ÇÜRÜK MEYVELER

“İyiliğin Gizliliği Ne Kadar?” başlığıyla 18 Ocak 2022 tarihinde yazdığım yazıda yaptığımız iyiliklerin beklentisiz ve gizli olması gerektiğinden bahsetmiştim. Yine o yazımda, “Şimdi bazılarınız şunu diyecek: Karşılık beklemeden o kadar çok iyilik yapıyorum ama çok suiistimal ediliyor, acaba yanlış kişilere mi iyilik yaptım ya da yapıyorum?” demiş ve bu konuya zamanı gelince değineceğimi yazmıştım. Bugünkü yazımda işte bu sorulara yanıt bulmaya çalışacağız.

Yaptığınız her iyiliğin ve iyi niyetinizin sıkça suiistimal edilmesi hatta bunu beklentisiz yapmış olmanıza rağmen kötü davranış ve sözlere maruz kalmanız size “Yanlış kişilere mi iyilik yapıyorum?” sorusunu sordurabilir. Ama endişelenmeyin, siz yanlış değilsiniz, sizi kullananlar yanlış kişiler; yanlış da demek istemiyorum; ruhunu geliştirmek istemeyen insanlar. Ben artık insanları iyi ve kötü kavramlarıyla değil de ruhunu geliştirmek isteyen ve istemeyen olarak tanımlıyorum. Yazılarımda da onlardan bu şekilde bahsedeceğim.

Her insan iyilik yaptığında ister maddi ister manevi olsun, kendin gücüne, imkânlarına göre yapar. İyilik yapmak vicdan ve merhamete dayanır. Peki, vicdan ve merhametin altında ne var? Sevgi var. Bu sevgi, bütün canlılara var. O zaman iyiliği hiçbir canlıyı ayrıt etmeden yapıyoruz. Bazı insanlar bu iyilikleri kaldıramıyor, size değersizlik duygusu yaşatıyor, bazıları ise suiistimal ediyor iyi niyeti kullanıyor. Bir şey istiyor, yapıyorsunuz. Tekrar istiyor gene yapıyorsunuz, tekrar istiyor gene yapıyorsunuz. Bu artık bir görev hâline gelmiş oluyor.  Kendi menfaatleri için sizden bir şey isterken kendilerini çok uyanık, kurnaz sanıyorlar. Hâlbuki sadece günü kurtarıyorlar. Diyeceksiniz ki “Peki nasıl ayırt edeceğiz böyle insanları?” Hepimizin bildiği bir söz vardır halk arasında, “İyilik yap denize at,” derler. Evet, bu söze çok inanırım burada çok ince bir çizgi var; iyilik yapılır ama kendinizi kullandırmayın.

Bazen öyle bir durum olur ki iyilik yaptığınız insanlardan nankörlük görürsünüz. (Nankörlük ile ilgili yazım zamanı gelince yazacağım.) Bu sizi üzer ve bir başka yakın arkadaşınız veya dostunuz ile paylaşırsınız. Size şu cevabı hemen yapıştırırlar: “Yapmasaydın.” Çoğumuz bunu yaşamıştır. İşte bu durumda siz artık kimseye iyilik yapmak istemiyorsunuz. Çünkü güven bitiyor, “Bu kişiye iyilik yapıyorum ama acaba gerçekten ihtiyacı var mı? Yoksa amacı benim iyi niyetimi kullanmak mı?” soruları zihninizi kurcalayıp duruyor. O zaman ne oluyor? “İnsanlık öldü mü?” dedirten durumları sıkça yaşıyoruz. Zaten paylaşmanın gitgide azaldığı bir dünyada yaşıyoruz, yardımlaşmanın her geçen gün azaldığını görüyoruz.

Yaşadığımız süreçte hayatımıza iyi ve çürük meyveler hep girecek. Tıpkı pazardan ya da marketten aldığımız meyvelerin içinden bir ya da birkaç tane çürük çıkması gibi. Eve gelince fark ettiğimiz o çürük meyveler için söylenip satıcıya kızarız, “Dürüst değilmiş,” diye. Hazmetmemiz zorlaşır. İşte yaşamımızda yaptığımız iyiliklerde de böyle bir ya da birkaç kişi çıkacaktır karşımıza. İyilikleriniz suiistimal edilir, iyi niyetiniz kullanılıp üstüne bir de olumsuz sözler ve davranışlarla karşılaşırsınız. O anda kendinizi suçlamaya başlarsınız, “Keşke yapmasaydım iyiliği, değmeyecek insanmış,” dersiniz. İçinizde bu kızgınlığı yaşar durusunuz.

İşte burada kendinize şu soruyu sorun: İyiliği niçin yaptınız? Bir menfaat beklemeden o kişinin ihtiyacı görülsün diye mi, sorunu çözülsün diye mi, yoksa size iyi bir insan desinler diye mi? Yoksa gerçekten her kim olursa olsun iyilik yapmak taraftarı mısınız? Kendinize ne kadar dürüst olursanız ve kendinizi tanırsanız kesinlikle o kadar az üzüntü yaşar ve sınırlarını çizmiş olursunuz.

Şimdi gelelim suiistimal edenleri ayrıt etmeye. Konuyu gene örnekle açıklayacağım. Pazar veya marketten aldığınız meyveler çürük çıktı ya da pastaneden aldığınız bir ürün bayat çıktı. İkinci kez gene aynı yerde alıyorsunuz gene aynı sorunu yaşıyorsunuz. Üçüncü kez aynı pazar esnafı, aynı market veya aynı pastaneden alır mısınız? Tabii ki almasınız. İşte birisine merhametiniz ve vicdanınızla koşulsuz iyilik yaptığınızda da böyledir. Bakıyorsunuz ki sürekli sizin iyiliğinizi suiistimal ediyorlar. Tabiidir ki bir daha o kişiye iyilik yapmazsınız. Örneğin iş yerinden evinize servis ile geliyorsunuz. İş arkadaşlarınızdan biri servis şoförüne, “Şu yoldan gidersen orada 5 dakika dur, bir şey alacağım,” diyor. Adam duruyor. Bu, bir oluyor, iki oluyor, sonra üç ve dört oluyor. Artık bu, kullanma ve yapılan iyiliği suiistimal etmek oluyor. Çünkü servis şoförü yolu uzatıyor, evine geç gidiyor, zaman kaybediyor. Bu davranışı sergileyen insana sorduğunuzda, ”Ne var ki? Benzin ondan mı gidiyor, sanki taş atıp kolu mu yoruluyor? 20 dakika geç gitsin, 15 dakika beklesin, ne var bunda?” diyor. Bir de bunu söylüyor! Kendinizi o servis şoförünün yerine koyun; ne hissedersiniz? İnsan kendini değersiz hissetmeye başlar, yaptığı iyilik görevi hâline gelmiş olur. Ya da bir insan sizi hiç aramıyor sormuyor, hep bir şey istediğinde arıyor, sonra tekrar ortandan kayboluyor, bu böyle kısır döngü gibi gidiyor.

İşte böylece iyiliklerinizi görevin hâline getiren, kullanıldığınız ve suiistimale uğradığınız insanlardan uzak durmaya başlıyorsunuz. Tabii ki iyilik yapılacak. Üstelik sadece tanıdığınız değil hiç tanımadığınız insanlara nerede olursa olsun iyilik yaparsınız, sivil kuruluşlara yardım edersiniz. Zaten sizin kalbinizde yardım etmek, iyilik yapmak varsa Allah karşınıza mutlaka gerçekten ihtiyaç sahibi olan insanları çıkarıyor, bundan hiç şüpheniz olmasın. 

Derler ya bir kere yanılırsın, iki kere yanılırsın ama üçüncünde artık dersini almış olursun. 

Benzer şekilde iş yerinde bir arkadaşınıza işini bitirmesi ve onun da bir an önce evine gitmesi için yardım ediyorsunuz ya da iyilik yapıp iş yükünü hafifletmek için destek oluyorsunuz. Sonra bir bakıyorsunuz o iyilik ya da yardım etmek sizin göreviniz hâline gelmiş, bir ya da iki kere yaptınız diye sürekli sizden istemeye başlamış, iyi niyetiniz suiistimal edilmiş. Burada da sözüm o yardımı isteyenlere. İyilik ve yardım eden insanları kullanmadan ve suiistimal etmeden yardım istenecek. Burada iyiliğin şartlı olduğundan bahsetmiyorum. Sadece altını çizerek söylüyorum, kimseyi kullanmadan yardım isteyin. Buradaki ince çizgiyi çok iyi ayırt etmek gerekiyor. “Nasıl olsa o vicdanlı, o merhametli, o yapar,” dediğinizde işte o sürekli kullanmaya girer.

Zaten gerçekten kalbinde hiçbir beklenti olmadan bütün canlılara iyilik ve yardım yapmak isteyen, o anda o işin ya da sorunun çözülmesi niyetini taşıyan kişiler kendilerini çok iyi belli ederler. Kimseye bir şey kanıtlamak zorunda değilsiniz.

Unutmayın ki hayatımıza çürük meyveler girer ama sizler derslerinizi alırsanız bu çürük meyveler azalır ve yerine olgunlaşmış meyveler girer. Önemli olan sizin değişmeniz ve derslerinizi almanız, farkındalığınızın ve ışığınızın artmasıdır.

Yaptığınız iyiliklerin karşısında nankörlük mü gördünüz? Hiç üzülmeyin. Çünkü her zaman söylerim kaybeden siz olmazsınız, aksine kazanan yine siz olursunuz. İyi niyetle yapılan her şeyin ödülü vardır. En önemli ödül ise vicdan rahatlığıdır.

Yazımı, çok beğendiğim bir akrep hikâyesi ile noktalamak istiyorum.

Hintli bir adam suda bata çıka ilerlemeye çalışırken bir akrep görür ve onu kurtarmaya karar verir. Parmağını uzatır ama akrep onu sokar. Hintli tekrar akrebi sudan kurtarmaya çalışır ama akrep onu tekrar sokar. Yakınlarındaki başka biri adama, sürekli onu sokmaya çalışan akrebi kurtarmaya çalışmaktan vazgeçmesini söyler. Ama Hintli adam şöyle der:

“Sokmak akrebin doğasında vardır. Benim doğamda ise sevmek var. Neden sokmak akrebin doğasında var diye kendi doğamda olan sevmekten vazgeçeyim?”

Siz de birkaç çürük meyve var diye iyilikten vazgeçmeyin. Hiçbir beklenti olmadan iyiliklerin çoğalmasını dilerim.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

TÜM HASTALIKLARIN ZİHİNSEL NEDENLERİ

Louise L. Hay’in birkaç kitabını daha önce paylaşmıştım. Bu ay paylaşacağım kitap ise Hay’in, düşünce ve duygularımızın yol açtığı fizyolojik sorunları anlatan “Tüm Hastalıkların Zihinsel Nedenleri” adlı kitabı.

Pek çoğumuz hastalıkların nedenlerini araştırırız ve bulduğumuz nedenler genellikle bilinçaltımızda yatan olumsuzluklar olur. Bu durumda yapmamız gereken bilinçaltındaki o olumsuzlukları dönüştürmektir. İçimizde biriktiğimiz olumsuz duygular ve düşünceler bedensel birtakım işaretlerle dışa vururlar. Örneğin yüzümüzde çıkan bir sivilce bile bazen içimizde biriktirdiğimiz kızgınlık duygusundan olabilir. Bağışıklık sistemimiz zayıflarsa hasta oluruz. Bağışıklık sistemimizi zayıflatan nedenlerden biri ise zihinsel ve ruhsal sorunlardır.

Bilim adamları her bir hastalığın insan üzerinde nasıl bir psikolojik etki yaptığını araştırıp bilgi olarak paylaşırlar. Louise L. Hay’in bu kitabında da hastalıkların olası nedenlerini ve onları ortadan kaldırmak için gereken yeni düşünce modellerini bulabilirsiniz.

Aşağıda “Tüm Hastalıkların Zihinsel Nedenleri” kitabından kısa bir bölümü bulacaksınız. Şifa olsun.

“…

Bir rahatsızlığı kalıcı bir biçimde ortadan kaldırabilmek için önce onu yaratan zihinsel nedeni çözüp halletmemiz gerekir. Ama çoğunlukla nedeni bilmediğimiz için nereden başlayacağımızı da bilemeyiz. Eğer siz, çektiğim bu ağrıların nedenini bir bilsem, diyorsanız, sanırım bu kitap hem nedenleri bulmanız için bir anahtar hem de zihinsel ve bedensel sağlığı yaratacak yeni düşünce kalıplarını oluşturmanız için yararlı bir rehber olabilir.

Şunu öğrendim: Hayatımızdaki her rahatsızlık için (bu rahatsızlıkların ortaya çıkması için) bir ihtiyaç vardır. Yoksa o rahatsızlığı yaşamazdık. Belirti (araz) sadece dışsal bir sonuçtur. Zihinsel nedeni çözüp ortadan kaldırmak için içimize yönelmeliyiz. İrade gücü ve disiplinin işe yaramamasının nedeni de budur. Onlar sadece dışsal sonuçla savaşırlar. Bu, zararlı bir otu kökünden söküp atmak yerine yapraklarını budamaya benzer.

Bedende en çok rahatsızlığa neden olan düşünce kalıpları; eleştirme, kızgınlık, içerleme (gücenme) ve suçluluktur. Örneğin, eleştirme eğer alışkanlık hâlini alırsa artrit (eklem iltihabı) gibi hastalıklara yol açabilir. Kızgınlık, bedende, kabaran ve yanan bir iltihaplanmaya dönüşebilir. Uzun süren bir içerleme insanı zehirler, yavaş yavaş yiyip bitirir ve en sonunda urlara ve kansere yol açabilir. Suçluluk duygusu, daima cezalandırma peşindedir ve acıya yol açar. Sağlıklıyken zihinlerimizi bu negatif düşünme kalıplarından arındırmak, daha sonra panik hâlindeyken ya da bıçak altına yatma tehdidiyle karşı karşıyayken bunları söküp atmaya çalışmaktan çok daha kolaydır.

Bunu izleyen sayfalarda sunduğum, zihinsel karşılıklar listesi, uzmanların yıllardır sürdürdükleri çalışmaların, benim hastalarımla yaptığım çalışmalarımın ve seminerlerimin sonuçlarından derlenmiştir.

…”

(Louise L.Hay)

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

TATİL BAŞLANGICI

Evet, anılarımı yazmaya kaldığım yerden devam ediyorum. En son, piknikte yaşananların bende nasıl bir iz bıraktığından bahsetmiştim. O, dokuz yaşındaki çocuk şimdi elindeki anahtarla sandığı açıyor ve bir anıyı daha serbest bırakıyor.

Yaz gelmiş, okullar tatil olmuştu. Kardeşimle ikimiz sevinç içindeydik; önümüzde gezip eğleneceğimiz koskoca üç ay vardı. Her yaz olduğu gibi o yıl da yazı nasıl geçireceğimizi, neler yapacağımızı sordum anneme. Esas merak ettiğim Büyükada’ya, yazlığa tekrar gidip gitmeyeceğimizdi çünkü adayı çok seviyordum. Orada çok güzel vakit geçiyordum hem denizde hem de arkadaşlarımla. Annem, “Maalesef bu yaz adaya gitmeyeceğiz,” dedi. Bu yanıtı beklemiyordum, şaşkınlıkla nedenini sordum, “Çünkü ağabeyin ve kardeşin sünnet olacaklar, onun hazırlıkları var” dedi. Sünnet düğünü olacağı için Malatya’da oturan anneannem, teyzem ve dayımın geleceğini söyledi. Bizde kalacaklardı. Üstelik uzun süreliğine geleceklerdi ama evimiz büyük olduğu için sorun olmuyordu. “Peki, denize gitmeyecek miyiz?” diye sordum. Annem, “Tabii ki gideceğiz ama üç ay boyunca tatil yapmayacağız,” dedi.

Denizi çok seviyorum. Çocukken denize girdiğimde çıkmayı bilmezdim. Özellikle dalıp denizin dibini görmekten çok mutlu oluyordum. Bazı çocuklar denize girmek istemezler, direnirler, ağlarlar. Ben hiçbir zaman hatta okul öncesinde bile öyle bir çocuk olmadım. Aksine denize girmek için can atardım. Annem beni çıkarmak için uğraşırdı. Hatta bir keresinde denizde o kadar uzun süre kalmıştım ki dudaklarım morarmıştı ve annem artık denizin içine girip beni çıkarmak zorunda kalmıştı. İlk defa annemi böyle durumda bırakmıştım. İşte denize olan bu sevgim yüzünden o yaz başında annemin, “Denize kısa süreliğine gideceğiz,” demesi hoşuma gitmemişti.

Tabii ki bu arada karneleri almıştık. Karnelerimizi en çok merak eden ortaca amcamdı, başarılı olup olmadığımızı görmek istiyordu. Babam, o kadar üstünde durmazdı karnelerimizin. Çünkü amcam velimizdi ve babam, “Amcanız ilgileniyor,” diyordu. Fakat babam amcam gibi sert değildi. Öyle başarısız da olsak kızmazdı. Ağabeyim ortaokul ikinci sınıfa geçmişti. Karnesi gayet iyiydi, zaten derslerinde çok başarılıydı. Özellikle matematiği ve yabancı dili çok severdi. Amcam ağabeyime, “Sen ortaokulda İngilizce öğrenmeye başladın ablanla evde sürekli İngilizce konuşun,” derdi. İngilizceyi ilerletmek için ağabeyim yazın babamın yanında çalışacaktı. Kardeşim ve benim de karnemiz çok iyiydi. Amcam, o karnelere bakıp söyleyecek söz bulamadı. Kocaman “Aferin” aldık. Tabii ki bunun mutluluğu bir başkaydı. Çocuğuz ya notlar iyi olunca karne harçlığı aldık. Kardeşim hemen kumbarasına koydu ben ise bu para ile kendime bir şeyler almak istiyordum. Çünkü param varsa babamdan ve annemden harçlık istemezdim. Kendime bir şey alacaksam önce kendi paramı harcadım. Bu ne olursa olsun; ister bir yiyecek ister bir giyecek. O zaman kendimi daha özgür hissediyordum. Kimseye sormadan kendi parama göre istediğimi almak beni çok mutlu ediyordu. Bayramlarda ve karne zamanında aldığım harçlıkları biriktirmek yerine önce kendi ihtiyaçlarımı görüyordum. Kardeşim kumbaraya atıp biriktirmekten mutlu oluyordu, ben harcamayı seviyordum.

Sürekli isteyen bir çocuk olmadığım için çok istediğim ve harçlığımın yetmeyeceği bir şey olursa bunu aileme rahatlıkla söyleyebiliyordum. Onun dışında kimseden bir şey istemeden harçlığımı kullanırdım. Oturduğumuz apartmanın altındaki bakkala gider en çok sevdiğim şey olan Çokoprens ve Çokomel alırdım. Düşünün kimseye hesap vermek zorunda değilsiniz. Eğer annemden para istesem “Ne alacaksın? Ne yapacaksın?” diye sorardı ama kendime ait para olunca kimseye bir şey söylememe gerek kalmazdı. Bakkaldan o anda parama göre istediğimi alıp bahçede kendi başıma yerdim çok mutlu olurdum. Bir keresinde annem, “Sana verilen paraları (milli ve dini bayramlarda, karne aldığında) bana ver, istediğinde ben sana veririm,” dedi. Ben, “Hayır,” dedim “Bende kalacak çünkü sen soruyorsun ne yapacaksın ve ne alacaksın diye,” dedim. Masamın çekmesine koyardım o harçlıkları.

İşte karne paralarımızı almış adaya gitmenin hayalini kurarken annem yaz programını söyledi ve “Tabii ki babanın işi durumuna göre,” dedi. Bir gün de babam anneme yazlıktan söz etti.  Amcalarımın da yazlığı istediklerini, “Hep beraber olalım,” dediklerini söyledi. Annem, “Yok,” dedi, “Ben bu sene yazlık istemiyorum. Ya herkes birer ay dönüşümlü kalmalı ya da hiç gitmem.” Annem istememekte haklıydı çünkü yazlıkta bütün işleri kendisi yapıyordu ve gelip kalanların hiçbiri yardım etmiyordu. Annem üç ay boyunca yorulmakla kalmıyor yazlığın, tatilin keyfini çıkarmadan eve dönüyordu. Tabii annemle babamın konuşmasını duyunca hemen “Anne gidelim, ben sana yardım ederim. Ablam da var, o da yardım eder,” dedim. Annem güldü, “Tabii ki yardım edersiniz ama ablanın projeleri var onları bitirmesi gerekiyor. Bir de ağabeyinle kardeşinin sünnet düğünü var. O yüzden gidemeyiz,” dedi. Aslında annemi, bütün işleri kendisinin yapması rahatsız ediyordu. Yengelerim, tıpkı piknikte olduğu gibi yazlıkta da hiçbir şey yapmıyorlardı. Önceki yıllarda bunu yaşamıştı annem, o yüzden yazlığa gitmek istemiyordu. Zaten onun yazlıkta dönüşümlü kalma fikrini de kabul etmediler. Böylece yazlık olayı kapanmış oldu.

Bazen insan en yakınıyla bile anlaşamıyor. Kardeşler arasında bile anlaşma olmuyor. Çünkü hep söylediğimiz gibi insanlar kendilerini düşündükleri için hep kendi istekleri olsun istiyorlar. Empati kurmuyorlar. Çünkü kendilerini karşıdakinin yerine koymak istemiyorlar. Düşünmüyorlar hâlbuki ortak bir yerde buluşma sağlansa o zaman herkes yazın üç ay boyunca rahat bir şekilde tatilini yapacak, denize girilecek. Annem kendince tabii ki haklıydı çünkü kendisi tatil yapamıyordu üstelikte gelenler de hiç yardımcı olmuyor, bütün işleri anneme yüklüyorlardı.

İnsanların ortak noktada buluşamamaları bencil olmalarından kaynaklanıyor. Bazen deriz ya kardeş anlayışlı olur, yakın akraba anlayışlı olur. Hâlbuki bununla ilgisi yok, insanın ruhu bencil ise ister kardeş olsun ister akraba olsun anlamazlar, hep kendi istekleri yerine gelsin diye uğraşırlar. Karşı tarafla empati yapmaktan yoksun olurlar. 

İnsanın en büyük özgürlüklerinden bir tanesi de kendisine ait maddi kaynaklarının olmasıdır. Kendi ürettiği, çalıştığı süreçte para kazanıp özgürce harcamasıdır. Kimseye bağımlı olmadan. Diğer taraftan insan, ailesinden bile gelse kendi kazanmadığını kendininmiş gibi rahat bir şekilde harcayamıyor. Sürekli istediğinizi düşünün, size sorulur, “Ne yapacaksın?” ya da “Daha iki gün önce vermiştim,” diye. Bunlar sorumluluk yükler insana. Oysa insanın kendi üretip kendi kazandığı zaman onu harcaması çok başkadır. Kendini özgür hisseder. Ben bunu daha okul yıllarında deneyimledim. Bana verilen harçlıklarla özgürce istediğimi almanın mutluğunu yaşadım çünkü o zaman kimseye hesap vermem gerekmiyordu. Düşünün, emek verip bir başarı elde ediyorsunuz, onun karşılığını alıyorsunuz ve aldığınız o maddi karşılığı da istediğiniz şekilde kullanıyorsunuz. Büyük özgürlük.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

İNSAN YETER Kİ DEĞİŞİM İSTESİN-2

Değerli okuyucularım, 26 Nisan 2022 tarihli yazımda, hayatta tekrarlanan sorunların temelinde insanın değişime direnmesinin yattığını anlatmıştım. O yazımın sonunda insanları, ruhu gelişmiş, ruhunu geliştirmek isteyen ve ruhunu hiç geliştirmek istemeyen olarak üç sınıfa ayırdığımı yazmış, “İşte bu, ruhunu geliştirmek istemeyen insanlara istediğiniz kadar rehberlik verin, yol gösterin; hazır değilse hiçbir şey yapamazsınız” demiştim. Yazımda ayrıca, değişimi istemenin veya değişime direnmenin eğitimle ilgisi olmadığını da örneklerle detaylandıracağımı belirtmiştim. Şimdi kaldığım yerden devam etmek istiyorum.

Aslında ruhunu geliştirmek istemeyen insanın yaptığı, olumsuzluktan kurtulmayıp kendi ışığını yakmayıp kendisine kötülük etmekten başka bir şey değil.

İnsanların düştüğü en büyük yanlış kendi konfor alanından çıkmayıp hayatında her şeyin yolunda gitmesini istemesidir.

Bunun da bir önceki yazımda bahsettiğim gibi gelen danışanlarda görüyorum. Bundan altı ay önce iki kişi bana gelip “Kendimi beğenmiyorum, olumsuz o kadar çok tarafım var ki. Kendi üzerimde çalışıp bu olumsuzlukları değiştirmek ve şu anda iş konusunda yaşadığım sorunların çözülmesi için bana yardımcı olur musun? Şifalanmak istiyorum fakat önce kendimi şifalandırmak istiyorum,” dediler. Bu insanlar kendi özüne gitmek, karanlık ve gölge yanlarından kurtulmak istiyorlar. Bilinçaltında ne varsa onu dönüştürmek istiyorlar. Yaşadıkları olumsuzlukların kendilerinden kaynaklandığının farkındalar. Bu değişimin eğitim ile ilgisi yok sadece farkındalık uyanış ile ilgilidir.

Bir örnek daha vereyim. Yıl 2013. Temmuz ayında arkadaşımla birlikte caddede yürürken mendil satan bir adam dikkatimi çekti. Hayli ürkek oturuyordu. Konuşmaya başladık.

Ben: Niye ürkek bir şekilde oturuyorsunuz?

O: Abla burada zabıtalar var onun için.

Konuşma esnasında 32 yaşında olduğunu, kalacak yeri olmadığı için parklarda yattığını, kalacak yeri olan bir işe başvurduğunu ve o işten haber beklediğini söyledi. Sigara içtiğini gördüm.

Ben: Sigara içiyorsun.

O: Can sıkıntısından abla.

Ben: Peki, o zaman sana kitap getirsem okur musun?

O: Tabii ki okurum.

Ben: O zaman canın sıkılıp sigara içmek yerine kitap okursun.

O: Tabii ki.

Onun değişmesi için nasıl bir kitap vereceğim konusunda gelen rehberliğe göre hareket ettim ve birkaç gün sonra kitabı götürdüm. Yine sohbet ettik.

Ben: Başvurduğun işe girmen için şifa çalışması yapacağım ama sen mutlaka bu kitabı oku.

O: Tamam okurum. Eğer beni burada göremezseniz bilin ki işe girmişimdir.

Bir hafta sonra iş girmiş olmalıydı ki artık orada yoktu. Tam bir sene sonra bana tekrar rehberlik geldi; o kişi yine aynı yerde, diye. Tekrar aynı yere gittim ve evet, orada oturuyordu. Hemen nedenini sordum.

Ben: Ne oldu?

O: Motosikletle su dağıtırken patronum aradı. Cep telefonundan patronumla konuştuğum esnada kaza yaptım ve motor yandı ama bana bir şey olmadı. Sonrada beni işten çıkardılar.

Ben: Peki, kitap?

O: Kitap sırt çantamın içinde ve arkamda asılıydı. O kitap beni korurdu ve sigarayı bıraktım.

Ben: Şimdi ne yapacaksın?

O: Bir çiftlik var, hayvanlara bakıcı arıyorlarmış. Oraya başvurdum, sahibinde haber bekliyorum. Onun için bana tekrar şifa gönderir misiniz?

Ben: Tamam.

Ona başka bir çalışma daha verdim. Yapacağını söyledi.

O: Eğer yine burada göremezseniz bilin ki o işe girmişimdir.

O konuşmadan sonra tekrar görmedim. O öğrenci aramadı, sadece değişime hazır olduğu için gelmesi gerekeni evren ona bir şekilde vermişti. Ama eğer bir insan değişime hazır değilse istediğiniz şekilde ayağına götürün, hiçbir şey olmuyor. Ben çok yaşadım; yapması gerekenleri söylersiniz, verirsiniz ama yine boş verir, umurunda olmaz. Bu insan o kitabı bir kenara atmamış, yanında taşımış ve o kitaptaki bilgileri sürekli açıp okuyormuş.

Diğer bir örnek ise çok iyi bir eğitim almış kişiyle ilgili. Olumsuzluklar bir türlü kendisini bırakmıyor. Biri bitmeden biri başlıyor hem sağlık konusunda hem de özel hayatında. Bu kişi kendini değiştirmek yerine yaşadığı sorunlar için başkalarını suçlu görüyor ve söylüyor. Sadece o anda yaşadığı sorunların çözülmesini istiyor. Kendindeki olumsuzluklar üzerinde çalışmak veya bilinçaltındaki yaşanmış olumsuzlukları şifalandırmak değil niyeti; o anda işinin düzelmesini istiyor, o anda sağlığına kavuşmak istiyor. Yaşadıklarının bilinçaltından kaynaklandığını söyleyince bu sefer, “Benim bilinçaltım temiz, öyle bir şey yok,” diye cevap veriyor. Burada anlıyorsunuz ki öğrenci hazır olmadığı zaman öğretmenin yapacağı hiçbir şey yok.

Değişmek istemeyen insanlara işleri çözülsün diye rehberlik yapıp yol gösteriyordum fakat baktım ki bu kişiler hem kendilerini değiştirmiyorlar hem de hayatlarında her şeyin yolunda gitmesini istiyorlar. Ben de böyle kişilere açık olarak söylüyorum, “Kendiniz değişmedikçe olumsuzlukları hep beraber yaşarsınız.” Tabii ki hoşlarına gitmiyor. Böyle değişmek istemeyen insanlara artık hazır olmadıkları için daha fazla bir şey söylemiyorum.

Değişime hazır olan öğrencilerle yol alıyorum. En büyük tecrübem bu oldu.

Herkesin bildiği söz, “Sen değiş, dünya değişsin.” Ben de diyorum ki yolların açılması için insanın kendi karanlığı ve gölgesinden kurtulması gerekiyor.

Her bir olumlu değişim, insanın yıllarca yaşadığı, kendine yük ettiği olumsuz yüklerden kurtulmasına sebep oluyor.

Güzel değişimler…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

İNSAN YETER Kİ DEĞİŞİM İSTESİN-1

Çoğumuzun bildiği bir söz vardır, “Öğrenci hazır ise öğretmen ayağına gelir.” Bu söz o kadar doğru ki yaşadığım süreçte ettiğim tecrübeye göre gerçekten eğer insan kendini değiştirmek istiyorsa o zaman öğretmen ayağına geliyor. Aramasına hiç gerek kalmıyor çünkü kalbinde o niyeti yapmıştır.

Değişim kelimesini duyduğumuzda en çok neyi anlarız, bize ne ifade eder? Değişim ile dönüşüm. İnsan için hiçbir değişim kolay olmuyor. Düşünün yıllarca o kendi özünüzde yaşamayıp başka bir kimlik ile hayata devam etmişsiniz. Bunları bir anda atmak kolay değil tabii ki. Ancak zamanla oluyor. Fakat bu zaman içinde başlarken neredeydiniz ve geldiğiniz nokta neresi, ona kendiniz bakmalısınız. İnsan en çok kendinden kaçar çünkü kendi ile hiç yüzleşmeden hayatında her şeyin yolunda gitmesini ister. Kendi değişimini yapmadan daha doğrusu kendini çok mükemmel görüp değişime gerek duymadan yaşadığı olumsuz olaylar için başkalarını suçlayan o kadar çok insan gördüm ki. Hepsinin de ortak inancı kendisinde değişmesi gereken bir şey olmadığıydı.

Yaşadığı olumsuz olayların kaynağını kendisinde bulup olumsuz düşünce ve duygularını, egosunu dönüştürmesi ve kendisinde değişmesi gerekenleri söylediğimde  “Benim egom yok ki,” yanıtını aldığım kişiler oluyor. Üstelik bazıları sert bir ifade ile karşılık veriyor. O zaman anlıyorum ki bu insan henüz hazır değil kendindeki olumsuzluklarla yüzleşmeye ve değiştirmeye. Çünkü sadece o anda yaşadığı sorunun çözülmesini istiyor. O anda o sorun çözüldüğü zaman sanıyor ki daha başka bir şey yaşamayacak ya da karşısındaki insandan kaynaklanıyor. Hâlbuki hayatımızda olumsuz bir olay yaşadığımızda ilk iş kendi üzerimizde değişiklik yapmaktır. Ben bunu insanlara rehberlik, şifa yaptığımda ve enerji gönderdiğimde yaşıyorum. Bazısı hazır gerçekten. Değişmek için çaba sarf etmeyen bazıları ise sadece o anda kendi işinin yoluna koyulmasından yana ve hiçbir şekilde kendinde olumsuzluk görmüyor. İçindeki o karanlığı ve gölge yanlarını görmüyor maalesef. Bu sefer ruh sağlığı ile birlikte fiziksel sağlık sorunu da yaşamaya başlıyor.

İnsan ne kadar çok farkındalığa açık ise ya da farkındalığı yüksek ise o ölçüde kendi değişimini yapar. İnsan her yaşadığı olayda, “Bu bana ne öğretiyor? Kendimde neyi değiştirmem gerekiyor? Ne ile yüzleşmem gerekiyor? Egolarım nedir? Korkularım nelerdir?” sorularını kendine sormalıdır. Değişim için önce uyanış gerekiyor. Uyanışa geçtiğinde zaten aydınlanmaya gidiyorsun, aydınlanma da ışığı beraberinde getiriyor.

Bundan iki sene önce bir arkadaşım hayatında bazı olumsuzluklar yaşadı.

Bana, “O kişiler hayatımdan giderse çok rahat edeceğim,” dedi.

“Peki, sen kendini değiştirmek için bir çaba sarf ediyor musun?” diye sordum.

“Yok,” dedi, “Benim egom yok ki.” Düşünün, kendini çok mükemmel görüyor.

“Peki,” dedim, “Hiç korkun da mı yok?”

“Var tabii ki” dedi ve saymaya başladı korkularını.

“İşte,” dedim, “Yaşadığın olumsuzluk senin şu anda saydığın korkularınla yüzleşmen için bir vesile.”

Bu sefer cevabı “Değişim öyle kolay değil, bu yaştan sonra değişim yapmak kolay mı?” oldu.

İşte kendinde değişim yapmadan her şeyin yolunda gitmesini isteyen insanlardan biri. Herkes ister tabii ki hiçbir şey yapmadan her şeyin yolunda gitmesini. Ruh nasıl gelişecek, nasıl evrimleşecek, o özündeki sevgi nasıl çıkacak bu değişim olmadan? Nasıl ki vücudumuzu yıkamazsak kirlenir ve yıkandıkça o kirlerden arınırız ya da elimiz kirlendiğinde hemen yıkarız, aynı şekilde ruhumuzu kirleten o egolardan arınmadığımız sürece özümüze dönemeyiz. Bu ruhsal arınma insanın değişimine neden olur. Bir insan kendisinde öfke, kibir, bencillik, hırs, kıskançlık veya buna benzer olumsuz duyguları fark edip bunları değişmek için çaba sarf ediyorsa o zaman bu insan ruhunu geliştirmek, kendisine zarar veren duygulardan kurtulmak istiyor demektir. Bu farkındalıkla yol almaya başlıyor. İnsanın önce kendisinde olan olumsuzlukları kabullenmesi gerekiyor. Ondan sonra değişim başlar. Ama kendinde olanı kabullenmediği sürece ne anlatırsanız anlatın işe yaramaz, kendini hep haklı olarak görür.

Ben, insanları ruhu gelişmiş, ruhunu geliştirmek isteyen ve ruhunu hiç geliştirmek istemeyen olarak üç sınıfa ayırıyorum.

Birinci gruptaki ruhunu geliştirmiş insanlar hiçbir zaman egolarının esiri olmamışlardır. Ruhunu geliştirmek isteyen ikinci gruptaki insanlar ise kendi karanlık ve gölgelerinin farkına varıp ışığı seçenlerdir. Üçüncü gruptaki ruhunu hiç geliştirmek istemeyenler ise hayatlarındaki her şeyin yolunda gitmesini isteyen ama kendilerini değiştirmek istemeyen insanlardır.

İşte bu, ruhunu geliştirmek istemeyen insanlara istediğiniz kadar rehberlik verin, yol gösterin; hazır değilse hiçbir şey yapamazsınız.

Sevgili okuyucularım, değişim ve ruhunu geliştirmek konusu kısaca anlatılabilecek bir konu değil. Bu yüzden 29 Nisan 2022 Cuma günü yine bu konuyu anlatmaya devam edeceğim. Değişimi istemenin veya değişime direnmenin eğitimle ilgisi olmadığını da örneklerle detaylandıracağım.

(Devam edecek…)

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BARIŞ BENİMLE BAŞLAR-1

Sevgili okuyucularım, geçen ay bilinçli ve bilinçdışı anıların, olumsuzlukların temizlenmesi için yapılan ve “ho’oponopono” adı verilen bir arınma çalışmasını paylaşmıştım. Bu ay da farklı konular için aynı şekilde yapmanız gereken bu arınma çalışmasını üç madde hâlinde paylaşıyorum. Düzenli olarak yaptığınızda gerçekten kendinizde inanılmaz bir olumlu değişiklik göreceksiniz. Özellikle zihniniz, ne kadar berraklaşırsa o kadar huzurlu olur. En önemlisi berrak bir zihin her zaman doğru karar almanızı sağlar. Çünkü zihin olumsuzluklarla dolu olduğu zaman doğru karar bile alamıyorsunuz. Disiplin ve azimle yapılan çalışmalardan her zaman olumlu karşılık alınır. Çalışmaya geçmeden önce bununla ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum. Geçen ay bu bilgiyi paylaşmıştım fakat belki ilk defa okuyacak olanlar vardır. Onlar için yinelemekte fayda görüyorum.

Ho’oponopono yöntemi; karşımızdaki insanın yaşadığı bir sorunu duyduğumuz, öğrendiğimiz anda bizim sorunumuz olarak algılayıp kendi içimizde bundan arınarak karşımızdakini de arındırma yolunu öğretiyor. Sadece insanları değil her şeyi arındırıp temizlemenin yoludur bu. Olumsuz durumlardan kurtulmanın bir yöntemidir.

Ho’oponopono, Havai halkının kullandığı bir kendini arındırma yöntemidir. Bu yöntemi Joe Vitale’in kitabı “Zero Limit” aracılığı ile batı dünyasına tanıtan ve meşhur eden kişi Dr. Ihaleakala Hew Len oldu. Doktorasını Iowa Üniversitesi’nde yapmış olan Dr. Ihaleakala Hew Len, uzun yıllar Havai Devlet Hastanesi’nin suç işleyen akıl hastaları ile ilgilenen adli biriminde uzman psikolog olarak çalışmış. Hastalarıyla elde ettiği mucizevi sonuçlar çok ilgi çekmiş. Kullandığı yöntemler öyle etkiliymiş ki zamanla yatan hastaların tümü taburcu edilmiş, sonunda dört yıl içinde birim kapatılmış. Dr. Len’in kullandığı bu yöntem, 1982 Kasım’ından beri güncelleştirilmiş Ho’oponopono uygulaması yapan Hawaiili şaman Morrnah Nalamaku Simeona sayesinde ortaya çıkmış. Tüm dünyada bu yönteme ün kazandıran, öğrencisi Dr. Ihaleakala Hew Len ve Joe Vitale oldu.

Şimdi çalışmaya geçelim:

1) “Bedenimin sağlıklı, canlı ve güçlü olmasını engelleyen içimde bana, aileme, atalarıma ait her ne varsa, her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum”

“Özür dilerim”

“Lütfen beni affet”

“Teşekkür ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

2) “Bugün beni üzen, yoran, sıkan, zorlayan, yolumu tıkayan ve bana acı veren her şeyi yaratan içimde her ne varsa, her ne oluyorsa tüm zamanlarda, tüm boyutlarda, tüm evrenlerde temizlenip, arınıp, sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum”

“Özür dilerim”

“Lütfen beni affet”

“Teşekkür ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

3) “Negatif düşünmeme, karamsar düşüncelerime ve olumsuz iç sesime yol açan içimde bana, aileme, atalarıma ait her ne varsa, her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum”

“Özür dilerim”

“Lütfen beni affet”

“Teşekkür ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

Kaynak: Dr.Ihaleakala Hew Len ve Berna Özcan

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

PİKNİKTEN İZ BIRAKANLAR

Anılarımı paylaştığım on beş gün önceki yazımda ailece yaptığımız piknikleri ve bu pikniklerde yaşadığım mutluluğu anlatmıştım. O yazımda, piknik anılarımı anlatmaya devam edeceğimi de belirtmiştim. Tahmin edeceğiniz gibi dokuz yaşındaki çocuk bugün yine sandığın başında. Bakalım bu sefer pikniğe ait nasıl bir anı çıkaracak sandıktan? O pikniklerden nasıl bir iz kalmış büyümekte olan o çocuğun ruhunda?

Tabii ki gezmek güzel bir duygu bırakır bende. Gezilerin o anda bıraktığı duygu benim için çok önemlidir. Etrafımı gözlemler, nasıl davranışlarda bulunuyorlar, diye bakardım. Sadece gezmek değil mesele. Çocuk o bulunduğu ortamdan zevk alıyor muydu, eğlenebiliyor muydu, kendini nasıl hissediyordu? Her anı yazımda, hatırladıklarımı şeffaf olarak yazıyorum. Çünkü o anılar bende nasıl bir iz bırakmış ve bu izler yetişkinlik zamanımda benden yani özümden uzaklaşıp kendime ve etrafa karşı nasıl bir davranış içinde olmama yol açmış görmek istiyorum. O çocuk büyüdüğü zaman istekleri değişmiş mi, çocukken istediğini ne ise gene aynı şeyleri mi istiyor? İstediğim, üzerimde oluşan baskılar, kalıplar, korkular ve şekillerden uzaklaşıp kendi özümü yaşamaktı.

Kiraz bahçemize piknik için gittiğimizde iki şey beni rahatsız ederdi: Her hafta gelen ortaca yengemin ablasının çocuklarının çok yaramaz olması ve ablalarının yiyecek bir şey getirmemeleri. Her gelişlerinde, “Biz piknik hazırlığı nasıl yapılır bilmiyoruz, alışık değiliz,” diyorlardı. Gelen diğer kişilerin evlerinde hazırladıkları ve dışarıdan hazır aldıkları yiyecekleri, annemin ve küçük yengemin evde yaptığı yiyecekleri görüyorlardı. Bunları gördükleri hâlde diğer hafta geldiklerinde gene aynı sözü söylüyorlardı, “Biz bir şey getirmedik çünkü piknik nasıl yapılır bilmiyoruz.” Bu sözleri dikkatimi çekiyordu, yalan söyledikleri anlaşılıyordu. Çünkü insan bilmeyebilir ama birkaç hafta geldiğinde orada gördüklerinden, piknik için ne yapılması gerektiğini öğrenir. Üstelik maddi durumları iyiydi, dışarıdan hazır bir şeyler alıp gelebilirlerdi fakat almak istemedikleri için bunu söylemek zorunda kalıyorlardı. “Biz mahcup oluyoruz,” diyorlardı. Mahcup olan insan etrafına bakıp nasıl olduğunu öğrenir, bir dahaki gelişinde davranışını değiştirmiş olurdu. Şimdi anlıyorum açık ve net konuşmadıklarını. Oysa doğrusu ne ise onu söyleyebilirlerdi. Onlar sadece kendilerini kandırmış oluyorlardı. Kimsenin sesi çıkmıyordu.

Babam için bütün ailenin orada olması büyük mutluluktu. Herkesin gelmesini istiyordu. Fakat bu durum annemi çok yoruyordu. Çünkü o kadar kalabalığa yiyecek yetiştirebilmek için bir gün önceden başlıyordu hazırlıklara. Piknikte en fazla iş yapan annem oluyordu, gelen insanların maalesef çoğu oturup sohbet ediyor, bahçede dolaşıyor veya kiraz topluyordu. İş paylaşımı yapmıyorlardı. Şimdi anlıyorum ki herkes orada kendini düşünüyor, bencilce davranıyormuş. Tabii annem de sessiz olduğu için kimseye, şunu yapar mısın, demiyordu, kendi yapmaya çalışıyordu. Babam zaten huzursuzluk çıkmasın diye hiçbir şey söylemezdi. Her şeyi kabul ederdi. Yeter ki herkes mutlu olsun. Annem de öyledir. Tabii onların bu tutumu diğer kişilerin işine geliyordu.

Beni rahatsız eden diğer bir konu ki bu yalnızca beni değil ablamı, annemi ve yengelerimi de rahatsız ederdi; babam ve amcalarımın piknikte iş konuşmasıydı. Bu iş konuşmaları genellikle tartışmaya dönüşüyordu. Herkes kendi fikrini söylüyordu ama özellikle küçük amcam hep kendini haklı göstermeye çalışıyordu, iş konusunda iyi bir şey olduğunda kendisinin yaptığını söylüyordu. Babam, onun yaptığı işin hatalı olduğunu söylediğinde ise tartışma başlıyordu. Annem ve yengelerim, “Artık iş konuşmalarınızı burada yapmayın, işte yapın. Buraya eğlenmek için geldik,” diye tepki gösteriyorlardı. Ben o tartışma anlarında ve öfkeli konuşmalarda hemen uzaklaşıyordum. Kardeşimle ya kiraz toplamaya gidiyorduk ya da top ile oynuyorduk. Özellikle ortaca amcamın sesini yükseltmesi, öfkelenmesi ablamı ve beni çok rahatsız ediyordu. Diğer hafta tekrar pikniğe gideceğimiz zaman ablam, “Ben gelmiyorum, zaten bitirmem gereken projelerim var,” diyordu. Bu sefer ben de “Gelmek istemiyorum,” diyordum. Babam, “Hayır,” diyordu, “Gelmelisin, orada beraber olacağız.” Tabii ben babama amcamın öfkesinden ve onların tartışmasından rahatsız olduğumu söyleyemiyordum, sadece “Sesli ortamları sevmiyorum,” diyordum ve bu beni pikniğe gitmekten kurtarmıyordu. Çocukluğumda da rahatsız olduğum ortamları hemen terk ederdim. Yüksek ses, öfke ve kızarak konuşmak hep rahatsız etmiştir beni. Böyle davranan insanlarla aynı ortamı paylaşmak, konuşmak istemezdim. Bir de suçsuz olduğu hâlde babamın suçlanması benim alınmama sebep oluyordu. Tabii bu alınganlığı içimde yaşıyordum.

Babam da bir şeye kızdığı ya da küstüğü zaman sessiz bir yere çekilirdi. Kendi ile baş başa kalırdı. Fakat amcalarım hep kendilerini haklı göstermeye çalışırdı. Şimdi anlıyorum ki egoları konuşuyormuş, onlar bağırarak içlerini boşaltıyorlarmış. Babam onlar üzülmesin diye hep alttan alıyordu. Babamın ve annemin sessiz kalmalarının nedeni sadece huzursuzluk çıkmaması içindi. Küçük amcam istediği yapılmadığı zaman küser, bizimle pikniğe gelmezdi. Tabii yaşım ilerledikçe amcalarımın, babamın ve annemin iyi niyetini, sessizliğini kullandıklarını tam olarak anladım.

Aile içinde birileri sessiz olunca tabii ki o kişiye yükleniliyordu. Babam ve annem hiç kimse kırılmasın diye sessiz kalarak kendi haklarını çiğnemiş oluyorlardı. Aslında kendi haklarını savunup dile getirselerdi bir daha haksızlığa uğramayacaklar, üzülmeyeceklerdi. Annemin pikniğe gelenlere, “Bana yardım eder misiniz?” veya “Burada işleri hep beraber yapmalıyız,” demesi gerekiyordu. Aynı şekilde babam da küslük olmasın diye kendi isteklerini söyleyememekten, sürekli kendinden fedakârlık yapmaktan vazgeçmeliydi. Çünkü zaten kardeşleri onu seviyorsa haklı olduğunu anlayacaklardı. Ama bir insan bencil ise ne kadar isteğini yerine getirseniz de sürekli almaya bakar. Bazı insanlar siz verdikçe hep alırlar ne olursa olsun çünkü almaya meraklı insanlardır. Karşı tarafı düşünmezler bencil insanlar. Bu aile içinde olsun, akrabalıkta olsun, arkadaşlıkta olsun hep böyledir.

Sevgi ve saygı çerçevesinde olmak koşuluyla tabii ki hakkımızı her zaman korumalıyız. Eğer ortada yanlış bir davranış varsa söylemek gerekiyor. Çünkü insan kendinden fazla fedakârlık yaptığı zaman bu sefer kendi hakkına girmiş oluyor. Başkasının hakkını korumak konusunda çoğu insan biraz cimrilik yapıyor. Aynı zamanda iyi niyet de suiistimal edilmiş oluyor. “Nasıl olsa o sessiz, sesini çıkarmaz, her şeyi yapar,” deyip sürekli alma peşinde olanlar, kullanmak isteyen insanlar hep var. Böyle insanlara karşı kendimizi korumalıyız. Birlik ve bütünlüğün içinde konu ne olursa olsun her zaman paylaşmak vardır. O pikniğe gelenler kim olursa olsun kimse söylemeden iş paylaşımı yapmak zorundaydı ve ayrıca her gelen kendi bütçesine göre bir şeyler getirebilmeli ya da getirmese bile dürüstçe nedenini söylemeliydi.

Egolar olunca en yakınına bile haksızlık yapılıyor maalesef.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

NELERLE ÖVÜNÜRSEN ELİNDEN GİDER

Hayatımızda ne kadar çok bilge hikâye okumuş veya dinlemişizdir. Her biri ayrı bir ders niteliğindedir. Fakat en önemlisi ise bu bilge hikâyelerin öğrettiklerinden hayatımıza bir şeyler katmaktır. Bazen okuyup geçeriz, bazen üzerinde durup düşünürüz. Eğer her seferinde farklı bir açıdan bakmamızı sağlıyorsa o okuduğumuz bilge hikâyenin gerçekten üstünde durmuşuz demektir.

Bugün sizlerle paylaşacağım hikâyeye geçmeden önce birkaç cümle ile kendi düşüncelerimi ve duygularımı yazmak istedim. Bazen elimizdeki imkânlarla fazlaca övünürüz; maddi gücümüz, mevkiimiz, aklımız, zekâmız, güzelliğimiz, kariyerimiz vb. İşte bunlarla sanki hiç elimizde gitmeyecekmiş gibi övünüp dururuz. “Benim aklım var, ben aklımla her şeyi yaparım”, “Ben çok zenginim, bu zenginlik bitmez” veya “Ben iyi eğitimler aldım, her zaman iş bulurum, iyi para kazanırım, her zaman önüm açıktır,” diyen bazı insanlara şahit oldum. Aslında bu övündüklerinin bir gün ellerinden gidebileceğini veya bunlarla her kapının açılmayacağını bilmezler. Övünmek kendini üstün görmenin bir sonucudur ve bir anlamda kibre girer. Sizleri aşağıdaki bilge hikâye ile baş başa bırakıyorum.

HÜKÜMDARIN SERVETİ…

Zamanın birinde bir hükümdar varmış, zenginliği tüm dünyaca bilinirmiş. Hükümdar her gittiği yere hazinesinin bir bölümünü götürür ve bunları sergilemekten büyük onur duyarmış.

Hükümdarın hayatında en çok güvendiği, tek akıl hocası bir bilge kişiymiş. Günlerden bir gün bu bilge kişiyle otururken hükümdar şöyle bir soru sormuş:

–Sen ki göğün gizemine ermiş, bilime yön vermiş bir adamsın. İnsanlar, ister hükümdar denli güçlü, ister savaşçılar denli onurlu olsun ayağına kapanır ağzından çıkacak bir sözü beklerler. Şimdi senin gibi bilge bir adamın fikrini merak etmekteyim, benim hükümdarlığım ve servetim hakkında ne düşünüyorsun?

Bilge bu soru karşısında hükümdarın gözlerine bakarak şu sözleri söylemiş:

–Diyelim ki hükümdarım, kızgın ve uçsuz bir çöldesiniz. Ölmemek için, size uzatacağım bir bardak suya servetinizin yarısını verir miydiniz?

–Verirdim tabii.

–Zaman geçti diyelim susuzluğunuz arttı, size uzatacağım bir sonraki bardağa servetinizin öteki yarısını da verir miydiniz?

Hükümdar biraz düşünür ve ardından “Ölmemek için evet,” der. Bunun üzerine bilge kişi gülerek şu sözleri söylemiş:

–Madem öyle, o zaman övünmeyin fazlaca. Çünkü haşmetlim sizin servetiniz yalnızca iki bardak sudur.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

GİZLENMİŞ DÜRÜST OLMAYAN DAVRANIŞLAR

Dürüstlük konusunda 7 Aralık 2021 ve 4 Ocak 2022 tarihlerde olmak üzere iki yazı paylaşmıştım. O yazılarımda, dürüstlüğün çok geniş bir kavram olduğunu, derinliğine bakmak gerektiğini ve yalnızca bir veya birkaç yazıyla anlatılamayacağını vurgulamıştım. Şimdi Konfüçyüs’ün sözü ile başlıyorum:

Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma. Kendin ayağa kalkmak istiyorsan başkalarının da kalkmasına yardım et. Kendin başarı kazanmayı arzuluyorsan başkalarının da başarıya ulaşmasına yardım et.

Aslında dürüstlüğün temelinde sevgi vardır. Sevgi dolu bir kalp, dürüstlükle davranır. Çoğu insan dürüstlüğü sadece bir insanın parasını, eşyalarını çalmamak olarak görür. Bu yüzden de sorarsınız, “Ben kimseye zarar vermedim, dürüstüm,” der. Kendimizi düşündüğümüzde hep iyi davranılmasını isteriz. Peki, başkalarına nasıl davranıyoruz? Konfüçyüs’ün söylediği gibi kendimize yapılmasını istemediğimiz şeyleri başkalarına yapıyor muyuz?

Sıcağı sıcağına yaşadığım örnekten bahsedeyim. Günübirlik turlar düzenleyen bir seyahat acentesinin sahibi ile telefonda konuşuyordum. Akaryakıta zam geldiğinde ister istemez müşterilere bir fiyat farkı yansıtmıştı şirket. Sonra akaryakıt fiyatlarında indirim yapılmış fakat şirketin tutumu değişmemişti. Ben de hâliyle sordum, “Daha önce aldığınız fiyat farkından vazgeçip eski fiyatı uygulayacak mısınız?” Bana verdiği cevap şu oldu: “Tamam, indirim yapıldı ama fiyatlar fazla oynamıyor ki. İade etsek de fazla bir para değil ki.” Kendisine göre fazla para değilse niye zam gelince müşteriden hemen alıyor? Ne olursa olsun, mesele paranın çok ya da az olması değil, 1 kuruş bile olsa iade edilmesidir. Hakkaniyetli bir davranış sergilemektir. Kendisi, daha önce fiyat artışları sebebiyle marketten zamlı aldığı bir üründe, genel fiyatlar düşerken neden indirim yapılmadığını soruyor marketçiye. O, bunu soruyor ise kendisinden tur satın alan kişilerin de sormak hakkı var. Ayrıca kendisi bir yolcu olsa nasıl davranılmasını beklerdi, önce bunu sorması gerekiyor kendine. Bu davranış biçimiyle, o insanların parasını direkt cüzdanlarından çalmıyor ama dolayı olarak alıyor.

Dolaylı olarak dürüst olmayan davranışlardan birkaç örnekle devam edelim.

İş yerinde işini kaybetmemek için kendi yaptığı hataları başkası yapmış gibi amirlerine, şeflerine göstermek. Daha çok para kazanmak amacıyla firmaya aldığı ürün için tedarikçi ile anlaşıp komisyon alırken firmaya da yüksek fatura etmek. Benzer şekilde, sattığı ürüne gerçekten değerinden yüksek fiyat vermek, taklit ürünü orijinal olarak göstermek, işyerinde bir çalışana fazla mesai yaptırıp onun hakkını vermemek ya da fazla mesai ücreti almak için bitmesi gereken işleri zamanında bitirmeyip mesaiye kalmak.

Ya da taksiye binersiniz, şoför taksimetreyi açmaz ve der ki “Orası 10 lira ama sizden 8 lira alırım.” Oysa gideceğiniz mesafenin gerçek değeri 5 liradır.

Evinizde iki gün önce yaptığınız bir yiyeceği apartman görevlisine verirken “Bugün yaptım,” derseniz veya kendinize yaptığınız bir yiyecekte kullandığınız iyi malzemeleri o kişiye yaptığınızda da kullanmazsanız dürüstlük olmaz.

Ya da sevgilinize, eşinize, arkadaşlarınıza ve komşularınıza sevmediğiniz hâlde kendi çıkarlarınız için sevmiş gibi davranmanız, ona kendinizi şirin göstermeye çalışmanız dürüstlük olmuyor. Hatta bu durum kendiniz kandırmaktan başka bir şey olmuyor.

Buna benzer çok örnek verebilirim.

Dürüst insan, hiç kimsenin maddi veya manevi hiçbir hakkını yemez. Yaşanmış bir örneği sizlere paylaşmak istiyorum sevgili okuyucularım.  İnternet üzerinden sipariş verilen bir ürün, alıcısına değil bir başka kişiye gidiyor üstelik ürünün teslim edildiği kişi de sipariş verenin arkadaşı. Aralarında şöyle bir diyalog gerçekleşiyor:

-Senin aldığın ürün bana geldi. Bunların parası neyse vereyim, ürün bende kalsın.

-Ama ben onu bir arkadaşıma doğum günü hediyesi olarak aldım.

-O zaman buluştuğumuzda veririm.

Ürünü sipariş veren kişi, açık yüreklilikle konuşuyor:

-Şu aralar seninle buluşamayacağım. Diğer arkadaşımın doğum günü de yakın zamanda ve hediyesini vermem gerekiyor.

Aralarında bu konuşma geçmemiş gibi, ürünü yanlışlıkla teslim alan, esas sahibine göndermiyor, kendisinde kalıyor. Üstelik ürünü satın alan ona bu davranışının hatalı olduğunu söylediğinde de hatasını kabul etmek bir yana, yaptığını doğru buluyor. Böyle bir davranışta bulunan insan da kendisini dürüst diye tanımlıyor. Sizce ne kadar dürüst? Bu olayda yapılması gereken nedir? İlk önce yanlışlıkla gelen ürün, ister yabancı ister arkadaş ister en yakınlar olsun; gerçek alıcısı kim ise ona gönderilir veya o kişiye sorularak vereceği cevaba göre hareket edilir. Ürünü teslim alan çok beğenmişse ya kendisi de sipariş verir ya da ürünün sahibine, benim olmasını istiyorum, diye açıkça söyler. İnsanız, hata yaparız, bir anda boş bulunuruz, bunlar kabul edilebilir durumlardır fakat hatasını bile kabul etmiyor, kendini haklı görüyor ve özür dilemiyorsa yapacak bir şey, söyleyecek bir söz kalmıyor. Bir insana güvenmeniz için öncelikle çok dürüst olması, her konuda açık olması gerekiyor.

Yukarıda söylediğim gibi bir insana dürüst değil demek için o insanın ille de başkasının evinden eşya veya cüzdanından para çalması gerekmiyor. Birisine borç para verirsiniz fakat o, siz sormadığınız sürece paranızı vermez, istediğinizde de verecek durumda olmadığını söyler, hemen bir neden gösterir. Aslında parasının olduğunu bilirsiniz. Ya da kendi çıkarları için sizin iyi niyetinizi kullanması da dürüstlük olmuyor. Dürüst olabilmek için çok şeffaf olmak gerekiyor; açık ve net olmak. Bir sözün arkasında durmak dürüstlüktür. O söz yerine getirilemediğinde mutlaka bir açıklama yapılmalıdır.

Dürüstlük ahlak ve erdemliktir.

Ne şartlar olursa olsun insan her şeyden ve herkesten önce kendine karşı dürüst olmalı ve onu hiçbir zaman kaybetmemelidir. Dürüst olmayan her davranış negatif enerjiye dönüşür. Bu negatif enerji dönüp dolaşıp yine insanın kendisine zarar verir. Bugün günü kurtarıyorum sanır hâlbuki ektiği tohumu görmez.

Aslında insan, kendisine saygısı ve sevgisi olduğu sürece kendine ve etrafındakilere dürüst olur. Kendine sevgi ve saygısı olmayandan hiçbir şekilde dürüstlük beklemeyin.

Kendinizi hiçbir zaman farklı göstermeyin. Çünkü ruh her zaman gerçekleri gösterir.

Yazımı şu sözle noktalamak istiyorum:

“İnsan ne yaparsa kendine yapar.”

Ne yaşarsak yaşayalım hiçbir zaman dürüstlüğümüzü kaybetmeyelim. Hayat şartları için dürüstlüğümüzden vazgeçmeyelim.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

DURU İŞİTİ

Sevgili okuyucularım, geçen ay metafiziksel duyularla ilgili duru görüyü anlatmıştım. Bu ay duru işiti ile ilgili bilgileri sizlerle paylaşacağım. Yalnız önce John Holland’ın “Ruhun Gücü” ve Dorren Virtue’in “İlahi Rehberlik” adlı kitaplarından duru işitiye ilişkin alıntıları aktarmak istiyorum. Ayrıca bu konuda kendi yaşadıklarımı da anlatacağım.

Duru işiti bir çeşit içsel duyma yeteneğinizdir.

Bu yetenek; adları, tarihleri, belli deyişleri ve hatta şarkıları ve melodileri duyabilmenizi sağlar.

Öznel olarak (yani zihninizle) duyduğunuzda, sesler sanki kendi sesinizle dile getiriliyormuş gibi duyarsınız. Bu yüzden bunların sizin kendi düşünceleriniz mi, yoksa psişik bilgiler mi olduğunu kestirmek biraz kafa karıştırıcı olabilir. Ancak deneyim kazandıkça ikisi arasındaki farkı anlamayı öğreneceksiniz. Bazı insanların nesnel olarak duyduklarını, yani seslerin dışarıdan geldiğini ifade etmek gerekir.

Hiç etrafınızda kimse olmamasına rağmen kendi adınızın çağrıldığını duydunuz mu? Bu çağrı sevdiğiniz bir insanın ruhundan veya dünya üzerinde sizi düşünmekte olan birinden gelmiş olabilir. Eğer ikincisi olduğunu düşünüyorsanız, bir merhaba demek için bu kişiyi aramaya çalışın. Büyük bir olasılıkla aradığınız kişi az önce sizi düşündüğünü söyleyecektir.

Duru işitiye verilecek en güzel örnek, zihninizde bir şarkının çalmakta olduğunu düşünmenizdir. Bir dakika durun ve bunun hangi şarkı olduğunu aklınıza not edin. Şarkının sözlerine dikkat edin, çünkü genellikle orada size veya yardıma ihtiyaç duyan bir yakınınıza cesaret verecek ya da tavsiyede bulunacak bir mesaj gizlidir. İnsanlar için telefonda okuma yaptığımda, karşımdakilerin sesleri ile bana ulaşan enerjiye uyum sağlayabilmek için, sezgisel bilgi toplamanın güçlü bir aracı olan duru işiti yeteneğimi kullanırım. Bir dahaki sefer biriyle telefonla konuşurken gözlerinizi kapayın ve hattın diğer ucundaki sesi gerçekten dinlemeye çalışın. Sezgilerinizin bilinçli tepkilerinize yön verebilmesi için karşınızdakinin ses tonunun ve kelimelerinin bütünlüğüyle kendi alanınıza girmesine izin verin. Yaptığınız sohbetle ilgisi olmayan renkler, görüntüler ve hatta duygularla karşılaşabilirsiniz. Bu yüzden yalnızca kulaklarınızla değil, sezgilerinizle dinleyin.

Bu yeteneğe, boğazınızdaki algı bölgesi (boğaz çakrası) yoluyla erişilebilir ve duru işiti yeteneğine sahip olanlar psişik dinleme güçlerini bedenlerinin bu bölgesine odaklanarak artırabilirler.

Duru işiti Yeteneğinin Belirtileri

Sesli düşünmektense her zaman kafanızın içinde düşünmeyi mi tercih ediyorsunuz?

Biri yalan söylediği zaman bunu anlayabilir misiniz?

Gürültülü mekânlara ilgi duyar mısınız?

Hangi işle uğraşırsanız uğraşın arka planda hep müzik mi çalmaktadır?

Hiç başkalarının düşüncelerini duyduğunuz oldu mu?

Duru işiti sık sık duyduğumuz o fısıltıdır, pek çoğumuzun yeterince dinlemediği ve sonunda pişman olduğu ses.

Duru işiti yeteneğinizi geliştirmenin birinci aşaması psişik bilgileri gündelik düşüncelerinizden ve zihninizdeki gürültüden ayırt etmeyi öğrenmektir. Bunu yapabilmek için duru işiti yeteneğinizle bol bol çalışma yapmalısınız. Zaman içinde içsel sesiniz yoluyla aldığınız bilgiler size akmaya başlayacak ve daha keskin bir açıklığa kavuşacaktır. Eğer olumsuz bilgiler alıyorsanız, bunlar muhtemelen kendi zihninizin müdahalelerinden kaynaklanmaktadır. Böyle bir durumda yolunuza devam etmeden önce ilgilenmeniz gereken duygusal ya da psikolojik sorunlar olup olmadığını kontrol etmelisiniz.

Psişik çalışmalara henüz başlamış insanlara verdiğim önemli bir tavsiye şudur: Psişik veri elde etmekte olduğunuza inandığınız zaman geri çekilin ve kendinize şöyle sorun, “Bu bilgi bana mı geliyor, yoksa benden mi geliyor?”

Böylece psişik gelişiminizi dengeli biçimde sürdürmeniz ve her zaman için öznel kalmanız kolaylaşacaktır.

Gelişme kaydettikçe yaşamınızın pek çok alanında size yardımcı olması için psişik duyma yeteneğinize başvurabilirsiniz.

(John Holland’ın Ruhun Gücü ve Dorren Virtue’in İlahi Rehberlik adlı eserlerinden alıntıdır…)

Duru işiti tıpkı duru biliş ve duru görü gibi çakraları temizlediğimizde gelişir. Negatif düşünce ve duygular, korkular olduğu sürece duru işiti duyulmaz. Duru işitiyi şöyle örnekleyebiliriz: Diyelim ki içinizde bir soru var. Bir lokantada yemek yerken veya bir markette alışveriş yaparken içinizdeki sorunun cevabını diğer masada yemek yiyen birinden ya da size hizmet eden garsondan; markette sizin gibi alışveriş yapan veya orada çalışan bir insanda alırsınız. Dersiniz ki “O kişi sanki benim yaşadığımı biliyor ve cevabını verdi.” Aslında bu, farkındalığınızın ve kanallarınızın açık olmasına bağlıdır. Eğer o anda o cevabı duymak istemiyorsanız zaten yok olur. Duymadan geçersiniz. Kendimizi ne kadar çok arındırırsak bunlara da açık oluruz. Bazı insanlara Allah tarafından doğuştan verilen özellikler zaman içinde kullanılmadığında kapanır. Ancak istenirse bu psişik yetenekler tekrar kullanılmaya başlanabilir. Bunun için de en önemlisi hazır olmak ve bütün negatif duygulardan, düşüncelerden arınarak çakraların açılması, bilinç seviyesinin yükselmesidir. Örneğin, evin içinde yalnızsınız, bir anda içinizde bir soru belirir ve onun cevabını almak istersiniz. Kapı çalınır, size bir paket getiren kurye o anda o sorunun cevabını verir; şaşırır kalırsınız. Ya da evde bir anda dolabın kapağı açılır, bir kitap düşer, bir bakarsınız ki içinizdeki sorunun cevabı o kitabın kapağında yazılıdır.

Kendi yaşadıklarımdan bir örnek vereyim. Bir seyahatimde adım atmam gereken bir konu vardı. O sırada yedi sekiz yaşlarında bir çocuk yanıma geldi, bana kalem uzattı satmak için, ben de aldım. Çocuk, içimdeki sorunun cevabını vermişti. Sanki ben önceden o konuyu ona anlatmışım veya başkasından dinlemişti; gelip bana cevabını söylüyordu. Bunu gibi çok örnek verebilirim. İşte burada önemli olan sizin bunun farkında olmanızdır. Siz hazırsanız zaten birilerine anlatmadan cevaplar her zaman gelir. Bazen “Gaipten sesler mi geldi?” dersiniz, hâlbuki o duyduğunuz sizin o anda beklediğiniz cevaptır; korkularınız olmadan o sesleri fark etmektir. Yeter ki siz hazır olun.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com