“BİRİLERİ”

Hayatım boyunca okumayı en çok sevdiğim kitaplar biyografiler ve otobiyografiler olmuştur. Onlardan alacağım dersleri önemserim. O kitaplardaki insanların yaşadıkları dönemler ve o dönemlerin koşulları, hangi zorlukların üstesinden geldikleri, karakterlerinin nasıl bir aile ortamında şekillendiği hep ilgimi çekmiştir. Böyle kitaplar bana hem bilgi hem bilgelik verir. Bu nedenle bu ayki kitap önerisi yazımda bir değişiklik yapıp böyle bir kitaptan söz edeceğim.

Bugün sizinle sevgili Sema Al’ın “Birileri” adlı kitabını paylaşacağım. Tilki Kitap’tan bu yıl çıkan ve otuz bölümden oluşan kitap içtenlikle, çok akıcı bir üslupla yazılmış. Elinizden bırakmak istemeyeceğiniz kitabın tanıtım bülteninde belirtildiği gibi “…eskimeyen insanları ve zamanın eskitemediği dönemlerin ruhunu her satırda hissedeceksiniz…” Bir ailenin hayatını anlatan “Birileri” otuz bölüm başlığı içermesine rağmen ince bir kitap. Yazar, her bir bölümde bir dönemi ve o dönemde ailenin yaşadığı önemli olayları anlatıyor. Bir konakta geçenlerin kaleme alındığı bu kitap için sizin de “İyi ki okudum.” diyeceğinize eminim sevgili okuyucularım.

Gerçek hayat hikâyeleri, anı kitapları ve biyografilerin insana bilgelik kattığını ve ilham verdiğini hatırlatarak “Birileri” adlı kitaptan bir bölümü paylaşıyorum.

“BEŞİNC BÖLÜM / YENİLİKLER

O çelik, derin bakışlı, masmavi gözleriyle uzakları, geleceği tahmin eden Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve vatansever çalışma arkadaşları ile bu yepyeni ülkeyi çağdaş medeniyetler seviyesinin üzerine taşıma çalışmaları hızla devam ediyordu. Halkın yarınına inançla bakmasına, kendini güvende ve kuvvetli hissetmesine sebep olacak gurur duyacağı yepyeni ilkeler, inkılaplar arka arkaya yapılmaya başlandı.

Lütfü Bey ve ailesi de tüm yurtta olduğu gibi bu kısa zamanda yapılan inkılapların memleketi yeni baştan ayağa kaldırıyor olmasını önemle takip ediyorlardı. Mustafa Kemal Atatürk ve Türkiye Büyük Millet Meclisi çok büyük bir hız ve özveriyle kısa bir zaman diliminde yeni cumhuriyetin siyasal, sosyal, tarımsal, kültürel ve sanayi alanında yepyeni düzenlemelere gitmiş ve yasalarla ebediyete kadar sürecek yepyeni bir ülkeye can vermişlerdi.

Bu özellikle Batı’yı örnek alan değişim Fıtnat’ın ilgisini fazlasıyla çekiyordu. Batılılaşmanın önemini devamlı savunan Fıtnat, Atatürk tarafından kadınlara verilen haklara çok sevinmiş ve hayatının yeniliklerle çok farklı olacağını düşünmüştü. Diğer taraftan Tevhide ise memleket için yapılan bu yeniliklere biraz şüphe ve endişe ile bakıyordu. Muhafazakâr bir ailede doğmuş ve yetiştirilmişlerdi. Bir diğer taraftan da kültüre, öğrenmeye, bilgiye açıktı.

Lütfü Amca tutucu bir aile olduklarını ve öyle yaşamanın doğru olduğuna inanıyor, çağdaş giyimin kendi ailesindeki hanımlar için doğru olmadığını biliyor ama bu konuda fikir beyan etmiyordu. Evdeki hanımlar eskiden beri süregelen giyimlerden memnundular. Aksini hiç düşünmediler. Sadece Fıtnat’ın ufak çaplı isyankâr tavırları Lütfü Amca’yı rahatsız ediyor ama bu konularda muhatap olmamaya özen gösteriyordu. Çocukların Batı kültürünü tanımalarında, yabancı dil öğrenmelerinde, özellikle Fransızca okuryazar olmalarında, resim-müzik dersleri almalarında hiçbir mahsur görmemişti.”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

ÇOCUK PLAN PROGRAM BİLMEZ

Anı sandığını açıp geçmişe yolculuk yapmak ve o yolculuğa sizleri de ortak etmek, ilkokul dördüncü sınıfa devam eden çocuğa çok iyi gelmişti. Diğer anılarını da gözler önüne sermek için sabırsızlanmaya başladı ve büyük bir özgüvenle yeniden geçmişe doğru yola çıktı.

Bir önceki anı yazımda yılbaşına nasıl girildiğini ve annemi anlatmıştım. O kalabalık yılbaşını geride bırakmış yarıyıl tatilinin heyecanına kapılmıştım. Birinci dönemin karnesini alma zamanı gelmişti. Okulda öğretmenimiz on beş günlük tatil boyunca ne yapmamız gerektiğini anlattı; bir kitap okuyup bitirmemizi ve vereceği ödevleri tatil sonuna kadar tamamlamamızı istedi. Ben bunları tabii dikkate aldım. Ama arkadaşlarım bana tatilde başka neler yapacağımı sorduğunda “Bilmem? O anda ne yapmam gerekiyorsa onu yaparım.” dedim. Çünkü çocukluğumdan beri bana fazla soru sorulmasından ya da şunu yap, bunu yap gibi emir kipleriyle konuşulmasından hoşlanmam. Bunun nedenini ileri yaşlarda fark ettim, hoşlanmadığım şey aslında ruhumun kafese alınmasıydı.

Okulun ilk döneminin son günü karnelerimizi alınca kardeşimle birlikte servise binip doğruca eve gittik. İkimizin de karnesi başarılıydı ve onu bir an önce ailemize gösterme hevesindeydik. Çünkü her karnemizin iyi olması ortaca amcamın gözünde bizi daha farklı bir yere koyuyordu. Onun bizi başarılı bulduğunu ilerleyen yıllarda çok daha açık hissettim. Başarıyı karnedeki notlara göre değerlendiriyor, getirdiğimiz teşekkür ve takdir belgeleri ile ölçüyordu. Ancak bana göre başarı karnedeki nottan ibaret değildi.

Dedim ya, ruhumun kafese alınması beni rahatsız ediyordu, ruhum özgür olmalıydı, bir şeyi ancak ben istiyorsam yapmalıydım. Mesela amcam okumamız için kitaplar önerirdi ama ben o anda canımın istediği kitabı okurdum. Annem ve babam, “Yarın şuraya gezmeye gideceğiz.” dediklerinde “Yarın sizinle geleceğim.” demezdim, önceden planlar yapılmasından hoşlanmazdım. Çünkü ne yapacağıma özgürce karar vermeyi seviyordum. Ertesi gün arkadaşlarımla bahçede ya da evde oynamak veya evde yalnız kalmak istiyorsam, misafirliğe gitmek istemiyorsam gitmezdim. Bu yüzden onların plan programı bana uymazdı.

Annem ve komşuları gün yaparlardı. Ayın bir gününü belirler ve her ayın o gününde sırasıyla birinin evine giderlerdi. Bir gün anneme, “Tamam, her ay aynı gün toplanıyorsunuz. Ama o gün geldiğinde gidemezsen ya da bir şey olursa ve sen gün yapamazsan o zaman ne olacak?” diye sordum. Annem, “Mümkün olduğu kadarıyla, önemli bir şey olmadıkça toplanılır.” dedi. Annemin bu yanıtı benim için yeterli olmadı. Çocuk aklım bunu pek kabullenemedi. Gerçi bugün de aynı düşünce içindeyim. İnsanların bir araya gelmeyi bir mecburiyete dönüştürmesini bir türlü kabullenemedim.

Ağabeyim ortaokula başladığında İngilizce öğreniyordu ve yabancı dil kursuna gidiyordu. Ablam da ortaokul ve liseyi okurken İngilizceyi öğrenmişti. Pratik yapmak için sürekli İngilizce kitapları okur ve İngilizce kasetleri dinlerdi. Ortanca amcam bana ve kardeşime, “Ağabeyiniz ve ablanız boş zamanlarında size İngilizce öğretsin.” diyordu. Her gelişinde bunu hatırlatıyor, “Yarın başlayın.” ya da “Tatilde başlarsınız öğrenmeye.” diye ısrar ediyordu. Tabii ki o söylerken ben hiç cevap vermiyordum, öğrenirim, diye söz de vermiyordum. Çünkü o anda öğrenmek istemiyordum, boş zamanımı spor yapmak, arkadaşlarımla vakit geçirmek, anneme yardım etmek gibi başka şeylerle değerlendiriyordum. O yıl sömestri tatilinde ağabeyime dedim ki “Bana İngilizce öğretir misin? Ama kendim istediğim için, amcam istediği için değil. Amcama kalmış olsa geçen seneden beri söylüyor.” Ağabeyim, “Tabii ki.” dedi. Kardeşim öğrenmek istemedi.

Ağabeyimle çalışmaya başladık ve çok hoşuma gitti çünkü yeni bir şey öğreniyordum üstelik konuştuğum dilden başka bir dil. Halam ve kuzenlerim Almanya’dan gelince kendi aralarında Almanca konuşurlardı. Merak eder sorardım, “Siz ne konuşuyorsunuz? Bana da anlayacağım dilde söyler misiniz?” Bu yüzden İngilizce öğrenmeye başladığımda “Halam ve kuzenlerim konuştuğunda anlayacağım artık.” demiştim. Ağabeyim ve ablam bana, “Onların dili farklı, Almanca konuşuyorlar. Biz ise İngilizce konuşuyoruz. Onları anlaman için Almanca da öğrenmen gerekiyor. Ancak İngilizce konuşurlarsa anlarsın.” dediler. Demek Almanca farklıydı. “Tamam,” dedim, “Ben de önce İngilizceyi öğrenirim sonra da Almancayı.”

Dil öğrenmek öyle hoşuma gitmişti ki ağabeyimin öğrettikleriyle ilgili boş zamanlarımda tekrar yapıyordum. Küçük bir teybimiz vardı, İngilizce kasetlerini ona koyup dinliyordum ama hiçbir şey anlamıyordum. Sadece dinliyordum. Fakat acele de etmiyordum. Arkadaşlarımla buluştuğumda onlara “Ben artık İngilizce öğreniyorum.” diyordum. Aslında o anda kendimi farklı görüp büyüdüğümü hissediyordum.

İleride bana bu dilin gerekli olacağını ailem söylemişti. Fakat insan bir dil öğrendiğinde başkası için değil kendi içindir. Halamlar Almanca konuşurken onları anlamadığımda bende iz bırakmış, bunun önemini kavramıştım. Ortanca amcam yabancı dilin ne kadar önemli olduğunu Almanya’ya gittiklerinde yaşadıkları bir olayı örnek vererek anlatmış ve bizde farkındalık sağlamıştı. Onun için bize hep bu konuyu aşılamıştı, “Kendiniz için dil öğrenin.” demişti. O anda yaptığı baskı bana iyi gelmiyordu ama ileri yaşlarda amcama çok hak verdim, “Bir lisan bir insan” sözünün de boşuna söylenmediğini gördüm. O, geleceği düşündüğü için bize çocukken farkındalık vermişti. Aslında büyükler çocuklara farkındalık verdiği zaman bunu baskı olarak değil daha farklı yollarla yapmalı, zorlamamalıdır. Çünkü baskı yapılınca çocuğun özgür ruhuna ters geliyor. Yapmak istese bile yapmıyor. Maalesef ortanca amcam bizim iyiliğimizi isterken üzerimizde baskı kuruyordu ve biz bundan sıkılıyorduk.

İnsanın çocukken özgür bir ruha sahip olduğunu yaşım ilerledikçe ve yaşadıkça daha belirgin olarak gördüm. Büyüklerin hep plan program yaptıklarının ve anı yaşamadıklarının farkına vardım. Çünkü kafaları sürekli “Şu gün geldiğinde şunu yapacağız.” türünden meşguliyetlerle dolu. Plan program yapan bir zihnin ne kadar yorulduğunun farkına varmıyorlar. Üstelik plan ve programları bir şekilde bozulursa sinirlenip daha çok strese giriyorlar ya da sürekli plan bozulursa endişesini yaşıyorlar. Aslında çocukluklarındaki gibi hiçbir plan program yapmadan içinde bulundukları anda istedikleri şekilde davransalar zamanı gelince planladıkları şey zaten gerçekleşecek.  

İnsan çocukken yarın okulda öğretmenin ne öğreteceğini ya da kiminle oynayacağını düşünmez, ne yaşayacağını bilmez ve bunun planını yapmaz. O anda anı yaşar, akışta kalır. O yaşlarda plan ve programın ne olduğunu bilmeden ruhu özgürce yaşar. Yetişkinlik döneminde ise altı ay öncesinden, bir yıl öncesinden programlar yapılıyor. Bu sefer zihin sürekli meşgul, saatlerle, dakikalarla yarışılıyor. Hep bir yerlere bir şeylere yetişme telaşı içinde hissediyor insan kendini. Bile bile ruhunu sıkışmışlığa teslim ediyor, kendini plan ve programının esiri hâline getiriyor. Oysa akışta kalan insanın yaptığı program gene bir şekilde kendisini buluyor. Üstelik daha güzeli ve daha iyisi geliyor.

Yetişkinlikte çocukluk günlerine duyulan özlemin bir nedeni de çocuk ruhunun özgürlüğüdür. Mutlu yetişkinliğin sırlarından biridir de bu aynı zamanda: Çocukluğun özgür ruhunu koruyarak akışta kalmak ve anın keyfini çıkarmak.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

BARIŞ BENİMLE BAŞLAR-6

Sevgili okuyucularım, geçen aylarda bilinçli ve bilinç dışı anıların, olumsuzlukların temizlenmesi için yapılan ve “ho’oponopono” adı verilen bir arınma çalışmasını paylaşmıştım. Bu ay da farklı konular için aynı şekilde yapmanız gereken bu arınma çalışmasını üç madde hâlinde paylaşıyorum. Düzenli olarak yaptığınızda gerçekten kendinizde inanılmaz bir olumlu değişiklik göreceksiniz. Özellikle zihniniz, ne kadar berraklaşırsa o kadar huzurlu olur. En önemlisi berrak bir zihin her zaman doğru karar almanızı sağlar. Çünkü zihin olumsuzluklarla dolu olduğu zaman doğru karar bile alamıyorsunuz. Disiplin ve azimle yapılan çalışmalardan her zaman olumlu karşılık alınır. Çalışmaya geçmeden önce bununla ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum. Geçen ay bu bilgiyi paylaşmıştım fakat belki ilk defa okuyacak olanlar vardır. Onlar için yinelemekte fayda görüyorum.

Ho’oponopono yöntemi; karşımızdaki insanın yaşadığı bir sorunu duyduğumuz, öğrendiğimiz anda bizim sorunumuz olarak algılayıp kendi içimizde bundan arınarak karşımızdakini de arındırma yolunu öğretiyor. Sadece insanları değil her şeyi arındırıp temizlemenin yoludur bu. Olumsuz durumlardan kurtulmanın bir yöntemidir.

Ho’oponopono, Hawaii halkının kullandığı bir kendini arındırma yöntemidir. Bu yöntemi Joe Vitale’in kitabı “Zero Limit” aracılığı ile Batı dünyasına tanıtan ve meşhur eden kişi Dr. Ihaleakala Hew Len oldu. Doktorasını Iowa Üniversitesi’nde yapmış olan Dr. Ihaleakala Hew Len, uzun yıllar Hawaii Devlet Hastanesi’nin suç işleyen akıl hastaları ile ilgilenen adli biriminde uzman psikolog olarak çalışmış. Hastalarıyla elde ettiği mucizevi sonuçlar çok ilgi çekmiş. Kullandığı yöntemler öyle etkiliymiş ki zamanla yatan hastaların tümü taburcu edilmiş, sonunda dört yıl içinde birim kapatılmış. Dr. Len’in kullandığı bu yöntem, 1982 Kasım’ından beri güncelleştirilmiş Ho’oponopono uygulaması yapan Hawaiili şaman Morrnah Nalamaku Simeona sayesinde ortaya çıkmış. Tüm dünyada bu yönteme ün kazandıran, öğrencisi Dr. Ihaleakala Hew Len ve Joe Vitale oldu.

Şimdi çalışmaya geçelim:

1) “Hayatımda her zaman sağlam, kalıcı ve güçlü temeller atarak başarılı ve somut sonuçlar elde etmemi engelleyen içimde bana ve atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum”

“Özür dilerim”

“Lütfen beni affet”

“Teşekkür ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

2) “Kendimle ve hayatımla ilgili farkındalığımın benim için mümkün olan en yüksek seviyeye çıkmasını engelleyen içimde bana, aileme, atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum”

“Özür dilerim”

“Lütfen beni affet”

“Teşekkür ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

3) “İhtiyacım olan destekleri ve yardımları her zaman kolaylıkla ve sevgiyle almamı engelleyen içimde bana, aileme, atalarıma ait her ne varsa her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum”

“Özür dilerim”

“Lütfen beni affet”

“Teşekkür ederim.”

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

Kaynak: Dr.Ihaleakala Hew Len ve Berna Özcan

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

İYİ NİYETLE SÖYLENEN OLUMSUZ CÜMLELER

Sevgili okuyucularım, yazılarımda insanın pozitif/negatif düşünce yapısının, pozitif/negatif duyguların, ağzımızdan çıkan sözlerin hayatımızı nasıl etkilediğini daha önce yazmıştım. Bugünkü yazımda ise kendimiz ve başkaları için iyi niyetle söylediğimiz dileklerde gizli olumsuzluklardan söz edeceğim. Bunlar aslında çocukluğumuzdan beri ailemizden ve etrafımızdan duyarak öğrendiğimiz kalıplamış cümlelerdir ve biz farkında olmadan sıkça kullanırız. 

Bazen hayallerimizi hayatımıza çekmek isteriz fakat farkındalığımız olmadığı için ağzımızdan çıkan kelimelere ve cümlelere dikkat etmeyiz. Söylediklerimizle evrene nasıl bir enerji gönderdiğimizin farkında olmayız. Aslında konuşurken kullandığımız her kelimeyle bir anlaşmaya imza atıyoruz. Ama o anda bazılarımız “Bu kelime ile mi hayatım değişecek?” ya da “Bu cümlem yüzünden mi bu olumsuzluğu yaşıyorum?” diye söylenirler. Şunu da işitmiş olabilirsiniz: “Bak bizim bir tanıdık var, hep olumsuz konuşur ama her şeyi gayet iyi.” Evet, o anda her şeyi iyidir o insanın ama sonra olumsuzluk yaşayacağını bilmez. Çünkü evren öyle bir şey ki gönderdiğimiz her mesajı kaydeder. Aslında evrenle birlikte bilinçaltımız kaydediyor. Sonra olumsuzluklar yaşayınca diyoruz ki “Büyük konuşmuşum.” İşte bu cümle, kendimize itiraf edemesek de “Kullandığım her olumsuz kelimeyle bugünü ben yaratmışım.” demekten başka bir şey değildir. En basitinden günlük yaşamımızda bir durumu anlatmak sıkça kullandığımız iki kelimeye bakalım: İyi ve kötü. Bu iki kelime de kendi enerjisini kendi içinde barındırır. İyi pozitiftir, kötü ise negatif.

Amerikalı sinirbilimci Prof. Dr. Andrew Newberg’in “Words Can Change Your Brain” (“Kelimeler Beyninizi Değiştirebilir”) adlı kitabında şu cümleler geçiyor:

“Dil, davranışlarımızı şekillendirir ve kullandığımız her bir kelime sayısız kişisel anlam barındırır. Doğru kelimeleri, doğru şekilde kullanmak ise bize sevgi, para ve saygı getirir. Yanlış kelimeler veya doğru kelimeleri yanlış şekilde kullanmak ise bizi bir çatışmaya sürükler. Eğer hedeflerimize ulaşmak ve hayallerimizi gerçekleştirmek istiyorsak konuşmalarımızı bir orkestra şefi gibi dikkatlice yönetmeliyiz.”

Bazen etrafımızdaki insanlara iyi niyetle söylediğimiz veya onlara minnettarlığımızı belirtmek için kurduğumuz cümlelerde farkından olmadan olumsuzluk vardır. Maalesef kullandığımız kelimelerin gerçek anlamları üzerine uzun uzun düşünmeden alışkanlıkla konuşuruz. Bazılarımız “Ne yapayım ağız alışkanlığı olmuş.” diyerek geçiştirmek ister. Tamam, alışkanlık olmuş ama onu değiştirmek için ne yapıyorsun? 

Değişim için temel şart farkındalıktır. Peki, farkındalık nasıl sağlanacak? Tabii ki olumlama çalışmasıyla. Sürekli yapılan olumlamalar, biraz önce sözünü ettiğim alışkanlıkları değiştirir, kullanılan olumsuz kelimelerle ilgili bir farkındalık oluşturur ve onları siler. Çünkü sürekli yapılan olumlamalar da alışkanlık yaratır. Farkındalık yüksek olunca değişmemiz daha kolay olur. Bize yüklenen olumsuz kalıplardan kurtulmamızı sağlar. O kalıplardan bir tanesi de konuşurken kullandığımız deyimlerdir. Sıkça karşımıza çıkan bu deyimlerdeki dilekler iyi niyetle söylenirler ancak hepsi de olumsuzdur. Olumsuz kelimelerin altında korku vardır ve korku, sevgi barındırmaz. O kelimeleri kullanan kişi kadar karşısındakinin de korkularını tetikler, frekansını düşürür, ruh ve beden sağlığını olumsuz ekiler. Şimdi birlikte bunlardan birkaçını örneklerle inceleyelim.

Yolculuk yapacak bir kişiye, “Kazasız ve belasız git” denir. İşte burada direkt olumsuz olan iki kelime kullanılıyor: Kaza ve bela. Oysa gayet iyi niyetli söylenmiş bir sözdür, yolcunun gideceği yere sağ salim ulaşması istenir. Farkındalıkla baktığımızda bu cümlenin trafik kazası korkusuyla sarf edildiğini kavrarız.

Ev almak isteyen bir kişiye, bulduğu ev için “İnşallah bu ev olur. Bir daha böyle ev bulman çok zor.” diyenler olur. İlk cümle olumlu, inşallah alırsın, diyor ama ikici cümle olumsuz. Daha en başından olumsuz enerjiyi gönderiyor. Olacağı varsa bile oldurmayacak bir enerji bu. Baktığınızda gerçekten iyi niyetle söylenmiş ama farkındalıktan uzak bir söz.

İş kurmuş bir arkadaşınıza, “Allah seni kimseye mahcup ettirmesin.” diyorsunuz. Burada yine iyi niyet var. Arkadaşınızın çok başarılı olmasını istiyorsunuz ama yanlış sözcüklerle.

Siz veya arkadaşınız tatil planı yaparken havanın kötü olacağı bilgisi gelir. Çoğu insanın ilk tepkisi şöyle olur: “Şansa bak. Sende de hiç şans yokmuş.” veya “Bende de hiç şans yok.” Bazen de “Dua et de yağmur yağmasın, tatilin boşa gider.” der bir arkadaşınız. Aslında o da istemiyordur yağmur yağmasını, iyi niyetlidir fakat kelimeler öyle değildir.

Bir de minnettar olduğumuz insanlara iyi niyetle söylediğimiz şu cümle var: “İyi ki varsın, Allah seni başımızdan eksik etmesin.” İşte bu da iyi niyetli olumsuzluk içeren bir deyim.

Yaşlıların sıkça kullandığı bir deyime bakalım şimdi. “Allah, elden ayaktan düşürmesin, kimseye muhtaç etmesin.” Tamamı negatif bir cümle. İçinde korkular barındırıyor; hasta olursam bana kim bakacak ya çocuklarım bana bakmazsa, ya onların bakımına ihtiyaç duyacağım bir hastalığım olursa o zaman ne yaparım ben. Sırf bu korkular bile sağlıklı yaşlanacakken ruhsal ve bedensel hastalıklara yol açacaktır.

Bu deyimlerin dışında günlük yaşamın telaşları içinde öylesine ağzımızdan çıkan ve hiç farkına varmadığımız olumsuz cümleler veya kelimeler var. Örneğin çalıştığınız iş yerinde klima açık. Arkadaşınıza, “Klimayı kapat, hasta olacaksın.” diyorsunuz. Baktığınızda kötü bir niyet yok bu cümlede ama arkadaşınızın bilinçaltına direkt hastalığı kodlamış oluyorsunuz. Aynı şekilde kendiniz için de “Klimayı kapat, hasta olacağım.” dediğinizde bu kez kendi bilinçaltınızı kodluyorsunuz.

Buna benzer birçok örnek verebilirim.

Şimdi bu olumsuz cümleleri nasıl değiştirebileceğimize bakalım. İyi niyetle söylediğimiz olumsuz cümleleri olumlu olarak ifade edelim.

1)Yolculuğa çıkan kendiniz ve başkaları için

“Kazasız belasız git.” yerine

“Yolculuğum/Yolculuğun güzelliklerle geçsin. Gideceğim/Gideceğin yere sağlıkla varmanı dilerim.”

2)İş yeri açmış kendiniz ve başka insanlar için 

“Allah seni kimseye mahcup ettirmesin.” yerine

“Allah her zaman başarılı olmam/olman için yardım etsin. Bana/Sana sağlıkla, mutlulukla bol kazançlı günler versin.”

3)” Tatilim/Tatilin boyunca yağmur yağmasın.” yerine

“Tatilim/Tatilin çok güzel geçsin.”

4) Hayatınızda olmasını istediğiniz insanlara

“İyi ki varsın. Allah başımızdan eksik etmesin.” yerine

“İyi ki varsın. Hayatımızda her zaman olmanı isterim.”

5) “Allah, elden ayaktan düşürmesin, kimseye muhtaç etmesin.” yerine,

“Allah sağlıklı, mutlu bir yaşlılık nasip etsin.”

6) “Hasta olmak istemiyorum.” ya da “Hasta olmanı istemiyorum.” yerine

“Sağlıklıyım/Sağlıklısın.” “Sağlıkla yaşamayı/yaşamanı dilerim.”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

NEYE ÖNCELİK VERİYORSUNUZ?

Sevgili okuyucularım, yine herkesin kendisi için dersler alacağı bilgelik hikâyemize geldi sıra. Bu ayki hikâyenin adı “Eflatun’a İki Soru”. Belki birçoğunuz daha önce okumuştur.

Çoğumuz hızla büyüyüp çocukluktan çıkmak istemişizdir. Bir an önce büyüyüp hayallerin peşinden gitmek ya da korumacı ailelerin sürekli “sen çocuksun” baskısından kurtulmaya çalışmak bu isteğin itici gücünü oluşturur genellikle. Büyüyünce de özümüzden uzaklaştığımızı fark eder ve o günleri özleriz.

Birçok insan para kazanmak için ego savaşı verir. Bu savaşın en büyük zararı yine kendisine vereceğini fark etmez. Hırs egonun bir ürünüdür; daha çok olsun, daha iyisi olsun diye sürekli savaşa zorlar. Bir arabası varken üst modeli için hırs yapar, bir evi varken ikincisi için, daha büyüğü için, daha lüksü için hırs yapar. Bu hırs gece gündüz çalışmayı, hayatın güzelliklerinden uzaklaşmayı gerektirir. Aslında her şeyin bir kararı var. Hırsın esiri olmadan dürüstlük ve sevgi ile yapılan işlerin kazancı her zaman bol ve bereketli olur. Unutulmamalı ki hayattaki en büyük zenginlik sağlıktır. Sağlığı bozan nedenlerden biri de hayatta hiçbir şeyden zevk almadan yaşamaktır ve parayı hayatında birinci sıraya koyanlar genellikle bu zevkten mahrum kalırlar.

Diğer yandan gelecek için endişe ve kaygıyla sürekli plan yaparak zihnini yoranlar da yaşamanın keyfine varamazlar. İçtiği çaydan bile zevk alamaz kaygılı insan, oturduğu evden, okuduğu kitaptan veya yediği yemekten. Sürekli gelecek endişesiyle yaşamak, insanı psikolojik olarak çok yorar.

Eflatun’un söylediği gibi kendinizi sevilmeye bırakın. Ama bunun için de kendiniz olmaktan çıkmayın. O sevsin, bu sevsin diye değil, sadece kendiniz olun. Başka kalıplara ve şekillere girmeye gerek yoktur. Kendinizi sever ve özünüzden uzaklaşmazsanız gerisi zaten gelir. Şimdi sizi hikâyemizle baş başa bırakıyorum.

EFLATUN’A İKİ SORU

Hiçbir zaman kahkaha ile güldüğü görülmemiş, toplumun kötülüklerinden ve nahoş hâllerinden kaçmayı kendine düstur edinmiş olan Eflatun’a iki soru sormuşlar.

Birinci soru şuymuş:

“İnsanoğlunun sizi en çok şaşırtan iki davranışı nedir?”

Eflatun tek tek sıralamış:

“Çocukluktan sıkılırlar ve büyümek için acele ederler. Ne var ki sonra çocukluklarını özlerler.

Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler. Ama sağlıklarını geri almak için de para öderler.

Yarınlarından endişe ederken bugünü unuturlar. Sonuçta, ne bugünü, ne de yarını yaşarlar.

Hiç ölmeyecek gibi yaşarlar. Ancak hiç yaşamamış gibi ölürler…”

Sıra gelmiş ikinci soruya:

“Peki, sen ne öneriyorsun!”

Bilge yine sıralamış:

“Kimseye kendinizi sevdirmeye kalkmayın! Yapılması gereken tek şey, sadece kendinizi sevilmeye bırakmaktır.

Ve önemli olan; hayatta en çok şeye sahip olmak değil, en az şeye ihtiyaç duymaktır…”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

ANNE HAKKINA SAHİP ÇIKMIYOR

İnsan anılarını yazarken daha doğrusu geçmişe gittiğinde zihninde beliren anın bütün duygularını yeniden yaşıyor. Bir bakıma da yaşanan o güzel anıya tekrar özlem duymaya başlıyor. İlkokul dördüncü sınıftaki çocuk yine anı dolu sandığın başında. Anahtarı kilidin içinde döndürüp kapağı açtı ve bir anıyı daha serbest bıraktı.

Sürekli okuyucularım hatırlayacaktır, on beş gün önceki anı yazımda annemin bize kendi çocukluğunda yaşadıklarını ve yengesini anlattığından, bunların bende nasıl bir iz bıraktığından söz etmiştim. Anneme baktığımda gördüğüm, kendisinin de yengesinden farksız oluşudur: Sessiz, sakin, uyumlu, kimseyi kırmak istemeyen ve hataları olsa bile yüzüne ve arkasında söylemeyen.

Aslında çok önemli bir noktayı gözden kaçırdığımı şimdi anlıyorum. İnsanın kendi hakkını sevgi ile savunamaması, içine atması ya da kırıldığı hâlde karşı tarafa anlatmaması ileri yaşlarda yine kendisine zarar veriyor. Sessizlik tabii ki güzel ama başkalarını kırmamak için insanın kendi haklarından fedakârlık yaptığı, kendisine yönelik saygısızlıklar karşısında sustuğu anlar bilinçaltına yerleşiyor. Her ne kadar dert etmiyorum, denilse de bir gün ansızın yüzeye çıkıyor o bilinçaltına itilip unutulduğu sanılanlar. Bu defa sürekli konuşmaya başlıyorsunuz bütün birikmiş olan haksızlıkları ve bu daha yıpratıcı oluyor. Bir yandan da yapılan yanlış davranışlar karşısında susmak zamanla insanın kendisini değersiz hissetmesine yol açıyor. Üstelik o yanlış davranışı yapanlar da nasıl olsa sesi çıkmıyor, diye yanlışlarına devam ediyorlar. Ben, yengelerimin ve başka akrabaların anneme yaptıkları davranışları gözlemlediğimde bunu görmüştüm.

Annemin sesi çıkmadığı için nasıl olsa o her şeyin üstesinden gelir, diye hiç düşünmeden sürekli bizde toplanıyorlardı. Mesela her yılbaşı kutlamasında bizim evde toplanılır hiç kimse bu yıl da bize gelin, demezdi veya halam Almanya’dan geldiği zaman hep bizde kalırdı. Akrabalar geldiğinde hiç düşünmeden günlerce kalırlardı. Annem onca gelen gideni ağırlamak için sürekli mutfakta olurdu, her şeyi tek başına yapardı, gelenlerden hiçbiri yardım etmezdi. Tabii o arada bizimle ablam ilgilenir, derslerimizi yaparken yardımcı olurdu. Evet, annem sessizdi, kimseyi kırmaz ve üzülmesini istemezdi, kimsenin kusurunu yüzüne vurmazdı. İki yengemle ve halamla hiçbir zaman münakaşa etmemiştir. Ama bu sadece kimseyi üzmemek içindi, yoksa her şeyin farkındaydı.

O sene de yılbaşı günü geldi çattı. Her yılbaşında olduğu gibi babam, iki amcamın da aileleriyle geleceğini söyledi. O sene annemin akrabaları da geldi. Bir tanesi haber vermeden gelmişti, çocuklarıyla birlikte. Annem tek başına bütün hazırlıkları yaptı. Hiç unutmam o gece evde on sekiz kişiydik, saymıştım. Hatta gelenlerden dördü de o gece bizde kaldı. Tabii herkes eğlenirken annem sürekli onlara hizmet ediyordu, bulaşıklara kimse yardım etmemişti. Yılbaşı akşamlarının geleneksel oyunu tombalaya sırf hizmet etmekten annem katılamamış yengelerim ve akrabalar oynamıştı. Şimdi farkına varıyorum ki insanlar kendi bencillikleri ve vicdansızlıkları nedeniyle anneme, hakkı olan oyunu bile oynatmamışlardı, “Biz yapalım, gel sen de oyna.” veya “Hep birlikte işleri bitirip birlikte oynayalım.” dememişlerdi. Bir insana bu kadar yüklenilir mi? Nasıl olsa o yapıyor, bir şey demez, diye yardım etmiyorlar, her şey önlerine gelsin diye bekliyorlardı. Tabii bu arada annem de talep etmiyordu, “Onlar da görüyor ne kadar koşturduğumu, benim söylememe gerek var mı?” diyordu. Ama annem tabii ki şunun farkında değildi: Bencil insanlar önce kendilerini düşünürler, hep karşılarındakileri sömürmeye bakarlar. Ne zaman ki karşı taraf hayır, diyerek kendi hakkını korumaya kalkar o zaman tepki gösterir hakkını arayanı değişmekle, kötü insan olmakla suçlarlar.

Bencil insan, vicdan ve merhametini kendi menfaatine göre ortaya çıkarır. Annem bencil olmadığı için hangi misafir gelirse gelsin kim olursa olsun hepsini sevgiyle ağırlardı. Sevgiyle davranan insanda merhamet ve vicdan olur. İleri yaşlarda bunu daha çok gördüm. İçinde sevgi olan insan uyum da gösterir. Annemin, yengelerimle hiçbir tartışma yaşamamasının sebebi kendisinin uyumlu olmasıydı. Üstelik sadece büyüklere değil küçüklere karşı da hep sevgi doluydu annem. Bizi düşündüğü gibi başka çocukları da düşünürdü. Onlar yaramazlık yapsa bile evde bir şey kırsa bile kızmazdı. Sevgisini ayırt etmeden o çocuklara da veriyordu.

İşte annem kendisine yapılan yanlış davranışları gördüğü hâlde değer verdiği için kimse kırılmasın, üzülmesin diye sessiz kalarak kendinden fedarkârlık yapmıştı. Pek çok insan böyledir. Kendinden fedakârlık yapar. Oysa insan ne olursa olsun kendi hakkını da korumalı kırmadan, dökmeden. Çünkü ayıp olmasın, kırılmasınlar diye sessiz kalmak ileride değersizlik duygusunu öne çıkararak kişinin kendisine zarar verir, fiziksel ve ruhsal sağlığı etkiler. Bu bazen bedensel bazen de psikolojik sorunlara yol açar.

Çocuklukta “Hayır.” diyememek bilinçaltında yer ediyor ve sonra yetişkinlik döneminde bu kelimeyi kullanmak zorlaşıyor. İnsan ancak o kelimeyi neden kullanmadığını bulup şifalandığı zaman kendisine yanlış gelen davranışları ve istemediklerini rahatlıkla karşı tarafa söyleyebiliyor. Özellikle bencil insanlara ve menfaat sevgisi olanlara.

Sessiz olmak, uyumlu olmak iyidir ama insanın kendisine yapılan haksız davranışlar karşısında da konuşması gerekir.

Şu bir gerçek ki insana daha çocukluk zamanında bencil ve kıskanç insanlara karşı kendi haklarını sevgi ile ifade edip istemek öğretilmelidir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

DOĞAL TAŞLARLA GELEN ŞİFA-1

Sevgili okuyucularım, bu aydan itibaren her ay doğal taşların özellikleri, niçin, nasıl ve hangi çakralarda kullanıldığı bilgisini sizlerle paylaşacağım. Bugün hangi doğal taşı almalıyım ve bu doğal taşlar niçin kullanılır, diyenler için Hasan Kocabaş’ın 2006’da Mozaik Yayınları’ından çıkan “Şifalı Taşlarla Sağlıklı Yaşam” adlı kitabı ile www.sertmineral.com sitesinden derlediğim bilgileri paylaşıyorum.

İşlenmemiş, toprağın altında olduğu hâliyle kalmış taşlara doğal taş denir. İşlenmemiş taşlar kendi titreşimleri ile enerji yayarlar. Doğal taşlar enerjilerini kaybetmezler yani bir nevi ölümsüzdürler. Çok eski zamanlardan günümüze kadar birçok medeniyet taşların enerjilerinin şifa kaynağı olduğuna inanmıştır.

Onlarca çeşit doğal taşın farklı özellikleri ve etkileri olduğu söylenir. Bu taşlardan bazıları değerli, bazıları da yarı değerlidir. Binlerce yıllık geçmişe sahip doğal taşlar, eski çağlarda iyileştirici özellikleri sayesinde tedavi amaçlı sıkça kullanılıyordu.

“Doğal taşlar ne işe yarar?” sorusunun yanıtı ise aslında çok kapsamlı. Her doğal taşın farklı bir özelliği ve iyi geldiği konu var. Doğal taşların faydalarına genel olarak değinmek gerekirse, taşıyan kişiye pozitif enerji verdiği, iyileştirici, zihin rahatlatan ve huzur veren bir etkisi olduğu biliniyor. Doğal taşların enerjilerinin direkt olarak bedenimize etki ettiği düşünülür.

Doğal taşları sürekli üstte taşımak ve enerjisinden faydalanmak için takılarda kullanmak sık tercih ediliyor. Bunun dışında avuca sığacak büyüklükteki doğal taş parçalarını da meditasyon yaparken kullanabilirsiniz. Özellikle çakraları açmada çok faydalıdır ve gerçek faydayı elde etmek için de düzenli kullanılması gerekir. Bir kez meditasyonda kullandıktan sonra bir ya da iki ay ara verdiğinizde beklediğiniz sonucu alamazsınız. Bir de kullanılan doğal taşlar taklit değil gerçek olmalı. Küçük bile olsa hakiki olması gerekiyor. Sadece ev dekoru olarak kullanmak da mümkündür fakat en güzeli enerjilerinin bedenimize direkt etki etmesidir. Özellikle meditasyon yaparken mutlaka kullanılmasını tavsiye ederim.

Doğal taşların temizliği ya akan suda ya 12 saat toprağın üstünde bekletilerek ya da dolunay zamanlarında ay ışığına bırakılarak yapılır. Bazı doğal taşlar suda çözündüğü için suya değdirmemeye dikkat etmek gerekiyor. Bazı doğal taşlarda ise kendi kendini temizleme özelliği vardır.

 AGAT

Agat, kalsedon grubunda birçok çeşidi olan bir taştır. Agat “achat” ismini Sicilya’da bulunan Achates Nehri’nden almıştır. Doğada çok bulunan taşlardan biri olmasına rağmen renklerindeki ve halkalarının dağılımındaki çeşitliliğin sınırsızlığı nedeniyle her zaman aranılan taşlardandır. İsa’dan önce üç bin yılından beri bilinmektedir. Yüzyıllardır Hindistan’da mücevher yapımında kullanılmaktadır. Agat taşı genel olarak uzun ömür ve mutluluk simgesidir. Günlük stresi alır. Vücudumuzda gerginlik hissettiğimiz bölgelere uyguladığımızda sıcaklık hissi verir, bu bölgelerdeki ağrıları gidermek için de kullanılır. Cilt hastalıklarında, böcek sokmalarında, cilt enfeksiyonlarında problemli bölgeye direkt olarak uygulanması ile faydalanılır. Cinsel gücü artırıcı özelliği vardır. Kemik ve diş yapısının kuvvetlenmesine yardımda bulunur.

Mavi Dantelli Agat

Anahtar kelimeler: İletişim, güven, berraklık

Element: Su

Çakra: Boğaz çakrası

Boğaz çakrasının güçlü olarak çalışmasına yardımcı olur, bu çakradan gelen enerjiyi güçlendirir. Diğer agatlar gibi yavaş ve istikrarlı bir şekilde çalışır. Gece boyunca gördüğümüz rüyaların gerçekleşmesine yardımcı olamaz belki ama rüyalarımızdaki gibi bir hayata sahip olabilmemiz için hayatımızı pozitif yönde etkiler. Mavi dantelli agata “diplomat taşı” denir. Eski çağlarda, senatoya giren diplomatların konuşma yapmadan önce bu taşı yalayarak kekelemeden, akıcı bir şekilde konuşmalarını yaptıkları anlatılmaktadır. Bu yüzden kendisini ifade etmekte zorlanan kişilerin akıcı konuşabilmek için bu taşı takmaları faydalı olacaktır. Aynı zamanda üçüncü göze tutarak bilinçaltımızda bulunan düşünceleri yatıştırıp teskin etmeye yardımcı olur. Mavi dantelli agat, boğaz ağrısı, farenjit ve boğaz bölgesindeki iltihaplanmaların tedavisinde yardımcı olur.

Dendritli Agat

Anahtar kelimeler: Büyüme, gelişme ve içsel çalışma yoluyla bilgelik

Element: Dünya

Çakra: Bütün çakralar

Bedensel ve zihinsel yönden kuvvetlendirici özelliğe sahip olan agat taşı, taşıyan kişiyi tehlikelerden korur. Bunun yanı sıra uykusuzluğa, korkaklığa, karabasana, nazara iyi gelir ve metabolizmanın düzgün bir şekilde çalışmasına yardımcı olur.

Ateş Agat

Anahtar kelimeler: Canlılık, cinsellik, yaratıcılık

Element: Ateş

Çakra: Kök çakra ve solar pleksus

Kişinin yaratıcılık özelliğini etkin bir şekilde kullanabilmesine, yaratıcı fikirlerini uygulamaya koyabilmesine ve bu fikirleri ifade etmesine yardımcı olur. Kişinin yaşama sevinci taşımasına ve bazı konularda risk alabilmesi için cesaret vermeye yardımcı olur. Aynı zamanda özellikle kök çakraya hitap ettiği için kısırlığa faydalı olduğuna inanılır, “sonsuz gençliğin taşı” denir.

Yosunlu Agat

Anahtar kelimeler: Kararlılık, sebat, topraklama

Element: Toprak

Çakra: Kalp ve kök çakra

Herkes için faydalı özelliklere sahip bir taştır. Fiziksel etki alanı içinde bulunduğu çevreye denge ve kararlılık ile ilgili olumlu enerjiler yayar. Kişinin kendine güvenini artırır, kararsız kişilere faydalı olur. Bu taş ile ilgili olarak tek bir cümlede şunu söyleyebiliriz, “Yavaş ve emin adımlarla içinde bulunulan yarışta başarılı olunur.” Kişinin algılarını açar.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KENDİ BAHÇENİ GÜZELLEŞTİR

“Kendine bak kendine./Özüne. Sözüne. Benliğine./İlgilenme kimseyle./Kim ne yemiş, ne giymiş/Bundan sana ne/Sen kendini besle/Bilgiyle./Sevgiyle./ Merhametle/Ancak o zaman ulaşırsın/İnsan olmanın erdemine.”

Can Yücel veya Hz Mevlânâ’ya ait olduğu yaygın kanısına karşın T.Tuğba Baş’a ait bu güzel dizeler. Sözün sahibi yanlış bilinse de anlattığı şey gerçek.

Çoğu insan kendi bahçesine bakmadan başkalarını yargılar, alay eder, suçlar ve eleştirir. Bu hakkı kendinde görür. Çünkü bu, en kolay yoldur. Başkalarının, giyim kuşamını, dış görünüşünü, konuşmasını veya başka şeylerini diline dolayıp eleştiren ve kusur arayanlar dönüp kendi içlerine bakmalıdırlar, bahçeleri nasıldır? O bahçede hiç eksik bir şey yok mu? Tamamlamak için ne yapıyorlar?

Sürekli başkaları ile uğraşan, eleştiren ve yargılayan insan ya mutsuzdur ya kendisindeki yetersizlik duygusunu örtmeye çalışıyordur ya da kibirlidir. Başkasının insanlığını eleştiren, yargılayan önce kendine dönüp “İnsanlık bende var mı?” diye sormalı. Kırıcı söz söyleyen birinin hakkında rahatlıkla yargılayıcı yorum yapan insan durup düşünmeli “Ben hiç kalp kırdım mı?” Başkasını yalan söylemekle suçlarken emin olmalı “Ben kaç kere yalan söyledim? Her zaman dürüst müyüm?

Çoğu kez tanık olmuşsunuzdur, iş yerinde insanlar ne zaman boş vakit bulsalar hemen toplanıp başkalarının hayatlarını konuşurlar. Hakkında konuştukları kişi bazen patronları olur bazen arkadaşları bazen de komşuları. Ama konuşmalar hep aynıdır hep de yargılama ve eleştiri içerir: “Onun o kadar malı varmış, bankada parası varmış.”, “Biliyor musun o çok zengin, yedi sülalesine yetecek kadar malı var.”, “O en son şu arabayı, şu yatı almış.”, “O çok şımarık.”, “O çok görgüsüz.”, “O kültürsüz.”, “O okumamış.”, “O, bir yer görmemiş.”, “Onun çocuğu saf(!) biraz.”, “O üç evlilik yapmış, inanabiliyor musun?”, “O ne kadar sık sevgili değiştiriyor.”, “O ot gibi yaşıyor.”, “Hayatında hiç sevgilisi olmamış.”, “O dünyadan bihaber.” Liste böyle uzayıp gider. Böyle insanlar başkalarının hayatlarını kontrol edip, kıyaslayıp uğraşmaktan kendi hayatlarındaki mucizelerin farkında olmazlar.

Yargıladığınız insan size bir rahatsızlık vermişse veya saygısızlık yapmışsa tabii ki kendinizi savunursunuz; sevgi dolu bir üslupla sınırınızı koyarsınız fakat yargılamak, eleştirmek yersizdir. Kim ne yaparsa kendi için yapar. Başkalarının hayatıyla uğraşan insan, kendisi için, eksiklerini tamamlamak için bir şey yapmamış, zamanını boşa harcamış olur. Oysa koşullar nasıl olursa olsun, kaç yaşında olursa olsun her insanın kendini yetiştirmesi ve evrimleşmesi için fırsat vardır.

Zaten kendini geliştirmek isteyen, başkasının ne yaptığına bakmaz; nasıl yaşıyor, nereye gitmiş, özel hayatı nasıl, sosyal hayatı nasıl, bunlarla ilgilenmez. Yalnız burada ince çizgiyi belirtmek isterim. Bir insan üzüntüsünü, sıkıntısını ya da özel hayatını sizinle paylaşmak isterse o zaman dinlersiniz, yardımcı olmaya çalışırsınız ve eğer sorarsa konuyla ilgili düşüncelerinizi söylersiniz.

Kimse “Bende eksik bir şey yok.”, “Ben mükemmelim.” diyemez. Çünkü insanın yaşadığı sürece bilgiye ve kalbini sevgiye açmaya ihtiyacı bitmez. Mevlânâ der ki:

“Her sanatın önü bilgidir, ondan sonra amel gelir. Bu suretle de amel, bir müddet mühletten, yahut ecelden sonra fayda verir.

Ey akıl sahibi, sanata çalış, fakat o sanatı, ehil olan kerem sahibi ve temiz bir kişiden öğren.

Bir adam tabak olsa da tabaklık sanatını yaparken kirli bir hırka giyse bu hırka, onun zenginliğini, ululuğunu azaltmaz ki.

Demirci, demir döverken yırtık pırtık bir elbiseye bürünse halk yanındaki itibarı eksilmez ki.

Şu hâlde kibir elbisesini bedeninden çıkar. Bir şey belleyip öğrenme hususunda aşağılık bir elbiseye bürün.

Bilgi sahibi olmanın yolu sözledir. Sanat bellemenin yolu işle.

…” (Mesnevi, 5/1055-1060)

Herkes kendi bahçesinin bakımından sorumludur ve ne ekeceği o bahçede ne görmek istediğine bağlıdır. Gül görmek istiyorsa gül ekmeli, bir tane gül açıyorsa “İkinci gülün açması için ne yapmalıyım?” diye bakmalı, ikinci gül açtığında üçüncü gülün açması için bahçesini beslemeli. Ama gül açtırmak için bahçeyi önce kirlerden arındırmalı.

Bahçesinde sevgi ve şefkat olan insan başkasının bahçesini eleştirmez ve yargılamaz çünkü kendi bahçesiyle ilgilenirken başkasının bahçesine bakacak zamanı olmaz. Ama kendi bahçelerine bakmayanlar sürekli başkalarının bahçelerini eleştirirler, alay ederler. Hâlbuki onu yaparken kendi bahçelerindeki hikâyeyi kaçırırlar. Üstelik o hikâyenin de nasıl biteceğini bilmiyorlar. Karma der ki: “Kimsenin hikâyesine gülme, alay etme; daha sen hikâyenin sonunu bilmiyorsun.”

İlk önce kendi özümüze, sözümüze ve benliğimize sahip çıkmalıyız. Kendimizi durmadan geliştirmeye, okumaya ve çalışmaya devam etmeliyiz. Bahçemizi öyle bir hâle getirmeliyiz ki ürünü sadece sevgi, hoşgörü, vicdan, merhamet, şefkat olsun, mucizeler yeşersin.

Unutmayın, dolu insan kendi ile boş insan başkasıyla uğraşır. Bugün kendinize bir iyilik yapın ve şu iki soruyu sorun: “Günümün ne kadarını başkalarının hayatına kafa yorarak heba ediyorum? Kendimi geliştirmeye ne kadar zaman ayırıyorum?”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

YAŞLILARIN BİLGELİĞİ

Sevgili okuyucularım, anılarıma kaldığım yerde devam ediyorum. Yaşananlar her yaşta farklı izler bırakıyor. İnsan yaş aldıkça, olaylara bakışı değiştikçe izlerin ruhta bıraktığı derinlik de değişiyor. Önemli olan bu izlerin büyürken karakterimize nasıl yön verdiği, nasıl bir yetişkine dönüştürdüğü? Değişimimiz olumlu mu olmuş olumsuz mu, özümüzden uzaklaşmış mıyız?  Çocuk tekrar sandık başına geçip anahtarı çevirdi, bir anıyı daha serbest bıraktı.

Hep deriz ya insan kendini aslında çocukken belli eder, diye. Ben de daha çocukluğumda hayat hikâyeleri dinlemeye bayılırdım.

İlkokul dördüncü sınıfa devam ederken en çok hoşlandığım şeylerden biri radyoda çocuklara yönelik piyesleri dinlemek ve hayat bilgisi ile ilgili yayınları takip etmekti. O piyeslerde anlatılan hikâyelerde ailelerin yaşadıkları, çocukların anne ve babalarıyla konuşmaları, dedeleri, anneanne ve babaanneleri ile diyalogları, hayat ile ilgili öğretici dersler vardı. Aileler, çocuklarına hatalarını nasıl düzeltebileceklerini öğretici biçimde anlatıyorlardı, konuşmalar hep sevgi doluydu. Büyükanne ve büyükbabaların köy yaşantısı anlatılıyordu, zihnimde güzel köyler ve mutlu insanlar canlanıyordu hep. Öyle severdim ki dinlemeyi, sabırsızlıkla piyes saatini beklerdim. Dinlerken de kendimi kaptırır radyonun başından ayrılmak istemezdim. O sırada servis gelirdi ama ben sırf piyes yarım kalacak diye üzülür, okula gitmek istemezdim. Anneme, “Servis beş dakika daha beklesin.” derdim. Hatta annem servisin bekleyemeyeceği uyarısı yaptığında “O zaman servis gitsin, ben tek başıma giderim,” diyerek direttiğim de olurdu. Sonunda zorla da olsa radyodan yükselen sesleri ardımda bırakıp servisle okula giderdim. Oysa benim için dinlediğim o piyesler matematikten, diğer derslerden daha önemliydi. Çünkü insanların nasıl yaşadıklarını öğrenmek istiyor, önemli buluyordum. Bugün hâlâ biyografi ve otobiyografi okumayı severim.

Babam ve annem Malatya’da doğmuşlar, çocukluk yıllarını ve ergenlik yaşlarını Malatya’da geçirmişler. Babam bize sevgisini verirken öyle sık sık öpmez, sarılmazdı. Ama hep başımızı okşardı ve oradan sevginin aktığını hissederdim. Gerçi sarıldığında ya da öptüğünde de o sevgiyi hissediyordum ama dedim ya daha çok başımızı okşardı ve ben babamın sevgisini yüreğimde hissederdim. Gezdirmeyi de severdi babam. Birlikte gezdiğimizde çok mutlu olurdum.

Annemin sevgisini aktarış biçimi babama göre daha farklıydı. Annem bize duygularını ve düşüncelerini hep açık olarak gösterirdi. Bize nadiren kızardı, o da evde futbol maçı yaptığımızda gürültüden komşular rahatsız olacağı içindi. Öyle ders çalışma konusunda veya başka nedenle sıkmazdı. Sadece odamızı toplamak konusunda sıkı kuralları vardı. Çünkü annem her şeyin düzenli, temiz ve yerli yerinde olmasını isterdi. Dağınıklığı sevmezdi. Babam da öyleydi ama annem bu konuda daha dikkatliydi. İlerlemiş yaşına rağmen bugün hâlâ tertiplidir. Annemin sevgisi babama kıyasla hemen anlaşılırdı çünkü açık olarak gösterirdi. Ablam annemle arkadaş gibiydi.

Radyodaki piyesleri birlikte dinlerdik. Tabii bu piyesler anneme çocukluğunu hatırlatırdı. O da bize kendi çocukluğunu, yaşadıklarını, mahalledeki arkadaşlarını, anneannemi, dedemi anlatırdı. İnsanların yaptığı hatalardan söz eder ve düzeltmek için ne yapılması gerektiğini de söylerdi. Annemin çocukluk anılarından bende iz bırakan şey, kendi amcasının eşi yani yengesidir. Yalnız ben kendisini hiç görmedim, 105 yaşında vefat eden büyük yengenin sadece fotoğrafını görmüştüm. Bu yazımda da bu fotoğrafı paylaşıyorum.

Annem yengesinden şöyle bahsediyordu: “Sessiz, sakin, hiç kimseye karışmazdı, kendi hâlinde bir insandı. Hiçbir zaman dedikodu yapmazdı ne komşularla ne gelinleriyle. Hep güler yüzlüydü, kendiyle barışıktı, gittiğimizde bizi çok iyi ağırlar, memnun etmek için ne yapacağını şaşırırdı. Bizi kendi çocukları gibi kucaklayıp sever, sevgisini içtenlikle sunardı. Bir melek gibiydi.”

Bu beni etkilemiştir. Çünkü örnek almayı severdim insanların iyi yönlerini. Zaten annem de bize hayattaki dersleri, hangi davranışın iyi hangisinin kötü olduğunu bunun için anlatırdı. Annemi dikkatlice dinler, o yengesiyle ne yaşamış ben iki yengemle ne yaşıyorum, yengelerim bize nasıl davranıyor, diye düşünürdüm. Daha o yaşlarda insanlardaki iyiliği ve kötülüğü ayırt edebiliyordum.

Annemi dinlemek hoşuma giderdi. Anlattıkları piyeslerdeki gibiydi. Mesela anneannem, babaannem ile anlaşamıyormuş ama yine de onu ziyarete gidiyormuş. Annem de “Gitme, hem anlaşamıyorsun hem de üzülüp dönüyorsun.” diyordu. Fakat o, annemi dinlemeyip gider sonra şikâyet eder, üzülürdü. Bize geldiğinde annem onu ikna edebilmek için yengesini örnek gösterirdi. Yengesinin ne kadar uyumlu ve huzurlu olduğunu, kimseye karışmadığını ve tartışmadığını hatırlatırdı anneanneme. Bize de “Şunu hiçbir zaman unutmayın, saygıyı yitirmeyin sonra üzülen siz olursunuz.” derdi annem.

Eski insanların yaşanmışlıkları bilgelikle doludur. Bunu gerek hikâyelerinde gerek kendi hayatlarını anlattıklarında görürüz. Bilge olmak için okumak da şart değildir. Bilgelik en başta sevgiden geçer. Eğer çocuk bu konulara açık ise dinlediklerinden gerekli dersleri alıp hayatına uygular. Bir öğretidir. Okullarda çocuklara bilgelik hikâyeleri ve iyi insan olmanın yolları gibi içeriklerle kişisel gelişim dersleri verilmesi gerektiğine inanıyorum. Çocuk bunu aileden aldığı gibi okul başladığında da öğretilmelidir. İleri yaşlarda çocuğun görgüsü, asaleti, kendisine ve etrafa nasıl davranacağı, topluma nasıl faydalı iyi bir insan olarak yetişeceği alacağı eğitime bağlıdır. Çünkü çocuk aileden görüp öğrendiğini ileri yaşlarda uyguluyor. En önemlisi de bilinçaltına iyi ve kötü olan her şeyi kaydediyor. Bilinçaltına yerleşenler iyi şeyler ise çocuk ileri yaşlarında buradan aldığı ilhamı hayata uygular. Tabii çocuğun içinde de öğrenme isteği varsa.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

RUH SEVGİYE AÇ

Yazılarımı yazarken o anda kendi aldığım rehberliğime göre yazıyorum. Bazı yazılar o anda yaşadıklarımın etkisiyle sıcağı sıcağına kaleme aldıklarımdır. Bunlardan bir tanesi de bugün yazdığım yazı sevgili okuyucularım.

Bir buçuk ay önce gittiğim tatilde deniz kenarında otururken beni çok etkileyen bir konuşmaya ister istemez şahit oldum. “Baba, teşekkür ederim, kesene bereket olsun.” Başımı çevirdim, bir baktım küçük bir çocuk. Babasına bunu söylerken yemeğini bitirmişti. Çok hoşuma gitti. Bir çocuktan böyle bir cümle duymanın şaşkınlığıyla annesine dönüp “Sizi çok takdir ettim.” dedim ve sohbet etmeye başladık. Oğlu henüz altı yaşındaymış. İki çocuklarına da bu terbiyeyi vermişler. “Biz iki çocuğumuza da kim olursa olsun size bir şey ısmarlarsa ya da bir hediye verirse teşekkür edip kazançlarının çoğalması için bu cümleyi söylemelisiniz, diye öğrettik.” dedi. Çok ince bir tavır bu, diye düşündüm. Belki o anda önemli olduğunun farkında olmuyoruz ama aslında bir çocuğun aileden aldığı sevgi, değer verme, görgü, asalet o kadar önemli ki. Bunların hepsi ileri yaşlarda ortaya çıkıyor. Sevgiyi, çocuğun babasına söylerken ki sesinde duydum, iki kardeşin bakışlarında gördüm.

Boşuna dememişler ağaç yaş iken eğilir, diye. Çünkü o ağacı zamanında eğmezsek ileri yaşlarda kendisine ve çevresine zarar verir. (Üzüntü olarak.) Çocukluklarında aile sevgisi almayanlar yetişkinlik döneminde hatalar yaparlar ve hem kendilerine hem de etrafa zarar verdiklerinin farkında olmadan yaşarlar. Asıl mesele ruhlarının sevgiye olan açlığını görememeleridir. Annelerinden alamadıkları sevgi ve ilgiyi sürekli başkalarında ararlar.

Duygusal ve sosyal ilişkilerde temel beklentileri ilgi ve sevgidir. Kadın ve erkek olarak ayırım yapmıyorum. Böyle insanlar sevgiye aç oldukları için kendilerinden istenen sevgiyi başkalarına aktarmakta da güçlük çekerler. Ben böyle insanlar için sevgi cimrisi, diyorum.

Sevgi açlığı olanlar çok çabuk âşık olurlar. Çünkü tek beklentileri ilgi ve sevgi. Onlara bunu verecek bir insanla karşılaştıklarında hissettiklerini aşk diye tarif ederler. Hemen evlenirler ya da birliktelik sürdürürler. Fakat bir süre sonra gerçekler ortaya çıkar. Karşı tarafın beklediği sevgiyi veremedikleri, değer ve güven de oluşmadığı için terk edilirler. Hele karşılarına çıkan kişiler de kendileri gibiyse, o ilişkinin yürümesi olanaksızdır ve biter. Sonra başka bir aşka yelken açılır, derken bir başkasına, bir başkasına ve hepsi hüsranla sonuçlanan bir kısır döngüde sevgi arayışı sürer gider.

Sevgi açlığı çekenler, hayatın her alanında yaşadıkları olumsuzlukları başka bir nedene bağlarlar ve insanları kötü olmakla suçlarlar. Örneğin, gerçekte hiç istemedikleri hâlde sivil toplum çalışmalarında yer almak için çabalarlar. Amaçları (diyelim ki bir dernek başkanlığına seçilmişlerse) topluma veya o derneğe hizmet değil herkes tarafından sevilmek, beğenilmek, ilgi görmektir. Zamanla ilk günlerdeki ilgi azalınca ya da kendilerinden beklenen görevleri yapmak zor gelince hemen insanlardan şikâyet etmeye başlarlar hatta o görevden kurtulmaya çalışırlar.

Sevgiye aç insanların özgüvenleri de yoktur. Sürekli övülmedikleri, takdir ve ilgi görmedikleri zaman kendilerini yetersiz hissederler. Bu yüzden de her ne yapıyorlarsa kendileri için değil başkaları için yaparlar.

Değersizlik hissi öyle işlemiştir ki içlerine, koşulsuz sevgi veren insanların sevgisi karşısında nasıl davranacaklarını bilemez, bu kez şımarırlar. Deyim yerindeyse kendilerini bulunmaz Hint kumaşı sanırlar. Hatta şımarıklıkları kibre dönüşür, başkalarının yaşamlarını yargılar, küçümser, alay eder, dedikodusunu yapar; kendilerine kötü karma yaratırlar, kendilerine zarar verirler. Bilmezler ki koşulsuz sevgi verenler sadece bu insanlara değil her canlıya o sevgiyi akıtıyor.

Sevgiye aç bir ruhu iki güzel sözle sevildiğine ikna etmek mümkündür. Özellikle anne sevgisini alamamış kişilerde durum böyledir, azıcık ilgiyi gerçek sevgi sanırlar. Aileden gelen sevgi eksikliği ile yüzleşememiş insanlar mutsuz ve huzursuz ruhlarının açlığını gidermek için ya hayatlarına çok insan alıp çok arkadaşım, dostum var, der ya aşırı yemek yer ya da aşırı alkol tüketir. En kötüsü de bir aile kurduklarında kendi çocuklarına bile sevgi aktarımında sorun yaşamalarıdır. Ama almadıkları bir şeyi vermelerini beklemek de haksızlık olur.

Bence bütün canlılar sevmeye ve sevilmeye ihtiyaç duyar. Sevgi eksikliği bilinç dışında yaşanan bir sorundur. Karşılıksız ve sınırsız sevginin bilinç seviyesinde ortaya çıkabilmesi ve farkındalık için önce sevgi eksikliğinin kaynağı bulunup, yüzleşilip şifalandırılmalıdır. Ancak bu şekilde kişinin kendisinden başlayarak sevgiyi alma verme dengesi kurulabilir ve beraberinde güven ve değer vermek gelir. Bu yüzden böyle insanlarla karşılaşıldığında yapılacak en güzel davranış yargılamak yerine yol göstermek, şifalanmalarına vesile olmaktır. Elbette kabul ederlerse. Etmezlerse tabii ki yapılabilecek bir şey yok.

Ruhu sevgiye doymuş bir insan, özgüveni olup başkaları tarafından beğenilmek, takdir edilmek, sürekli övülmek istemez. Sağlam ilişkiler kurar, ne istediğini bilir ve bunu net ve açık olarak söyler. Zaten karşısındaki insana da o enerjiyi verir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com