin sezginiz, “Al,” diyor. Sezginizi dinler ve alırsınız, sonunda o evin değerlendiğini görürsünüz. Diyelim ki tatile gideceksiniz. Acaba nereye gitsem, diye araştırma yapmasınız. Sezginiz, bu sene oraya gidin, der. Belki o mekânı ya da gideceğiniz bölgeyi daha önce hiç duymamışsınızdır. Sezginiz, kimseye sormadan ve araştırmaya gerek kalmadan o bölgeye gitmenizi söyler.

Eğer sezginiz güçlü ise insanlarla bir şey yaşamadan anlayabilirsiniz nasıl olduklarını ve kendinizi sezgilerle korumaya alırsınız. Böylece zarar gelmesini de önleyebilirsiniz. Size zarar verecek insanlardan uzak kalırsınız. Sezgiler olumlu ve olumsuz olayları kişileri söyler. Fark edersiniz. En saf sezgilerimiz doğruyu söyler. Sezgisi güçlü insanlar alacakları kararları başkalarına sormazlar çünkü onların mantık ve zihin çevresinde hareket edeceklerini, olayın detayını iyice dinleyip öyle cevap vereceklerini bilirler.

Pekâlâ, bu en saf sezgimizi nasıl bileceğiz?

Egolar, korkular, endişe, kaygılar, stres, olumsuz düşünce, negatif duygular olduğu sürece sezgilerinizi dinleyemezsiniz. Düşünün, endişeli bir hâlde ya da korkusu olan, sürekli plan program yapan, kontrolcü bir yapısı olan insan nasıl sezgisini dinleyebilir? Ya da başkasına sezgileri ile nasıl rehberlik yapabilir? Diyelim ki tüm bu negatif duygularla rehberlik yaptı ve bunu da sezgilerine dayanarak yaptığını söyledi, bırakın şifalandırmayı, karşısındakinden tepki bile görebilir.

Sezgileri dinlediğinizde sizi bilgeliğe götürür. Sezgileri duygularla ve bilinçaltı ile karıştırmamak gerekir. Duygularla sezgileri karıştırmamak için genelleme olarak şu örneği kullanırım hep: Birisi sizden borç para ister fakat geri ödemeyeceğini sezginiz bilir. Yine de o anda vicdan ve merhamet duygusu sezginin önüne geçtiği için borç verirsiniz. O para size geri gelmez ve sezginiz doğru olduğunu görürsünüz.

Örneğin tatile gideceksiniz ya da bir arkadaşınız sizi bir mekâna veya tatile çağırdı. Sezginiz beş saniyede cevap veriyor, “Hayır,” diye ama o anda duygunuz sezginizin önüne geçerse ayıp olur düşüncesiyle “Tamam, geliyorum” dersiniz. O gittiğiniz yerde olumsuzluk yaşarsınız, bu sefer de kendi kendinize kızar, sezgilerimi dinlemedim, diye söylenirsiniz. Neden? Çünkü arkadaşınıza ayıp olmasın diye, “Hayır” demediniz. İnsan duygularının esiri olduğu zaman aldığı kararlar isabetsiz, yanıltıcı ve yıkıcı olur. Sezgi ile karar vermek çok kısa bir sürede gerçekleşir. Derler ya göz açıp kapanıcıya kadar, işte o kadar kısa bir sürede. Üstelik bunlar hayatta vereceğimiz en doğru ve olumlu kararlardır.

Örneklere devam edelim. Bir insanı tanımadığınız hâlde bencil olduğunu sezginiz size söyler. Kendi menfaati için yanaştığını, sizi sürekli sömüreceğini, size değer vermeyeceğini sezginiz baştan bilir. Siz borç para örneğindeki gibi gene vicdan ve merhamet duygusu çok ağır bastığı için ona her türlü yardımı yaparsınız. Fakat tanıdıkça o insan hakkındaki sezgilerinizin doğruluğunu fark edersiniz. Kısacası sezgiler hiçbir zaman yalan söylemez. Yalan söyleyen insanlarda sezgi olmaz. Ayrıca diğer insanlara sezgileri ile rehberlik yapan kişi, karşısındaki insanın hoşuna gitsin diye olumlu şeyler söylemez. Kendisine rehberlik için danışıldığında o anda hiçbir şekilde düşünmeden, sezgileri olumlu veya olumsuz ne diyorsa onu söyler.

Kendimden örnek vereyim. Ben şifalandırma çalışmalarında duru görü, duru biliş, duru sezgi ile insanlara rehberlik yaparken kendilerinde olan olumsuzluklar varsa değiştirmeleri için bunları açıkça söylüyorum. Bazıları, kabul edip kendilerini şifalandırmaya açıyorlar. Bazılarıysa kabul etmiyor, daha doğrusu söylediklerim hoşlarına gitmediği için şifalanmaktan vazgeçiyorlar. Aslında ben orada o kişilerin uyanış ve aydınlanmaları için duru biliş, duru görü ve duru sezgiyi kullanıyorum. Şifa çalışmalarında sezgiler ne diyorsa o söylenir. Düşünerek ya da mantık ile cevap verilmez. Çünkü yukarıda da belirttiğim gibi saf sezgilerimiz doğruyu söyler.

Sezgiler Allah’ın doğuştan verdiği bir özelliktir bana göre. Fakat herkesin sezgileri güçlü değil. Sezgileri dinlemek de sanıldığı kadar kolay olmuyor, bunun için mutlaka olumsuzluklardan arınmak, bilinçaltını temizlemek gerekiyor. Bunun en iyi metodu meditasyondur. Kalp gözü ne kadar açılırsa sezgiler de o kadar yükselir.

Eğer sezgileriniz güçlüyse hayatınızda alacağınız kararları kimseye anlatmanıza gerek yoktur. Sezgileriniz gitmeniz gereken yolları, almanız gereken kararları gösterir.

İlahi rehberliği, hissetme şeklinde alanlar, olayların gidişatını ve sonucunu sezgisel olarak bilirler.

Doreen Virtue’nin  “İlahi Rehberlik” kitabından da bu konuyu daha ayrıntılı olarak okuyabilirsiniz.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

İLAHİ ADALETE İNANCI OLANLAR YAPMALARI GEREKENİ BİLİRLER

Hayatta bazen başımıza bir olay gelir ya da birisi ile tanışırız, bir olaya şahitlik ederiz, tesadüf, deriz. Hâlbuki tesadüf diye bir şey yok. Olması gereken oluyor. Buna, ister evrenin işleyişi, deyin ister Allah’ın takdiri; o anda olması gereken oluyor.

Bazı insanlar mantığını kullandığını, beynini çalıştırdığını, akıllı veya zeki olduğunu söyler fakat hiç kimse Allah’tan güçlü değildir. Kimi kabul etsin kimi kabul etmesin; bu böyledir. Bazen derler ki “Ben çok akıllıyım, benim başıma böyle şeyler gelmez.” Bazen de başkasına akıl verirken “Bir kere de mantığını çalıştır, bu böyle yapılır,” diye suçlarlar. Hâlbuki bunları söylerken, birinci örnekteki kişi ne kadar büyük konuştuğunun farkında değildir, o sırada konuşan kendi kibridir. İkinci örnekteki kişi ise hayatı hep kendisinin planladığını zannediyor, evreni ve Allah’ı unutuyor. Çünkü insanoğlu bazen hayatın içinde kendini o kadar kaptırıyor ki her şeyi kendi aklı ve zekâsı ile yaptığını sanıyor. Hâlbuki o fırsatı veren bir ilahi sistem var. Bunu maalesef bazı insanlar kabul etmiyor. Onların görüşüne de saygı duyuyorum.

Yukarıdaki paragrafta bahsetmiştim, tesadüf yok, diye. Ben tesadüflere inanmam çünkü tesadüf dediğimiz sadece beyin ve zihindir. Olayların akışının tesadüfi olmadığına gerçekten inandığınızda evrenin sizi çok net mesajlarla karşılaştırdığını görebilirsiniz. 2014 yılıydı. Bir gün e-posta kutumda hiç tanımadığım birinden gelen bir mail gördüm. Maili neden gönderdiğine dair hiçbir açıklama yoktu. Yalnızca şöyle yazmıştı:

“İlahi adalete güvenen insan, öfkelenmez, nefret etmez. Kimseye kin gütmez, incinmez ve de incitmez. Allah’ın tertibine ve akışa güvenir. Olana, olacağa teslimiyettedir. Kendini kanıtlama, onaylanma ihtiyacı duymaz.

Kendi kendinin tanığıdır. Tarafsızca olanı izler, gözlemler. Hayatın illüzyonuna kendini kaptırmaz. Kalbinin ve vicdanın rehberliğinde; sevgi frekansında, hayatı dua gibi yaşar.”

Bu kişiye geri dönüş yapıp neden, niçin gibi sorular sormadım. Sadece gelmiş olan mesajın içeriğine baktım. Ne demek istediğini anlamıştım. Önemli olan işaretleri almaktır. Olması gereken oluyor, derler ya; evet, o gün de olması gereken oluyordu.

Yeryüzünde yaşayan bütün insanlar haksızlığa uğradıklarında haklarını mahkemelerde, kanunlarda arar. Bazen elimizde bir kanıt olmaz, o zaman hakkımızı nerede arayacağımızı kendi kendimize sorarız. İşte burada bence en büyük adalet Allah’ın adaletidir. Bunu söylerken tabii ki kendi inancımdan bahsediyorum. O adalet hiçbir zaman şaşmaz. Bu nedenle “Nasıl olsa elinde bir kanıtı yok. Benim ona zarar verdiğimi nereden ispatlayacak,” diye düşünen sadece o anda o gün günü kurtaran insandır.

Kimse kendi yoğurduna ekşi demediği gibi kimsenin de hakkını yemediğini söyler. Peki, haksızlık denince aklımıza sadece maddiyat mı gelmeli? Hayır. En büyük haksızlık bir insanın kalbini kırmak, iyi niyetini kullanmak, zamanını harcamak, duyguları ile oynamak, vicdanını, merhametini kullanmak ve benzerleridir.

Size iftira atan, sizin zamanınızı veya emeğinizi çalan, sizden borç para isteyip o borcu ödemek için çaba göstermeyen insanlar hakkınızı yemiş sayılırlar. Hatta maddi durumunuz iyiyse bile bunu sömürmek ve kullanmak isteyen insanların yaptığı da hak yemektir. Bir insana verdiğiniz borcu geri ödemesini istediğinizde ödemezse bunu kanıtlayacak bir belgeniz ve şahidiniz olmadığı için mahkemeye de gidemiyorsanız ne yapacaksınız? İlahi adalete bırakacaksınız. Fakat şunu da bilmelisiniz, kızdığınızda, öfkelendiğinizde daha doğrusu olumsuz duygular barındırdığınızda ilahi adalet olmaz.

İlahi adalete en güzel örneği hayvanlar üzerinden veriyorum. Diyelim ki sabah kimsenin olmadığı bir sokakta bir hayvana yapılan haksızlık var. O hayvan, konuşamadığı için o haksızlığı yapan insanı kime şikâyet edecek? İnsanoğlu ise tabii ki uğradığı haksızlığı dile getirmek, onay almak ister. Ama kimseye anlatmadan da frekans olarak içten dua ettiklerinde ilahi adalet gerçekleşir ve ilahi adalete inanan insanlar tamamen Allah’a bırakır. Gerçek inanç sahibi Allah’ın her şeyi bildiğini bilir.

Bazı insanlar der ki “Allah akıl vermiş, zekâ vermiş, beyin vermiş, ne söylerse söylesin.” Tabii ki Allah akıl vermiş ama her şeyi akıl ile kontrol edemezsiniz. Yaşam boyunca her zaman sınavlar, dersler vardır ve dersler tek taraflı olmaz, iki taraflıdır. Ayrıca Allah’a inanan kimse bir başka birine zarar vermez. Ali İmran suresi 148. ayette geçer: “Allah güzel davrananları sever.”

Bir örnek vereyim. Diyelim ki bir insan bir arkadaşından ihtiyacı için borç para istedi ve geri ödeyeceği tarihi de açıklayarak söz verdi. Arkadaşı da o anda ihtiyacını görebilmesi için gerekli parayı verdi. Ama o insan söz verdiği tarihte borcunu ödemediği gibi daha sonra da ödememek için arkadaşına türlü türlü yalanlar söyledi. Borç verdiğine dair elinde banka dekontları olan arkadaşı ne yapmalı? Pek çok kişi, “Dekontları mahkemeye sunup hakkını geri almalı,” diyebilir. İlahi adaletin er ya da geç yerini bulacağına inananlar ise “En güzel mahkeme Allah’ın mahkemesi, Allah’ın bilmesi en önemlisi,” der. Gerçekten de kimin ne niyetle verdiğini kimin ne niyetle vermediğini Allah bilir. İnsanın her zaman yardıma ihtiyacı olur fakat bu ihtiyacı başka niyete kullanmamalıdır. Bu örnekteki gibi arkadaşı o anda vicdanı ve merhametiyle, sevgi duygusuyla o kişiye yardım etmiştir ve aynı duygularla da sonucu ilahi adalete bırakmıştır. Hayatta her olay ispatlanacak ya da herkese anlatılacak diye bir şey yok. Yeter ki ruhunuzda olumsuzluklar barınıp karşınızdaki insan için kötü düşünce ve duygu olmasın.

Çoğumuz iş yerinde haksızlığa uğramışızdır. Sizin hazırladığınız bir projeyi hiç ilgisi olmayan biri sahiplenip kendi fikriymiş gibi patrona sunar ve belki de bununla terfi veya maaş artışı alır. Siz içinizden iş arkadaşınıza ve patronunuza kızarsınız. Aslında o anda kızgınlık yerine sevgi frekansına geçip dua eder gibi akışına bıraksanız günün birinde gerçekleri göreceksiniz. Çünkü ilahi düzen, her şeyin en yüksek hayrına olur. O anda zarar gördüğünüzü sanırsınız fakat sonrasında yollarınız öyle açılır ki “İyi ki o projeyi arkadaşım kendisinin yaptığını söylemiş,” dersiniz. İşte o zaman ilahi sistemin nasıl işlediğini fark edersiniz. İlahi sistem herkesin hakkını günü geldiğinde verir. Yeter ki dürüst olun. Dürüst olan insan Allah’a yakın olan insandır. Zamanı gelince maneviyat ile ilgili bir yazımı paylaşacağımı da ekleyeyim yeri gelmişken.

Benzer şekilde verilen sözleri inkâr edenler, yalan söyleyip o anda işini kurtaranlar, hata yaptığı hâlde inkâr edip kurnazlığa gidenler, kendilerini uyanık sananlar… Bunlar için en güzel dua, sevgiyi bulmaları için ruhlarının gelişmesini istemektir. Aslında kendilerine zarar verdiklerini bilseler belki yapmayacaklar. Zarar veren şeyler maalesef egolardır.

Bir söz okumuştum. “Birinin emeğini, iyi niyetini harcarsanız zaman da sizi harcar.” Onun için de ilahi adalet ve evrensel sistem şaşmaz, sadece zaman verir. Nasıl ki toprağa tohum ekmek ile hasat almak arasında uzun bir ara varsa yaptıklarımızın karşılığının bize dönmesi de ilahi sistemde bir zaman gerektirir. Ve işte bu zaman zarfında insan unutur. Hareketlerinin kendi üzerindeki zararını göremez.

Dünyada haksızlığa uğramayan, haksızlıkla karşı karşıya kalmayan yok gibidir; insan malzeme olunca haksızlık sadece sözlükte anlamı olan bir kelime değildir. Dünyanın neresinde olursanız olun haksızlık vardır. Haksızlıkla karşılaşıldığında umutsuzluğa asla kapılmadan şunun çok iyi bilinmesi gerekir ki eninde sonunda dünyevi adalet, o olmazsa ilahi adalet mutlaka yerini bulacaktır.

Eğer ilahi adalete inanırsanız dinginliğe ulaşırsınız. Seçimlerinizi bilgelikle yaparsınız.

Yeter ki her daim sevgi frekansında yaşayın, olumsuz duygu ve düşüncelerle değil!

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com