ÇOCUKLARIN DA FİKİRLERİ VARDIR

Birlikte geçmişe yolculuğa çıktığımız yazılara devam edelim. Geçmişimiz; bizi biz yapan, bugünümüzü inşa eden yaşantımız… Bakalım bugünkü beni inşa eden çocuk, sandığa dokuz yaşından daha neler neler saklamış?

Hatırlayacaksınız bir önceki anı yazımda, benden bir yaş küçük kardeşimin, o yıl 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı törenine okul bandosunda trampet çalarak katıldığını anlatmıştım. Kardeşimin bando kıyafetini annemle birlikte mağaza mağaza dolaşıp aldığımızdan da söz etmiştim.

O gün, kardeşimi mutlu edecek bir şey aldığımız özel bir gün olduğu için alışverişe neşeyle gitmiştim. Oysa ben çocukluğumda mağaza mağaza dolaşmayı pek sevmezdim. Tabii hâlâ öyleyim, ihtiyacım olan bir şey varsa o anda alırım, o kadar. Eğer ihtiyacım yoksa mağaza mağaza gezmeyi sevmem. Ablam çok sever alışverişte uzun uzun gezmeyi. O ev gezmelerini de severdi çocukken, “Ben de geleceğim,” derdi anneme. Ama ben ev gezmelerini de sevmezdim, evde vakit geçirmek daha çok hoşuma giderdi. Yalnız kaldığımda kendimi oyalayacak çok şey bulurdum, hiç sıkılmazdım. Gitmek istediğim bir yer olsa bile annem bana, “Seni buraya götürmeyeceğiz,” dediğinde ben, “Olur,” derdim, alınganlık yapmaz, sorun çıkarmazdım. Sorun çıkarmayı hâlâ da sevmem. Mutlu şekilde evde kalırdım. Ablam ise annem ona bizimle birlikte kalmasını söylediğinde bir anda mutsuz oluyordu, yüz ifadesinden fark ediyordum. Çünkü o gezmeyi seviyordu.

Eskiden Sümerbank vardı. Atatürk’ün kurduğu, hem tekstil şirketi hem de banka görevi yapan Sümerbank, ürettiği kaliteli ürünleri kendi mağazalarında satardı. Daha okula adım atmadan önce ve okula başladığımda annem Sümerbank’a, alışverişe giderdi. Beraberinde bizi de götürürdü. Bazen erkek kardeşim evde kalırdı ama ben genellikle giderdim. O kadar kalabalık olurdu ki sıra gelmesini beklerdik istediğimiz ürünü alabilmek için. Kalabalık yüzünden çok da gürültü olurdu. Ben tabii ki sıkılırdım çünkü kalabalığı sevmiyordum. Anneme soruyordum, “Anne, neden bu kalabalığın içine geliyoruz? Başka mağazalar bu kadar kalabalık değil,  niye oralardan almıyoruz?” diye. Annem, “Buradaki ürünler orada yok, burada fiyat da daha uygun,” diyordu. Ben o zaman bilmiyordum, sonradan öğrendim belli zamanlarda indirim yaptıklarını ve annemin de alışveriş için o indirimleri beklediğini.

Bir çocuk olarak alışverişlerde kalabalık olan yerlere gitmek hoşuma gitmiyordu ama her defasında annem götürüyordu. Artık ne kadar sıkılmışım ki bir gün “Anne ben gelmeyeceğim, istemiyorum. Kardeşimle biz evde oturacağız,” dedim. Annem, “Ama sen dışarıya çıkmak istiyorsun,” dedi. “Ben öyle yerlere gitmek istemiyorum, evde oturmayı daha çok seviyorum” diyerek kalabalık yerlerden duyduğum rahatsızlığı dile getirdim. Önce sessiz şekilde kabul ediyor fakat sonra bana uygun gelmeyen, zorla, baskıyla yaptırılmak istenenleri kabul etmiyordum. Annem istiyor diye değil, ben istediğim için yapmalıydım her ne yapacaksam. İşte bu yüzden kardeşimle evde vakit geçireceğimi söyledim. Annem de “Tamam,” dedi. Erkek kardeşim benden bir yaş küçük olduğu için ikiz gibiydik, birbirimizden hiç ayrılmaz, beraber oyunlar oynadık. Çok iyi anlaşırdık ve her şeyi paylaşırdık. Aileden ya da dışarıda arkadaşlarımdan biri beni üzecek bir şey yaptığında kardeşim hemen beni korurdu, sahip çıkardı, üzülmemi istemezdi. Aynı şekilde ben de onu korur sahip çıkardım. 

Çocuklara, hangi konuda olursa olsun hiçbir zaman baskı yapılmamalıdır. Çocuk kendi fikrini ve düşüncesini söylemelidir. Neyi seçeceğine kendisi karar vermelidir. Aile de çocuğa önce saygı göstermelidir, yanlış bir şey yapıyorsa da bunun neden yanlış olduğunu sevgi ile açıklamalıdır.

Aslında insan kendine uygun olmayan şeye hayır demeyi çocukluk yaşında öğreniyor. Hayır demekten çekinen bir çocuk büyünce kendine uygun olmayan fikirlere, olaylara, karşı taraf kırılmasın, gücenmesin diye evet demek zorunda kalıyor. Böyle davrandığı için de üzülen, sıkılan kendisi oluyor. İnsan, yapmak istemediği şeyler bir başkası tarafından yaptırıldığında mutsuz olmaya başlıyor. Bu durumda en uygun davranış, sizden isteneni neden yapamayacağınızı, neden hayır dediğinizi sevgi ile açıklamaktır. Çünkü gerekçelerinizi ancak sevgi ile dile getirdiğinizde ortak noktada buluşmak mümkün olur. Eğer size ters gelen bir davranışı kabul etmediğiniz için karşı taraf sizden kendini çekiyorsa o da onun bileceği iştir. Tabii ki sizinle beraber olacak diye söylediklerine uymak zorunda değilsiniz.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

EN KOLAY ROL KURBAN ROLÜ OYNAMAK-2

Değerli okuyucularım, üç gün önceki yazımda kurban psikolojisini anlatmaya başlamış ve detaylı örnekleri ile kurban rolünden çıkılması için neler yapılması gerektiğini bugün yazacağımı belirtmiştim. Hatırlayacaksınız, kurban rolüne bürünmeyi seçenlerin temel özelliğinin sürekli şikâyet etmek, kendine acımak ve çevresindekilere acındırmak ama çözüm için de sorumluluk almaktan ve değişim başlatmaktan kaçınmak olduğunu belirtmiştim. Şimdi örneklerle konuya biraz daha yakından bakalım.

İş yerinde kurban rolünü oynamak konfor alanından çıkmaktan daha kolaydır. Örneğin, “O kadar çalışıyorum bu kadar ücret alıyorum. Bak o kişi benim kadar çalışmadığı hâlde benden ne kadar fazla ücret alıyor, şanslı. Benim hiç şansım yok, eski iş yerinde de öyleydim. Demek ki iş konusunda şansım yok benim. Babam da öyledir,” diyen bir kişinin bu sözleriyle bilinçaltında yaşanan olayı gün yüzüne çıkardığını görüyoruz. Ayrıca o kişinin çocukluktan bir kodlama ile geldiğini de. En kolayına kaçıyor kurban rolü ile kendine acıyor ve kendini acındırıyor ve “Patron bana da bunu yapar,” diye düşünüyor. Hiçbir şey yapmadan istediğinin gerçekleşmesini bekliyor. Hâlbuki burada yapması gereken, “Neden bunu yaşıyorum? diyerek önce kendi sorumluluğunu alıp nedenleri bulmaktır. Sonra da gerekli değişimi sağlayarak nasıl çözüme gideceğini düşünmelidir. Gücü eline alıp değişimi yaptığı zaman zaten istediği ücret gelecek.

Yine örneğin, 40 yıl bir evde emektarlık yaptıktan sonra istediğini almayan bir kişi, hemen ev sahiplerini suçlar. “Benim değerimi ve kıymetimi bilmediler. Gece gündüz onlar için çalıştım, aile hayatımdan fedakârlık yaptım, eşimi ve çocuklarımı mağdur ettim,” der, kendini acındırma ve karşıyı suçlama geçer. Sonra başka yerde aynısı yaşar, “Benim kaderim bu, insanlar kötü, hep böyle insanlar beni buluyor,” diye söylenir. Önce sen kendi sorumluğunu ve alman gereken derslerini al, kendinde olan olumsuzlukları değiştir ondan sonra diğer insanları suçla. Böyle insanlara çözüm için bir şey söylediğinizde de hemen kendilerini savunmaya geçerler çünkü kendileri hep haklıdır.

Halk arasında duyduğumuz bir mecazi söylem vardır, “Gökten para yağarsa bana düşmez, işte ben böyle şansızım,” derler. İşte kendini o kadar kurban rolüne bürümüş ve şansız olduğunu kodlamış ki, şansın nasıl geleceğini göremez olmuş. İnsan önce kendini çok iyi tanımalı sonra suçlama yapmalıdır. Kendini tanımak konusunu da bir başka zamanda ayrıntılı olarak yazacağım.

Bir başka örnek ile devam edelim. Her şey yolunda iken bir anda iflas ettiniz. Buna neden olan faktörleri suçlayıp kurban rolüne girerseniz, bu suçladığınız kişileri ve olayları temcit pilavı gibi sürekli anlatıp durursanız hem kendiniz mutsuz, huzursuz hissedersiniz hem de karşı tarafa o enerjiyi verirsiniz. Yeniden başlangıç yapamazsınız, yeni bir yol alamazsınız. Bu sefer o enerji ile hayatınızda birçok konuda aksilikler sürer gider. Çünkü artık kurban enerjisi olmuştur içiniz.

Bir hafta sonu cafede otururken iki orta yaşlı kadının sohbetine ister istemez kulak misafiri oldum. Yerimde kalkıp masalarına gittim ve dedim ki “Çok güzel bir söz söylüyordunuz onu tekrar alabilir miyim?”  Gülümseyerek, “Tabii ki” dediler ve masalarına davet ettiler. Konu konuyu açmıştı. En sonunda bu hoşsohbet iki kadından biri dedi ki “Şikâyet insanın doğasında var.” Çok haklıydı. Tabii ki şikâyet insanın doğasında var fakat sürekli şikâyet hâlinde olan, şansızlığından kaderinden yakınan, kurban rolüne sımsıkı sarılmış, çözüm yolu gösterseniz bile adım atmayıp sonra yine yakınan insan için artık yapabileceğiniz bir şey yoktur. O zaman yaşadığı olayı kabullenmek ve şikâyet etmemek zorundadır. Devamlı şikâyet bir çözüm getirmez.

Tabii ki her insan mutlu ve huzurlu yaşamak ister. Önemli olan olumsuzluk yaşayınca hayatın güzelliklerine gözünüzü kapatmamaktır. Aslına baktığımızda bu kurban rolünün temelinde yine sevgi konusu vardır. İnsan kendini severse kendini ve başkalarını suçlamak yerine gücünü sevgiden alır. Mutlaka bir çıkış yolu bulur. Diyeceksiniz ki, herkes bunu yapamaz. Evet, herkes yapamaz ama en azında yapmaya çalışmak için bir adım atmak gerekir. Ben yapamam, diyerek kolay yolu seçmek yerine destek alıp gereken ne ise yapılmalıdır.

Kurban rolünü oynayan insanlar size kendi negatif enerjilerini verirler. Neşeli ve pozitif olamazlar.

Kurban rolünden çıkmak için hayatınızın kaptanı siz olmalısınız. Peki, kurban rolünden çıkmak için ne yapmak gerekir?

1) Kaderinizi ve başkalarını suçlamak yerine sorumluğunuzu elinize almalısınız.

2) Korkularınıza bakın. Bu korkular mı sizi kurban rolü oynamaya itiyor?

3) Duygu ve düşünceleriniz hayatınızı nasıl şekillendiriyor?

4) Davranış kalıplarınız nedir, onları nasıl kırabilirsiniz?

5) Değişime neden direnç gösteriyorsunuz? Adım atmak konusunda nerede zorlanıyorsunuz?

6) Geçmişten ve keşkelerden kurtulup sürekli temcit pilavı gibi herkese yaşadığınız olayı ve kişileri anlatmak yerine yaşadığınız olaylardan ve kişilerden dersinizi alıp dönüşmeyi tercih etmelisiniz.

7) Kurban rolünü seçmenize neden olan bilinçaltınızdaki yaşanmışlıkları şifalandırmalısınız.

8) Şikâyetinizi haklı çıkaracak diyerek sürekli savunma mekanizmaları geliştirmek yerine özgüveninizi yeniden kazanmayı denemelisiniz.

Özgür irade ve seçim hakkı elimizde. Kurban rolünden çıkıp hayatımızın sorumluluğunu üstlenelim, gücümüzü sevgi ve ışıktan alalım.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

EN KOLAY ROL KURBAN ROLÜ OYNAMAK-1

Sevgili okuyucularım, internette bir kitap siparişi verirken karşıma çok güzel bir söz çıktı. Belki birçoğunuzun bildiği bu sözle sizi selamlayarak başlamak istedim yazıma: “Sen kadere gülümse ki dünya sana gülümsesin.”

Bugün, pek çok insanın içine düştüğü kurban psikolojisi konusunu yazacağım. Detaylı ele almak istediğim için bugün kurban psikolojisinin nedenleri ve bunu seçen kişilerin özelliklerini anlatıp, detaylı örneklerini ve kurban rolünden çıkılması için yapılması gerekenleri 4 Mart Cuma günü paylaşacağım sizlerle.

Peki, kurban rolü nedir? Benim düşüncelerime, yaşamışlıklarıma ve tecrübelerime göre insanın kendine acıması, kendini suçlaması veya sürekli haklı görmesi, çaresiz ve güçsüz hissetmesidir. Sürekli hayattan, insanlardan şikâyet etmesi ve yaşadığı olumsuz olayların sorumluluğunu almayıp başkalarını suçlamasıdır. Geçmişte yaşadığı olumsuzluklardan dersini alıp kendini değiştirmek yerine birilerini veya bir şeyleri suçlamak ve şikâyet etmek için hep bir neden bulur. Kısır döngü içinde hep şikâyet enerjisindedir; geçmişe dair keşkelerle yaşayıp değişime direnç göstermeye, kurban rolü oynamaya devam ederek kendini acındırır.

Kurban rolü, herkes tarafından haklı görülmek için seçilen en kolay yoldur. Kendisini acındırıp yardıma koşmanızı bekler. Tabii ki insan yardım isteyebilir, yardım edersiniz de. Fakat burada ince bir çizgi var. Bir kere iki kere yardım edersiniz, yol gösterirsiniz. Buna rağmen sürekli kendini acındırır,  kendini değiştirmez, hep başkalarını suçlarsa biri biter biri başlar, gücünü eline alamaz, aynı girdap içinde kalır ve bu durumda siz de bir şey yapamazsınız.

Bu yazı okurken “Tabii söylemesi kolay, bir de gel benim yaşadıklarımı yaşa bakalım, böyle yazar mısın o zaman?” diyenleriniz olacaktır. “Herkesin hayatı farklı,” da diyebilirsiniz. Tabii ki herkesin hayatı, yaşanmışlıkları farklıdır. Hayatımızda acı çektiğimiz, çok üzücü olaylar yaşadığımız dönemler olabilir. Kimimiz kaza geçirmiş, kimimiz işini kaybetmiş, kimimiz iflas etmiş, kimimiz hayalleri gerçekleşmeyip hayata küsmüş olabiliriz. Kimimiz sevdiklerimizi kaybetmiş, kimimiz boşanmış, kimimiz boşanmak isteyip boşanamıyor olabiliriz. Bazen de birçok şeyi üst üste yaşarız.

“Benim kaderim böyle” ya da “Benim şansızlığım, şansım hiç yaver gitmiyor,” der birçok insan. Sonra diğer insanlara bakıp “Ne güzel yaşıyorlar, eğleniyor, gülüyor, geziyorlar, hayat onlara güzel, diye düşünürler. İnsan, işte burada başlıyor kurban rolünü oynamaya, kendini acındırmayı seçerek güçsüzlüğünü göstermeye. Kurban rolünde olan insanların duygu ve düşünceleri sürekli negatiftir. Bu rolden çıkmadıkları için de işleri hep ters gider. Bu sefer de hayattan zevk alamaz, mutlu ve huzurlu olamazlar. Vücutlarında negatif enerji birikimi olur ve bu da bir süre sonra fiziksel hastalıklara yol açabilir.

Aslına bakılırsa bu kurban rolü çocukluk yıllarına dayanıyor. Burada bilinçaltına yerleşmiş olan duygular yatıyor. Örneğin aile veya diğer insanlar tarafından sevilmemiş, değer görmemiş, sürekli suçlanmış, kendini yetersiz görmüş çocuklar, ileri yaşta kurban rolüne bürünüyor. Bilinçaltındaki bu duyguları şifalandırmamak, başkasından haksızlık gördüğünde kendini değiştirmek yerine karşı tarafı suçlamaya yol açıyor. Bazı yetişkin insanlardan şunu duyarız: “Ailem de beni sevmedi” ya da “Ailem de sürekli beni suçladı” veya “Aileme de yaranamadım ne kadar şansız insanım, aileden gülmedim ki şimdi diğer insanlardan güleyim, onlar da aynısını yapıyorlar, benim kaderim böyle. Oysa ben çok iyi insanım.” Aslında bunun iyi insan olmak ile ilgisi yoktur. İnsanın içindeki hangi olumsuz duygu ve düşünceyi değiştirmeyip direnç gösterdiğinin farkına varmasıyla ilgilidir. 

Kurban rolünü seçenlerin bir özelliği de kaderi suçlamaktır. “Böyle geldim böyle gidiyorum” veya “Allah benim kaderimi de öyle yaratmış” derler. Aslında burada çok ince çizgi var. Şems-i Tebrîzî söylediği çok güzel bir sözle kader ile yolcunun yapacağı yolculuk arasındaki farkı anlatıyor: “Kader, yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir.  Güzergâh bellidir. Ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse, ne hayatın hâkimisin ne de hayat karşısında çaresiz.” Kurban rolünde olan insan hayatta karşı kendini güçsüz, çaresiz, dışlanmış hisseder. Ama sorumluğunu aldığı zaman, kendi içinde değişmesi gerekenleri değiştirdiği zaman o rolden çıkar.

Tabii birilerine dertlerimizi, sorunlarımızı anlatıp paylaşacağız, destek isteyeceğiz fakat asıl yapmamız gereken çözüme odaklanmaktır. Sürekli geçmişte yaşayıp günlerinizi ahh, vahh, keşke ile suçlamalarla geçirmek size bir şey kazandırmaz. Dahası enerjinizi tüketir, size kendinizi yorgun hissettirir.

(devam edecek)

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

SEVGİ OLUMLAMASI

Sevgili okuyucularım, aylık olumlama serimize bugün sevgi olumlaması ile devam edeceğiz. Belki gene çoğunuz, “Ben sevgideyim zaten ne için olumlama yapacağım?” ya da “Bu olumlamayı yaparsam kendimi ya da başkalarını sevecek miyim?” diye içinizden konuşacaksınız. Her zaman belirttiğim gibi olumlamaların faydası var, tabii ki düzenli yapılırsa.

Ağzımızdan çıkan sözlere bakalım, sevgi dolu mu yoksa kırıcı, negatif, olumsuz sözcükler mi? Önce şu soruları kendimize soralım: Gün içinde ağzımızdan ne kadar negatif kelime çıkıveriyor? Yine gün içinde oturduğumuz yerde kendimize ve başkalarına ne kadar sevgi gönderiyoruz? Düşüncelerimiz ve duygularımızın ne kadar sevgi dolu olduğu konusunda kendimiz ile yüzleşmemiz gerekiyor.

Bu arada bu olumlamaları yaparken bilinçaltımızda sevgisizliğe yol açan blokajları, travmaları şifalandırmak gerekiyor. Sadece bir olumlama, işe yaramıyor diye şikâyet etmeyin. Azim, sevgi ve disiplin ile yapılan her çalışma mutlaka sonuç verir. Yeter ki hiçbir zaman vazgeçmeyin. Sabırla yapacağınız bu olumlamalar sayesinde bir gün kullandığınız kelimelerin değiştiğinin farkına varacaksınız ve diyeceksiniz ki, “Ben eskiden gün içinde ne kadar olumsuz kelime kullanıyormuşum, şimdi artık o kelimeleri sarf etmiyorum.”

Sizden çıkan sevgi kelimeleri evrene pozitif enerji olarak gidecek ve bir bumerang gibi geri dönecek. Onun için sözcükleriniz sevgi içerirse size de sevgi dolu sözcükler gelir.

Sizler için https://www.bilgierdemdir.com web sayfasındaki sevgi olumlamasını aşağıda paylaşıyorum. Şifa olsun.

1- Mutluluk tamamen benimle ilgili bir duygu.

2- Kendimi seviyorum.

3- Hayatımı ve bana gelen güzellikleri seviyorum.

4- Sevgi enerjisini kendime çekiyorum.

5- Korkudan değil sevgiden besleniyorum.

6- Pozitif duyguları seçiyorum.

7- Tüm insanlığı seviyorum.

8- Tüm dünyayı ve doğayı seviyorum.

9- Tüm güzel ve pozitif enerjileri çekiyorum.

10- Kendime inanıyorum.

11- Ben çok değerli bir elmasım.

12- Ben huzurlu ve güler yüzlü bir insanım.

13- Kendi bedenimi seviyor ve saygı duyuyorum.

14- Düşüncelerim doğru ve iyi.

15- Pozitif enerji ile yüklü bir insanım.

16- Aynada kendime baktığımda mutluluktan uçuyorum.

17- Ben sevgi duygusunu kendime çekiyorum.

18- Benim düşüncelerim ve fikirlerim çok değerli.

19- Seviliyor ve saygı duyuluyorum.

20- Kendimi koşulsuz olarak kabul ediyorum.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve Işıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BÖYLEYDİ BİZİM BAYRAMLARIMIZ

Yaşadığımız her şey, iyisiyle kötüsüyle birer deneyim oluşturuyor hayatımızda. Geçmişe dönüp bakıyorum, film şeridi gibi geçerken dokuz yaşındaki çocuğu görüyorum yine sandığın başında. Açmış kapağını gülümseyerek bakıyor içinde gördüklerine. Gelin hep birlikte bakalım neye gülümsediğine. Sandıktan gelen seslere kulak verelim, seremoni başlasın ve yeni bir anı demeti daha beni sizlerle buluştursun.

Nisanı ayının sonlarına doğru gelmiştik. Dördüncü sınıf ile aramda birkaç ay ve yaz tatili kalmıştı. Her insanın kendince nedenlerle sevdiği bir mevsim vardır. Çocuklar ise en çok yaza girmeyen hazırlanan ilkbahar günlerini severler çünkü o günler tatilin de habercisidir. İlkbahar, yeni bir uyanışın, yeni umutların habercisi gibidir.

Nisan ayının en güzel günü olan 23 Nisan’a çok az zaman vardı. Okulumuzda 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı hazırlıkları hummalı bir şekilde ve keyifle başlamıştı. Şiirler okunacak, piyesler oynanacaktı ve bir de belirlenen bir güzergâhta resmigeçit yapılacaktı. Resmigeçide katılacaktık sınıfça, onun heyecanı vardı tabii ki. Evet, önceki iki sene de törenlere katılmıştım fakat insan her defasında çok farklı duygulara sahip oluyor. Bu seferki benim için daha özel olacaktı çünkü benden bir yaş küçük olan ilkokul ikinci sınıftaki erkek kardeşim 23 Nisan törenine bandoda trampet çalarak katılacaktı. Bandoya seçilince teneffüste koşarak yanıma gelip “Gül, bayramda ben de trampet çalacağım,” dedi. Bana ailede, arkadaşlar arasında Nurgül yerine Gül diye hitap ederlerdi genellikle, hâlâ da öyledir. Kardeşim heyecanla gelip bandoya seçildiğini söyleyince sevinçten havalara uçtum. Törende onun kıyafetleri benimkinden başka olacaktı.

Bando kıyafetlerini okul yönetimi veriyordu ama kardeşim hatıra olarak kalmasını istiyordu. O yüzden satın almamız gerekecekti. Bunun için de o hafta sonu annemle ben birlikte alışverişe gittik. Mağaza mağaza dolaşmak benim hiç sevmediğim bir şeydi ama o gün neşe içinde eşlik ettim anneme çünkü istediğimiz şeyleri alıyorduk. Hayatımda yaptığım en mutluluk dolu alışverişlerden biriydi o.

Bando kıyafetlerini eksiksiz alıp eve geldik heyecanla. Artık kardeşim ile ben evde bayram havası estiriyorduk. Kardeşim prova yaparken ben de onunla birlikte tempo tutuyordum. Ablam mimarlık okuduğu için o, başını projelerinden kaldıramıyordu. Ağabeyim ise ortaokul birinci sınıfta olduğundan 23 Nisan törenine daha farklı katılacaktı. Ama kardeşim ve ben o günü iple çekiyorduk. Hele kardeşim, o bando kıyafetlerini giymek için sabırsızlanıyor, bayram gününün bir an önce gelmesini istiyordu. 23 Nisan aynı zamanda kardeşimin doğum günüydü. Kısacası iki sevinci beraber yaşayacak ve iki kutlama yapacaktık. Nihayet 23 Nisan günü geldi. O sabah erkenden kalkıp hazırlanmaya başladık. Kardeşim, kıyafetlerini giydi, ya çalarken hata yaparsam, diye heyecandan sabaha kadar uyumamıştı. Oysa törenden önce okulda kaç kez prova yapmışlardı, evde de sürekli çalıyordu. Fakat gene de sakin görünüşüne rağmen heyecanına engel olamıyordu. Ben de ona, “Çok iyi yapacaksın,” diyordum. Hazırlığımızı tamamlayıp okulun yolunu tutuk. Annem, ablam ve ağabeyim ile birlikte gittik. Babam işe gitmesi gerektiği için bizimle gelmedi.

Bütün öğrenciler toplanınca bando önde biz diğer öğrenciler arkada, okuldan çıktık. Önümde başka öğrenciler olduğu için kardeşimi göremiyordum ama ne yapıyor acaba, diye de onu düşünüyordum. Marşlar söyleyerek, düzenli adımlarla yürüyorduk. Yolun iki yanında sıralanmış bizi izleyen insanlar alkışlıyor, coşkuyla marşlarımıza eşlik ediyordu. Çok büyük bir zevkti bu. Sonunda tören bitti, fotoğraflar çekildi. Kardeşim hiç hatasız çalmıştı trampetini.

Hep birlikte, çok mutlu hâlde eve döndük. Kardeşimin de doğum günü olduğu için dönerken bir de pasta aldık, akşam babam gelince kutlama yapacaktık. Akşam oldu, babam geldi, gün boyunca yaşadıklarımızı mutlulukla anlattık. Babam bizi gülen gözlerle dinledi. Mutlu bir şekilde doğum günü kutlamamızı yaptık. Babam ulusal ve milli bayramlara çok önem verir. Bazen çok yoğun çalıştığı için gelmeyebiliyordu ama bizim bayram kutlamalarında yer almamızdan gurur duyardı. Ben de kardeşim ile çok gurur duymuştum. Onun trampetini en iyi şekilde çalarak başaracağına inanmıştım.

Aileler çocuklarına ulusal bayram ve dini bayramları öğretmelidir. Çocuğun törenlerde görev almasını teşvik etmelidirler. Görev almasının mümkün olmadığı durumlarda ise en azından çocuğun törende hazır bulunmasını sağlayabilirler. Çocuk, küçük yaşta öğrenmeye başlar toplumsal değerleri.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BAŞKASINI YARGILARKEN İKİ KERE DÜŞÜNÜN-2

Sevgili okuyucularım, hatırlayacaksınız üç gün önce yargılamak konusunu yazmış ve yargılama ile düşünceyi söylemek arasındaki farkı bugün anlatacağımı belirtmiştim. Tabii bunu yaparken konuyu yine örneklerle detaylandıracağım.

Yargılama ile düşünceyi söylemek sıkça birbirine karıştırılır. Oysa ikisi arasında çok ince bir çizgi vardır. Yargılamada, insanların hayatlarını öğrenmeden, neler yaşadıklarını bilmeden hemen sonuç çıkarmak söz konusudur ama düşünceyi söylemek, bir kişi ya da konu hakkında yeterli bilgiye sahip olduktan sonra değerlendirme yapmak ve dile getirmektir. Konu ya da kişi hakkında bilmeniz gerekenleri öğrendiğinizde size uymayan bir şeyler varsa onu açık olarak belirtisiniz. Burada dikkat etmeniz gereken husus, karşınızdaki insana düşüncenizi söylerken bile sevgiyle ve açık olarak söylemenizdir.

Tatile gittiğim bir arkadaşım ve seyahat ettiğim bir turdan örnek vereyim. Birlikte tatile gittiğim arkadaşım bana negatif duygular yaşatırsa açık olarak, “Sen bana bunu yaşattığı için de senle bir daha tatile gitmem” veya “Seninle aynı kişilik, karakter ve görüşe sahip değiliz,” derim. Seyahatlere her zaman gittiğim bir tur var. Sonra o tur ile gitmemeye başladım. Bana, “Neden gelmiyorsun? Eskiden geliyordun şimdi başka turla gidiyorsun,” diye sorduklarında neden gitmediğimi açıklayıcı olarak söylerim. Dikkat ederseniz, burada bir yargılama yok sadece düşüncemi söylüyorum. Hiçbir şekilde küçümsemeden ve alay etmeden sevgi ile neden olmadığını anlatıyorum. Soru soruluyor ve cevap veriliyor. Hepsi bu.

Bir doktorun çok iyi bilgisi var fakat hastalara yeteri kadar açıklayıcı bilgi vermiyor. Bu durumda ben, “Bu doktor iyi olabilir, bilgisinde çok iyi ama yeteri kadar açıklayıcı bilgi vermiyor, bir de ilgilenmiyor o anda, öyle muayene ediyor,” derim.

Örneğin, kıskanç bir insan size zarar veriyorsa kendisine, size zarar verdiği için görüşmek istemediğinizi söylersiniz. Onun kötü olduğunu söylemiyorsunuz ya da kötü düşünce beslemiyorsunuz sadece size zarar verdiğini söylüyorsunuz.

Diyelim ki size bir kitap öneriyorlar, siz o tarz kitapları okumadığınızı söylüyorsunuz. Burada amacınız kendinizle ilgili bir açıklama yapmak, karşı tarafı bilgilendirmektir. O kitabın yazarını yargılamıyorsunuz, “Bak nasıl yazmış, böyle yazılır mı?” demiyorsunuz. Sadece kendinize uygun olanları dile getiriyorsunuz.

Bunun ilgili iki hafta önce bir olay yaşadım. Bir arkadaşım, “Sosyal medyada şu kişiyi takip et,” dedi. Önerdiği kişinin yaptığı paylaşımlarının davranışlarıyla aynı olmadığını gördüm. Arkadaşıma da samimi bulmadığım için takip etmeyeceğimi söyledim. Ben, sadece bana samimi gelmediğini söyledim, yoksa o önerilen kişi nasıl paylaşım yaparsa yapsın, ben yargılamam.

Sevgili okuyucularım, sizlerin de bu konudaki yorumlarınızı beklerim.

Salı günü belirttiğim bir noktayı tekrar hatırlatarak konuyu noktalayalım. Eğer yargılamaya başlarsanız sevmeye zamanınız kalmaz.  Kendinize bu kötülüğü yapmayın.

Yargılamak yerine sevmeye çalışın.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BAŞKASINI YARGILARKEN İKİ KERE DÜŞÜNÜN-1

“Olmaz dediğin ne varsa hepsi olur. Düşmem dersin düşersin, şaşmam dersin şaşarsın. Öldüm der durur yine de yaşarsın.” – Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî

Sevgili okuyucularım, bu hafta yargılama ile düşünceyi söylemek arasındaki farkı örneklerle anlatmaya çalışacağım. Fakat konuyu detaylı ele aldığım için bugün yalnızca yargılama üzerinde duracağım. Düşünceyi söylemek ile arasındaki farkı ise 18 Şubat Cuma günü sizinle paylaşacağım ikinci yazımda değineceğim.

İnsanlar hakkında karar verirken en kolay yöntem yargılamak ve suçlamaktır. Peki, neye dayanarak yargılama yapıyoruz? Yargılamanın altında hangi duygu var ki bunu yapıyoruz? Kendimizi çok mu mükemmel görüyoruz? Kendimizi çok mu beğeniyoruz? Kendimizde hiç hata yok mu? Karşımızdaki kişiye soru sorup öğrenmek yerine neden hemen yargılıyoruz?

Bir insan birini yargıladığında aslında yargılanan küçülmüyor, yargılayan kendini küçültmüş oluyor. Kendini sütten çıkmış ak kaşık zanneden ve mükemmel gören, içinde sevgi olmayan, empati yoksunu, Allah’a tam inancı olmayan insanlar yargılama yaparlar.

İnsan, aslında yargıladığı kişinin yaşadıklarını bir gün kendisinin de yaşayacağını bilse o yargılamayı asla yapmaz. Yargıladığı şeyin kendisine döneceğini bilmez. Başına geldiğinde bile yaptığını hatırlamaz, söyleseniz kabul etmez, yok ben öyle demek istemedim, yok sen yanlış anladın gibi geçiştirmeler yapar. Yargılama yapan insanın yüz ifadesine bakın, derler ya bıyık altında gülüyor, diye; yüzünde öyle alaycı bir gülümse olur. Ses tonu bile alaycı bir hâl alır.

Peki, yargılamanın altında yatan duygu nedir biliyor musunuz? “Kibir”…

Her insan kendi içinde değerlidir. Allah her insanı değerli olarak yaratmıştır. Allah’a olan inançlarından bahsederler sonra da başka bir insanın dili, dini, ırkı, eğitimi, fiziksel görüntüsü, zekâsı, kıyafeti, oturduğu semt, konuşması, ses tonu, yetiştirilme tarzı vb. hakkında yargılama yaparlar. Aslında bilseler ki o kişiyi yargılamıyorlar, Allah’ı yargılıyorlar!..

Düşünün, bir insanı görüyorlar, kilolu ise hemen ne kadar kilolu, diye yargılama yapıyorlar. Neden kilolu olduğunu öğrenme nezaketini göstermiyorlar. Belki hasta olduğu için kullandığı bir ilaç var ya da çok büyük bir üzüntü yaşamış, o duygusal travma sonucu kendini yemeye vermiş. Bunları bilmeden hemen, “Ne kadar kilolu, çirkin bir görüntüsü var,” diyorlar. Önce soru sormalı sonra düşünce söylenmeli. Aslına bakarsanız bazen soru da sorulmamalı. Çünkü sorduğunuz soruyla bile yargılamış ve hatta karşınızdaki kişiyi incitmiş olabilirsiniz.

Bazı insanlar vardır, iyi eğitim almışlardır, özel okullarda okumuşlardır. Devlet okullarında okuyanları ya da hiç eğitim almayan insanları yargılarlar. İyi eğitim aldıkları için her şeyi en iyi kendilerinin bildiğini zannederler. Bitirdikleri okullar nedeniyle kendilerini başka bir sınıfa koyarlar. Kendileri gibi eğitim almayan insanlar hakkında konuşulurken “O ne bilecek, cahil, benim kadar eğitim almamış ki” derler. Aslında bir gün kendilerinin de o cahil dedikleri insana muhtaç olabileceğini bilemezler. O eğitim alamamış insanın şartlarına bakmadan hemen cahil yargısını yapıştırırlar. Niçin eğitim alamamış ya da niçin devlet okullarında okumuş, onun koşullarını bir öğrenin ondan sonra ne söyleyecekseniz söyleyin.

Evinde hayvan beslemeyen insana hemen, “Sen hayvan sevmiyorsun” ya da “Sen hayvan besle, koşulsuz sevgiyi öğren,” diyen insanlar var. İşte size yargılama! Evinde hayvan beslemediği için o insanın hayvan sevgisi olmadığını, hayvanlara yardım etmediğini, koşulsuz sevgiyi bilmediğini kim söyleyebilir? Sadece hayvan besleyenlerin hayvansever olduğunu ve koşulsuz sevgiyi bildiğini kim iddia edebilir?

Bir insanın zekâsı, aklı ile veya ses tonu ile alay edenler bir gün kendi zekâ, akıl veya seslerinin bir saniyede gideceğini bilseler bu yargılamayı yapmazlar. Aynı şekilde bir insanın oturduğu semti küçümseyip “Aaa… Orada mı oturuyor? Nasıl oturulur orada?” diye yargılayanların, kendilerinin bir gün o semtte oturacakları ve daha kötü şartlarda yaşayacakları akıllarına gelmez.

Yaşadığım bir örnekten bahsedeyim. Arkadaşlarla bir araya gelmiş, yemek yiyip sohbet ediyorduk. Benim de tanıdığım bir arkadaşlarının yaşadığı üzücü bir olayı anlattılar. Bu sözünü ettikleri kişiyi bir arkadaşı üzmüş. Bunu anlatırken üzen kişi hakkında yaptıkları yorum dikkatimi çekti. İçlerinden biri diyor ki, “Dua etsin de arkadaşım o kadar yurt dışında okuduğu hâlde onun gibi bir kasiyerle yıllarca arkadaşlık yapmış.” Yani orada kasiyer diyerek bir insanı mesleğinden dolayı yargılıyor ve küçümsüyor. Kendi arkadaşlarını ve kendilerini başka bir sınıfa koyuyorlar. İşte bu kibir örneğidir. Oysa akıllarına gelmez, kendileri ister en iyi okulları bitirsinler, en iyi işlerde çalışsınlar, bir gün o yargıladıkları kişinin mesleğini yapmak için iş arayıp da bulamayabilirler bile. Bu nedenle nasıl bir yargılama yaptığına dikkat etmesi gerekir insanın.

Yargılama yapan kişinin niyetinin sevgi içerdiği ve öğretici olduğu söylenemez, orada direkt küçümseme ve alay vardır. Bir insanın diksiyonu bozuk olabilir, kelimeleri hatalı söyleyebilir. Onu küçük düşürücü yargılama yerine öğretici olacak biçimde yol gösterirseniz daha iyi olur. İşte o zaman sevgiden söz edilebilir. Zaten hem sevgiden bahsedip hem de yargılamak tutarlı değildir.

Düşünün, bir gün önce seni seviyorum, diyorsunuz, ertesi gün aynı kişiyi elinde bir torba, içine deniz kıyafetlerini koymuş denize giderken gördüğünüzde yargılayıp alaycı bir gülümseme ile “Plaj çantası yerine poşete koymuş,” diyorsunuz. Aslında niçin poşete koymuş olabileceğini düşünmeyi denemiyorsunuz. Belki arkadaşları çağırmış, “Denize gidiyoruz sen de gel,” diye ve o da gitmek istemiş ama plaj çantası yok ve alacak parası da yok ya da plaj çantasının sapı kopmuş ve aceleyle poşete koymak zorunda kalmış. Önce nedenini öğrenin sonra yorum yapın. Eğer bilmiyorsa bile o kişiye, “Bir dahaki gelişinde deniz kıyafetlerini böyle çantaya koyabilirsin,” diye fikir verin. Bunu gibi çok örnek verebilirim.

Eğer yargılamaya başlarsanız sevmeye zamanınız kalmaz. Zamanınızı ve ömrünüzü yargılamayla geçirirsiniz. Yargılamanın olduğu yerde çözüm yoktur sadece negatif enerji yüklemesi vardır. Biliyorsunuz hep söylüyorum, negatif enerjinin olduğu yerde de sevgi yoktur.

Sevgili okuyucularım, yukarıda da belirttiğim gibi bu konuya cuma günü devam edeceğiz ve düşünceyi söylemek ile yargılamak arasındaki farkı yine örneklerle anlatacağım.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

HER KAPIYI AÇAN ANAHTAR: TATLI DİL

Yine hayatlarınıza dokunacağını düşündüğüm keyifli bir bilgelik hikâyesiyle birlikteyiz. Birkaç paragraftan oluşan kısacık bir hikâye belki bu paylaşımım ama anlattıkları onlarca paragrafla ifade edilemeyecek derinlikte.

Her bilge hikâyede o kadar öğretici dersler var ki bunları okudukça her birimiz alacağımız dersi alıyoruz. Sadece okumak değil içindeki öğretiyi sindirmek, içselleştirmek çok önemli.

Sizlerle paylaşacağım bugünkü hikâye hakkında aslında çok şeyler yazılır. Fakat birkaç satır yazmakla yetinmeyi tercih ediyorum.

Hani deriz ya “Nasıl tatlı dilli, güler yüzlü insan, saatlerce sohbet etmek istedim,” diye, aslında o sözünü ettiğimiz kişiyi sevdiren, güler yüzlü ve tatlı dilli olmasıdır. İnsanı insan yapan tatlı dil ve güler yüz aynı zamanda sihirli bir değnektir, açılmayan kapıları açtırır, insanı sevgiye, mutluluğa ve huzura götürür.

Tatlı dilli ve güler yüzlü insan kendi bolluğunu ve bereketini getirir. Alışveriş için bir dükkâna gireriz, bize her şartta uygun olan bir ürünü, satıcının asık suratı ve ters cevap vermesi yüzünde almaktan vazgeçeriz. Bunu birçoğumuz yaşamıştır. Bazen de almayacağımız bir ürünü sırf satıcı ilgilendi diye alırız. Çünkü bizi etkileyen tatlı dili ve güler yüzü olmuştur.

Çoğu insan kendi sivri dili ve asık suratı yüzünden yalnızlığa mahkûm olur. Etrafa öyle negatif enerji yayarlar ki böyle insanlarla konuşmaktan herkes çekinir. Alacağı cevabı bildiğinden hiç kimse bir şey sormak istemez.

Hayatta bazen olumsuz şeyler de yaşayabiliriz ama bu olumsuzluklar tatlı dilli ve güler yüzlü olmamızı engellemesin.

EKŞİ YÜZLÜNÜN BALI

Tatlı dilli, güler yüzlü bir delikanlı bal satardı. Bu, öyle yakışıklı, öyle sevimli bir gençti ki gönüller onun şeker gülüşünden yanar tutuşurdu.

Genç satıcı, beli boğumlu bir şeker kamışını andırırdı. Sinekten çok, müşterisi vardı. Öyle ki hani zehir satsa, onun elinden diye herkes bal şerbeti gibi içerdi.

Bir gün kaba saba bir adam, bu delikanlının satışını gördü, kazancını kıskandı. Ertesi gün kendisi de başında bal, yüzünde sirke, şehri dolaşmaya başladı. Bağıra çağıra, bir o yana bir bu yana mahalle arasında geziniyor, malını satmaya çalışıyordu. Fakat ne hikmetse balına değil müşteri, tek sinek bile konmadı.

O gün eline hiç para geçmedi. Akşam olunca sıkıntı içinde evine döndü. Fena hâlde kızmıştı. Suratını cezadan korkan suçlular gibi asmış, kaşlarını bayramda zindanda kalan mahpuslar gibi çatmıştı.

Karısı ona şaka yollu şöyle söyledi: “Yüzü ekşi olanın balı acı olur!”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ÇOCUK HER ZAMAN HİSSEDER

Evet, geldik yine anılara… İlkokul üçüncü sınıftaki anılarıma kaldığım yerden devam ediyorum. Dokuz yaşındaki çocuk tekrar sandığın başına geçip kilidi açtı ve bir anıyı daha serbest bıraktı.

On beş gün önce yazdığım anımda halamın Almanya’dan gelişinden ve getirdiği hediyelerden, o hediyelerin bizim için ne kadar değerli olduğundan, onları nasıl itinalı kullandığımızdan bahsetmiştim.

O yıl halam bana pötikareli, kapüşonlu yağmurluk getirmişti. Okul yıllarında kapüşonlu giyecekleri çok severdim hele bir de pötikareliyse bayılırdım. Annem giyecek manto ve elbise alırken ya da diktiği zaman mutlaka kapüşonlu ve pötikareli olmasını isterdim. İşte bu yüzden halamın getirdiği yağmurluğu çok severek giyiniyordum ayrıca da özenle kullanıyordum.

Annem bize eşyalarımızın kıymetini bilmeyi öğretmişti, “Kolay kolay alınmıyor, temiz kullanın,” diyordu. Babam bu konuda cömert davranmıyordu. İçimizde, eşyalarına en çok sahip çıkan ve onları son derece temiz kullanan ablamdı. Bir şeyinin zarar görmesi ve kaybolması onu üzerdi. Ben de aynı şekilde çok sevdiğim bir şey kaybolursa ya da zarar görürse çok üzülürdüm. Onun yerine yenisi gelse bile o ilkinin verdiği mutluluk ve sevinci yaşayamazdım.

Bahar mevsimi gelmişti, aylardan nisandı. Halamın getirdiği yağmurluğu severek giyinip okula gidiyordum. O günü hiç unutamıyorum, son ders zili çaldı, eve döneceğiz, yağmurluğumu giyerken arka kısımda bir delik gördüm. Çok üzüldüm. Annem bizi almaya gelince suratımın asık olduğunu gördü, ne olduğunu sordu, yağmurluğumu gösterip “Delinmiş,” dedim. Annem, “Bir yere takmışsın, dikkat etmemişsin” dedi. Fakat ben bir yere takılmasına sebep olacak bir davranışta bulunmamıştım, sokakta oynarken öyle takılacak yerlerde durmamış, duvarlardan atlamamıştım. O anda içimden bir ses sınıfta bir kız arkadaşımın yaptığını söylüyordu. Çünkü sabah astığımda sapasağlamdı. Bunu anneme söyledim ama üzerinde durmadı, “Sen onu takmışsındır bir yere. Üzülme bir şekilde ben orayı kapatırım, giyersin,” dedi. Fakat ben başkasının yaptığından emindim.

Sınıftaki o kız arkadaşımdan şüphelenmemin nedeni ise onun bakışlarının, davranışlarının beni rahatsız etmesiydi. O zamanlar isimlendiremiyordum ama şimdi anlıyorum ki bakışlarında, tavırlarında kıskançlık vardı ve ben bundan hoşlanmıyordum. Bu arkadaşım bir gün resim yaparken benden birkaç renk pastel boya istedi ben de verdim. Geri verdiğinde hepsi kırıktı. Neden kırdığını sorunca, “Sen verdiğinde kırıktı,” dedi. O anda yalan söylediğini ve zarar vermek istediğini hissettim. Çünkü gülüyordu, yüzünde kasıtlı yaptığını belli eden bir ifade vardı. Bir gün de beden eğitimi dersine hazırlanırken spor ayakkabımı alıp kaçırdı, sınıfın penceresinden dışarıya attı. Ben sessiz kaldım, öğretmenime bir şey söylemeden gidip aldım ayakkabımı. “Niye böyle yapıyorsun?” dediğimde şaka yaptığını söyledi ama şaka değildi, zarar vermekti amacı. Anneme anlattım bunları ama gene üstünde durmadı.

Spor ayakkabısı olayı beni çok üzdü. O günden sonra o arkadaşıma karşı hep dikkatli oldum. Davranışlarını sürekli izliyordum, kime ne yapıyor, diye. Teneffüste oyun oynadığımızda gelip bizi yere itiyordu. “Niçin bunu yapıyorsun? Biz oyun oynarken birbirimizi itmiyoruz,” dediğimde “Ben itmiyorum, sizinle oynamak istiyorum,” diyordu. Onu bu konuda uyardım ama baktım ki hep zarar verme niyetinde. Bir gün de halamın getirdiği kar botlarını görüp, “Ne kadar güzel botların var,” diyerek üstündeki tüyleri çekmeye başladı. O kadar çok zarar vermişti ki bana, yağmurluğumu delen kişinin de o olduğunu düşünüyordum. Fakat bunu ispatlayamazdım. Annem bile inanmadı ama ben haklı olduğumdan emindim.

Artık o arkadaşımla konuşmuyor, oynamıyordum. Aradan birkaç hafta geçtikten sonra gidip kendisine “Yağmurluğumu sen kestin, biliyorum,” dedim. Beni öğretmene şikâyet edeceğini söyledi. Ben de “Söyle,” dedim, “O zaman ben de anlatırım. Sen yaramaz bir çocuksun, eşyalarıma zarar verdin.” Başka da bir şey söylemedim. “İyi olmuş,” dedi yağmurluğum için. Ben sesimi çıkarmadım ve kimseye bir şey söylemeden uzaklaştım.

Sonra annem yağmurluğumu tamir ederken gördük ki makas ile kesilmiş. İlk gördüğünde üstünde durmamıştı ama annem de anladı kesildiğini. Bizim resim derslerimizde kullandığımız küçük makasımız vardı, “Bu makas ile kesmiştir,” dedim. Annem, kesilen yeri güzelce onardı, ben tekrar giymeye başladım.

Şimdi anlıyorum ki arkadaşım kıskançtı ve bunu davranışlarıyla, bakışlarıyla belli ediyordu. Oysa biz öyle büyümemiştik. Biz kardeşler arasında hiçbir zaman ve hiçbir konuda kıskançlık olmadı. Hiç kimseyi de kıskanmadık. Babam hep söylerdi, her zaman birbirinize sahip çıkıp destekleyeceksiniz, aranızda kavga ve küslük olmayacak, diye. Çünkü babam kendi kardeşlerine bir baba gibi sahip çıkmıştı, bizim de aynen kendisi gibi olmamızı istiyordu. Ayrıca da başkalarının eşyasına veya kendi eşyamıza zarar vermemeyi öğrenmiştik.

Öncelikle her aile çocuklarını dinlemeli. Anne babaların bildiği her zaman doğru olmayabilir. Annem beni dinledi ama üstünde durmadı, kendi düşüncesine inandı. Ancak o yağmurluğu tamir için eline alıp dikkatli bakınca bana hak verdi. Baştan önyargılı olmadan çocuğu dinleyip karar verilmelidir. Çünkü çocuk her zaman hisseder.

Çocukluk zamanında başlayan kıskançlıklar şifalanmazsa ve dönüştürülmezse yetişkinlik döneminde de devam eder. Her kıskançlık aslında karşı tarafa zarar veriyor ama asıl insanın kendisine zarar veriyor. Kıskançlık dönüştürülemezse sevgi engellenmiş olur. Çünkü kıskançlık negatif bir duygudur ve negatif bir duyguda sevgi olmaz.

Ailelere burada büyük iş düşüyor. Küçük yaşta başlayan ve en çok da kardeşler arasında yaşanan kıskançlığı göz ardı etmemeleri gerekiyor. Çocuğun neden kıskançlık duygusu taşıdığını bilmeleri ve bu zararlı duygudan kurtulması için ellerinden geleni yapmaları gerekiyor. Ben şimdi çok açık görüyorum ki yetişkinlerde görülen kıskançlık çocukluk zamanına dayanıyor. O bilinçaltına yerleşiyor ve yaş büyüdükçe daha da çoğalmasına neden oluyor. Eğer bir insanda kıskançlık hissederseniz ondan uzaklaşın, o zehir kendisinde kalacaktır.

Kıskançlığı bir bakış ile bir davranış ile bir konuşma ile anlarsınız.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

DURU BİLİŞ

Sevgili okuyucularım, önceki aylardaki yazılarımda yedi çakrayı anlatmıştım. Her ay bir çakrayla ilgili bilgileri detaylı olarak paylaşmıştım.

Bugünden itibaren de her ay metafiziksel duyularla ilgili bilgiler paylaşacağım. Bilimin tanımladığı beş fiziksel duyuya ilaveten insanın sahip olduğu dört metafiziksel duyu daha vardır. Bunlar duru biliş, duru görü, duru sezgi ve duru işiti olarak adlandırılır. Bugünkü yazımda size bu duyulardan duru bilişi anlatacağım.

Allah insanoğlunu yeteneklerle yaratmıştır. Önemli olan bu yetenekleri fark etmektir. Bazı insanların yukarıda bahsettiğim duru biliş, duru sezi, duru görü, duru işiti yetenekleri gelişmiştir. Peki, bu yetenekler ne işe yarar? Şimdi bunu duru biliş üzerinden ele alalım.

Duru biliş tepe çakraya karşılık gelir. Tepe çarka, Allah ile aramızdaki bağı simgeler. Allah ile olan bağımız ne kadar güçlüyse bilişimiz o kadar güçlü çalışır. Diğer bir ifadeyle duru biliş için tepe çakrasının açık olması gerekir. Duru biliş, görmeden, yaşamadan herhangi bir durumu aniden bilme, hissetme ve o anda gelen doğru bilgidir. Kısacası ani alınan bilgilerdir. Aynı zamanda berrak biliş olarak adlandırılır.

Ego düşüncelerimiz olan endişe, kaygı, öfke, bencillik, kibir, korku gibi olumsuz düşünce ve duygulara sahipsek, sürekli endişe, korku, kaygı ile yaşıyorsak, mantık ile kararlar veriyorsak, hayatı maddi, dünyevi önceliklerle yaşıyorsak duru biliş olmaz. Yargılama varsa duru biliş olmaz. Nasıl, niçin, neden, acaba, hangisi vb. sorular olursa duru biliş olmaz.

Duru biliş için zihnin tamamen berrak olması gerekir. Mantık ile hareket etmemek, mantığı dinlememek gerekir. Örneğin, hiç tanımadığınız ve ilk kez gördüğünüz bir kişi hakkında aniden gelen bilgiler doğrudur. “Daha ilk görüşte anladım,” diye de ifade ettiğimiz şey aslında onun hakkında aniden bilmektir ve her zaman ilk bilgi doğrudur. İşte burada iyi veya kötü ayrımı yapmamızı sağlayan ilahi rehberliktir.

Bir örnek daha vereyim. Hava son derece açık, güneşli, yağmur yok, meteoroloji bültenlerinde yağmur uyarısı yok. Ama içinize aniden bir mesaj gelir, yanına şemsiye al, diye. O mesajı dinler ve yanınıza şemsiye alırsınız. Birkaç saat sona bir de bakarsınız ki yağmur yağıyor. İşte burada yanınıza şemsiye aldıran duru biliştir ve siz onu, “İçimden bir ses dedi ki” diye anlatırsınız. Benzer şekilde, diyelim ki bir eşyanız kayboldu, o eşyanızın nerede olduğunu bilip hiç aramadan elinizle koymuş gibi bulmaktır duru biliş.

Duru bilişi olan kişi, kendisine anlatılan olumsuz olaya ya da o olaya neden olan kişilere göre değerlendirme yapmaz. O anda gelen bilgiye göre olumsuzluğu yaşayan kişinin nasıl bir yol alacağına rehberlik eder. Duru bilişle rehberlikte kim haklı veya kim haksız muhakemesi yapılmaz. Gene söylüyorum mantık ile hareket edilmez. Çünkü mantık duru bilişi engeller.

Duru biliş yeteneği sayesinde bilgi içe doğma şeklinde gelebilir ve bu bilgiye her zaman kesinlik ve emin olma hissi eşlik eder. Duru biliş yüksek bilinç seviyesinde gerçekleşir. Bilinç ve enerji düzeyi yükseldikçe bilme hâli daha belirgin olur.

Kendi yaşadığım bir durumu örnek olarak anlatayım. 2016 yılının Aralık ayıydı. Hava soğuk ve karlıydı. Hiç neden yokken içimden gelen ses hafta sonu günübirlik olarak Konya’ya Mevlana’nın türbesine gitmemi söylüyordu. Ben hiçbir sorgulama yapmadan gittim. Gittiğim güne kadar bir hafta boyunca Konya’ya hava muhalefetinden dolayı hiçbir uçak kalmamış. Gittiğim gün uçak kalktı ama Konya’da yine kar vardı. Hava şartları hafta içine göre biraz daha iyi olsa da yerde 30 cm kadar kar vardı ve buzlanma sürüyordu. Kendi kendime, nasıl gideceğim, bu havada gidilir mi, bu havada gitsen ne anlayacaksın, ya orada zorluk ile karşılaşırsam ya akşama uçak kalmasa nasıl döneceğim gibi sorular sormadan o anda aniden içimden geleni dinledim ve rahatlıkla gittim. Konya’da her şey yolunda gitti ve akşam da sorunsuzca döndüm. Bu benim duru bilişle yaptığım bir şeydi. Hemen hatırlatmak isterim ki burada çok ince bir çizgi var. Gelen bilgi iç sesinize mi ait zihin sesinize mi? Bunu iyi ayırt etmeniz gerekiyor. Zihin sesini iç sesi ile karıştırıp “Bana da böyle olmuştu, kalkıp gittim ama sorun yaşadım, demek ki sezgiler pek de işe yaramıyor,” diyenler çıkabilir. Onlara söyleyebileceğim duyduklarının iç sesleri olmadığıdır. Çünkü duru biliş sahibi değilseniz, zihniniz sizi yanıltabilir ve olumsuz sonuçlarla karşılaşabilirsiniz. O yüzden “İçimden geldi, ben de kalkıp gideyim,” demenizi önermem. Önce duru bilişi ortaya çıkarmalı, geliştirmelisiniz.

Duru biliş için en iyi yöntem meditasyonla egoyu susturup zihni berrak hâle getirmektir. Bu konu ilgili ile daha fazla bilgi edinmek istiyorsanız sizlere Doreen Virtue’nün “İlahi Rehberlik” adlı kitabını tavsiye ederim.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com