SÖZLE DEĞİL YÜREKLE SEVMEK

Erich Fromm’un sevdiğim bir cümlesi var: “Önemli olan sözler değil davranışlardır. Sevdiğini söyleyen birisi yerine, sevgisini gösteren birisine inanın.” Bu böyledir. Birisine sevdiğinizi söylemekle bunu hissettirebilmek çok ayrı şeyler. Tam da bu yüzden davranışa yansımayan hiçbir şey gerçek değildir.

İnsanların sürekli ve en kolay söyledikleri cümle “Seni seviyorum.” Ağızlarından öyle kolay çıkıyor ki gerçekten kalpten hissederek mi söylüyorlar yoksa karşı tarafı mutlu etmek veya kendi menfaatleri için mi ayırt etmek bazen güçleşiyor. Bunu anlamanın en iyi yolu da biraz zaman tanımaktan, uzaktan bakıp gözlemlemekten geçiyor, yani Fromm’un dediği gibi davranışlara bakmaktan. İnsanlar arasındaki her türlü ilişkide, tarafların birbirine davranışında bu iki sözcüğün anlamını yitirdiğine çok şahitlik etmişimdir.

Sevgili okuyucularım, her yazımda olduğu gibi bugün de konu hakkında kendi düşüncelerimi, duygularımı ve gözlemlerimi örnekleriyle yazıyorum. Tabii ki herkesin özgür iradesi, kendi fikirleri var, o yüzden yazdıklarıma katılmayabilirsiniz. Fakat sizlerin de bu konuda fikirlerinizi almak isterim.

Sevgiyi ifade etmek bazılarımız için çok kolaydır. Bazılarımız içinse çok zor. Önemli olan bunu davranışa yansıtmaktır.

Benim için bir insanın davranışları sözlerinden daha önemlidir. İnsanın sözleri davranışlarına yansımıyorsa, tutarsızlık varsa güven oluşmuyor. Şimdi örneklerle birlikte konuyu daha da açalım.

Eşiniz, sevgiliniz veya arkadaşınız fark etmez, seni seviyorum, der ama size herkesin içinde hakaret eder ya da yalnız iken küçümser, önemsemez; değersizlik yaşatır. Sizi aldatır yine de gelip “Seni seviyorum.” der. Davranışlarına baktığınızda o güzel sözleri söyleyen, sevgisini ifade eden insan değildir karşınızdaki. Tabii ki hiç kimse kusursuz değildir, bir hatanız da olabilir ama bu size kötü davranmasını gerektirmez, hatalar kırıcı olmadan söylenebilir. Zaten sevgisi gerçek olan karşısındakini sözleri ve davranışlarıyla incitmez.

Komşunuz gelir, “Seni çok seviyorum, biliyor musun bu apartmanda en iyi komşu sensin.” der sonra öğrenirsiniz ki diğer komşuyla sizi çekiştirmiş. İş yerindeki arkadaşınız “En iyi arkadaşım sensin, seni çok seviyorum, karakterini, kişiliğini çok beğeniyorum.” der yüzünüze ama arkanızdan dedikodunuzu yapar. Bir sırrınız varsa hiç aklınıza gelmeyecek kişilere anlatır ya da size iftira atarak işinizden etmeye çalışır. Sonra bunları duyarsınız ve artık onun sevgisine inanmazsınız, aynı zamanda o kişiye olan güveniniz de biter.

Aynı şekilde iş yerinde patronlarınız, “Çalışmalarından çok memnunuz, seni çok seviyoruz.” derler fakat bu sözleri davranışlarına yansımaz. Taleplerinizi dile getirdiğinizde hiç oralı olmazlar, size birçok vaatte bulunurlar ama zamanı gelince önünüze başka nedenler sunarlar. Sevgileri sadece o anda ve sözde kalır.

Bu ne yazık ki çalışanlar arasında da zaman zaman görülen bir durumdur. Çalışan kişi, müdürünün yüzüne kendisini sevdiğini, işini sevdiğini söyler sıkça. Fakat işiyle ilgili sorumluluklarını yerine getirmez, sürekli hatalar yapar ya da müdürünün arkasından dedikodusunu yapar. Nerede kaldı o sevgi cümleleri?

Arkadaşlar arasında da çok sık görüyorum, birbirlerine “Seni seviyorum.” diyorlar fakat aralarındaki kıskançlık ve rekabet davranışlarına yansıyor. Bir de aynı işi yapıp da arada rekabet olunca davranışlardaki sevgisizlik daha net anlaşılıyor ve konuşmaların arasına sıkıştırılan “Seni seviyorum.” cümleleri anlamını yitirmiş boş sözlere dönüşüyor.

İnsanı tanımak için yaptığı davranışlara bakın. Kelime oyunları çok güzel aldatabilir ve inandırabilir. Sosyal medya platformlarından yazdığı mesajların sonuna veya sizin yazdığınız paylaşımlara bir kalp sembolü koyar, sizi sevdiğini düşünürsünüz. Peki, gerçekten öyle midir? Bunu içtenlikle mi yapmıştır, içten görüneyim diye mi? İkisinin arasında çok büyük bir fark var.

Yüzüme beni sevdiğini söyleyen bir insan, arkamdan dedikodu yapmaz, hatam varsa yüzüme söyler. Eğer arkamdan konuşuyorsa, ortak tanıdıklarımıza dedikodumu yapıyorsa onun sevgisine inanmam, bilirim ki kendi menfaati için beni sevdiğini söylüyor. Maalesef insanlarda bu çoktur.

Bazen davranışlar kırıcı oluyor. İnsanın içinde sevgi yoksa ne verebilir? Tabii ki kırıcı davranışlarda bulunacak. Sizi sevdiğini söyleyen ama davranışları kırıcı olan bir insanın alıp getirdiği hediyeyi bile kullanmak istemezsiniz. Çünkü o hediyede neşe ve sevgi enerjisi hissetmesiniz.

Menfaate dayalı sevgi her zaman yüzeyseldir ve uzun sürmez. Çünkü menfaatini düşünen insan karşısındakinin ya etiketini seviyor ya mevkisini ya da parasını. Karşısındaki insanda da sevildiğini sanıyor sonra görüyor ki gösterilen sevgi kendisine değil imkânlarına. O imkânlar olmadığında, örneğin o kişiye istediği para verilmediğinde ya da yaptırmak istediği iş için hayır yanıtı aldığında davranışları değişiyor. Karşısındaki sormaya başlıyor bu defa, “Hani beni seviyordun? Ne oldu, niçin böyle kırıcı davranış gösteriyorsun?” Böylelikle menfaate dayalı sevginin sonu geliyor. Dürüst olmak da sevgi içeren bir davranış şeklidir.

Erich Fromm’un dediği gibi sevgisini gösteren insana inanmak gerek. Mutluluğumu ve üzüntümü paylaşmayan, iyi veya kötü günümde yanımda olmayan bir insanın “Seni seviyorum.” demesi havada asılı kalmış sabun köpüğü gibidir.

Sevgi duygusu insanın içinden gelmeli, ruhu sevgi dolu olmalı ki söze döktüğünde gerçek değerini bulabilsin. Ruhu sevgi dolu olan insanı, bunu dile getirme biçiminden, sarılmasından, bakışındaki samimiyetinden ya da yazdığı mesajların enerjisinden anlarsınız.

Sevginin davranışlara yansıması meselesi ebeveynlerle çocukları arasındaki iletişimde de önemlidir. Çocuğun kişiliğinin gelişimini etkiler. Anneler ve babalar çocuklarına “Seni çok seviyoruz.” derler ama davranışlarına bunu yansıtamazlar, sadece maddi imkânlar sunarlar. Tavırları çocuğun özgüvenini destekleyici değildir, sürekli başkalarının çocuklarıyla kıyaslarlar. Çocukları ile vakit geçirmezler, ilgilenmezler, onlarla sohbet etmezler sadece seni seviyorum, deyip önüne bir oyuncak koyarlar. O sevgi sözleri böylece havada kalır.

Benzer durum kardeşler arasında da yaşanır. Aile toplandığında herkes birbirine “Seni seviyorum.” der. Ama kardeşler arasında kıskançlık varsa bu davranışlara yansır, kırıcı sözler söylenir. Mesela birinin hakkı olan maddi değerleri kıskançlık yapan kardeş kendi hakkı olmadığı hâlde almaya kalkar. Bencilce davranışta bulunur. Aileden kalan mirası mahkeme yoluyla bölmeye giderler, en çok payı almak için birbirleriyle yarışıp çeşitli yasal olmayan yollara bile başvururlar. Zor durumda olan kardeşlerine yardım etmezler, maddi ve manevi olarak desteklemezler ama lafa gelince kardeş olduklarını ve birbirlerini koşulsuz sevdiklerini söylerler.

Geçenlerde gittiğim tatilde şahit olduğum bir olayı anlatayım. Bir dükkâna alışverişe girmiştim. Dükkân sahibi sinirli bir şekilde telefonda konuşuyordu. Konuşması bitip telefonu kapattıktan sonra aynı sinirli tavırla ve yüksek sesle söylenmeye başladı: “Nasıl bir insan bu? Söylediği sözle yaptığı davranış birbirini tutmuyor.” Alışverişe çıktığımda esnafla konuşmayı severim. Bu yüzden dükkân sahibiyle de konuşmak istedim. Kendisini bu denli sinirlendiren ve üzen sorunu anlatmak isterse dinleyebileceğimi söyledim. Oğlundan bahsetti, “Baba seni seviyorum, diyor ama sürekli beni üzecek davranışlarda bulunuyor. Söylediği sözler ile yaptığı davranışlar bir tutmuyor. Bu davranışları yüzünden artık sevgisinden şüphe duymaya başladım, bu beni sevmiyor, dedim kendisine de söyledim.” dedi.

Onun için sevgili okuyucularım, kim olursa olsun “Seni seviyorum.” dediğinizde o ağzınızdan çıkan iki kelimenin hakkını vererek söyleyin. Yoksa hiç söylemeyin. Söylemek için hiç söylemeyin. Önemli olan sözünüzün davranışınıza yansımasıdır. Davranışlar olumsuz ise sevginin hiçbir önemi kalmıyor. Hele menfaatiniz için sevmiş gibi hiç yapmayın. Karşı tarafa bir şey olmaz, gerçekler bir gün ortaya  mutlaka çıkar. Ama en önemlisi kendinize olan saygınızı lütfen yitirmeyin. Her zaman kendiniz ile kalıyorsunuz. Çünkü saygı da sevgi ve davranışlarla bir bütündür.

Gerçek sevgilerle buluşmak üzere…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BARIŞ BENİMLE BAŞLAR-5

Sevgili okuyucularım, sıra geldi bu ayki olumlama çalışmasına. Olumlamanın hayatımızda çok önemli etkileri olduğunu bir kere daha vurgulamak isterim. Bazılarınız şunu söyleyebilir: “Ben zaten pozitif bir insanım, olumlama yapmaya ihtiyacım yok.” ya da “Neşeli bir insanım ben, hiçbir şeyi takmam, anı yaşarım; ne geçmişi ne geleceği.” Bunun gibi cümleler kursak da aslında öyle olmadığını yaşadığımız olumsuz olaylara veya ağzımızdan çıkan sözlere dikkatimizi verdiğimizde fark ederiz.

Bilinç ve bilinçaltı, doğduğumuz günden itibaren artık işlemeye başlamıştır. (Hatta araştırmalara göre bebek anne karnında sekiz haftayı tamamladığında bilinç oluşmaya başlıyor.) Zaman içinde aile, toplum ve çevremizdeki insanlarla iletişimimizde yaşadığımız olumsuzluklar bizde negatif düşünce, endişe, kaygı ve korkular oluşmasına neden olur. Sonra da hayatımızda aksiliklerle karşılaştığımızda kendi kendimize söyleniriz; bir türlü de şansım olmadı, hep beni mi buluyor, diye. Aslında bunları kendimizdeki negatif düşüncelere, zihnimizin gürültüsüne bakmadan söyleriz.

İşte olumlama tam da bunun için gereklidir, zihnimizin gün içinde çıkardığı onca gereksiz gürültüyü keser. Düşünün, gürültülü bir zihin ne kadar doğru karar verebilir ya da pozitif düşünebilir? Tanıdığınız bazı insanlar için “Ne kadar negatif konuşuyor. Sürekli korku, sürekli endişe dolu konuşmaları bize de negatif enerji vermeye başladı.” dediğiniz olmuştur mutlaka. Siz bunu fark edersiniz ama o kişi negatif konuştuğunun farkında bile değildir, ona doğal gelir.

Yaşadığım bir örneği anlatayım size. Kendini pozitif bir insan olarak tanımlayan ve olumlamaya ihtiyacı olmadığını düşünen bir arkadaşın şu cümlesi dikkatimi çekti: “Üşüdüm, üstüme ceketimi giyeyim de hasta olmayayım.” İşte burada direkt negatif bir cümle kuruyor çünkü hastalığı seçiyor. Onun yerine, “Üşüdüm, üstüme ceketimi giyeyim ki sağlıklı bir yaşam sürdüreyim.” demesi gerekiyor. Peki, bunu nasıl sürekli kılacağız? Ne söylediğimize odaklanarak, zihnimizin gürültüsünden arınıp ağzımızdan çıkan sözü kulağımızla gerçekten duyarak, farkına vararak. Zaten farkındalık artıkça konuşurken kullandığınız kelimelerin olumlu mu olumsuz mu olduğunu görürsünüz.

Olumlamaları düzenli yaparak ve önemseyerek içselleştirmek gerekiyor.

Şimdi olumlama çalışmasına geçelim. 2014’te internette araştırırken not aldığım, kişisel gelişim eğitimleri veren Rota Danışmanlığın kurucusu Sayın Levent Akkaya’nın paylaştığı olumlamayı ben de sizinle ve sevgi ile paylaşıyorum. Şifa olsun. 

“Sevgiyi ve huzuru bütün varlığımda hissediyorum, her an sakin ve mutluyum.

Zihnimi ve bedenimi sevgiyle dengeliyorum, artık kendimi iyi hissedeceğim duyguları seçiyorum.

Kararlı bir insanım, kendimi sevgiyle destekliyor ve kararlarımı rahatça uyguluyorum.

Her geçen gün daha fazla kazanıyor ve zenginleşiyorum.

Hayatımı en iyi şekilde sürdürmek için gereken tüm kaynaklara sahibim.

Karşılaştığım her deneyimle daha da zenginleşiyorum, yaşama kuvvetim artıyor.

Yaşam mükemmel bir bütün ve ben bu bütünün değerli bir parçasıyım.

İçinde bulunduğum an güzelliklerle ve mutlulukla dolu, bugünün güzel yönlerini deneyimlemeyi seçiyorum.

Her zaman bir çözüm yolu vardır, bunu görecek ve uygulayacak güçteyim.

Gereken her zamanda olması gerekeni görecek ve harekete geçecek güce sahibim.

Geleceğimde her şeyin çok iyi olacağının bilincinde olarak keyifle ve güvenle yürüyorum.

Beni tam anlamıyla destekleyecek yepyeni kurallarla dolu bir yaşamı seçiyorum. 

İçimde hissettiğim cesaret ve güç bana tüm kapıları açıyor.

Her düşüncem ve davranışım hayatımı daha iyi bir hâle getirir.

Bakmaktan ve yaşamaktan sonsuz zevk alacağım bir yaşam yaratıyorum.

Yaşamım tüm yönleriyle rahatlıyor, bilincim tüm engellerden arınıyor.

Yaşam sürekli değişiklikler içinde ve ben bu değişikliklere kolayca uyum sağlıyorum.

Aklım ve sezgilerim bana en doğru yolu gösteriyor.

Her zaman güven içindeyim, sevgi beni kuşatıyor ve koruyor.

Yaşamımı kolay ve neşe dolu bir hâle getirmeyi seçiyorum.

Yaşamın tüm değerleri bana doğru akıyor.

Yaşama dair yeni deneyimleri mutlulukla kabul ediyorum.

Ben daima bulunduğum anın güzelliğini yaşıyorum.

Yaşamın akışına ve kaderimin yoluna güveniyorum, huzurluyum.

Hayatımı güzelleştirecek oluşları ve insanları kendime çekiyorum.

Benim dünyamda her şey yolundadır, benim dünyamda bolluk ve bereket sınırsızdır.

Yaşamı sevmeyi ve ondan keyif almayı seçiyorum, mutluluk kanallarım sonuna dek açık.

Kendi gücümün farkındayım, kendi gerçekliğimi sevgiyle yaratmaya hazırım.

Yaşamı kendi ifade ettiğim gibi yaşamakta özgürüm, kendimi ve kararlarımı onaylıyorum.

Tüm duygularımda huzur içindeyim, kendimi seviyor ve onaylıyorum.

Hayatımı dolu dolu yaşamayı seçiyorum.

Her deneyimimden iyilik ve yarar kazanıyorum, büyümeyi ve gelişmeyi seçiyorum.

Kendi kusursuz konumumdayım ve her zaman güvendeyim.

Hissetmek istiyorum, duygularımı ifade etmemin bir zararı yok.

Kendi dünyamın tek gücü ve otoritesi benim, huzurluyum.

Yaşamım olması gerektiği gibi, her an daha iyiye ulaşacak yolları buluyorum.

Ruhumun ve irademin kuvvetini hissediyor ve yansıtıyorum.

Temizlendim, arındım, affettim, ruhum ve bedenim artık çok rahat.

Yaşam seçimlerimden ibaret ve ben bu seçimlerin tek sahibiyim.

Yaşam tüm detaylarıyla her zaman bana yardım ediyor.

Yaşam sonsuz ve neşe doludur, her anını heyecanla bekliyorum.

Kendi güzelliğimi ve görkemimi görmeyi seçiyorum.

İsteklerimi rahatça dile getiriyorum, kendimi ifade etmemin hiçbir sakıncası yok.

Yaşamın merkezinde sevgiyle ve başarıyla var oluyorum.

Zihnimi gevşetiyor ve huzurla dolmasına izin veriyorum.

Güçlü ve arzulanan bir insanım, hayatımdan keyif alıyorum.

Düşüncelerimi özgür bırakıyorum, endişeler tek tek kayboluyor.

Ben değerli ve özel bir varlığım.

İsteklerimi gerçekleştirecek güce sahibim, kontrollü ve kolayca ilerliyorum.

Yaşamıma başarıyı ve sevgiyi davet ediyorum, tüm hayatımı kolay ve değerli bir hâle getiriyorum.

Olduğum gibi davranmak benim en büyük gücüm, kendimi bu hâlimle seviyorum.

Tüm benliğim enerji ve yaşama sevinciyle dolup taşıyor.

Geçmişin bütün yükünü geride bırakıyorum, yaşamım duru ve temiz.

Yaptığım her hareketin, söylediğim her sözün farkındayım, ben yaşamıma hâkimim.

Geçmişten kurtuluyor ve geleceğe doğru özgürce adımlar atıyorum, hiçbir şey beni durduramaz.

Artık çok daha iyiyim.”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KARDEŞLER ARASINDA KIYASLAMA

Sıkça kullandığımız bir cümle var: “Hayat, biz başka planlar yaparken başımıza gelenlerdir.” Gazeteci, yazar, karikatürist Allen Saunders’in 1957’de Reader’s Digest dergisinde yayımlanan makalesinde yer verdiği bu cümleyi çoğumuz John Lennon’ın “Beautiful Boy (Darling Boy)” adlı şarkısından bir dize olarak hatırlarız.

2021 yılının henüz başında “Sevginin Işığı Şifa” adıyla yazılar yazdığım blogumu şu anda okuduğunuz yine aynı adlı web sayfama dönüştürürken siz sevgili okuyucularıma, on beş günde bir anılarımı yazacağıma dair söz vermiştim. Fakat Allen Saunders’in yukarıda belirttiğim sözündeki gibi bu kez ben hayatın getirdiği programa uymak zorunda kalınca bu on beş günlük süre bir aya çıktı. İşte şimdi anılarıma, bir ay önce kaldığı yerden devam ediyorum. Gelin hep birlikte bakalım; dördüncü sınıftaki çocuk bu sefer anahtarı ile sandığı açtığında kendisinde iz bırakan hangi anıyı serbest bırakıyor?

Aynı sırayı paylaştığım en yakın arkadaşım okuldan ayrılalı iki ay olmuştu. Onu çok özlüyordum. Hafta sonları ya o bize geliyor ya da ben onlara gidiyordum da bu özlem biraz olsun hafifliyordu. Ama hangi hafta sonlarında? Tabii ki ailelerimiz müsait olduğunda. Çünkü karşıya, Avrupa yakasına taşınmışlardı, bir vasıta ile gidiliyordu ve bunun için de yanımızda ailelerimizin olması gerekiyordu.

Bu arada yeni sıra arkadaşımla da çok güzel anlaşıyorduk. Bana, okumadığım kitapları getiriyordu. Ben de aynı şeklide kendi kitaplarımdan onun okumadıklarını paylaşıyordum. Sadece kitap da değil, yanımızda beslenme için getirdiğimiz yiyecekleri paylaşıyorduk, hoşuna giden kalemimi ona veriyordum. O da bana bir gün kalem kutusu alıp getirmişti hediye olarak. Konuşurken kırtasiyede görüp beğendiğimi söylemiştim o kalem kutusunu. Konuşurken diyorum ama sıra arkadaşım bana göre daha konuşkandı, genellikle o anlatır ben dinlerdim.

Bir gün okuldan döndüğümde annem, “Bu hafta sonu seni, karşıya taşınan sıra arkadaşına götüreceğiz, onların evine bırakıp sonra gelip alacağız,” dedi. Öyle sevindim ki anlatamam, hafta sonunun gelmesini dört gözle bekledim. Nihayet o gün geldi ve arkadaşıma gittik. Arkadaşım karşısında beni görünce bakakaldı. Şaşkınlığını atlattıktan sonra sarıldık birbirimize. Birlikte çok güzel bir gün geçirdik çünkü o, çok sevdiğim arkadaşımdı. İnsan çok sevdiği ile bir de anlaşıyorsa o kadar güzel vakit geçirir ki zamanın nasıl geçtiğini anlamaz. Gün boyunca ben, kendisinden sonra yaptıklarımı, öğretmenimi, yeni arkadaşımı anlattım. Bir de tabii ki ortaca amcamın bize çok karışmasını. Kendisi de yeni okulunu ve arkadaşlarını anlattı. Ailem beni almaya geldiğinde beş dakika daha istedim. İşte o beş dakika benim için sanki bir saat gibidir. İzin verdiler fakat babam yumuşak görünse de bazı prensipleri vardı. Onun için fazla uzatmadan, onun söylediği saatte çok mutlu bir şekilde ayrıldım oradan. Bu sefer fazla üzülmedim çünkü arkadaşımı kaybetmemiştim, istediğimizde görüşeceğimizi biliyordum. Diğer sevdiklerimi kaybettiğim gibi değildi.

Dedim ya, babamın yumuşak gibi görünse de bazı prensipleri vardı; belli saatlerde evde olmak, haber vermeden kendi başımıza bir şey yapmamak ve kendisine sormadan kendi başımıza karar almamak gibi. Babam her şeyi paylaşmak istiyordu, herkes içinden geçeni açıkça paylaşsın istiyordu. Habersiz yapılan bir şeyi sonradan duymak hoşuna gitmiyordu. Bu, yalnızca bizim için değil kardeşleri (iki amcam) için de geçerliydi. Fakat amcalarım yine de babama söylemeden yaparlardı. Oysa babam bir şey yapacaksa amcalarımla mutlaka paylaşırdı. Paylaşmazsa ve amcalarım sonradan duyarlarsa bu sefer onlar sitem ederlerdi. İleri yaşlarımda bunun daha çok farkına vardım.

Babam, bizim derslerimize fazla karışmazdı. Çünkü üniversiteye kadar okul yıllarımız boyunca velimiz ortanca amcamdı. Veli toplantılarına sürekli o katılırdı. Amcama göre derslerde sürekli başarılı olmalıydık, düşük not almamalıydık. Tabii bu benim hoşuma gitmiyordu. Neden hoşuma gitmiyordu? Üstümde baskı hissediyordum. Bir de amcam öfkeli biri olduğu için kızdığında sesini yükseltmesi beni çok rahatsız ediyordu. Bize gelmesini istemiyordum. Sadece bize değil, kızdığında herkese sesini yükseltip sert konuşma yapardı; yengeme, başkalarına, trafikte diğer sürücülere… Hep kendisi iyi biliyordu, öyle bir tavrı vardı. İşte onun bu davranışı yüzünden bilinçaltımda öfke korkusu ve yüksek sese karşı bir korku oluştu. Öfkeli insanlardan, bağıran ve yüksek sesle konuşanlardan uzaklaşmaya başlamıştım. Rahatsız olduğum yerden hemen sessizce uzaklaşırdım ya da o kişilerin yanına çıkmazdım.

Babam da bir hatamızı gördüğünde söylerdi ama bunu herkesin içinde ve bağırarak, öfkelenerek yapmazdı. Yalnız kaldığımızda usulca hatamızı hatırlatır ve nasıl düzeltmemiz gerektiğini anlatırdı. Amcam ise herkesin içinde söylerdi. Amcamın bu davranışlarından öyle bunalmıştım ki bir gün ablama, “Ne güzel, sen üniversiteye gidiyorsun, amcam sana artık karışmıyor, öğretmeninle gelip konuşmuyor,” demiştim. Çünkü bize her gelişinde “Dersleriniz nasıl, notlarınız nasıl, ders çalışıyor musunuz? Sizi şimdi boş otururken görüyorum,” demesinden, sorgulamasından sıkılmıştım. Yalnızca ben değil aynı şekilde erkek kardeşim de şikayetçiydi ama o benim kadar değildi. Ben daha çok rahatsız oluyordum.

Kıssadan hisse 1:

Arkadaşlığın oluşmasına neden olan şeylerden bir tanesi de paylaşmaktır. Çünkü paylaşmak sevginin bir göstergesidir. Tek taraflı paylaşım olmaz. Arkadaşlık ve dostluk gerçek ise mutluluk da üzüntü de maddi ve manevi ne varsa iki taraflı paylaşılır. Tek taraflı olan paylaşımlar arkadaşlığı yüzeyselleştirir ve ilerlemesine izin vermez; günün birinde de bitirir. Çünkü burada bencillik devreye girmiştir. Oysa arkadaşlıkta sevgi varsa isterse yıllarca görüşmeyin; araya yıllar, yollar girsin hiç fark etmez, buluştuğunuzda kaldığınız yerden devam edersiniz. Çünkü sevgi vardır. Sevgi kalpten giden bir şey olduğu için uzakta da olsa o insanın ruhu hisseder.

Kıssadan hisse 2:

İnsana en büyük zararı veren şeylerden bir tanesi de öfkedir. Bu öfke kişinin kendisine ve etrafındakilere olumsuz etki yapar. Öfkeli bir insan, o anda kalp mi kırdı, kıracak mı diye bakmaz. Karşısındaki üzüldü mü ya da üzülecek mi bakmadan, haklı veya haksız da olsa bir anda öfkelenir. Karşısındakini dinlemeden. Öfkenin altına baktığımızda o kalpte sevginin yeterince olmadığını görürüz. Öfke negatif bir duygu, sevgi pozitif duygu. Derler ya, kardeş kardeşe benzemiyor. Evet, babam çok farklıydı kardeşlerinden. Babam, kendisinden çok etrafını ve kardeşlerini düşünen, özverili, kimseye karşı kırıcı söz söylemeyen bir insandı. Ortaca amcam, öfkeli, çabuk kızan bir insandı, hata yapan insana karşı hoşgörüsü yoktu, karşısındakini dinlemeden öfkelenirdi. Küçük amcam ise çok daha farklıydı. Zamanı geldikçe anılarımda küçük amcamdan da söz edeceğim.

Çocukken bilinçaltıma yerleşen bu öfke korkusu ve öfkeli insanlardan kaçmamın nedenlerini ileri yaşlarımda buldum tabii ki. Bulduktan sonra da bunun şifalandırmasını yaptım ve öfkeli insanlara bakış açım değişti ve neden böyle öfkeli olduklarını daha iyi anlamış oldum. Ama tabii ki insan yine de negatif bir duygunun içinde olmak istemez.

Çocukluktan bilinçaltına yerleşen korkuların zaman içinde hayatını nasıl etkilediğini fark edip onu dönüştürmek insanın kendi elinde. İnkar edip halının altına süpürüp yaşamak da yine insanın elinde. Özgür seçim!

Korkulardan arınmış insan yeni doğan bir bebek gibidir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

AÇ GÖZLÜ DOYMAZ

Sıra geldi bu ayki bilgelik hikâyemize. Bakalım, bu hikâye bizlerde nasıl farkındalık yaratacak.

Bazen sürekli isteriz. Hiçbir şekilde bu isteklerimiz bitmez; bir tanesini elde ettiğimizde diğerini isteriz. Bir türlü elimizdekilerle tatmin olmayız. İşte burada, asıl olan ruhumuzun aç olmasından kaynaklanır. Eğer ruh aç ise isteklerin hepsi olsa bile doymaz. Derler ya “Aç insan doyar ama açgözlü insan asla doymaz.” Yine derler ya, “Gözü doymayanın ne midesi ne de yüreği doyar.” diye. Açgözlülük sadece para veya bazı şeylere sahip olma arzusu değildir. İnsanın sahip olduğuyla yetinmeyi bilmemesidir. Böyle insanlar, dünyanın malına sahip olsalar bile sürekli bir istek içindedirler. Siz verisiniz ama doymazlar. Bu açgözlülüğün, zenginlik veya fakirlikle hiçbir ilgisi yoktur. İnsanın cebinde bir ekmek alacak parası yoktur fakat gözü o kadar toktur ki ikram ettiğiniz bir dilim ekmeği kabul eder. İkincisini, siz verseniz bile istemez çünkü bununla karnım doydu, der; öbür dilimi aç olan başka bir insana vermenizi ister. Fakat zengin bir insan, siz ona dünyanın malını verseniz bile yine de yok der, ister.

Şimdi sevgili okuyucularım, sizi hikâye ile baş başa bırakıyorum.

ALTINLA TARTILAN KEMİK…

Satranç ustası bir gezginin yolu İran’a düşmüş. Orada halktan öğrenmiş ki zamanın İran Şahı, satranç oynamayı çok severmiş. Seyyah da madem öyle, ben de gideyim, sarayın kapısından içeri girebilirsem Şahla oynarız demiş.

Adam içeri girmiş. Şah gezgini huzura çağırıp “Mademki sen satrancı çok iyi biliyorsun, o hâlde, bu oyunda beni yenersen ben de seni, sarayımda uzun süre misafir ederim.” demiş. Ve oynamışlar. Oyun sonunda da Şah, mat olmuş.

Şah, adamın yüzüne bakıp “Şimdi dile benden ne dilersen. Bugüne kadar senin gibi güzel satranç oynayanı hiç görmedim. Sen, sana vereceğim hediyeyi çoktan hak ettin.” demiş.

Şah, vezirini çağırıp “Üstada bir kese altın getirip ver.” der ve bunun üzerine seyyah da, “Şah’ım bağışla beni,” deyip cebinden küçük bir kemik çıkarır. “Ben bir kese altın istemiyorum. Ben sadece bu kemiğin ağırlığınca altın istiyorum.” der ve kemiği Vezir’e verir. Şah da bu arada Vezir’ine, “Sen hem kemiğin ağırlığınca hem de ayrıca bir kese de altın ver.” Dedikten sonra Vezir’i hazineye gönderir.

Vezir, hazinede terazinin bir kefesine kemiği; diğer kefesine de altınları koyar. Ama koyduğu altınlar, kemiğin ağırlığına bir türlü eşit olmaz. Hazinede ne kadar altın varsa hepsini koyup tartar. Ama kemik, koyduğu altınların hepsinden ağır gelir. Şaşkınlığını gizleyemeyen Vezir, “Bunda bir iş var,” deyip doğruca Şah’ın huzuruna gider. Ve kulağına der ki “Şah’ım, bu kemik, hazinedeki tüm altınların hepsinden ağır geliyor. Ne yapmamı emredersiniz?”

Şah, adamın çok zeki olduğunu anlar. Ama küçük düşmemek için de “Git bir şeyler yap ve sözümüzü yerine getir.” der.

Bu arada da konuşulanları Seyyah duyar. Şaha der ki “Şah’ım, o kemik sıradan bir kemik değil. O kemik, aç gözlü bir adamın göz çukurunun kemiği. Üstelik o kemik, dünyanın bütün altınından çok daha ağır gelir. Hazinenizde bulunan diğer değerli şeylerin hepsini satıp altına çevirip tartsanız bile o kemik yine de hepsinden ağır gelir. Çünkü o kemik, açgözlü bir adamın göz çukurunun kemiği.

“Terazinin diğer kefesine bütün dünyayı koysanız bile bu göz doymaz; bunu ancak bir avuç toprak doyurur. O kemiği tartarken karşı kefeye bir avuç toprak koyarsanız. Ancak o zaman o kemiğin ağırlığını terazide tartıp eşitleyebilirsiniz.”  der ve ekler “Aksi mümkün değil.”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

SEVGİ NEREDEYSE, TANRI ORADADIR

Sevgili okuyucularım,

Sıra, bu ayki kitabımıza geldi. Yazar Lev N.Tolstoy’un kitaplarını okumuş olabilirsiniz. İçlerinde beni etkileyenlerden biri, “Sevgi Neredeyse, Tanrı Oradadır” adlı kitabıdır. Bu ince kitabı mutlaka okumanızı öneririm. Sevgiyi o kadar güzel anlatmış ki…

Hep sevgiden bahsederiz… Bu sözcük, dilimizden bir türlü düşmez. Herkes birbirine, “Seni Seviyorum.” Cümlesini kolaylıkla söylüyor ama  acaba neye dayanarak söylüyor? Kendi menfaati için mi? Yoksa o insanı gerçekten olduğu gibi mi seviyor? Sevgi, sergilenen davranışlara bağlıdır. 

Bir kere önce bunu kendimize sormalıyız; bir başkasına “Seni Seviyorum.” cümlesini söylerken gerçekten kendimizle de o sevgiyi yaşıyor muyuz? İçinizdeki o sevgiyi buldukça hayatınızı da nasıl da anlamlı yaşadığınızı fark edeceksiniz. Önceden oluşmuş tüm olumsuz duygu ve düşüncelerin, aslında ne kadar yük olduklarının farkına varacaksınız. Gerçekten sevginin olduğu yerde her zaman Allah yardım eder.

Şimdi bir kitabın sayfasını paylaşıyorum. Şifa olsun.

..” Bir işe başlamanın doğru zamanı nedir?

     En önemli olan kişi hangi kişidir?

     Yapılması gereken en önemli iş nedir?

Bir zamanlar bir Kral vardır ve bu Kral bir gün şunu fark etti: eğer her işe başlamanın en doğru zamanının bilseydi; eğer kimin sözüne kulak vermesi ve kimden uzak durması gerektiğini bilseydi ve her şeyin ötesinde, yapılacak en önemli işin ne olduğunu her zaman bilseydi, yapacağı hiçbir şeyde başarısız olmazdı.

Aklına bu sorular takılan Kral, her kim ona yapacağı bir işe başlaması için en doğru zamanın, dinlemesi gereken en önemli kişilerin ve yapılacak en önemli işin ne olduğunu öğretirse ona büyük bir ödül vereceğini tüm krallığına duyurdu.

Bunu duyan pek çok bilgin hemen saraya geldi ama hepsinin de bu sorulara verdiği yanıtlar farklı farklıydı.

İlk soruya olarak, bazıları bir işe başlamanın en doğru zamanını bilmek için, insanın daha önceden günlük, aylık, yıllık çizelgeler bağlı kalarak yaşaması gerektiğini söyledi. Ancak böylelikle her şey doğru zamanında yapılabilirdi.

Diğerleri bir işe başlamanın en doğru zamanına önceden karar vermenin mümkün olmadığını; ama bunu bilmemenin zamanının boş geçirmek anlamına gelmediğini, insanın her zaman ne olup bittiğinin dikkatle izlemesi ve sonra da en elzem olanı yapması gerektiğini söyledi.

Bir diğerleri de, Kral ne kadar dikkatli olursa olsun tek başına bir kişinin bir işe başlamada en doğru zamana karar veremeyeceğini, Kral’ın akıllı adamlardan bir Danışma Kurulu’nu oluşturması ve bu kurulun ona bir işe başlamanın en doğru zamanının belirlemekte yardım etmesi gerektiğini söylediler.

Ama başkaları da yapılmasına da ya da yapılmamasına hemen karar verilmesi gerektiği için Danışma Kurulu’nun kararının öğrenmek için bekletilemeyecek şeyler de olduğunu ileri sürdü. Bu durumda bir karara varabilmek için gelecekte neler olacağı bilinmeliydi. Bunu da sadece kahinler bilebilirdi; bu nedenle bir işe başlanacak en doğru zamanı belirlemek için insanın kahinlere başvurması gerekirdi.

Kral’ın ikinci sorusuna verilen cevaplar da aynı şekilde çeşit çeşitti. Bazıları Kral’ın en çok ihtiyaç duyduğu kişilerin danışmanları olduğunu söylerken, diğerleri ise rahipler, bir başkaları da doktorlar olduğunu iler sürdü. Bazıları da Kral’ın en çok ihtiyaç duyduğu kişilerin askerler olduğunu söylediler.

Üçüncü soruya, yani yapılacak en önemli işin ne olduğuna gelince: Bazıları bu soruyu dünyada yapılacak en önemli işin bilimle uğraşmak olduğunu söyleyerek yanıtladı. Bazıları ise en önemli işin savaş tekniklerinde beceri edinmek ve diğerleri de Tanrı’ya ibadet olduğunu ileri sürdüler.

Hepsi de birbirinden farklı olan bu cevapların hiçbiri aklına yatmadığı için, Kral kimseye ödül vermedi. Ama hala bu soruların doğru cevabını bulmak istiyordu. Bu nedenle bilgeliği her yöreye nam salmış olan bir keşişe danışmaya karar verdi.

Keşiş, bir ormanda yaşıyor, burayı hiçbir zaman terk etmiyor ve sıradan köylüler dışında kimseyle görüşmüyordu. Bu nedenle Kral üzerine sade, basit bir şeyler geçirdi ve keşişin kulübesine gelmeden önce atından inip, muhafızlarını geride bırakarak oraya tek başına yürüdü.

Kral yaklaştığında keşiş kulübesinin önündeki toprağı kazıyordu. Kral’ı gören keşişi onu selamladı ve sonra yeniden toprağı kazmaya devam etti. Keşişi çelimsiz ve zayıf bir adamdı; ucu sivri küreğini yere her sapladığında pek az toprak kaldırabiliyor ve soluk soluğa kalıyordu.

Kral keşişin yanına gitti ve ona şöyle dedi:” Bilge keşiş, sana şu üç sorunun cevabını sormaya geldim: Doğru işi, doğru zamanda yapmayı nasıl öğrenebilirim? En çok ihtiyaç duyduğum kişiler kimlerdir ve dolayısıyla kimlere diğerlerinden fazla kulak vermeliyim? En önemli olan ve öncelikle yapmam gereken iş nedir?”

Keşiş, Kral’ı dinledi, ama hiçbir yanıt vermedi. Sadece avuçlarının içine tükürüp küreği tekrar kavradı ve kazmaya devam etti.

“Yorulmuşsun,” dedi Kral, “küreğini bana ver de, biraz sana yardım edeyim.”

“Eksik olma!” dedi keşişi ve küreği Kral’a vererek yere oturdu.

Kral iki çukur açtıktan sonra durdu ve sorduğu soruları tekrarladı. Keşişi yine cevap vermedi ama kalktı, elini küreğe doğru uzattı ve:

“Şimdi sen biraz dinlen, biraz da ben çalışayım” dedi.

Ama Kral küreği ona vermedi ve toprağı kazmaya devam etti. Bir saat, sonra bir saat daha geçti. Güneş ağaçların arkasında kaybolurken Kral nihayet küreği toprağa sapladı ve:

“Bilge adam, sorularıma cevap almak için sana geldim. Eğer bana hiçbir cevap veremiyorsan, söyle de evime döneyim,” dedi.

“Buraya doğru koşarak gelen biri var,” dedi keşiş, “gelen kimmiş, bir görelim.”

Kral döndü ve ağaçların arasından çıkan sakallı bir adamın koşarak onlara doğru geldiğini gördü. Adamın karnına bastırdığı ellerinin altından kanlar akıyordu. Kral’ın yanına gelince zayıf bir sesle inleyerek bayıldı ve yere yığıldı.

Kral ve keşiş adamın giysilerini gevşetip açtılar. Adamın karnında kocaman bir yara vardı. Kral yarayı elinden geldiğince yıkayıp temizledi; kendi mendili ve keşişin havlusuyla sardı. Ama kanın akışı durmadı ve Kral tekrar tekrar kana bulanmış sargıyı açıp, yarayı temizleyip yeniden sardı.

Sonunda kanama durdu, adam kendine geldi ve içecek bir şey istedi. Kral gidip içecek su aldı ve getirip ona verdi.

Bu arada güneş batmış ve hava soğumaya başlamıştı. Kral da, keşişin yardımıyla yaralı adamı kulübenin içine taşıyıp yatağa yatırdı. Adam yatağa uzanınca gözlerini kapadı ve sessizce uyudu. Kral yaptığı yürüyüşten ve gün boyu çalışmaktan çok yorgun düşmüştü; o da kapının eşiğine çömelip uykuya daldı ve o kısa yaz gecesinde deliksiz bir uyku çekti.

Kral sabah uyandığında, nerede olduğunu, yatakta yatan ve ışıldayan gözlerini açmış dikkatle ona bakan tuhaf sakallı adamın kim olduğunu hatırlaması uzun sürdü.

Kral’ın uyandığını ve ona baktığını gören sakallı adam zayıf bir sesle, “Beni affet!” dedi.

“Senin kim olduğunu bilmiyorum ve ortada affedilecek bir şey de yok,” dedi Kral.

“Sen benim kim olduğumu bilmiyorsun, ama ben seni tanıyorum. Ben, kardeşimi öldürttüğün ve malını mülkünü ele geçirdiğin için senden intikam almak isteyen düşmanınım. Tek başına keşişi ziyarete gitmiş olduğunu öğrendim ve seni geri dönerken öldürmeye karar verdim. Ama gün bitti ve geri dönmedin. Ben de seni bulmak için, pusuya yattığım yerden çıktım. O sırada muhafızların karşıma çıktı. Onlar beni tanıdılar ve saldırıp yaraladılar. Onların elinden kurtulup kaçtım, ama eğer sen yaralarımı sarmasaydın kan kaybından ölecektim. Ben seni öldürmek istedim, ama sen benim hayatımı kurtardın. Eğer yaşarsam ve sen istersen en sadık kölen olarak sana hizmet ederim ve oğullarıma da aynı şeyi yapmalarının buyururum. Affet beni!”

Bu kadar kolay bir şekilde düşmanıyla barışan ve kendine bir dost kazana Kral, bundan büyük bir sevinç duydu ve adamı sadece bağışlamakla kalmadı, ayrıca onu tedavi etmek için kendi uşaklarıyla doktorunu göndereceğini söyledi ve malını mülkünün iade etmeye söz verdi.

Kral, yaralı adamın yanından ayrıldıktan sonra, kapının önündeki sundurmaya çıktı ve çevresine bakınarak keşişi görmeye çalıştı. Kral cevabını alamadığı üç soruyu oradan gitmeden önce keşişe bir kez daha sormak istiyordu. Keşişi dışardaydı, dizlerinin üzerine çökmüş, bir önceki gün kazılan çukurlara tohum serpiyordu.

Kral, keşişe yanaştı:

“Bilge adam, sana son defa sorularımı yanıtlaman için rica ediyorum,” dedi.

Keşiş, gelip yanında durmuş olan Kral’a, incecik bacaklarıyla çömeldiği yerden başını kaldırıp baktı. ” Sorularının cevabını aldın ya!” dedi.

“Nasıl aldım? Ne demek istiyorsun?” dedi Kral.

“Farkında değil misin,” diyerek onu yanıtladı keşişi, “eğer dün dermansızlığıma acımayıp benim için o çukurları açmasaydın, buradan ayrılıp gidecektin ve bu adam sana saldırınca, benimle kalmadığına pişman olacaktın. Yani en önemli zaman toprağı kazmaya başladığın zamandı ve ben o an dinlemen gereken en önemli kişiydim; yapacağın en önemli iş de bana yardım etmekti.

“Daha sonra, bu adam bize doğru koşup geldiğinde en önemli zaman senin onu iyileştirmeye çalışırken geçirdiğin zamandı, eğer yaralarını sarmamış olsaydın, adam seninle barışmadan ölecekti. O an en önemli adam, yardım edilmesi gereken bu adamdı ve onun için senin yaptıkların, yapman gereken en önemli işti.

“Şunu aklından çıkarma: önemli olan tek bir zaman vardır – o zaman da Şimdi’dir! Şimdi, en önemli olan zamandır, çünkü bir şeyler yapmak için hala şansımız olan tek zamandır.

“En önemli kişi o an beraber olduğun kişidir, çünkü hiç kimse ondan sonra bir başkasıyla daha görüşebileceğini bilemez.

“Ve en önemli iş de o kişiye iyilik yapmaktır. Çünkü insan dünyaya sadece iyilik yapmak için gönderilmiştir.

..”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BARIŞ BENİMLE BAŞLAR-4

Bu ayın arınma çalışmasına geldik. Sayfamı takip edenler bilir, her ay bir kere arınma çalışması paylaşıyorum. Çalışmayı düzenli olarak yapan sevgili okuyucularım faydasını gördüklerini belirttiler. Gene kısa bir özetle, bugün de üç farklı konudaki arınma çalışmasını aşağıda paylaşıyorum. Ama önce, ilk defa okuyacaklar için “ho’oponopono” ile ilgili bilgi vermek istiyorum.

Ho’oponopono, Havai halkının kullandığı bir kendini arındırma yöntemidir. Bu yöntemi Joe Vitale’in kitabı “Zero Limit” aracılığı ile Batı dünyasına tanıtan ve meşhur eden kişi Dr. Ihaleakala Hew Len oldu. Doktorasını Iowa Üniversitesi’nde yapmış olan Dr. Ihaleakala Hew Len, uzun yıllar Hawaii Devlet Hastanesi’nin suç işleyen akıl hastaları ile ilgilenen adli biriminde uzman psikolog olarak çalışmış. Hastalarıyla elde ettiği mucizevi sonuçlar çok ilgi çekmiş. Kullandığı yöntemler öyle etkiliymiş ki zamanla yatan hastaların tümü taburcu edilmiş, sonunda dört yıl içinde birim kapatılmış. Dr. Len’in kullandığı bu yöntem, 1982 Kasım’ından beri güncelleştirilmiş Ho’oponopono uygulaması yapan Hawaiili şaman Morrnah Nalamaku Simeona sayesinde ortaya çıkmış. Tüm dünyada bu yönteme ün kazandıran ise öğrencisi Dr. Ihaleakala Hew Len ve Joe Vitale oldu.

Şimdi arınma çalışmasına geçelim:

1) “Hayatım boyunca ruhumda, bedenimde, zihnimde biriken tüm korkular, tüm eleştiriler, değersizlik duyguları, suçluluk duyguları, baskılanma duyguları, hata yapma korkusu ve tüm olumsuz enerjiler; her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum”

“Özür dilerim”

“Lütfen beni affet”

“Teşekkür ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

2) “Hayatım boyunca başka insanlar tarafından kodlanmış kalıplar, şekiller ve kendi özümden uzaklaşan tüm olumsuz enerjiler her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum”

“Özür dilerim”

“Lütfen beni affet”

“Teşekkür ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

 

3) “Hayatım boyunca bolluk ve bereketin akışını engelleyen içimde bana, aileme, atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, şifalanıp, sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum”

“Özür dilerim”

“Lütfen beni affet”

“Teşekkür ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

DEĞİŞİM MUTLULUK DEMEKTİR

Bugünkü yazımda iki kere seyrettiğim Ryan Murphy’nin “Ye, Dua Et, Sev” adlı filminden söz edeceğim. Elizabeth Gilbert’ın çok satan aynı adlı anı kitabından uyarlanan bu filmin bana hissettirdiklerini, kendi farkındalığımı ve görüşlerimi sizinle paylaşmak istiyorum. Filmle ilgili ele almak istediğim asıl konu ise insanın kendi ile olan mutluluğu.

Her insanın kendisi için bir uyanış, aydınlanma zamanı vardır. Fakat o zaman geldiğinde eğer farkındalığı varsa uyanışa ve aydınlanmaya geçer. Gerekli adımı atar ve alması gereken mesajları alırsa hayat veya evren onu destekler, yol açılmış olur.

Sevgili okuyucularım, bazılarınız “Ye, Dua Et, Sev” kitabını okumuş, bazılarınız filmini bir veya birkaç kere seyretmiş olabilirsiniz. Bazılarınız da ne kitabını okumuş ne de filmini seyretmiş olabilir. Her zaman söylediğim gibi; önemli olan ister bir şarkıdan ister bir kitaptan ister bir filmden ister sokakta konuştuğunuz insandan aldığınız mesajların farkına varmanızdır.

Bu filmi iki kere seyrettim. İlk seyredişim dokuz sene önceydi fakat o zaman almam gereken mesajları daha farklı değerlendirmiştim. Bundan altı ay önce tekrar karşıma çıktı; hayatta hiçbir şey tesadüf değildir. Bu film karşıma çıktığına göre bakayım bu sefer dokuz sene öncesinde verilen mesajlardan farklı ne mesaj alacağım, diye başladım seyretmeye.

İnsanların en büyük problemi, her geçen gün artan mutsuzlukları ve onu, bulaşıcı bir hastalık gibi başkalarına da yayıyorlar. Peki, neden mutsuzluğa razı oluyoruz? Çünkü değişmekten korkuyoruz. Kendimizi değiştirdiğimiz zaman o konforlu alanımızın dışına çıkmış, o güne kadar bizi orada tutan maddi ve manevi birçok şeyi kaybedip yeni bir yola girmiş olacağız. Kendimizle ilgili gerçekleri görmüş, bir anlamda her konuda kendimizle yüzleşmiş olacağız. Değişim korkusu mutsuzluk içinde yaşamamıza ve giderek yıkılmamıza neden oluyor. İşin kötüsü, birçok insan bunun farkında olmadan yaşıyor.

Şimdi de şu soruyu sorayım: Sizce mutluluğun kaynağı nedir? Mutluluk, insanın kendi ile barışması, kendini gerçekten çok iyi tanıması ve kendini sevmesiyle başlar. Kendindeki olumsuzlukları görmeyen insanın mutluluğu başka yerlerde bulması çok zordur, sadece bulduğunu sanır ve mutluymuş gibi görünerek hayattaki rolüne devam eder.

Kendi ile barışmış, kendini tanımış, kısaca mutlu bir insanın alacağı kararlarda hata yapma olasılığı neredeyse yoktur. Mutsuz insanın ise alacağı kararlarda hata yapma oranı çok yüksektir. Mutsuz olduğu için tam ne istediğini bilmediği için ya da hayal kırıklığına uğrayarak inancını, güvenini kaybetmiş olarak yaşadığı için sağlıklı düşünemez. Örneğin, mutsuz bir anında kendisine iyi gelen birisiyle evleniyor fakat sonra o kişinin kendisi için yanlış olduğunu görüyor. “İşte tam istediğim gibi mutluluğu yakaladım, beni mutlu edecek kişiyi buldum,” diyerek evlendiği o kişi de zamanla mutsuz etmeye başlıyor. Neden? Çünkü karar verdiği anda zaten mutsuzdu, karşısına çıkan ilk dala tutunmayı seçmişti, içinde bir sevgi açlığı vardı ya da âşık olmak istiyordu, böylelikle o kişinin doğru insan olduğuna kendini inandırmıştı. Oysa kendini tanıyıp, hayattan beklentilerinin, kendinin farkına vardıkça ne kadar zıt kutup olduklarını anlamaya başlıyor. Peki, bu durumda ne yapacak? Bu farkındalıkla ya kendinde değişimi başlatacak ya da kendi değişimini yapmaktan korkup mutsuz şekilde kendi özünden, kendini tanımaktan, kendini sevmekten vazgeçerek böylece devam edecek.

İnsan, hayat yolculuğunda kendi ile barışmadıkça tüm istekleri yerine gelse bile duyacağı mutluluk kısa sürecektir. Mutluluğun kaynağı sevgidir, aşktır. Tabii burada sözünü ettiğim gerçek sevgidir, gerçek aşktır. Yoksa ben âşık oldum, çok sevdim, işte karşımdaki yanlış kişi çıktı, değil. İnsan kendiyle olan sorunlarını çözmediği, kendiyle barış sağlamadığı sürece mutluluğu hep dış etkenlere bağımlı olarak yaşamak zorunda kalır. O etkenler elinden gittiği zaman da dibe çakılır.

Bazen de dışarıdan bakıldığında güzel bir hayatınız vardır, herkes sizin yerinizde olmak ister. Ama siz iç barışınızı sağlayamadığınız için mutsuz olarak yaşamaya devam edersiniz. Çoğunluğun, daha ne istiyorsun rahatlık mı batıyor, diyeceği o hayatın size mutluluk vermediğini sadece siz bilirsiniz. Sürekli bir arayış içinde kaybolup gidersiniz.

Ya da sevmiş olursunuz hayal kırıklığını uğrasınız. Artık sevmekten vazgeçersiniz; güvenmekten ve inanmaktan.

Mutluluğu kendinizde bulduğu zaman artık kendinizle tamamen barışmışsınız demektir. Yaşadığınız olumsuzlukların hepsini geride bırakıp hayata yeniden başlarsınız, yeniden sevip yeniden inanır ve yeniden güvenip yola çıkarsınız.

Bu iş hayatında da geçerlidir, özel hayatta ve sosyal hayatta da. Siz yaptığınız işten mutlu değilsiniz fakat çok iyi bir mevkidesiniz ve çok iyi maaşınız var, insanların çoğu sizin yerinizde olmak istiyor. Değişimden korktuğunuz için mutsuzluğunuza rağmen çalışmaya devam ederseniz farkında olmadan ruhunuzu çok yorarsınız. Sizi mutlu edecek bir iş, bir başkası tarafından çok garip karşılanabilir. Bu sizi korkutmasın, kendi mutluğunuz unutmayın. Çünkü siz başkasının yerine yaşamıyorsunuz.

Hepimiz zaman zaman bir arayışta oluruz. Kimisi yemek yiyerek mutlu olur, kimisi hayatında bir olduğunda, kimisi de hep gezerek. Yemediğinde, ilişkisi olmadığında ya da gezmeyip evde oturduğunda mutsuzlaşır. Fakat insan kendini tanırsa nerede ve nasıl bir yol alacağını, nasıl mutlu olacağını bilir. Bunun için de kendi mutsuzluğu ile yüzleşmesi gerekir.

Unutmayın, mutluluk bir yerlerde satılmıyor, mutluluk hep içimizde duruyor.

Seyretmeyenler için bu filmi seyretmelerini veya kitabı okumalarını öneririm.

Ne olursa olsun YENİDEN SEV, YENİDEN İNAN, YENİDEN GÜVEN kendine.

Korkusuz bir değişim mutluluğu getirir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KALP KIRMAK

Bu ayki bilge hikâyemizle birlikteyiz. Hayatımız boyunca öfke ile kimlerin kalbini kırdığımızın muhasebesini yaptık mı hiç? Kısacası kendimizle bu konuda dürüstçe yüzleştik mi? Kimisi önemsemediği, değer vermediği için kalp kırar kimisi de karşısındakini anlamadan, öfkesini kontrol edemeyerek haksız yere kalp kırar. Sonra yaptığından pişman olup özür dileyenler çıkar içlerinden. Oysa kalp kırıldığı zaman onarmak çok zordur çünkü en çabuk yaralanan yer kalptir. Derler ya eskiler, “Ağzından çıkmadan önce bir kere o kelime nereye gider, diye bir düşün.” Öfkeli insanlar, benim niyetim iyi, o anda çok sinirlediğim için öyle söyledim, bahanesinin arkasına sığınırlar her zaman ama aynı şey kendilerine yapıldığında, neden öfkeleniyorsun, demesini bilirler. Altını çizerek söylüyorum, sürekli kalp kırarak özür dilemek maalesef bir yere kadar oluyor.

Hani derler ya öfke rüzgâr gibidir, bir süre sonra diner ama birçok dal kırılmıştır bile. Kalp sevmek demektir, kırmak değil. Kaldı ki kalp kırmak sadece sözle de olmuyor, bir davranış, ağır sözler içeren bir yazı da incitir. Siz siz olun, hiç kimsenin kalbini kırmayın, size yapılan haksızlık ya da yanlış davranışta bile düşüncelerinizi ve fikirlerinizi güzellikle söyleyin. Karşınızdaki insana hakaret ederek ve onu küçümseyecek biçimde değil.

Bilgelik hikâyemiz sizlerle…

Adam karısına pek hoş davranmaz, kalbini kırar.

Sonra karısından sofrayı kurmasını ister.

Kadıncağız hiç sesini çıkarmadan kurar sofrayı ve buyur eder kocasını.

Adam sabırsızca sofraya oturur, iştah kabartacak bir zevkle yemeye başlar. Yemek tuzsuz olmuştur. Birkaç lokma yedikten sonra karısından tuz ister.

Karısı, “Sen yemeğe devam et, ben getiririm,” der ve içeri gider.

Adam ikide bir “Tuz nerde kaldı hanım?” diye sorar.

Kadın her seferinde “Tamam, getiriyorum” diye cevap verir.

Fakat tuz bir türlü sofraya gelmez.

Adam, tuzu isteye isteye karnını doyurur.

Sonra aklı başına gelir. Az önce hatununun kalbini kırdığı için özür diler.

Hanım, mutfağa gider ve elinde tuzla geri döner.

Adam merak eder ve sorar, “Bu ne şimdi? Karnım doyduktan sonra tuzu ben ne yapayım?”

Karısı da ona, “Senin, kalbimi kırdıktan sonra dilediğin özür, doyduktan sonra sofraya gelen tuz gibidir, ihtiyaç kalmaz” der.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

HER RUHUN HASSASİYETİ BAŞKADIR

Çocuğun sandığı son açışından bu yana üç hafta geçmişti. Cebinden anahtarı çıkardı ve sandığı açıp elini sandığın içine uzattı, sırası gelen anıyı serbest bıraktı.

İlkokul dördüncü sınıfa başlamıştım. O sene derslerime daha çok çalışmak zorunda olduğumun farkındaydım. Her zamanki gibi okulda dersleri çok iyi dinliyor, eve gelince de ödevlerimi hiç aksatmadan zamanında yapıyordum. Sınıfta sıralara ikişer kişi oturuyorduk. Sıra arkadaşımla ikinci sınıftan beri beraberdik. Hani derler ya bazı arkadaşlar özeldir, benim için de sıra arkadaşım öyleydi. Her bakımdan çok iyi anlaşıyorduk. Aramızda herhangi bir küskünlük veya bir sorun yaşanmamıştı. Evlerimiz birbirine biraz uzak olsa da yaz tatillerinde bile görüşüyorduk.

Okul açılalı iki ayı geçmişti ki çok sevdiğim sıra arkadaşım gelip “Sana üzüleceğin bir haber vereceğim,” dedi. Ben de hemen “Yoksa okuldan mı ayrılıyorsun?” dedim. Arkadaşım şaşırdı, “Nereden bildin?” diye sordu. Bunun yanıtını ben de bilmiyordum ama o anda içimden öyle geçmişti. Arkadaşım, babasının işi dolayısıyla taşınmak zorunda olduklarını anlattı. Çok üzüldüm; çok sevdiğim hem de çok iyi anlaştığım arkadaşımla artık bir arada olamayacaktık.  O da çok üzgündü, yeni bir okul, nasıl adapte olacağını bilmediği yeni arkadaşlar onu tedirgin etmişti. Ayrılacağı tarihi söylediği andan itibaren takvimi sayar oldum. O tarihin gelmesini hiç istemiyordum. Bu yüzden de günlerin uzamasını arzu ediyordum. Okul çıkışında arkadaşıma, “Bize gel, bizde kalırsın, yarın beraber okula gideriz,” diyordum. Çünkü o süre içinde olabildiğince çok birlikte vakit geçirmek istiyordum. Bu benim için önemliydi.

Arkadaşımın gideceğini öğrendiğim o gün moralim bozuldu. Okul çıkışında servisle eve dönerken konuyu kardeşime anlattım. Kardeşim, “Üzülme, hafta sonları görüşürsün,” dedi. Oysa ben aynı fikirde değildim. Çünkü arkadaşım karşı tarafa, Avrupa yakasına taşınacaktı ve hafta sonları hemen bir araya gelmemiz kolay olmayacaktı. Henüz çocuktuk ve buluşmak için ailelerimiz bizi götürüp getirmek zorunda kalacaktı. Bu duygular içindeyken kardeşimin verdiği yanıt beni rahatlatmamıştı. Eve gelince anneme anlattım, Annem, çok hassas bir yapıda olduğumu bildiği için üzüntümü hafifletecek bir konuşma yaptı benimle. “Kardeşin haklı, hafta sonları ve sömestre tatillerde gelir, sen gidersin. O bizde kalır, sen onlarda kalırsın,” dedi.

Annemin sözleri üzüntümü azaltmıştı. Arkadaşımı tamamen kaybetmiyordum, başka bir yere taşınıyordu, hepsi o kadar. İstediğimiz zaman ailelerimizin bizi buluşturacağından emin olmak içimi rahatlatmıştı. Çünkü üçüncü sınıftayken çok sevdiğim bir arkadaşım vefat etmişti ve şimdi de yine çok sevdiğim bir arkadaşım okuldan ayrılıyordu. O yaşlarda ben farkına varmasam bile bilinçaltıma sevdiklerimi kaybetme korkusu yerleşiyordu. Hayatımda ilk, babaannemi ve dedemi kaybettim, ardından arkadaşımı. Böylece kaybetme korkusu farkında olmadan çoktan yerleşmişti bilinçaltıma. İleri zamanlarda paylaşacağım anılarımda, kaybetme korkusunun sonraki yıllarda nasıl olumsuzluk yaşattığını, insanın üzerinde nasıl bir yük oluşturduğunu, ruhu nasıl olumsuz etkilediğini yazacağım.

Arkadaşımın okulda geçirdiği son gün gelip çattı. Ona sınıfta bir veda partisi düzenledik. Öğretmenim para toplayıp sınıf adına arkadaşımıza hediye aldı. Ben ayrı bir hediye aldım. Kitap okumayı çok seviyordu. Bir gün konuşurken çok sevdiği bir kitaptan söz etmişti, onu hediye ettim. Sınıftaki arkadaşların aileleri evde kurabiyeler, pastalar yapmışlardı. Çok güzel bir parti ile arkadaşımızı yeni başlayacağı okula uğurlamıştık. O gün ayrılırken kaç defa sarıldığımı hatırlamıyorum. Benim için her zaman arkadaşlık önemlidir, ruhumun anlaşacağı insanlarla arkadaşlık yaparım. Yüzeysel değil aynı duyguları konuşmaktır bana göre arkadaşlık.

Bazı çocuklar çok hassas olabilir, işte o hassaslık insanı büyüdükçe etkiliyor. Her zaman söylerim, her ruh farklı olduğu için çocukken yaşananlar bir çocuk için üzücü olabilir ama başka bir çocuk için üzücü değildir. Bu herkese göre değişir.

İnsana en büyük zararı veren korkulardan bir tanesi sevdiklerini kaybetme korkusudur. Kendisini nasıl etkilediğinin farkına varmadan bu korku ile yaşayan insan, diğer insanlara bağımlı hâle geliyor. Bu nedenle çoğu insan sevdiklerine “bağlı” değil “bağımlı” olarak yaşıyor. Onları kaybetmemek için sürekli kendinden fedakârlık yapıyor. “Hayır” kelimesini kullanamıyor; işte bu, insanın kendisine zarar veriyor.

Çocukluk yaşlarında bilinçaltına yerleşen bu korku aileler tarafından fark edilmezse yaş ilerledikçe ruhsal olarak travmaya yol açıyor. Ne zaman kişi kendi farkındalığını kazanıp bu korkuyu şifalandırırsa o zaman bir yükten kurtulmuş oluyor. Şifa için farkındalık çok önemlidir. Halının altına süpürmek, sadece o anı kurtarmaktan başka bir şey değildir.

Her bir korkuyu şifalandırmak ruhun arınmasını sağlar. Sevgi dolu bir ruh olmaya başlar.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BİR KIZILDERİLİ DUASI

Her topluluğun kendine özgü öğretileri, duaları ve felsefeleri vardır.

İnsanın olduğu her yerde hemen hemen aynı duyguyu, isteği paylaşmak mümkündür.

Ama bazı topluluklar özeldir. Tıpkı Kızılderililer gibi.

Şef Yellow Lark’tan Lakota Kabilesi’nin Kızılderili öğretisi ve duası ile Nez Perce Kabilesi’nin Şefi Joseph’in beyaz adama yanıtını sizler için paylaşıyorum sevgili okuyucularım.

Öğreti

  • Yaşarken ölüm korkusunun kalbine girmesine asla izin verme.
  • İnancının karşısında, keder bir hiçtir.
  • Başkalarının görüşlerine saygı göster ki onların da sana saygı göstermesini isteyebilesin.
  • Yaşamı sev; eksiksiz yaşa, yaşamındaki tüm şeyler güzel olsun.
  • Yaşamını uzun yaşamak için gerekeni yap ve başkalarına da aynı amaç için yardımcı ol.
  • Büyük ayrılış günü bir gün geldiğinde, soylu bir ölüm şarkısı hazırla.
  • Bir dostla karşılaştığında veya uzaktan gördüğünde hatta yalnız bir yerde bir yabancı önüne çıktığında bir söz söyle veya muhakkak selam ver.
  • Tüm insanlara saygı duy ama asla yaltaklanma.
  • Sabah güneş doğduğunda, ışık için, yaşamın ve sağlığın için, şükret.
  • Bulduğun besinler ve yaşam sevincin için şükret.
  • Şükredecek bir neden bulamıyorsan içindeki kusuru ara.
  • Asla zehirli ateş suyuna (içki) dokunma, o seni bilgelikten aptala çevirir ve görüşünün ruhunu çalar.
  • Ölüm zamanı geldiğinde, kalbin ölüm korkusuyla dolmasın; böyle olanlar, zamanları geldiğinde birazcık daha yaşamak için ağlayıp dua ettiler ve bu yüzden farklı bir yaşamı yaşadılar.
  • Kendi ölüm şarkını söyle ve bir kahramanın eve dönüşü gibi öl.
  • Dünyaya bağlan ve orada saygıyla yaşa.
  • Daima Büyük Ruh’a yakın ol.
  • Seni izleyenlere daima saygılı davran.
  • Daima tüm insanlığın hayrına çalış.
  • Gereken her yerde yardımcı ve şefkatli ol.
  • Doğru olmak için ne yapacağını bil.
  • Düşüncelerine ve bedenine iyi bak.
  • Emeğini en iyi amaca yönelt.
  • Daima inançlı ve dürüst ol.
  • Yaptıklarının tümünden sorumlu ol.

Dua

  • Oh, Büyük Ruh!
  • Rüzgârlarla kimin sesini işitiyorum ve kim tüm dünyaya yaşam soluğunu veriyor? Beni işit. Ben, küçük ve zayıfım, senin gücüne, bilgeliğine ihtiyacım var.
  • İzin ver güzelliklerde yürüyeyim, gözlerim kızıl ve mor gün batımını görsün.
  • Bana el ver ki senin yarattıklarını tutup saygı duyayım, kulaklarımı keskin kıl ki sesini işiteyim.
  • Beni bilge kıl ki halkım için ne düşündüğünü anlayabileyim.
  • Her yaprak ve kayada saklı olanı öğrenmem için gerekli dersleri öğret.
  • Güce ihtiyacım var ama bir kardeşimden fazla değil; güç bana en büyük düşmanım olan kendimle savaşmak için gerekli.
  • Sana temiz ellerle ve dürüst gözlerle gelmem için beni daima hazır kıl.
  • Yaşam bir gün batımı gibi solarken ruhum sana utançsız gelsin.

Şef Yellow Lark, Lakota Kabilesi

Beyaz Adama Yanıt!

Belki seni Yaratıcı’nın seni buraya bizi düzenlemek için gönderdiğini sanıyorsun. Eğer ben senin Yaratıcı tarafından düşündüğünü düşünseydim seni teşvik ederdim. Ancak o zaman beni düzenlemeye hakkın olurdu. Beni anlamıyorsun fakat iş bu ülkedeki etkime gelince kendince beni anlıyorsun. Ben asla bu ülkenin benim olduğunu ve bunun için seçildiğimi söylemedim. Bizi yönlendirmeye hakkı olan birisi yaptı ve bunu yapan, bizi yaratan güç olmalı. Benim iddiam benim toprağımda yaşama hakkımdır ve sana göre bu bir ayrıcalıktır. Kardeşim, senin Washington’daki babadan getirdiğin konuşmanı dinledik şimdi benim halkım sana cevap vermek için beni çağıracak. Rüzgârlar bu yaşlı çamlardan geçerlerken terk edilmiş ruhların iniltilerini işiteceğiz. Eğer halkımın sesi işitilirse bu anlaşma asla yapılmayacak. Ama ne yazık ki onlar çevremizdeler, görülmezler ve işitilmezler, gözyaşları yağmurun damlalarına benzer. Ormanın derinliklerine sesleniyorum ama bana cevap gelmiyor. Çevremdeki her şey sessiz; artık sözcüklerim çok azalmalı ve artık bir şey söylememeliyim. Sessiz olan kişi güneş batarken söyleyecek şeyi olmayandır…

Şef Joseph, Nez Perce Kabilesi

Bir Kızılderili Deyişi

“Bir insanı yargılamadan önce gökte üç ay eskiyinceye dek onun makosenleriyle (ayakkabısıyla) yürü…”

Dışarıdan bakınca pek çok hayat yanlış, mantıksız, delice görünebilir… Dışarıda kaldığın sürece insanları ve ilişkileri yanlış yargılayabilirsin… Yalnızca içinden, yalnızca gökte üç ay değişene dek onun makosenleri içinde yürüyerek dürtüler, duygular, insanı farklı davranmaya yönelten nedenler anlaşılabilir…

Anlayış, bilgiçliğin kibriyle değil alçak gönüllülükle doğar…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com