SÜNNET DÜĞÜNÜ

Ne çabuk geçiyor zaman? Sanki daha dün anı yazılarıma bir yenisini eklemiş gibiyim. Çocukluk anılarımız; kimi zaman gülen yüzümüz kimi zaman kanayan yaramız… Aslında her insan çocukluk anılarına sıkça dönüp hangi duyguları hissettiğine bakmalı. Çünkü eğer çocukluğunda kötü olaylar yaşamışsa bilinçaltında kalan o olumsuzlukları anıları aracılığıyla şifalandırmış olur. Bakalım bugün hangi duyguyla yüzleşeceğiz? Her zamanki gibi sandık anahtarla açıldı. Bir anı daha serbest bırakıldı.

Evet, nihayet ailece beklediğimiz, ağabeyimin ve kardeşimin sünnet düğünü zamanı gelmişti. Hazırlıklar mutlu şekilde yapılmıştı. Düğün yapılacak mekânlara hafta sonlarında bakılmış, davetli sayısına göre fiyat alınmıştı. Ağabeyim ve kardeşim heyecanlıydı. Beğendikleri sünnet kıyafetleri alınmıştı ikisine de. Kardeşimin kıyafeti daha gösterişliydi. Şapkası ve pelerini vardı. Ağabeyim ise sade bir kıyafet tercih etmişti. Çünkü o sadelikten hoşlanırdı. Ablam kıyafet alışverişine teyzemle birlikte gitmişti. Ablam her zaman kıyafetleri, çantası ve ayakkabısı uyumlu olsun isterdi. Kıyafetlerine çok titizlik gösterirdi. Zaten alışverişi, dükkân dükkân dolaşmayı çok sever. Onun bu huyunu bildiğim için teyzemle düğün alışverişine giderken beni de çağırdıkları hâlde gitmedim. Çünkü ben fazla sevmiyordum dükkân dolaşmayı, hâlâ da sevmem. Biraz fazla dükkân dolaşıldığı zaman sıkılıyordum. Eve gitmek istiyordum. Bir de kendime almayıp başkası için gitmişsem daha çok sıkılıyordum. Onun için ablamla çok az gitmişimdir alışverişe. Gitsem bile sesimi çıkarmazdım ama eve mutsuz şekilde dönerdim. Dua ederdim, ilk gittiğimiz mağazada kıyafet beğensin, diye. İlk gittiğimiz mağazada beğenip alsa bile birkaç mağazaya bakmadan dönmezdi. Bu sefer de ben “Almayacaksan niye bakıyorsun?” diye söylenince “Etrafı görmek ve dolaşmak istemiyorsun, hemen eve koşmak istiyorsun,” diyordu. Hâlbuki ben etrafı dolaşıp gezmeyi seviyordum. Sevmediğim şey mağazada vakit geçirmekti. Benim için evde vakit geçirmek mağaza dolaşmaktan daha eğlenceliydi. Evde anneme yardım etmeyi seviyordum. Ablam ise dışarıda olmayı, gezmeyi çok seviyordu ister misafir gezmeleri olsun ister diğer gezmeler.

Annem ve babam, düğün için baktıkları mekânlardan birinde karar kılıp, orada yapılmasını uygun görmüşlerdi. Bu arada babam, düğün yapılacak mekânı iki amcama da söylemiş. Babam her zaman öyleydi; eğer bir şey yapılacaksa mutlaka kardeşleri ile paylaşır, onlardan da fikir alırdı. Annem bundan pek hoşlanmazdı. Çünkü amcalarım kendilerini düşünerek karar verirlerdi. Babam ise onlar aileden ve işte de ortak oldukları için her konuda ortak karar alınmasından yanaydı. Babam, annemin beğendiği mekânı söyleyince amcalarım fiyatı yüksek bulup hemen “Yok,” dediler. O parayı o mekâna vermenin gereksiz olduğunu, bizim ev büyük olduğu için düğünün evin salonunda yapılabileceğini söylediler. “Yemekler de dışarıdan gelir, evde de yapılır,” dediler. Onların bu sözleri karşısında annem çok üzüldü çünkü böyle şeyler bir kere yapılıyordu ve beğendiği mekân da yemekli, güzel bir yerdi. Aslında o mekânı tutmamak için hiçbir neden yoktu. Babam da biliyordu herhangi bir sorun olmadığını ama annemin “Hayır,” demesine rağmen amcalarımın fikrine katıldı ve düğün evde oldu.

Bu yeni karardan sonra düğün hazırlıkları evin salonuna yapıldı. Salonu dayımla süsledik. Dışarıdan gelecek yiyeceklere ve evde yapılacaklara annem karar veriyordu. Evdeki yiyecekleri anneannem hazırlıyordu. Tabii bu sırada düğüne davet edilecek kişi sayısı da azaltıldı. Çünkü davetli listesindekilerin tümünün eve sığmasına imkân yoktu. Ağabeyim ve kardeşim okuldaki ve mahalledeki arkadaşlarının tamamını düğüne çağırmayı planlamışlardı fakat evde olunca sadece birkaç arkadaş çağırmakla yetindiler.

Düğün, evde olmasına rağmen çok güzel geçti. O gün için özel olarak alınmış kıyafetler giyildi. Annem ve ablam saçlarını yaptırmışlardı. Her şey çok güzeldi. Bütün aile mutluluk içinde; sünnet düğünü tamamlandı.

Düğünden bir hafta sonra dayım, anneannem ve teyzem Malatya’ya döndüler. Evi hüzün kapladı, üzülmüştük. Oysa gitmelerini hiç istemiyordum. Onlar bavullarını hazırlarken ben anneanneme “Ne olur, bir hafta daha kalın,” diye ısrar ediyordum. Anneannem, “Bir hafta kalsam, o hafta gene geçecek, gideceğiz. Aynı şeyi bir hafta sonra da söyleyeceksin. Onun için haftalar bitmez,” dedi. Ama ben ikna olmuyordum çocukluk düşüncesi işte, sanki bir hafta daha kalsalar bana bir ay gibi gelecekti. Beni mutlu eden, çok güzel vakit geçirdiğim ve çok sevdiğim anneannem, teyzem ve dayımın kalmasını istiyordum. Bunun için de çareler arıyor hatta ablama “Valizlerini saklayalım da gitmesinler,” diyordum. Ablamda istemiyordu gitmelerini, teyzemle çok iyi anlaşıyorlardı, birlikte geziyorlardı. En sonunda anneannem “Sizin nasıl bir eviniz varsa benim de evim var, deden bizi bekliyor, dayını işi var. Gene gelirim,” dedi. “Ama siz sık sık gelmiyorsunuz,” diye diretsem de gidişlerini kabullenmek zorunda kaldım. Onlarsız ev bomboş kalmış gibi geldi hepimize bir müddet.

Yaş ilerledikçe iki amcamın bencilliğini daha net görmeye başladım. Sünnet düğünü için mekânı kabul etmemişlerdi. Bize çok kolay “Hayır,” diyorlardı fakat kendileri söz konusu olunca “Hayır,” olmadığını gördüm. Çünkü hiçbir şekilde fedakârlık yapmıyorlardı. Şartlar uygun olmasa, tamam, derdik. Zaten o durumda babam da yapmazdı. Ama amcalarım, kendileri için hiçbir şeyi pahalı bulmazken babama gelince hemen “Pahalı” diyorlardı. Bütün pastayı sadece kendileri yemek istiyorlardı. Babam tabii ki kimse üzülmesin, kırılmasın, huzursuzluk çıkmasın diye kendinden fedakârlık yapıyordu. Babam, aileyi bir ve bütün gördüğü için her şeyi paylaşırdı, ortak karar alınmasından yanaydı. Oysa amcalarım, ortak iş yaptıkları hâlde kendileri için bir şey alacaklarsa hiçbir şekilde danışmaz, paylaşmaz, alırlardı.

Bencil insanlar hiçbir zaman karşı tarafı düşünmez, ne olursa olsun. Hayatta hep onlar haklıdır. Hataları olsa bile kabul etmezler. Hep almayı isterler. Bencil insanlarda paylaşma olmaz. Manevi değerlere bakmazlar. Çünkü merkeze sürekli kendilerini oturturlar. Hasta olursunuz, bilirler ama aramazlar. Sadece size işleri düşünce ararlar. Kendi menfaatleri için sizi severler. Bencil insanlardan gerçek sevgi ve değer hiç beklemeyin. Başkalarına kendilerini çok farklı gösterirler. Sadece birebir yaşarsanız anlarsınız böyle insanları. Onlara istediğiniz kadar yapın bir gün gene size döner, “Sen ne yaptın ki?” derler. O yüzden böyle insanlar için hep kalplerinin sevgi bulmasını dilerim.

İnsan yaşadığı mekânda bu, iş yeri olsun ev olsun, hep huzur verecek ve mutlu edecek insanları ister. Çocukken anneannem, teyzem ve dayım bizi ziyarete geldikleri zaman o kadar mutlu oluyordu ki. Çünkü onlarla çok güzel vakit geçiyorduk. Mutlu ve huzurlu oluyorduk. Evin neşesine neşe katılıyordu. Gitmelerini istemiyorduk. Bu her zaman geçerlidir. İnsan, huzur ve mutluluğu bulduğu mekânlara gider ve aynı zaman huzur ve mutluluk duyduğu kişilerle görüşmek ister, evine davet eder. Negatif enerji veren insanlardan uzaklaşır, değil görmek konuşmak bile istemez.

Çocuk her zaman bilir, kimlerin iyi geldiğini kimlerin iyi gelmediğini.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

DURU SEZGİ

Bundan önceki aylarda metafiziksel duyulardan duru biliş, duru görü, duru işiti konularında yazılar yazmıştım. Sizlere bugün de bir diğer metafiziksel duyu olan duru sezgiyi anlatmak istiyorum.

Duru sezgi nedir? Malcolm Gladwell, yıllar boyunca biriktirdiği bilgileri, ihtiyaç duyduğunda yüzeye çıkararak sezgisel olarak karar almasının, insanın sahip olduğu en önemli üstünlüklerinden biri olduğunu söyler. Az bilgiyle doğru karar almak, insanın sezgisel gücü sayesindedir. Sezgi, “düşünmeden düşünebilme” yeteneğidir. Herkeste bu sezgiler var mı? Tabii ki her insanda olabilir, bazı insanların ise sezgileri çok güçlüdür. Bunlar hayatlarında sezgileri ile yol alır. Alacağı kararlarda mantık ve düşünce yerine sezgilerini kullanır.

İnsan bir konu üzerinde karar alırken mantık ve sezgi olmak üzere iki ayrı yol kullanır. İnsanların çoğu hep mantık ile karar verir. Mantık, dinler, içindeki durumu analiz eder ve kararı alır. Sezgiyle karar vermek ise insanın hiç düşünmeden, o anda iç sesini dinleyerek hareket etmesidir.

Sezgileri olanların öngörüsü çok fazladır. Sezgileri güçlü insanlar, yeni birisiyle tanıştıklarında, beş ila on saniye arasında o insanla ilgili kararlarını verirler. Çünkü tanımaya gerek duymadan hemen o insanın ruhunu görmüşlerdir. Psikologların araştırmalarına göre bu karar, o insanla ilgili ömür boyu elde edilecek bütün bilgilerin en değerli kısmını oluşturur. Mantıkla karar almada yanılma payı çok büyüktür. Sezgide ise değildir.

Sezgiler sadece tehlike anlarında değil, insanın hayatını yönlendiren önemli anlarda da devreye girer. Sezgiler güvenilir rehberdir.

Örneğin, paranız var ve yatırım yapacaksınız. Mantık olarak o anda getirisi en yüksek yatırım aracı tercih edilir. Size akıl verirler, işte bu araca yatırım yaparsan iyi kazanırsın, derler. Eğer sizin kuvvetli sezginiz varsa o anda o söylenenlere kulak asmayıp sezginizi dinleyerek yatırım türüne karar verirsiniz. Sonra kazançlı çıktığınızı görürsünüz.

Ya da ev alacaksınız. Bir anda gördüğünüz, beğendiğiniz evi almak istersiniz. Onu araştırırsınız, birkaç kişi size, “Mantıklı değil, bu eve bu kadar para verilir mi?” der ama sizin sezginiz, “Al,” diyor. Sezginizi dinler ve alırsınız, sonunda o evin değerlendiğini görürsünüz. Diyelim ki tatile gideceksiniz. Acaba nereye gitsem, diye araştırma yapmasınız. Sezginiz, bu sene oraya gidin, der. Belki o mekânı ya da gideceğiniz bölgeyi daha önce hiç duymamışsınızdır. Sezginiz, kimseye sormadan ve araştırmaya gerek kalmadan o bölgeye gitmenizi söyler.

Eğer sezginiz güçlü ise insanlarla bir şey yaşamadan anlayabilirsiniz nasıl olduklarını ve kendinizi sezgilerle korumaya alırsınız. Böylece zarar gelmesini de önleyebilirsiniz. Size zarar verecek insanlardan uzak kalırsınız. Sezgiler olumlu ve olumsuz olayları kişileri söyler. Fark edersiniz. En saf sezgilerimiz doğruyu söyler. Sezgisi güçlü insanlar alacakları kararları başkalarına sormazlar çünkü onların mantık ve zihin çevresinde hareket edeceklerini, olayın detayını iyice dinleyip öyle cevap vereceklerini bilirler.

Pekâlâ, bu en saf sezgimizi nasıl bileceğiz?

Egolar, korkular, endişe, kaygılar, stres, olumsuz düşünce, negatif duygular olduğu sürece sezgilerinizi dinleyemezsiniz. Düşünün, endişeli bir hâlde ya da korkusu olan, sürekli plan program yapan, kontrolcü bir yapısı olan insan nasıl sezgisini dinleyebilir? Ya da başkasına sezgileri ile nasıl rehberlik yapabilir? Diyelim ki tüm bu negatif duygularla rehberlik yaptı ve bunu da sezgilerine dayanarak yaptığını söyledi, bırakın şifalandırmayı, karşısındakinden tepki bile görebilir.

Sezgileri dinlediğinizde sizi bilgeliğe götürür. Sezgileri duygularla ve bilinçaltı ile karıştırmamak gerekir. Duygularla sezgileri karıştırmamak için genelleme olarak şu örneği kullanırım hep: Birisi sizden borç para ister fakat geri ödemeyeceğini sezginiz bilir. Yine de o anda vicdan ve merhamet duygusu sezginin önüne geçtiği için borç verirsiniz. O para size geri gelmez ve sezginiz doğru olduğunu görürsünüz.

Örneğin tatile gideceksiniz ya da bir arkadaşınız sizi bir mekâna veya tatile çağırdı. Sezginiz beş saniyede cevap veriyor, “Hayır,” diye ama o anda duygunuz sezginizin önüne geçerse ayıp olur düşüncesiyle “Tamam, geliyorum” dersiniz. O gittiğiniz yerde olumsuzluk yaşarsınız, bu sefer de kendi kendinize kızar, sezgilerimi dinlemedim, diye söylenirsiniz. Neden? Çünkü arkadaşınıza ayıp olmasın diye, “Hayır” demediniz. İnsan duygularının esiri olduğu zaman aldığı kararlar isabetsiz, yanıltıcı ve yıkıcı olur. Sezgi ile karar vermek çok kısa bir sürede gerçekleşir. Derler ya göz açıp kapanıcıya kadar, işte o kadar kısa bir sürede. Üstelik bunlar hayatta vereceğimiz en doğru ve olumlu kararlardır.

Örneklere devam edelim. Bir insanı tanımadığınız hâlde bencil olduğunu sezginiz size söyler. Kendi menfaati için yanaştığını, sizi sürekli sömüreceğini, size değer vermeyeceğini sezginiz baştan bilir. Siz borç para örneğindeki gibi gene vicdan ve merhamet duygusu çok ağır bastığı için ona her türlü yardımı yaparsınız. Fakat tanıdıkça o insan hakkındaki sezgilerinizin doğruluğunu fark edersiniz. Kısacası sezgiler hiçbir zaman yalan söylemez. Yalan söyleyen insanlarda sezgi olmaz. Ayrıca diğer insanlara sezgileri ile rehberlik yapan kişi, karşısındaki insanın hoşuna gitsin diye olumlu şeyler söylemez. Kendisine rehberlik için danışıldığında o anda hiçbir şekilde düşünmeden, sezgileri olumlu veya olumsuz ne diyorsa onu söyler.

Kendimden örnek vereyim. Ben şifalandırma çalışmalarında duru görü, duru biliş, duru sezgi ile insanlara rehberlik yaparken kendilerinde olan olumsuzluklar varsa değiştirmeleri için bunları açıkça söylüyorum. Bazıları, kabul edip kendilerini şifalandırmaya açıyorlar. Bazılarıysa kabul etmiyor, daha doğrusu söylediklerim hoşlarına gitmediği için şifalanmaktan vazgeçiyorlar. Aslında ben orada o kişilerin uyanış ve aydınlanmaları için duru biliş, duru görü ve duru sezgiyi kullanıyorum. Şifa çalışmalarında sezgiler ne diyorsa o söylenir. Düşünerek ya da mantık ile cevap verilmez. Çünkü yukarıda da belirttiğim gibi saf sezgilerimiz doğruyu söyler.

Sezgiler Allah’ın doğuştan verdiği bir özelliktir bana göre. Fakat herkesin sezgileri güçlü değil. Sezgileri dinlemek de sanıldığı kadar kolay olmuyor, bunun için mutlaka olumsuzluklardan arınmak, bilinçaltını temizlemek gerekiyor. Bunun en iyi metodu meditasyondur. Kalp gözü ne kadar açılırsa sezgiler de o kadar yükselir.

Eğer sezgileriniz güçlüyse hayatınızda alacağınız kararları kimseye anlatmanıza gerek yoktur. Sezgileriniz gitmeniz gereken yolları, almanız gereken kararları gösterir.

İlahi rehberliği, hissetme şeklinde alanlar, olayların gidişatını ve sonucunu sezgisel olarak bilirler.

Doreen Virtue’nin  “İlahi Rehberlik” kitabından da bu konuyu daha ayrıntılı olarak okuyabilirsiniz.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

İLAHİ ADALETE İNANCI OLANLAR YAPMALARI GEREKENİ BİLİRLER

Hayatta bazen başımıza bir olay gelir ya da birisi ile tanışırız, bir olaya şahitlik ederiz, tesadüf, deriz. Hâlbuki tesadüf diye bir şey yok. Olması gereken oluyor. Buna, ister evrenin işleyişi, deyin ister Allah’ın takdiri; o anda olması gereken oluyor.

Bazı insanlar mantığını kullandığını, beynini çalıştırdığını, akıllı veya zeki olduğunu söyler fakat hiç kimse Allah’tan güçlü değildir. Kimi kabul etsin kimi kabul etmesin; bu böyledir. Bazen derler ki “Ben çok akıllıyım, benim başıma böyle şeyler gelmez.” Bazen de başkasına akıl verirken “Bir kere de mantığını çalıştır, bu böyle yapılır,” diye suçlarlar. Hâlbuki bunları söylerken, birinci örnekteki kişi ne kadar büyük konuştuğunun farkında değildir, o sırada konuşan kendi kibridir. İkinci örnekteki kişi ise hayatı hep kendisinin planladığını zannediyor, evreni ve Allah’ı unutuyor. Çünkü insanoğlu bazen hayatın içinde kendini o kadar kaptırıyor ki her şeyi kendi aklı ve zekâsı ile yaptığını sanıyor. Hâlbuki o fırsatı veren bir ilahi sistem var. Bunu maalesef bazı insanlar kabul etmiyor. Onların görüşüne de saygı duyuyorum.

Yukarıdaki paragrafta bahsetmiştim, tesadüf yok, diye. Ben tesadüflere inanmam çünkü tesadüf dediğimiz sadece beyin ve zihindir. Olayların akışının tesadüfi olmadığına gerçekten inandığınızda evrenin sizi çok net mesajlarla karşılaştırdığını görebilirsiniz. 2014 yılıydı. Bir gün e-posta kutumda hiç tanımadığım birinden gelen bir mail gördüm. Maili neden gönderdiğine dair hiçbir açıklama yoktu. Yalnızca şöyle yazmıştı:

“İlahi adalete güvenen insan, öfkelenmez, nefret etmez. Kimseye kin gütmez, incinmez ve de incitmez. Allah’ın tertibine ve akışa güvenir. Olana, olacağa teslimiyettedir. Kendini kanıtlama, onaylanma ihtiyacı duymaz.

Kendi kendinin tanığıdır. Tarafsızca olanı izler, gözlemler. Hayatın illüzyonuna kendini kaptırmaz. Kalbinin ve vicdanın rehberliğinde; sevgi frekansında, hayatı dua gibi yaşar.”

Bu kişiye geri dönüş yapıp neden, niçin gibi sorular sormadım. Sadece gelmiş olan mesajın içeriğine baktım. Ne demek istediğini anlamıştım. Önemli olan işaretleri almaktır. Olması gereken oluyor, derler ya; evet, o gün de olması gereken oluyordu.

Yeryüzünde yaşayan bütün insanlar haksızlığa uğradıklarında haklarını mahkemelerde, kanunlarda arar. Bazen elimizde bir kanıt olmaz, o zaman hakkımızı nerede arayacağımızı kendi kendimize sorarız. İşte burada bence en büyük adalet Allah’ın adaletidir. Bunu söylerken tabii ki kendi inancımdan bahsediyorum. O adalet hiçbir zaman şaşmaz. Bu nedenle “Nasıl olsa elinde bir kanıtı yok. Benim ona zarar verdiğimi nereden ispatlayacak,” diye düşünen sadece o anda o gün günü kurtaran insandır.

Kimse kendi yoğurduna ekşi demediği gibi kimsenin de hakkını yemediğini söyler. Peki, haksızlık denince aklımıza sadece maddiyat mı gelmeli? Hayır. En büyük haksızlık bir insanın kalbini kırmak, iyi niyetini kullanmak, zamanını harcamak, duyguları ile oynamak, vicdanını, merhametini kullanmak ve benzerleridir.

Size iftira atan, sizin zamanınızı veya emeğinizi çalan, sizden borç para isteyip o borcu ödemek için çaba göstermeyen insanlar hakkınızı yemiş sayılırlar. Hatta maddi durumunuz iyiyse bile bunu sömürmek ve kullanmak isteyen insanların yaptığı da hak yemektir. Bir insana verdiğiniz borcu geri ödemesini istediğinizde ödemezse bunu kanıtlayacak bir belgeniz ve şahidiniz olmadığı için mahkemeye de gidemiyorsanız ne yapacaksınız? İlahi adalete bırakacaksınız. Fakat şunu da bilmelisiniz, kızdığınızda, öfkelendiğinizde daha doğrusu olumsuz duygular barındırdığınızda ilahi adalet olmaz.

İlahi adalete en güzel örneği hayvanlar üzerinden veriyorum. Diyelim ki sabah kimsenin olmadığı bir sokakta bir hayvana yapılan haksızlık var. O hayvan, konuşamadığı için o haksızlığı yapan insanı kime şikâyet edecek? İnsanoğlu ise tabii ki uğradığı haksızlığı dile getirmek, onay almak ister. Ama kimseye anlatmadan da frekans olarak içten dua ettiklerinde ilahi adalet gerçekleşir ve ilahi adalete inanan insanlar tamamen Allah’a bırakır. Gerçek inanç sahibi Allah’ın her şeyi bildiğini bilir.

Bazı insanlar der ki “Allah akıl vermiş, zekâ vermiş, beyin vermiş, ne söylerse söylesin.” Tabii ki Allah akıl vermiş ama her şeyi akıl ile kontrol edemezsiniz. Yaşam boyunca her zaman sınavlar, dersler vardır ve dersler tek taraflı olmaz, iki taraflıdır. Ayrıca Allah’a inanan kimse bir başka birine zarar vermez. Ali İmran suresi 148. ayette geçer: “Allah güzel davrananları sever.”

Bir örnek vereyim. Diyelim ki bir insan bir arkadaşından ihtiyacı için borç para istedi ve geri ödeyeceği tarihi de açıklayarak söz verdi. Arkadaşı da o anda ihtiyacını görebilmesi için gerekli parayı verdi. Ama o insan söz verdiği tarihte borcunu ödemediği gibi daha sonra da ödememek için arkadaşına türlü türlü yalanlar söyledi. Borç verdiğine dair elinde banka dekontları olan arkadaşı ne yapmalı? Pek çok kişi, “Dekontları mahkemeye sunup hakkını geri almalı,” diyebilir. İlahi adaletin er ya da geç yerini bulacağına inananlar ise “En güzel mahkeme Allah’ın mahkemesi, Allah’ın bilmesi en önemlisi,” der. Gerçekten de kimin ne niyetle verdiğini kimin ne niyetle vermediğini Allah bilir. İnsanın her zaman yardıma ihtiyacı olur fakat bu ihtiyacı başka niyete kullanmamalıdır. Bu örnekteki gibi arkadaşı o anda vicdanı ve merhametiyle, sevgi duygusuyla o kişiye yardım etmiştir ve aynı duygularla da sonucu ilahi adalete bırakmıştır. Hayatta her olay ispatlanacak ya da herkese anlatılacak diye bir şey yok. Yeter ki ruhunuzda olumsuzluklar barınıp karşınızdaki insan için kötü düşünce ve duygu olmasın.

Çoğumuz iş yerinde haksızlığa uğramışızdır. Sizin hazırladığınız bir projeyi hiç ilgisi olmayan biri sahiplenip kendi fikriymiş gibi patrona sunar ve belki de bununla terfi veya maaş artışı alır. Siz içinizden iş arkadaşınıza ve patronunuza kızarsınız. Aslında o anda kızgınlık yerine sevgi frekansına geçip dua eder gibi akışına bıraksanız günün birinde gerçekleri göreceksiniz. Çünkü ilahi düzen, her şeyin en yüksek hayrına olur. O anda zarar gördüğünüzü sanırsınız fakat sonrasında yollarınız öyle açılır ki “İyi ki o projeyi arkadaşım kendisinin yaptığını söylemiş,” dersiniz. İşte o zaman ilahi sistemin nasıl işlediğini fark edersiniz. İlahi sistem herkesin hakkını günü geldiğinde verir. Yeter ki dürüst olun. Dürüst olan insan Allah’a yakın olan insandır. Zamanı gelince maneviyat ile ilgili bir yazımı paylaşacağımı da ekleyeyim yeri gelmişken.

Benzer şekilde verilen sözleri inkâr edenler, yalan söyleyip o anda işini kurtaranlar, hata yaptığı hâlde inkâr edip kurnazlığa gidenler, kendilerini uyanık sananlar… Bunlar için en güzel dua, sevgiyi bulmaları için ruhlarının gelişmesini istemektir. Aslında kendilerine zarar verdiklerini bilseler belki yapmayacaklar. Zarar veren şeyler maalesef egolardır.

Bir söz okumuştum. “Birinin emeğini, iyi niyetini harcarsanız zaman da sizi harcar.” Onun için de ilahi adalet ve evrensel sistem şaşmaz, sadece zaman verir. Nasıl ki toprağa tohum ekmek ile hasat almak arasında uzun bir ara varsa yaptıklarımızın karşılığının bize dönmesi de ilahi sistemde bir zaman gerektirir. Ve işte bu zaman zarfında insan unutur. Hareketlerinin kendi üzerindeki zararını göremez.

Dünyada haksızlığa uğramayan, haksızlıkla karşı karşıya kalmayan yok gibidir; insan malzeme olunca haksızlık sadece sözlükte anlamı olan bir kelime değildir. Dünyanın neresinde olursanız olun haksızlık vardır. Haksızlıkla karşılaşıldığında umutsuzluğa asla kapılmadan şunun çok iyi bilinmesi gerekir ki eninde sonunda dünyevi adalet, o olmazsa ilahi adalet mutlaka yerini bulacaktır.

Eğer ilahi adalete inanırsanız dinginliğe ulaşırsınız. Seçimlerinizi bilgelikle yaparsınız.

Yeter ki her daim sevgi frekansında yaşayın, olumsuz duygu ve düşüncelerle değil!

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

İNSANDA VİCDAN OLDUKÇA KİMSEYİ ÜZMEZ

Sıra geldi bu ayki hikâyemize. Bu hikâyede o kadar güzel dersler var ki. Bu derslerin en önemlisi de vicdan. İlerleyen günlerde vicdan üzerine belki birkaç bölüm hâlinde yazımlarım olacak; gene insanlardan aldığım dersler etrafında yaşadıklarımı örneklerle anlatacağım. Ancak şimdilik bu hikâyeyi ve birkaç satır da kendi duygularımı ve düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.

Her insan kendini vicdanlı zanneder fakat bence menfaatin olduğu yerde vicdan olmaz. Çünkü bir insan size menfaat için yanaşıp iyiliğinizi kullanarak size olumsuzluk yaşatıyorsa burada vicdandan söz edemeyiz. O kişi kendi işi görüldüğü için sizi düşünmez. Size maddi ve manevi zarar verilmiş mi, üzülmüş müsünüz; bunlarla ilgilenmez. Onun için o anda önemli olan sadece kendi işinin görülmesidir. Birisinden bu şekilde zarar görürseniz bu sefer başka birine iyilik yapmak için iki kere hatta üç kere düşünürsünüz: Acaba bu kişi de diğerleri gibi mi olacak? Böyle düşündüğünüz için kimse sizi suçlayamaz tabii ki ama siz yine de iyilikten ve vicdanınızın sesini dinlemekten vazgeçmeyin.

Şimdi sevgili okuyucularım, sizi hikâye ile baş başa bırakıyorum.

MENFAATİN YERİNE VİCDANIN SESİNE KULAK VERMEK

Sıcak bir yaz günüydü. Devesinin üzerine binmiş, ıssız çöllerde yolculuk yapmakta olan bir bedevi, yorulunca biraz oturup dinlenmeye karar verdi. Uzaktan geldiği güçlükle yürümesinden belli olan, dudakları susuzluktan kurumuş bir adamla karşılaştı.

Adam, bedeviyi görünce hemen “Su!..” dedi.

Çok yorulmuş ve çok susuz kalmış olacak ki adam acele edercesine tekrarladı:

“Ne olur, biraz su!”

Susuzluktan mecali kalmayan, hararetten dudakları çatlamış adam, durumun ciddiyetini göstermek istercesine davranışlar sergilemeye başladı. Kendisine acındırarak vaziyetinin kötü olduğunu anlatmaya çalıştı ve zor hareket eden diliyle tekrar şöyle söyledi:

“Uzun süredir yollardayım; çok ama çok susadım. Ne olur, biraz su!”

Bedevi, adamın hâline baktı ve acıdı. Çölde yolculuk esnasında kendisinin de en büyük ihtiyacı olan su kabını derhâl devesinden alıp adama uzattı.

Adam suyu içince gözü açıldı, dinçleşip kendine geldi. Fakat tam o sırada beklenmedik bir harekette bulundu. Birden bedeviyi itti ve yere düşürdü. Sonra da devenin üzerine atlayıp kaçmaya başladı.

Bedevi neye uğradığını şaşırmıştı. Bu adamın yaptığına ne demeliydi?

İyilik yaptığı adamdan kötülük görmüştü. Şaşkın bir vaziyette donup kaldı. Ne yapacağını bilemedi.

Hırsızın arkasından hayretle bakarken birden aklına onu takip etme düşüncesi geldi. Adamın peşinden koşmaya başladı. Fakat ne çare?

Hırsız, deveyi koşturarak uzaklaşıp gitmişti. Aralarındaki mesafe bir hayli açılmıştı. Hava da çok sıcaktı. Ona yetişmesi mümkün değildi.

Bedevi, ümitsizce arkasından şöyle seslenmeye başladı:

“Dur! Bir dakika dur! Bir çift sözüm var sana.”

Adam bedevinin sesini işitiyor fakat hiç aldırış etmiyordu. Üstelik deveyi daha süratlendirerek yoluna devam ediyordu.

Çaresiz kalan bedevi, adamın arkasından hem koşturuyor hem de sesleniyordu:

“Ey hırsız, tamam, deveyi al git ama sakın bu olayı kimselere anlatma.”

Hırsız bir an duraksar gibi oldu. Çünkü bedevinin bu isteği tuhafına gitmişti. Kendi kendine “Acaba yanlış mı duyuyorum?” dedi. Kulağına gelen sesi iyice dinledi. Ses ve söz aynıydı:

“Ey hırsız, tamam, deveyi al git ama sakın bu olayı kimselere anlatma.”

Bu ne demekti? Bedevi, niçin “Kimselere anlatma.” diye sesleniyordu?

Bu isteği tuhaf bulan hırsız, devenin süratini kesti. Hafif durur gibi yaptı. Bedevinin, sesini duyacak kadar yaklaştığını görünce ona:

– Niçin kimseye anlatmayayım? diye sordu.

Bedevi, ona insanlık adına bir ders vermek isteyerek şöyle dedi:

– Eğer sen bu hadiseyi insanlara anlatırsan, bu yaptığın yanlış hareket her yere yayılır. İnsanlarda iyilik yapma, yardım etme duyguları körelir. Kalplerdeki şefkat ve merhamet hislerinin zayıflamasına hatta yok olmasına sebep olur.

O zaman insanlar bir daha muhtaç, garip, yolda kalmış kimselere yardım etmez hâle gelir. Issız çöllerde yolculuk yaparken ihtiyaç içinde susuzluktan kıvranan bir yolcu görseler hiç ilgilenmezler. Görmezlikten gelirler. Bu ise insanlık adına büyük bir kötülük hatta düşmanlıktır.

Bu sebeple sakın kimselere anlatma! Kötülüğü ifşa etme. İnsanlar arasında yayma.

İnsanlardaki mürüvvet ve yardımseverlik duygularını öldürmüş olma.

İnsanoğlunun, hata ve kusurları, kötü davranışları ifşa etmesi, toplum içerisinde yayması hem kendisi hem de toplum açısından telafisi mümkün olmayan zararlara yol açar.

Kötülüğü ifşa etmek, her şeyden önce, hata ya da kusur işleyen insanı ya da kötülüğe maruz kalan kimseyi rencide eder ve incitir. Onun saygınlık ve itibarını zedeler.

Menfaatlere göre değil, vicdana göre yaşanacak güzel günler dileğiyle!..

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

YENİ BİR ŞEY ÖĞRENMEK

Evet, kaldığım yerden anılarıma devam ediyorum. Her yazdığım anı yazısı bana çok farklı duygular yaşatıyor. İnsan en çok çocukluk zamanını hatırlar çünkü zihin boştur ve yaşananlar ister istemez o boş zihne yerleşir. Şimdi dokuz yaşındaki çocuk kaldığı yerden devam edip elindeki anahtarla sandığı açıyor ve bir anıyı daha serbest bırakıyor.

Bir önceki anı yazımda ağabeyimin ve kardeşimin o yaz yapılacak sünnet düğünü için evde süren hazırlıklardan bahsetmiştim. Artık sünnet düğünü günü yavaş yavaş yaklaşıyordu. Evdeki hazırlıklar da hızlanmıştı. Annem ve babam aralarında, kimler düğüne çağrılacak konuşmaları yapıyorlar, isimler söyleniyordu. Davetliler konusunda annemin yaklaşımı, babamdan daha farklıydı. Annem, daha yakın olan kişilerle sık görüştüğümüz kişilerden belli sayıda davetli çağırmayı düşünüyordu. Babam ise “Onu çağırmazsak kırılır, bunu çağırmazsak darılır,” diyordu. Babama göre herkesi çağırmak gerekiyordu, kimse küsmesin kırılmasın, diye. Özellikle amcamlar şu kişiyi de çağır, dediklerinde sırf onlar istedi diye hemen tabii derdi. Bu arada düğün yapılacak yer bakılıyor, annem ve babam hafta sonları düğün yapılacak mekânlara gidip konuşuyorlardı.

Evdeki bu tatlı telaş güzeldi. Ayrıca düğün için Malatya’dan gelen ve bizde kalan anneannem, teyzem ve dayımla günlerimiz son derece mutlu şekilde geçiyordu. Bu arada arkadaşlarımla oyun oynamaya ve kitap okumaya da devam ediyordum. Derken başka şey daha istedim o yaz: Kanaviçe öğrenmek. Tabii durduk yerde ortaya çıkmadı bu istek. Anneannem bizde iken dantel örüyordu. Annem de dantel yapardı, örgü örerdi. “Ben de dantel örmek istiyorum,” dedim anneme. Buna en çok anneannem sevindi, “Ben sana öğretirim,” dedi. Biraz gösterdi nasıl yapmam gerektiğini fakat düşündüğüm gibi değildi dantel örmek, pek sevmedim. Başka bir şey yapmak istiyordum artık. Annem çok güzel kanaviçe yapmış örtülerin üstüne, ben de onları çok beğenmiştim. O örtüleri sordum, “Bunlar kanaviçe,” dedi annem, “Sana öğretirim istersen.” O günü hiç unutmuyorum. Annemle birlikte alışverişe gidip kanaviçe yapmam için malzeme aldık. Ben tabii ki çok mutluydum çünkü yeni bir şey öğrenecektim. Hem de zamanımı boşa geçirmemiş olacaktım. Aslında zamanımı pek de boşa geçirmiyordum, evde anneme yardım ediyordum ama bir de bunu yapacaktım. 

Annem ve anneannem bana öğretmeye başladılar. Hem anlattıklarını can kulağıyla dinliyor hem de pür dikkat nasıl yapıldığına bakıyordum. Kanaviçe işlerken ona özel iğne kullanılıyordu. İpliği de özeldi. Annem bir renk iplik almıştı. Ben de anneme sordum, “Neden tek renk? Sizin yaptığınızda birçok renk var.” Annem gülümsedi, “Sen önce tek renkle başla, bak bakalım yapacak mısın yoksa sıkılacak mısın? Önce bir başla, renkleri sonra düşünürüz,” dedi. Oradaki desenleri görünce çok hoşuma gitmişti, yapabileceğimi biliyordum. Kendimden o kadar emindim ki “Hemen yapacağım,” diye cevap verdim. Annem güldü. Artık vaktimi oyundan ziyade kanaviçe işleyerek geçirmeye başlamıştım. Çünkü tek isteğim kanaviçe işlemeyi öğrenmekti. Bir de çok sevmiştim kanaviçeyi, hatta öyle ki ileri yaşlarda da hep yaptığım iş oldu; çeşit çeşit modeller yaptım.

Çocukluğumdan beri sevdiğim, bana bir şeyler katacak işler yapmayı tercih ederim. Başkası istedi diye ya da kolay diye tercih etmem, benim yapmam önemlidir. Ve bir iki hafta içinde annem bana, “Gerçekten tahmin etmiyordum böyle hemen öğreneceğini,” dedi. Bu sefer anneme, “Eğer yapmaya başlarsan ikinci rengini alacağım demiştin,” dedim. Çünkü ilk öğrenmeye başladığım gün verdiği sözü unutmamıştım. Bir de “Yalnız renkleri ben seçeceğim,” dedim. Çünkü annem öylesine renkler almıştı başlangıçta. Annem, “Tamam, alırız,” deyince anladım, beni geçiştirmeye bakıyor, beni oyalamak için “Sen şimdilik bunlarla yap,” diyor. Anneannem ile birlikte gittik iplik almaya, ona söyledim ikinci renk de istediğimi. Beni kırmadı, “Tabii ki,” dedi, o gün dört beş renk iplik aldık. Hevesle işliyor, akşam babam eve gelince hemen gündüz yaptığım kanaviçeleri gösteriyordum. Ortaca amcam bize gelince ona da gösteriyordum. Amcam bana “Aferin” dedikten sonra “Ama kitap okumayı da ihmal etme, bol bol kitap oku,” diye tembihlemeyi de unutmuyordu. Ben “Peki,” deyip kanaviçe işlemeye devam ediyordum. Tabii ki kitap da okuyordum ama kanaviçeyi daha çok sevmiştim. Onu yaparken ortaya yeni bir şey çıkarıyordum ve yaptıklarımı ailem ile paylaşıyordum. Çocukluk dönemimde de bugün olduğu gibi paylaşmayı severdim. Bir şeyler yaptığımda ya da annem evde poğaça, kurabiye yaptığında onları alıp bahçede arkadaşlarıma dağıtıyordum. Evde bir yiyecek varsa alıp götürüyordum. Arkadaşlarımla beraber yiyorduk. Bahçede duvarın üstünde oturup hem konuşup hem de o yiyecekleri yemek o kadar güzeldi ki. Çok mutlu oluyorduk.

İnsan çocukluk döneminde başlıyor aslında zamanı nasıl değerlendireceğini düşünmeye. Bazı çocuklar oyun oynar bazısı kitap okur bazısı hiçbir şey yapmaz ama bende mutlaka bir şeyler yapmak isteği vardı. Annem mutfakta yemek yaparken, pasta yaparken ona yardım ederdim. Üretmek, faydalı olmaktır. Çünkü dışarıda oynadığım oyunlar bana yeterli gelmiyordu. Ev işlerinde anneme yardım ediyordum. Boş kaldığımda anneme soruyordum, “Benim yapabileceğim bir şey var mı?” diye. Bir de ne yaparsam yapayım iyisini yapmayı ve güzel olmasını istiyordum; yapmak için yapmak bana göre değildi. O zaman da başarılı olma duygusu bilinçaltına yerleşiyordu. Çünkü ortaca amcam bize sürekli derslerde başarılı olmamız konusunda baskı yapıyordu. Bu baskı nedeniyle yaptığım diğer işlerde başarılı olma duygusunun bende zaman içinde yerleşmiş olduğunu gördüm. Aslında yaptığım işleri özümden gelerek hep kendim istediğim ve sevdiğim için yapıyordum. Bu da başarı getiriyordu. Yoksa benim için başarılı olmak değil de yaparken o işin hakkını vermekti önemli olan.

Aslında her insanın kendine ait yetenekleri vardır. Bunlar çocukluk zamanında ya da sonradan çıkıyor. Önemli olan bunu ortaya çıkarmaktır. Bu da ya çocuğun kendisinin ne istediğini bilerek ısrarcı olması ya da ailenin, çocuğun yeteneğini ve neyi sevdiğini bilerek ona göre destek vermesiyle oluyor. Ben annemden kanaviçe istedim, annem onayladı. Ama bazı aileler çocuklarına yapamazsın, derler. Aslında kaç yaşında olursa olsun çocuk istiyorsa mutlaka desteklenmeli ve teşvik edilmeli, morali bozulmamalı. Aksi durumda çocuğun özgüveni kırılarak baştan yeteneğine küstürülmüş ve yeteneğin ortaya çıkacağı yollar kapatılmış olur. Bu nedenle çocuğun her zaman kendine ait bir meşgalesi olmalı, kendi kendisiyle yetinebilmeli ki hem yaratıcılığı gelişsin hem de kendi kendine mutlu olabilsin. Mutlu bir çocuk aileye de sorun çıkarmaz.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

DÜŞÜNCE GÜCÜYLE TEDAVİ – 2

Sevgili okuyucularım, 21 Ocak 2022 tarihinde Louise L. Hay’nin kitaplarından bir tanesi olan “Düşünce Gücüyle Tedavi”yi paylaşmıştım. Kitap iki seriden oluşuyor. Bugün de ikincisinin içeriğini sizinle paylaşmak istiyorum. Bu arada Louise L. Hay, bu kitapta kendi hastalığından bahsediyor.

Sizler de sevgili okuyucularım, sosyal medyada sıkça karşılaşıyorsunuzdur; düşüncelerin sağlık üzerinde ne kadar etkili olduğuna ilişkin paylaşımlarla. Zehirli düşünceler ruhumuzu, zihnimizi ve bedenimizi olumsuz etkiler ve en çok kendimize zarar verir. Ama çoğumuz hastalıklarımıza bu olumsuz düşüncelerin yol açtığını bilmez.

Örneğin size yapılan haksızlıklar karşısında hakkınızı koruyup kendinizi ifade edememiş, içinize atmış iseniz o zaman boğazınız ağrıyor. Doktora gidiyorsunuz, farenjit teşhisi konuluyor ve siz, işte soğuk su içtim ya da klima açıktı gibi nedenlere bağlıyorsunuz hastalığınızı. Aslında bu saydıklarınız kökenin ne olduğunu bilip orayı şifalandırmak yerine kolayına kaçıp bahanelere sığınmaktan başka bir şey değildir. “Geçer bunlar, basit bir boğaz ağrısı,” deyip geçiştiriyorsunuz. Tabii ki basit ama o yer ediyor ve en ufak bir şeyde bağışıklık sistemi düştüğünde de sık sık boğaz ağrısı başlıyor. Zaten her olumsuz düşünce ve duygu bağışıklık sistemini zayıflatıyor. 

Louise L. Hay’in kitabının bir özelliği hangi hastalığın hangi olumsuz düşünceden kaynaklandığını ve hastalığı ortadan kaldırmak için yeni düşünce biçiminin nasıl olması gerektiğini açık olarak anlatması. Sizin, hastalığın kaynağını bulup dönüştürmek için hangi olumlamaları yapmanız ve hangi düşüncede, duyguda olmanız gerektiğini yazıyor.

Bazı kitaplar vardır elimizin altında sürekli olmasını isteriz. İşte bunlardan bir tanesi de Louise L. Hay’nin “Düşünce Gücüyle Tedavi-2 kitabı. Şimdi sizinle bu kitaptan bir bölümü paylaşıyorum:

“…

Eski kalıpların atılması. Bir sorunun sürekli olan ortadan kaldırılması için öncelikle zihinsel nedenini çözmemiz konusunda çalışamaya başlamalıyız. Ama genellikle nedenin ne olduğunu bilmediğimiz için çalışmaya nereden başlayacağımızı da kestiremeyiz. Dolayısıyla, eğer ‘Bu ağrıya neyin neden olduğunu bir bilebilseydim’ diyorsanız elinizdeki bu kitapçığın aradığınız nedeni bulmanıza, hem zihinsel hem de bedensel sağlığı sağlayacak yeni düşünce kalıplarını oluşturmanıza yardımcı olmasını umuyorum.

Yaşamımızdaki iyi ve kötü (hastalıklar) her şey, deneyimlerimizi oluşturan zihinsel düşünce kalıplarının bir sonucudur. Hepimizde, bizleri neşelendiren, mutlu kılan iyi ve olumlu deneyimleri oluşturan birçok düşünce kalıbı vardır. Bizleri kaygılandıran, tedirginlik ve mutsuzluk yaratan deneyimleri oluşturan ise olumsuz düşünce kalıplarıdır. Bedende hastalıklara neden olan en yaygın zihinsel düşünce kalıpları eleştiri, öfke, kırgınlık ve suçluluktur.

…”

Şifa olsun.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ŞARTLAR DURUŞUNUZU DEĞİŞTİRMESİN

Yazıma Gandhi’nin sevdiğim sözleri ile başlıyorum; “Haksızlığa yönelip bütün insanların senin peşinden gelmesi yerine, adaletli olup yalnız kalman daha iyidir.”

Hayatımızın her anında insanlarla iletişim hâlindeyiz; özel hayatta, sosyal hayatta, sokakta, seyahatte vs… İster sadece göz teması kurun ister ayaküstü bir iki kelime konuşun, karşınızdaki insanın duruşunu anlarsınız. Bu duruş, bir bakış ile bir gülümseme ile bir söz ile kendini gösterir. Tabii ki bazen bunu bilemeyiz, yaşadıkça anlarız o insanın hayatı boyunca nasıl bir duruş sergilediğini.  

İnsanı insan yapan sağlam bir duruşa sahip olmasıdır. Peki, sağlam duruş, deyince ne anlıyoruz? Hani bazen bir insandan söz ederken adam gibi adam, deriz; aslında burada bahsedilen, sağlam karakter ve kişiliktir. Bu aynı zamanda ruhun gelişmiş olduğunu gösterir. Biliyorsunuz, önceki yazılarımda söz etmiştim, benim için iyi ve kötü insan yoktur; ruhu gelişmiş, ruhunu geliştirmek isteyen ve hiç geliştirmek istemeyen insanlar vardır…

Bu sağlam duruşlu insanların öz saygıları yüksektir. Dik duruş sergileyen insanlar gördüğünüzde bilin ki onlar öz saygı sahibidir. Rüzgâr nereye eserse oraya gitmezler. Rüzgârın esişine rağmen orada belli bir duruşla dururlar. Daha doğrusu nerede durmaları gerektiğini bilirler. Bir de zikzak dokuyan ruhlar var; sabah başka, akşam başka, yarın başka davranırlar. Onlar, para, mülk, mevki gibi konularda kendi çıkarlarına göre hareket ederler. Rüzgâr ne taraftan eserse oraya yönelir veya su ne tarafa akıyor ise o tarafa meyil verir. Böyle bir duruş değildir benim bahsetmek istediğim. Yıllar geçse de sözünün arkasında durmak, aynı zamanda şartlar ne olursa olsun, yalnızca kendi hakkını değil başkalarının hakkını da korumak, savunmaktır sağlam duruş. Hiçbir zaman egolarına yenik düşmeden çizgisini korumaktır. İşte böyle davranan insanlar her zaman güven verir. 

Para, mülk, makam, mevki; bunların hepsi geçicidir. Bugün para vardır yarın olmaz, bugün makamın, mevkin iyi yerdedir ama yarın olmaz. Hiçbir insanın parası, mevkisi, ünü, şöhreti, kariyeri için onurunuzdan yani duruşunuzda ödün vermeyin. Parası var diye, iyi bir kariyeri, mevkisi var diye bir insanı seviyormuş gibi yapmayın. Bir duruşunuz ve çizginiz olsun. Çünkü hayatınız boyunca hep o duruşunuzla anılacaksınız. Hiçbir zaman para, mal, mülk ve şöhreti karakterinizden ve kişiliğinizden önde tutmayın. Aslında ilkeli duruş insanın özünden, benliğinden gelir. Eğer benliği sağlamsa karşılaştığı her durum ve kim olursa olsun her insan karşısında aynı duruşu sergiler, çelişkileri olmaz. Hatalı da olsa söylediği sözün arkasında durur.

Sırası gelmişken hemen bir örnek vereyim. Belli bir eğitim almış bir insan, diyelim ki iki sene önce size söz verdi, şu zamanda şunu yapacağım, diye. İki yıl geçmesine rağmen sözünü yerine getirmiyor, siz hatırlatıyorsunuz yapacağı şeyi, “Yok böyle söz söylemedim,” diyor. Sözünü yerine getirmediği gibi bir de inkâr ediyor. İşte o anda o kişi yalan söylemiş oluyor, bu da onun hayata karşı duruşunu gösteriyor. Tamam, o anda şartları yapmaya elverişli değildir ama en azında verdiğin sözü inkâr etmesin. İşte burada karakter ve kişiliğin zayıflığı ortaya çıkıyor.

Her insanın hayatı boyunca ortaya koyduğu bir duruşu ve de ilkesi vardır. Bu duruş, kişiliği, karakteri, kimliği, ırkı, kanı, ailesi, okulu, eğitimi, tarihi ve coğrafyasının etkisiyle şekillenir. Tabii ki insan bu duruşu, çocukluk yıllarında önce aileden, sonra okuldaki eğitimden, sonra da çevresinden alır. Zaman içinde insan kendisindeki eksikleri fark edip ruhunun gelişimine izin vererek duruşunu sağlamlaştırır. Çünkü ancak ruhunu geliştirerek duruşundaki yanlışları düzeltebilir. Önemli olan bir yanlış duruşa sahip ise onun farkına varıp düzeltmesidir.

Nasıl ki gövdeyi ayakta tutan omurgadır, insanı ayakta tutan, şahsiyetli ve onurlu yapan da prensiplerdir. İnsan duruşundaki istikrar ile çevresinde güven yaratır ve insanı insan yapan dik duruştur. Yapılan hataların arkasında durmak da bir dik duruş göstergesidir.

Bir insanın hakkında düşündüklerinizi yüzüne söyleyebilmek de bir dik duruştur. Örnek olması açısından yaşadığım bir olaydan bahsedeyim. Altı sene önce bir arkadaşım beni kırk senelik arkadaşı ile tanıştırdı. Arkadaşım bana, “Bu kişi bazı olumsuzluklar yaşıyor ona şifa ve rehberlik çalışması yapar mısın?” diye sordu, “Tamam,” dedim. Bu kişiyle şifa çalışması yaptım. Sonra bu kırk yıllık arkadaş, bizi tanıştıran arkadaşımın bazı konularda çok açık bir şekilde olumsuz davranışlarını gördüğünü anlattı. Ama bu olumsuzlukları o arkadaşımın yüzüne söyleyemedi, “Sen bu konuda haksızın, hatalısın,” diyemedi. Çünkü kendilerinin o arkadaştan menfaatleri vardı. Eğer söylerse bu sefer çıkar ilişkisi bitmiş olacaktı ve bunu göze alamamıştı, menfaat uğruna duruşundan taviz vermişti. Ama bu kişiye sorsanız dik duruşlu olduğunu söyler. Ne olursa olsun eğer haksızlık varsa hiçbir menfaate bakılmadan söylediğinin arkasında durmak gerekir. Arkasından haksız olduğunu söyleyip yüzüne menfaat için gülmek olmaz. Bu tutum, insanın nasıl bir duruş sergilediğini gösterir.

Bir örnek daha vereyim. Bir kişi, çok samimi avukat arkadaşının yüzünden çok önemli bir mahkeme davasını kaybediyor. Başka bir arkadaşına olayı anlatırken, avukat arkadaşını şikâyet ediyor. Olayı dinleyen arkadaşı, olabilir, canı sıkılmış dertleşmek istemiş, derdini anlatması normal, diye düşünüyor o sırada. Ama sonra suçladığı avukat arkadaşı geliyor davayı kaybedenin evine. Davayı kaybeden sanki o sözleri söylememiş, hiç şikâyet etmemiş gibi avukatına güzel sözler bir de onu öyle şımartıyor ki sadece o anda baktım. Davayı kaybedenin burada yapması gereken neydi? Eğer arkadaşının hatası varsa bunu yüzüne söyleyebilirdi. Ama bunu söylemek yerine gelecekteki çıkarlarını da düşünerek, avukata karşı dik duruş sergileyemiyor. İşte bu kişiler ruhlarını geliştirmek istemeyen, günümüzü iyi geçirelim gerisi önemli değil, diye düşünen, her duruma göre duruş alan insanlardır. Böyle kişiler kendi menfaatlerinden başka hiçbir şeyi görmezler. Önce kendi nefislerine esir olurlar, sonra da güç kimin elinde ise ona esir olurlar.

İnsan olmanın muhteşem erdemi, hayat ne getirirse getirsin korumaktır duruşunu. Güne, kişilere, çıkarlara, rüzgâra göre asla şekil almamalı insan!

Derler ya “Çam gibi sağlam, servi ağacı gibi dimdik olmalı insan.” Tam da öyle olmalı ve onurlu bir yaşamı aşk edinmeli insan! İster iş ilişkileri olsun ister kadın erkek ilişkileri; yalnız kalmamak için rüzgâra göre hareket edenler bilmeliler ki bu şekilde kendi duruşlarından, karakterlerinden, ruhlarından vazgeçiyorlar.

Dik duruş bir yanıyla da her zaman ve her koşulda adaletli davranmaktır. Kendimize nasıl adil davranılmasını istiyorsak kim olursa olsun başkalarına da adaletli davranmak bizim dik duruşumuzu gösterir. Sırf kendi çıkarınız için haksızlığa uğramış birinin hakkını korumaktan kaçınıyorsanız veya haksızlık yapan kişiye yaptığı davranışın yanlış olduğunu söyleyemiyorsanız sizin dik duruşlu olduğunuzdan söz edilemez.

Gün sonunda insan gene kendi ile baş başa kalıyor. Aynaya baktığında kendini görüyor. O aynada ne gördüğünüze bakın. Dik duruşunuzu hangi konularda hangi kişilere karşı korudunuz ya da koruyamadınız? Bunlarla yüzleştiğinizde ruhunuzun gelişmesine yardımcı olursunuz. Unutmayın prensip sahibi olmak katılık, şekilcilik, hoşgörüsüzlük değildir. Dik duruş güven verir ve insanın kendine sadık kalmasını sağlar.

Charles Bukowski, “Kalabalığa karışmak için hiçbir özellik gerekmez. Ama yalnız ve dik durmak için gerçekten çok şey gerekir,” demiştir. Unutmayalım ki, dik duruşumuz sadece bize güç vermeyecek, olumsuzlukların içinde umut aşılayacaktır birçok kişiye… Nasıl ki sokaktaki, caddedeki lambalar ışık veriyorsa insan da dik duruşu ile topluma insanlığa ışık vermelidir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BARIŞ BENİM İLE BAŞLAR-2

İki aydır “ho’oponopono” adı verilen bir arınma çalışmasını paylaşıyorum. Bazı sevgili okuyucularımdan bu çalışma ilgili özelden şu mesajları aldım: Düzenli olarak yaptığımızda kendi üzerimizde bazı farkındalıklara eriştiğimizi gördük ve kendi üzerimizde olumlu değişiklikler başladı. Her zaman söylediğim gibi, hangi çalışma yapılırsa yapılsın, sabırla ve disiplinle ama en önemlisi de inanarak yapılınca mutlaka olumlu sonuç alınacaktır. İnsan yeter ki kendi üzerindeki olumsuzlukları kabul edip değişmek istesin. Bugün de üç farklı konudaki arınma çalışmasını aşağıda paylaşıyorum. Ama önce ilk defa okuyacaklar için “ho’oponopono” ile ilgili bilgi vermek istiyorum.

Ho’oponopono, Havai halkının kullandığı bir kendini arındırma yöntemidir. Bu yöntemi Joe Vitale’in kitabı “Zero Limit” aracılığı ile batı dünyasına tanıtan ve meşhur eden kişi Dr. Ihaleakala Hew Len oldu. Doktorasını Iowa Üniversitesi’nde yapmış olan Dr. Ihaleakala Hew Len, uzun yıllar Havai Devlet Hastanesi’nin suç işleyen akıl hastaları ile ilgilenen adli biriminde uzman psikolog olarak çalışmış. Hastalarıyla elde ettiği mucizevi sonuçlar çok ilgi çekmiş. Kullandığı yöntemler öyle etkiliymiş ki zamanla yatan hastaların tümü taburcu edilmiş, sonunda dört yıl içinde birim kapatılmış. Dr. Len’in kullandığı bu yöntem, 1982 Kasım’ından beri güncelleştirilmiş Ho’oponopono uygulaması yapan Hawaiili şaman Morrnah Nalamaku Simeona sayesinde ortaya çıkmış. Tüm dünyada bu yönteme ün kazandıran, öğrencisi Dr. Ihaleakala Hew Len ve Joe Vitale oldu.

Şimdi çalışmaya geçelim:

1) “Kendimi koşulsuz olarak olduğum gibi sevmemi, kabul etmemi ve değerimi bilmemi engelleyen içimde bana, aileme, atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum”

“Özür dilerim”

“Lütfen beni affet”

“Teşekkür ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

2) “Bilinçaltında biriken tüm korkular, tüm eleştiriler, değersizlik duyguları, suçluluk duyguları, baskılanma duyguları, hata yapma korkusu ve tüm olumsuz enerjiler her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum”

“Özür dilerim”

“Lütfen beni affet”

“Teşekkür ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

3) “İnsanlar tarafından iyi niyetimin suiistimale uğramasına neden olan her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum”

“Özür dilerim”

“Lütfen beni affet”

“Teşekkür ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

Kaynak: Dr.Ihaleakala Hew Len ve Berna Özcan

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ARKADAŞININ GÖSTERDİĞİ YOL

Anılarımı anlatmaya kaldığım yerden devam ediyorum. Bir önceki anıda dokuz yaşındaki çocuğun dördüncü sınıfa geçtiği yaz aklındaki deniz hayalleri ile evdeki tatil programının neden örtüşmediğinden bahsetmiştim. Yine sandığın başında çocuk. Bakalım tatilde yaşadıklarından hangi anıyı serbest bırakacak, hep birlikte okuyacağız? Çocuk anahtarı eline alıp açtı sandığı ve ilk gördüğü de tatilde arkadaşının onun üzerinde bıraktığı iz oldu.

Sabırsızlıkla beklediğimiz yaz tatilinin ilk günleri geçmişti bile. Ağabeyimin ve kardeşimin sünnet düğünü için hazırlıklara başlanmış, evde tatlı bir telaş yaşanıyordu. Sıra sünnet düğünü için giyeceklerimizi almaya gelmişti. Alışveriş için ailece vapurla Avrupa yakasına geçtik. Vapur yolculuğunu çok seviyordum. Adaya her gidişimizde kenarda oturup denize bakmak çok hoşuma gidiyordu. Vapur tutkum hiç değişmedi, hâlâ vapurla yaptığım yolculuklar mutlu eder beni. Alışverişe çıktığımızda da babam araba ile karşıya geçmenin zaman alacağını, rahatça dolaşabilmemiz için en güzelinin vapurla gitmek olduğunu söylediğinde çok sevinmiş, mutlu olmuştum. Çünkü araba yolculukları kısa mesafe bile olsa beni tutuyordu. Üstelik denizi seviyordum, vapurda yine kenara oturacak ve denizi seyredecektim. Vapura bindiğimiz zaman babam bize pamuk şekeri alırdı, bir yandan onu yer bir yandan denizi seyrederdim ve bütün bunlar beni çok mutlu ederdi. Öyle ki yolculuk hiç bitmesin, vapur iskeleye yanaşmasın isterdim. Alışveriş için karşıya geçtiğimiz o gün de öyle oldu; pamuk şekerim ve yolculuk hiç bitmesin istedim.

Sıra alışverişe geldiğinde bana alacakları elbise konusunda tabii ki babam ve annem ile aramızda görüş farklılığı ortaya çıktı. Hiç unutmuyorum; babam, kırmızı, pembe renginde üstelik kenarları fırfırlı gösterişli bir elbise almak istedi. Oysa ben öyle bir elbise istemiyordum. Fırfırları olmayan, sade, sarı bir elbise istediğimi söyledim. Oldum olası sarı rengi çok severim. Babama göreyse sarı soluk bir renkti, canlı renklerde bir elbise giymemi istiyordu. Ben tabii ki babamın istediğini değil kendi beğendiğimi aldım. Ama hemen söyleyeyim, beyaz bir elbiseydi aldığımız çünkü çok istememe rağmen sarısını bulamamıştık. Sonuçta kendi beğendiğim elbiseyi almıştık ve “O elbiseyi ben giyeceğim, babam giymeyecek,” demiştim anneme… Bu her zaman böyle oldu, kıyafet seçimi veya bir yere gitmek konusunda kendi isteğimle karar vermeyi seçtim hep. Çünkü kendi isteğimle bir giysi alırsam veya bir yere gidersem mutlu oluyordum. O kırmızı fırfırlı elbiseyi de babam mutlu olacak diye alsaydım ben mutsuz olacaktım.

Alışverişimizi bitirip keyifle eve döndük. Kapıyı anneannem açtı. Sevinçle boynuna atladım, neredeyse iki senedir görmemiş, özlemiştim. Anneannem, dayım, onun eşi ve teyzemle birlikte Malatya’dan gelmişti. Ev bir anda kalabalıklaşmıştı ve bu bizi çok mutlu etmişti. Çünkü dayım bizleri çok severdi, bizimle şakalaşır, özellikle ablama çok takılırdı. Dayımın yanında kendimi çok rahat hissederdim. O, amcalarım gibi değildi. Dayımın hiç öyle sert konuşmalarına tanık olmadım. Onun için gelmelerine çok sevinmiştim. Bir de anneannem ve teyzem, anneme hep yardım ederlerdi. Özellikle anneannemin yöresel yemekler ve tatlılar yapması başka bir güzellikti. Benim yemekle fazla aram olmadığı hâlde çok severdim anneannenim yemeklerini; onun yöresel yemeklerinin farklı bir lezzeti oluyordu.

Bu arada deniz gitme planlarımız hâlâ vardı, her gün içimden ne zaman denize gideceğimizi sorup duruyordum ama sünnet düğününün bitmesini beklemem gerekecekti. Bu bekleyiş günlerini, arkadaşlarımla apartmanın bahçesinde oynayarak geçiriyordum. Apartmanda benden iki üç yaş büyük bir erkek arkadaşım vardı. Sakin, uysal bir çocuktu. Hiçbir zaman sorun yaşamadık, onunla hep iyi anlaşır, oynardık. Ben onlara giderdim, o bize gelirdi. Gene bahçede oynadığımız bir gün onun kız kuzeni geldi. Aynı yaştaydılar ama kuzeninin huzursuzluk çıkaran, aksi bir yapısı vardı. Aralarında bir kavga çıktı. Arkadaşıma, “Deli Rahmi, deli Rahmi,” diye bağırdı. Arkadaşım da onun saçını çekti. Ben arkadaşıma “Yapma,” dedim. Kuzeni hemen arkadaşımın annesine gidip “Rahmi saçımı çekti,” diye şikâyet etti, kendi yaptığını anlatmadan. Annesi arkadaşıma neden böyle davrandığını sordu. O da “Sana da deli Şeniz, deli Şeniz, derseler ne yaparsın? Sesini çıkarmaz mısın?” diyerek davranışına neden olan olayı tam olarak anlattı. Annesi olayı dinledikten sonra, “Gene de yapmaman gerekirdi. Onun sana deli demesi ile deli olmuyorsun, boş ver,” dedi. Ben, sadece sessizce olan biteni gözlemledim.

Eve dönünce anneme anlattım olayı. Sonra kendi kendime düşündüm ve “Evet, arkadaşım haklıydı” dedim. Ama bence saçını çekme yerine o kişiye “Seninle arkadaşlık yapmayacağım” demesi yeterli olurdu. O anda oyun alanını terk etmeyi veya onu oyuna almamayı seçebilirdi. Böyle durumlarda tabii ki insan kendini koruyacak ama şiddete başvurmadan. Karşı taraf size sözlü olarak kötü davranışta bulunmuş ise sizin ona, “Bu davranışından dolayı seninle görüşmeyeceğim,” demeniz yerinde olacaktır.

Eğer arkadaşımın annesinin söylediği gibi sesini çıkarmayıp olayı olduğu gibi kabul etseydi ne olurdu? Kuzeni ona karşı aynı davranışı tekrar tekrar yapar ve arkadaşım her defasında üzülürdü. Bilinçaltı, yaşanan her üzücü olayı kaydeder. Yetişkinlik döneminde bir başkasından aynı davranışları gördüğünde gene ses çıkaramaz ve onu kabul eder, içine atar. Çünkü çocukluğunda ailesi ya boş ver uyma ona ya ayıp olur ya da karşı taraf küsmesin demiştir. Bu şekilde büyüyen insan, içine atarak kendini üzer ve zamanla üzüntü fiziksel sağlığı tehdit eder.

Bir insan çocukluğunda kendini korumazsa sonra hep böyle üzücü davranışlarla karşılaşıyor ve hayatı kısır döngü gibi gidiyor. Yetişkinlik döneminde de kendi hakkını koruyamıyor. Arkadaşımın annesinin söylediği gibi büyükler, “Ayıp olur” ya da “Boş ver,” dediği için büyüyünce de hep boş verirsiniz, size sözle ya da davranışla yapılan haksızlıklara karşı sessiz kalır, içinize atarsınız. Bunlar bilinçaltına yerleşerek günün birinde su yüzüne çıkar. Bu defa tepkileriniz daha büyük olur. Aslında insanın kendisine olan özsaygısı çocuklukta başlıyor. Ama çocuk bunu bilemez, öğretecek olan yine ailedir. Sözle veya davranışla haksızlığa uğrayan çocuğun kendini ifade etmesi için aile teşvik etmelidir. Aksi hâlde ileride çocuğun zarar göreceğini bilmelidir. Fakat çoğu aile bunu üstünde durmaz bile maalesef.

Ayrıca çocuğun belli yaşa geldikten sonra artık kendi kararlarını vermesi gerekiyor. Dokuz yaşındaki çocuk ne giyeceğine ne yiyeceğine kendisi karar vermelidir. Aileler her zaman kendi isteklerinin yapılmasını ister ya da kendilerini mutlu edecek davranışlar bekler çocuktan. Aslında baktığınızda tabii ki aile çocuğun kötü olmasını istemez ama çocuğun da içinde arzuladıkları vardır. Ailesi mutlu olacak diye kendisinin mutlu olmayacağı bir şeyi niye yapsın çocuk? Tamam, aile çocuğa gerçekten zarar verecek bir durum olduğunda müdahale eder ve bunun nedenini de çocuğa açıkça söyler. Ama bir kıyafet seçimini kendisine bırakmak çocuğa zarar vermez. Kıyafet seçiminde bile aile fikrini ısrar etmeden söylemelidir.

Kararlı olarak yetiştirilen çocuk ileri yaşlarda ne istediğini bilir. Çelişkiler içinde yaşamaz. Dik bir duruşu olur.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BAŞKASINDA FARKINDALIK YARATMAK

Bu ayki bilgelik hikâyemiz farkındalık yaratmak üzerine. Hikâyeye geçmeden önce kendimize soralım, “Biz etrafımızdaki insanlarda ve sevdiklerimizde farkındalık yaratmak için ne yapıyoruz?” Bunun en güzel yolu, yaşadığımız süreçte bir kişide bile olsa farkındalık yaratıp onun, hayata başka bir gözle bakmasına ya da yoluna ışık tutarak yaşamını daha iyi hâle getirmesine katkı sağlamaktır.

Bazen size, “Bu kadar insan var, nasıl değiştireceksin?” diye sorarlar ya da yardım ederken “Bu kadar insana nasıl yardım edeceksin?” diye sizi sorgularlar. Bunların hiçbirini duymayın. Yalnızca bir canlıya bir faydanızın olması bile çok önemli. Çünkü o zincirleme olarak devam edecektir. Bugün bir kişide farkındalık yaratırsınız, yarın iki kişi olur; bu daha da çoğalır, yeter ki negatif düşünen insanların size söylediği olumsuz sözleri duymayın. Şimdi hikâyemize geçelim. Sizler için de bir farkındalık yaratmasını dilerim.

DENİZYILDIZI HİKÂYESİ

Adamın biri, güneşin doğuşunun keyfini çıkarmak için sabaha karşı okyanus sahiline iner. Uzakta birini görür. Biraz yaklaştığında sahile vuran denizyıldızlarını okyanusa atan bir çocuk olduğunu fark eder. Çocuğa yaklaşarak sorar:

–­­­ Denizyıldızlarını neden okyanusa atıyorsun?

Çocuk der ki:

– Güneş yükseldi mi sular çekiliyor. Onları suya atmazsam susuzluktan ölecekler.

Adam devam eder:

– Sahil kilometrelerce uzanıyor ve binlerce denizyıldızı var, hangi birini atacaksın? Ne fark edecek ki?

Çocuk, adamı dinledikten sonra bir denizyıldızını daha okyanusa atar ve cevap verir:

– Bu denizyıldızı için fark etti.

Adam, çocuğun yalnızca okyanus manzarasının keyfini çıkarmaya gelmeyip bir fark yaratmak istediğini anlar ve ona katılarak bütün sabahı okyanusa denizyıldızı atarak geçirir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com