GİZLENMİŞ DÜRÜST OLMAYAN DAVRANIŞLAR

Dürüstlük konusunda 7 Aralık 2021 ve 4 Ocak 2022 tarihlerde olmak üzere iki yazı paylaşmıştım. O yazılarımda, dürüstlüğün çok geniş bir kavram olduğunu, derinliğine bakmak gerektiğini ve yalnızca bir veya birkaç yazıyla anlatılamayacağını vurgulamıştım. Şimdi Konfüçyüs’ün sözü ile başlıyorum:

Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma. Kendin ayağa kalkmak istiyorsan başkalarının da kalkmasına yardım et. Kendin başarı kazanmayı arzuluyorsan başkalarının da başarıya ulaşmasına yardım et.

Aslında dürüstlüğün temelinde sevgi vardır. Sevgi dolu bir kalp, dürüstlükle davranır. Çoğu insan dürüstlüğü sadece bir insanın parasını, eşyalarını çalmamak olarak görür. Bu yüzden de sorarsınız, “Ben kimseye zarar vermedim, dürüstüm,” der. Kendimizi düşündüğümüzde hep iyi davranılmasını isteriz. Peki, başkalarına nasıl davranıyoruz? Konfüçyüs’ün söylediği gibi kendimize yapılmasını istemediğimiz şeyleri başkalarına yapıyor muyuz?

Sıcağı sıcağına yaşadığım örnekten bahsedeyim. Günübirlik turlar düzenleyen bir seyahat acentesinin sahibi ile telefonda konuşuyordum. Akaryakıta zam geldiğinde ister istemez müşterilere bir fiyat farkı yansıtmıştı şirket. Sonra akaryakıt fiyatlarında indirim yapılmış fakat şirketin tutumu değişmemişti. Ben de hâliyle sordum, “Daha önce aldığınız fiyat farkından vazgeçip eski fiyatı uygulayacak mısınız?” Bana verdiği cevap şu oldu: “Tamam, indirim yapıldı ama fiyatlar fazla oynamıyor ki. İade etsek de fazla bir para değil ki.” Kendisine göre fazla para değilse niye zam gelince müşteriden hemen alıyor? Ne olursa olsun, mesele paranın çok ya da az olması değil, 1 kuruş bile olsa iade edilmesidir. Hakkaniyetli bir davranış sergilemektir. Kendisi, daha önce fiyat artışları sebebiyle marketten zamlı aldığı bir üründe, genel fiyatlar düşerken neden indirim yapılmadığını soruyor marketçiye. O, bunu soruyor ise kendisinden tur satın alan kişilerin de sormak hakkı var. Ayrıca kendisi bir yolcu olsa nasıl davranılmasını beklerdi, önce bunu sorması gerekiyor kendine. Bu davranış biçimiyle, o insanların parasını direkt cüzdanlarından çalmıyor ama dolayı olarak alıyor.

Dolaylı olarak dürüst olmayan davranışlardan birkaç örnekle devam edelim.

İş yerinde işini kaybetmemek için kendi yaptığı hataları başkası yapmış gibi amirlerine, şeflerine göstermek. Daha çok para kazanmak amacıyla firmaya aldığı ürün için tedarikçi ile anlaşıp komisyon alırken firmaya da yüksek fatura etmek. Benzer şekilde, sattığı ürüne gerçekten değerinden yüksek fiyat vermek, taklit ürünü orijinal olarak göstermek, işyerinde bir çalışana fazla mesai yaptırıp onun hakkını vermemek ya da fazla mesai ücreti almak için bitmesi gereken işleri zamanında bitirmeyip mesaiye kalmak.

Ya da taksiye binersiniz, şoför taksimetreyi açmaz ve der ki “Orası 10 lira ama sizden 8 lira alırım.” Oysa gideceğiniz mesafenin gerçek değeri 5 liradır.

Evinizde iki gün önce yaptığınız bir yiyeceği apartman görevlisine verirken “Bugün yaptım,” derseniz veya kendinize yaptığınız bir yiyecekte kullandığınız iyi malzemeleri o kişiye yaptığınızda da kullanmazsanız dürüstlük olmaz.

Ya da sevgilinize, eşinize, arkadaşlarınıza ve komşularınıza sevmediğiniz hâlde kendi çıkarlarınız için sevmiş gibi davranmanız, ona kendinizi şirin göstermeye çalışmanız dürüstlük olmuyor. Hatta bu durum kendiniz kandırmaktan başka bir şey olmuyor.

Buna benzer çok örnek verebilirim.

Dürüst insan, hiç kimsenin maddi veya manevi hiçbir hakkını yemez. Yaşanmış bir örneği sizlere paylaşmak istiyorum sevgili okuyucularım.  İnternet üzerinden sipariş verilen bir ürün, alıcısına değil bir başka kişiye gidiyor üstelik ürünün teslim edildiği kişi de sipariş verenin arkadaşı. Aralarında şöyle bir diyalog gerçekleşiyor:

-Senin aldığın ürün bana geldi. Bunların parası neyse vereyim, ürün bende kalsın.

-Ama ben onu bir arkadaşıma doğum günü hediyesi olarak aldım.

-O zaman buluştuğumuzda veririm.

Ürünü sipariş veren kişi, açık yüreklilikle konuşuyor:

-Şu aralar seninle buluşamayacağım. Diğer arkadaşımın doğum günü de yakın zamanda ve hediyesini vermem gerekiyor.

Aralarında bu konuşma geçmemiş gibi, ürünü yanlışlıkla teslim alan, esas sahibine göndermiyor, kendisinde kalıyor. Üstelik ürünü satın alan ona bu davranışının hatalı olduğunu söylediğinde de hatasını kabul etmek bir yana, yaptığını doğru buluyor. Böyle bir davranışta bulunan insan da kendisini dürüst diye tanımlıyor. Sizce ne kadar dürüst? Bu olayda yapılması gereken nedir? İlk önce yanlışlıkla gelen ürün, ister yabancı ister arkadaş ister en yakınlar olsun; gerçek alıcısı kim ise ona gönderilir veya o kişiye sorularak vereceği cevaba göre hareket edilir. Ürünü teslim alan çok beğenmişse ya kendisi de sipariş verir ya da ürünün sahibine, benim olmasını istiyorum, diye açıkça söyler. İnsanız, hata yaparız, bir anda boş bulunuruz, bunlar kabul edilebilir durumlardır fakat hatasını bile kabul etmiyor, kendini haklı görüyor ve özür dilemiyorsa yapacak bir şey, söyleyecek bir söz kalmıyor. Bir insana güvenmeniz için öncelikle çok dürüst olması, her konuda açık olması gerekiyor.

Yukarıda söylediğim gibi bir insana dürüst değil demek için o insanın ille de başkasının evinden eşya veya cüzdanından para çalması gerekmiyor. Birisine borç para verirsiniz fakat o, siz sormadığınız sürece paranızı vermez, istediğinizde de verecek durumda olmadığını söyler, hemen bir neden gösterir. Aslında parasının olduğunu bilirsiniz. Ya da kendi çıkarları için sizin iyi niyetinizi kullanması da dürüstlük olmuyor. Dürüst olabilmek için çok şeffaf olmak gerekiyor; açık ve net olmak. Bir sözün arkasında durmak dürüstlüktür. O söz yerine getirilemediğinde mutlaka bir açıklama yapılmalıdır.

Dürüstlük ahlak ve erdemliktir.

Ne şartlar olursa olsun insan her şeyden ve herkesten önce kendine karşı dürüst olmalı ve onu hiçbir zaman kaybetmemelidir. Dürüst olmayan her davranış negatif enerjiye dönüşür. Bu negatif enerji dönüp dolaşıp yine insanın kendisine zarar verir. Bugün günü kurtarıyorum sanır hâlbuki ektiği tohumu görmez.

Aslında insan, kendisine saygısı ve sevgisi olduğu sürece kendine ve etrafındakilere dürüst olur. Kendine sevgi ve saygısı olmayandan hiçbir şekilde dürüstlük beklemeyin.

Kendinizi hiçbir zaman farklı göstermeyin. Çünkü ruh her zaman gerçekleri gösterir.

Yazımı şu sözle noktalamak istiyorum:

“İnsan ne yaparsa kendine yapar.”

Ne yaşarsak yaşayalım hiçbir zaman dürüstlüğümüzü kaybetmeyelim. Hayat şartları için dürüstlüğümüzden vazgeçmeyelim.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

DURU İŞİTİ

Sevgili okuyucularım, geçen ay metafiziksel duyularla ilgili duru görüyü anlatmıştım. Bu ay duru işiti ile ilgili bilgileri sizlerle paylaşacağım. Yalnız önce John Holland’ın “Ruhun Gücü” ve Dorren Virtue’in “İlahi Rehberlik” adlı kitaplarından duru işitiye ilişkin alıntıları aktarmak istiyorum. Ayrıca bu konuda kendi yaşadıklarımı da anlatacağım.

Duru işiti bir çeşit içsel duyma yeteneğinizdir.

Bu yetenek; adları, tarihleri, belli deyişleri ve hatta şarkıları ve melodileri duyabilmenizi sağlar.

Öznel olarak (yani zihninizle) duyduğunuzda, sesler sanki kendi sesinizle dile getiriliyormuş gibi duyarsınız. Bu yüzden bunların sizin kendi düşünceleriniz mi, yoksa psişik bilgiler mi olduğunu kestirmek biraz kafa karıştırıcı olabilir. Ancak deneyim kazandıkça ikisi arasındaki farkı anlamayı öğreneceksiniz. Bazı insanların nesnel olarak duyduklarını, yani seslerin dışarıdan geldiğini ifade etmek gerekir.

Hiç etrafınızda kimse olmamasına rağmen kendi adınızın çağrıldığını duydunuz mu? Bu çağrı sevdiğiniz bir insanın ruhundan veya dünya üzerinde sizi düşünmekte olan birinden gelmiş olabilir. Eğer ikincisi olduğunu düşünüyorsanız, bir merhaba demek için bu kişiyi aramaya çalışın. Büyük bir olasılıkla aradığınız kişi az önce sizi düşündüğünü söyleyecektir.

Duru işitiye verilecek en güzel örnek, zihninizde bir şarkının çalmakta olduğunu düşünmenizdir. Bir dakika durun ve bunun hangi şarkı olduğunu aklınıza not edin. Şarkının sözlerine dikkat edin, çünkü genellikle orada size veya yardıma ihtiyaç duyan bir yakınınıza cesaret verecek ya da tavsiyede bulunacak bir mesaj gizlidir. İnsanlar için telefonda okuma yaptığımda, karşımdakilerin sesleri ile bana ulaşan enerjiye uyum sağlayabilmek için, sezgisel bilgi toplamanın güçlü bir aracı olan duru işiti yeteneğimi kullanırım. Bir dahaki sefer biriyle telefonla konuşurken gözlerinizi kapayın ve hattın diğer ucundaki sesi gerçekten dinlemeye çalışın. Sezgilerinizin bilinçli tepkilerinize yön verebilmesi için karşınızdakinin ses tonunun ve kelimelerinin bütünlüğüyle kendi alanınıza girmesine izin verin. Yaptığınız sohbetle ilgisi olmayan renkler, görüntüler ve hatta duygularla karşılaşabilirsiniz. Bu yüzden yalnızca kulaklarınızla değil, sezgilerinizle dinleyin.

Bu yeteneğe, boğazınızdaki algı bölgesi (boğaz çakrası) yoluyla erişilebilir ve duru işiti yeteneğine sahip olanlar psişik dinleme güçlerini bedenlerinin bu bölgesine odaklanarak artırabilirler.

Duru işiti Yeteneğinin Belirtileri

Sesli düşünmektense her zaman kafanızın içinde düşünmeyi mi tercih ediyorsunuz?

Biri yalan söylediği zaman bunu anlayabilir misiniz?

Gürültülü mekânlara ilgi duyar mısınız?

Hangi işle uğraşırsanız uğraşın arka planda hep müzik mi çalmaktadır?

Hiç başkalarının düşüncelerini duyduğunuz oldu mu?

Duru işiti sık sık duyduğumuz o fısıltıdır, pek çoğumuzun yeterince dinlemediği ve sonunda pişman olduğu ses.

Duru işiti yeteneğinizi geliştirmenin birinci aşaması psişik bilgileri gündelik düşüncelerinizden ve zihninizdeki gürültüden ayırt etmeyi öğrenmektir. Bunu yapabilmek için duru işiti yeteneğinizle bol bol çalışma yapmalısınız. Zaman içinde içsel sesiniz yoluyla aldığınız bilgiler size akmaya başlayacak ve daha keskin bir açıklığa kavuşacaktır. Eğer olumsuz bilgiler alıyorsanız, bunlar muhtemelen kendi zihninizin müdahalelerinden kaynaklanmaktadır. Böyle bir durumda yolunuza devam etmeden önce ilgilenmeniz gereken duygusal ya da psikolojik sorunlar olup olmadığını kontrol etmelisiniz.

Psişik çalışmalara henüz başlamış insanlara verdiğim önemli bir tavsiye şudur: Psişik veri elde etmekte olduğunuza inandığınız zaman geri çekilin ve kendinize şöyle sorun, “Bu bilgi bana mı geliyor, yoksa benden mi geliyor?”

Böylece psişik gelişiminizi dengeli biçimde sürdürmeniz ve her zaman için öznel kalmanız kolaylaşacaktır.

Gelişme kaydettikçe yaşamınızın pek çok alanında size yardımcı olması için psişik duyma yeteneğinize başvurabilirsiniz.

(John Holland’ın Ruhun Gücü ve Dorren Virtue’in İlahi Rehberlik adlı eserlerinden alıntıdır…)

Duru işiti tıpkı duru biliş ve duru görü gibi çakraları temizlediğimizde gelişir. Negatif düşünce ve duygular, korkular olduğu sürece duru işiti duyulmaz. Duru işitiyi şöyle örnekleyebiliriz: Diyelim ki içinizde bir soru var. Bir lokantada yemek yerken veya bir markette alışveriş yaparken içinizdeki sorunun cevabını diğer masada yemek yiyen birinden ya da size hizmet eden garsondan; markette sizin gibi alışveriş yapan veya orada çalışan bir insanda alırsınız. Dersiniz ki “O kişi sanki benim yaşadığımı biliyor ve cevabını verdi.” Aslında bu, farkındalığınızın ve kanallarınızın açık olmasına bağlıdır. Eğer o anda o cevabı duymak istemiyorsanız zaten yok olur. Duymadan geçersiniz. Kendimizi ne kadar çok arındırırsak bunlara da açık oluruz. Bazı insanlara Allah tarafından doğuştan verilen özellikler zaman içinde kullanılmadığında kapanır. Ancak istenirse bu psişik yetenekler tekrar kullanılmaya başlanabilir. Bunun için de en önemlisi hazır olmak ve bütün negatif duygulardan, düşüncelerden arınarak çakraların açılması, bilinç seviyesinin yükselmesidir. Örneğin, evin içinde yalnızsınız, bir anda içinizde bir soru belirir ve onun cevabını almak istersiniz. Kapı çalınır, size bir paket getiren kurye o anda o sorunun cevabını verir; şaşırır kalırsınız. Ya da evde bir anda dolabın kapağı açılır, bir kitap düşer, bir bakarsınız ki içinizdeki sorunun cevabı o kitabın kapağında yazılıdır.

Kendi yaşadıklarımdan bir örnek vereyim. Bir seyahatimde adım atmam gereken bir konu vardı. O sırada yedi sekiz yaşlarında bir çocuk yanıma geldi, bana kalem uzattı satmak için, ben de aldım. Çocuk, içimdeki sorunun cevabını vermişti. Sanki ben önceden o konuyu ona anlatmışım veya başkasından dinlemişti; gelip bana cevabını söylüyordu. Bunu gibi çok örnek verebilirim. İşte burada önemli olan sizin bunun farkında olmanızdır. Siz hazırsanız zaten birilerine anlatmadan cevaplar her zaman gelir. Bazen “Gaipten sesler mi geldi?” dersiniz, hâlbuki o duyduğunuz sizin o anda beklediğiniz cevaptır; korkularınız olmadan o sesleri fark etmektir. Yeter ki siz hazır olun.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

PİKNİKLER BİZİM İÇİN BAŞKADIR

Dokuz yaşındaki çocuk elindeki anahtarla anı dolu sandığı tekrar açar ve içinden yeni bir anıyı daha serbest bırakır. Çocuk yeniden anlatmaya başlar:

Artık havalar ısınmaya ve bahar kendini iyice göstermeye, hâliyle gezmeler de farklı olmaya başlamıştı. Kapalı yerlerden açık alanlara çıkma zamanı gelmişti. Önceki anılarımda bahsettiğim gibi babam, diğer günlerde çalıştığı için pazar günleri bütün aileyi toplayıp hep birlikte gezme taraftarıydı. Özellikle yaz mevsiminde pazar günleri ve bir de akşamları gezmeye giderdik. Babam için bu aile gezmeleri sadece bizimle sınırlı kalmayıp iki amcamı da kapsardı. Onlara bir gün öncesinden söylerdi, “Yarın beraber gezmeye gideceğiz,” diye. Ortanca amcam genellikle bizimle gelirdi, küçük amcam ise bazen katılırdı gezilerimize. Tabii ki babam bundan pek memnun olmazdı. Çünkü babama göre aile hep birlikte olmalıydı. 

Babam kardeşlerine çok düşkündü. Onların isteklerine hep öncelik verirdi. Amcalarımın arasında bir tartışma ya da küskünlük olsa hemen barıştırma çabasına girerdi. Kimsenin küs kalmasını istemezdi. Amcalarımın küs kalması babamı çok üzerdi. Bu arada bize de “Kendi aranızda hiçbir zaman küsmeyin,” diye nasihat ederdi. Bu yüzden biz kardeşler arasında hiçbir zaman küskünlük yaşanmamıştır. Şimdi anlıyorum ki bazen insan gerçekten kardeşi de olsa kendi çıkarları için küsüyormuş. Çocukken egolar savaşını bilmediğim için nedenini çözemiyordum ama şimdi anlıyorum; iki amcamın birbirlerine küsmelerinin sebebi egolarıymış. Çünkü özellikle küçük amcam hep kendi dediğinin olmasını isteyendi. Babam da küskünlük olmasın, üzülmesinler diye hep onların isteklerini yerine getirme peşindeydi. Yoksa babama da küserlerdi.

Babam ve iki amcam işte de ortaklardı. Babam, onlara göre çok fazla çalışırdı. Eve bile iş getirirdi. Ağabeyim derslerden zaman kaldığında hep babamın yanına gider, yardım ederdi. Şimdi anlıyorum, babamın bir lider gibi herkesi yönetmeye çalıştığını, herkesin hep birlik içinde olmasını ve güzellikle geçinmesini istediğini. Kardeşleri hakkında bir gün bile tek kötü söz söylemediği gibi birileri onlar hakkında konuşsa hemen sustururdu. Onlara herhangi bir söz söyletmezdi.

Çocukken en çok sevdiğim gezilerden biri piknik yapmaktı. Doğada olmak, o çimenlerin üzerine serilmek çok hoşuma giderdi. Özellikle de ağaçlar arasında koşuşmalarımız ve top ile oynanan bütün oyunları o piknik alanında serbestçe oynamak benim için büyük mutluluktu. Mayıs ayı olup da kiraz mevsimi gelince hemen hemen her pazar İstanbul’a yaklaşık bir saat uzaklıkta olan kiraz bahçemize giderdik. Ortanca amcam ve biz, büyük Chevrolet arabamız ile giderdik. Yeşil olan bu arabayı hiçbir zaman unutmam; arka koltuğuna dört kişi, ön koltuğa şoförün yanına da iki kişi otururdu. Kardeşimle ikimiz arka koltuğun bagaj oturup kendimize göre oyunlar oynayarak giderdik. Arabayı hep amcam sürerdi. Babam araba kullanmayı sevmezdir. Tabii o biraz hızlı kullandığı için babam onu her defasında “Dikkat et,” diye uyarırdı, hiç unutmam. Amcam, çabuk öfkelenirdi, özellikle ortada bir haksızlık varsa hemen tartışmaya girerdi. Babam onun bu huyunu çok iyi bildiği için yolda dikkatli olmasını söylerdi. Babam ise hiçbir zaman kimseyle tartışmazdı. Amcam tartışmaya açık bir insandı ve bunun da öfkeye dayalı olduğunu ileri yaşlarda anladım. Öfkeli insanlar her zaman sert bir şekilde tartışırlar. Ağızlarından çıkanları kulakları duymaz, söyleme tarzları da sert olur.

Sabah erken saatte çıkar akşam hava kararmaya başladığında dönerdik. Babam, akrabaları ve tanıdıkları da davet ederdi bahçeye. Çoğunlukla çok kalabalık olurduk. Bazen de kimse gelmezdi, sadece amcalarımla biz olurduk. Tabii ki pikniğe gitmenin en güzel yanlarından biri özenle hazırlanmış yiyeceklerdi. Gelen kişiler de çok güzel yiyecekler yapıp getirirlerdi. Akşama kadar o yiyeceklerin hepsi tüketilmiş olurdu. Annem, bahçeye götüreceğimiz yiyecekleri bir gün önceden hazırlar, gelen olursa ikram etmek için de çok fazla yapardı. Gerçekten de bazıları pikniğe bir şey yapmadan geliyordu. Bazıları da öyle bol ve lezzetli yiyecek getiriyordu ki o insanları hazırladıkları o güzel yiyeceklerle hatırlarım hep.

Bahçemizdeki bu piknikler biz çocuklar için tam bir özgürlüktü. Bütün gün hem ağaçlara çıkıp kiraz toplardık hem de oyunlar oynardık. Küçük amcamın iki çocuğu bize göre daha küçüktü; biri üç diğeri beş yaşındaydı. Bu yüzden onlar bizim oynadığımız oyunlara pek katılmazdı. Ablam bazen gelirdi pikniğe bazen de okulda proje teslim etme zamanına rastlamışsa evde kalıp ders çalışırdı. Onun için en önemlisi hep dersleri olmuştur. Fakat ağabeyim, ben ve kardeşim sürekli giderdik. Bahçemizin yanında futbol maçı yapılabilecek bir alan vardı; daha bahçeye ulaşır ulaşmaz üçümüzün de hedefi bir an önce orada maç yapmak olurdu. Bahçenin yakınında evler vardı; o evlerde yaşayan çocuklar maç yaptığımızı görünce gelip bize katılırdı. Ben çok severdim futbol oynamayı. Ağabeyim biraz rahatsız olduğu için babam ve annem onu yorulmasını pek istemezlerdi. Tam oynarken annem seslenirdi, “Haydi, kiraz toplama zamanı,” diye. Bu pek hoşuma gitmezdi çünkü en sevdiğim şey olan futbol maçı yapmaktan alıkoyuyordu beni.

Gün boyunca oyuna ara vermemize neden olan iki şeyden biri yemek diğeri ise annemin kiraz toplamak için çağırmasıydı. Bahçe çok büyük olduğu için çok da kiraz ağacı vardı. Annemin tek başına toplaması yeterli olmuyordu. Çünkü ne kadar çok toplarsak o kadar çok etrafımızdakilere dağıtıyorduk; pikniğe gelen akraba ve tanıdıklara veriyorduk, apartmandaki komşularımıza, okuldaki arkadaşlarımıza götürüyorduk. Kardeşimle gidip anneme yardım ediyor, verdiği sepeti hızla doldurmaya çalışıyorduk ki bir an önce maçımıza geri dönelim. Aslında kiraz toplamak da ayrı bir zevkti. Alt dallardakileri elimin yettiği yerlere kadar ulaşarak almak, daha üstteki kirazlar için o ağaçların tepesine çıkmak bambaşka bir duyguydu.

Hoşumuza giden şeylerden biri de hava güneşli olduğu hâlde aniden bastıran yağmurdu. O yağmurun altında ıslanmak bizim için tam bir eğlenceydi ama annem ve yengelerim için telaş demekti. Oradan oraya koşturup eşyaları toplamaya çalışırlardı. Hep birlikte arabaya doluşur yağmurun dinmesini beklerdik. Bazen yağmur durduğunda gökkuşağı çıkardı, yol boyunca onu takip ederdik kardeşimle. Bazen de yağmur uzun sürerdi, babam, “Artık ev gidelim, bu yağmur durmaz,” derdi. Fakat biz çocuklar, sadece yağmur değil, ne olursa olsun hiçbir şeye aldırış etmiyorduk. Islansak ya da ayakkabılarımız çamur olsa bile kaldığımız yerden devam ediyorduk. Böyleydi pikniklerimiz; başkaydı bizim için.

O pikniklere ve dokuz yaşındaki bakış açımla algıladıklarıma dair anlatacaklarım henüz bitmedi tabii ki. Fakat yazının uzun olmasını önlemek için onlara diğer anı yazımda devam edeceğim.

Çocuklukta aile arasındaki küsmelere pek anlam veremeseniz de ileri yaşta anlıyorsunuz ki herkes kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettiğinde ya da herkes kendince haklı olduğu hâlde bunu, sen ben kavgasına dönüştürdüğünde kardeşler arasında kıskançlık, kırıcı sözler ve küsmeler başlıyor. Benzer şekilde kardeşlerden biri kendini beğenip her işi kendisinin yaptığını söylediğinde ve diğer kardeşi küçümsediğinde, kısacası egolar devreye girdiğinde yine tartışma ve küskünlük yaşanıyor. Küslüklerin bir nedeni de herkesin kendi isteğinde diretmesi.

Aile içinde tartışmalar tabii ki olabilir ama bu, ilişkilere zarar verecek boyutta olmamalıdır. Sorunlar sevgi ile çözülmelidir. Çünkü çocuk ne kadar mutlu, sevgi dolu ve huzurlu bir ailede büyürse yetişkinliğinde o kadar sevgi dolu ve mutlu oluyor. Çocuğun ilk gördüğü yer, büyüdüğü yer, ailedir. Her şeyi aileden öğrenir, diğer faktörler sonra gelir. Yetişkin bir birey olduğunda kardeşini kıskanıp kavga çıkarıyorsa ya da bencilliğinden dolayı üzücü sözler söylüyorsa kendine bakmalı, kardeşine bunları neden yaşattığını sormalıdır kendine.

Çocuk, küçük bir şeyden bile mutlu olmayı öğrenmelidir ki büyüdüğünde hayatı kolaylaşsın. Mutluluğu maddi değerlere bağlanan çocuklar ileride de pahalı giysiler, yiyecekler, lüks mekânlar gibi aynı maddi değerlere tutunmak isteyecekleri için küçük şeylerden mutlu olamazlar. Oysa bir ağaca çıkmak, piknik yapmak, çimenlerin üzerinde koşmak, oynamak, gökkuşağını seyretmek paha biçilmez mutluluk faktörleridir. Çocuklar küçük yaşta bulduğu o iç mutluluğu iç huzuru her zaman içinde taşımalıdır.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

“ZİHNİ AÇMAK VE İYİ BİR KALP YARATMAK”

Sevgili okuyucularım, okuduğum kitapları sizlerle her ay paylaşacağımı söylemiştim. Ancak mart ayında bazı yazılarım uzun olduğundan ikiye bölmek zorunda kaldığım için bunu yapamamıştım. Bu ay kitap paylaşımlarıma başlıyorum.

Okuduğumuz her kitap bize bir şeyler öğretir. İçindeki her bilgi bize uygun gelmeyebilir,  yazarının düşüncesine ve fikrine katılmayabiliriz. Ama o okuduklarımız kendi fikirlerimizi, düşüncelerimizi olgunlaştırmamızı sağlar. Ayrıca kitaplar hakkında “Bu bana ne katacak?” diye önyargılı davranmamanızı, “Ben bunu sevmiyorum,” deyip geçmemenizi de öneririm. Okumasanız bile o kitabı araştırmak, yazarı hakkında bilgi edinmek, ne tür kitaplar yazdığını bilmek; içeriği hakkında fikir sahibi olmak bile bir şeyler öğretir. Bugün paylaşacağım Dalai Lama’nın “Zihni Açmak ve İyi Bir Kalp Yaratmak” adlı kitabını birçoğunuz okumuş olabilirsiniz.

İyi bir kalp yaratmak, “Gerçekten öyle iyi bir kalbim var ki” demekle olmuyor. Kime sorsanız, iyi kalpli bir insan olduğunu söyler. Ama neye göre iyi kalplidirler bunu söyleyenler? Egolarının esiri olmuş insanların kalbi nasıl iyi olabilir? Yüzüne söylemeyip arkasından konuşanın nasıl iyi bir kalbi olsun? Emeğe saygısızlık eden; hakkı olmadığı hâlde başkasının hakkını yiyen; başarılı ve iyi durumdakileri kıskanan; insan ayrımı yapan; bencil davranan… Böyle insanların nasıl iyi bir kalbi olsun? Buna benzer çok örnek verebilirim. İyi kalpli olmak için insanın önce gerçekten kendine çok dürüst olması ve kendini çok iyi tanıması gereklidir.  Egolar devreye girince iyi kalpli olma olasılığı azalıyor.

Aşağıda “Zihni Açmak ve İyi Bir Kalp Yaratmak” kitabından kısa bir bölümü bulacaksınız. Şifa olsun.

“Bu dünyanın tüm sorunları

Kendi için mutluluğu arzulamaktan gelir,

Tüm sevinçleri de

Başkalarının mutluluğunu istemekten.

Başka ne denebilir?

Sıradan varlıklar kendi yararlarına çalışır,

Budalar başkalarının yararına.

Aradaki farkı görüyor musun?   

İyi kalpliliği geliştirebilirsek kendimiz mutlu olduğumuz gibi diğer canlılar da rahatlığın, huzurun ve mutluluğun güzelliğini yaşar. Zengin bir sofra yerine sade bir yemeğimiz olur, ama onu zevk alarak yeriz. Güçlüklerle karşılaştığımız zaman başkalarına itimat edecek ve onlardan yardım isteyecek kadar güvenli hissederiz. Oysa tam tersine, bencil ve kıskanç olursak, başkalarıyla rekabete girersek, onları aldatır ve zarar vermeyi düşünürsek -aynı evde yaşasak bile- hep bir güvensizlik ve kuşku ortamında kalırız. Öyle bir evde veya mahallede gerçek huzur ve rahatlığı hatta can güvenliğini bile bulamayız.

İyi kalpli, kibar olur ve başkalarının iyiliğine daima öncelik verirsek bu, gerek kısa gerek uzun vadede hem kendimize hem de toplumun geneline fayda sağlar. Oysa tersini yapıp bencil bir bakış açısı geliştirirsek, değil her şeyi bilme hâli, kısa vadede bile mutluluğu elde edemeyiz. Dolayısıyla hepimiz başkalarına karşı iyi kalpliliği geliştirmek ve bencilce dürtülerden vazgeçmek için elimizden geleni yapmalıyız. Bugün iyi kalpliliğimizi nasıl geliştirdiysek, günlük yaşamlarımızda da öylece iyi yürekli olmalıyız. Başkalarına bir faydamız olmuyorsa hiç olmazsa zarar vermeyelim.”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

NE KADAR KÖTÜMSERSİNİZ?

Sevgili okuyucularım, 1 Şubat 2022’de yazdığım ”Ne Kadar İyimsersiniz?” başlıklı yazımda iyimserlik konusunu ele almıştım. Bugün ise kötümserlik konusuna değinmek istiyorum. Bizi tanımak isteyenlerin sorduğu “İyimser misin, kötümser mi?” sorusuna çoğumuz hiç düşünmeden “İyimserim,” diye yanıt veririz. Olaylara nasıl baktığımızı dikkate almadan, kendimizi analiz etmeden verilen bir yanıttır bu.

Peki, kötümserlik deyince siz ne anlıyorsunuz? Ya da kötümser insanlar sizi nasıl etkiliyor, nasıl bir enerji veriyor? Şimdi bunlara hep birlikte bakalım.

Bana göre kötümser, her şeyin en kötüsünü ele alan ve her durumda karanlığı gören, en kötüyü bekleyen kişidir. Kötümserlik bir anlamda karamsarlıktır. Kötümser bakışı olanlar hayal kuramazlar. Kötümser olan kişilere ben hayallerimi anlatmam. Geçenlerde birisi ile sohbet ederken konu hayallere geldi. Ben de bir hayalimden bahsettim. Bana hemen şunu söyledi: “Bu hayalin olması için kaç sene bekledin? Bir de olacağı kesin mi? Ya olmazsa? Olmayacak hayaller insanı hüsrana uğratır.” Eskiden olsa bu yorum üzerine birçok açıklama yapardım. Şimdi artık böyle karamsar bakan insanlara karşı sessiz kalmayı tercih ediyorum. Çünkü siz açıklama yapsanız bile onun bakış açısı farklıdır ve anlattıklarınızı o açıdan gördükleriyle değerlendirecektir.

Sizler de çevrenize baktığınızda ya da hayallerinizi anlattığınızda size negatif enerji veren, kötümser hava estiren insanlarla karşılaşıyorsunuzdur. Kötümserlik negatif enerji içerir. Bu bakış açısına sahip olanlar hayattan zevk alamazlar, mutlu ve neşeli olamazlar. Kendilerini neşeli sanırlar ama iç huzurunu ve mutluluğu bulamamışlardır. Sürekli şikâyet eder hâldedirler. Böyle insanlara sorduğunuzda “Biz gerçekleri görüyoruz. Sonunda hüsrana uğramaktansa baştan olaylara böyle bakıyoruz ki bir sürprizle karşılaşmayalım,” derler. Hâlbuki o anda olaya negatif enerji vermiş olurlar.

Gerçekleri görmek ile bir fırsatı zorluk olarak görmek çok farklıdır. Bu konuyu daha ayrıntılı olarak ele alalım. Diyelim ki dışarıda hava şartları olumsuz, kar yağıyor; bu bir gerçek. Ne yaparız? Ona göre dışarıya çıkarız. Örneğin araba ile gitmek elverişli değilse ya arabamızla ilgili tedbirleri alır ya da başka bir seçeneği değerlendiririz. Bu olayda kötümser insan, “Dışarıda kar yağıyor ama gitmem de gerekiyor. Gittiğim yerde ya mahsur kalır da dönemezsem ya araba yolda kalırsa?” diye düşünmeye ve söylenmeye başlar. Her şeyin yolunda gitmesi gerekirken yaydığı bu negatif enerji yüzünden bu sefer olmayacak şeyler olmaya başlar. Kötümser insanlar her zaman en kötü sonucu bekleme eğiliminde olurlar. İyimser olan insan ise o zorluk karşısında fırsatı görür her şeyin yolunda gideceğini düşünür.

Kötümser bakış açısı olan birine sordum, “Niçin olaya kötümser olarak bakıyorsun?” Yanıtı, “İyi olursa seviniriz,” oldu. Örneğin, bir iş alıyor fakat o işi aldığına o anda fazla sevinmiyor. “İşin parası gelsin ondan sonra sevineceğim. Ya işi yaptıktan sonra parası gelmezse?” diyor. Aslında o işe endişe, kaygı ve korku ile negatif enerji yayıyor farkında olmadan. Kötümserliğin temelinde endişe, kaygı ve korku vardır.

Mesela iş görüşmesi iyi geçmiş olmasına ve görüşme yapılan pozisyon için istenen her özelliğe sahip olmasına rağmen o işe kabul edilmeyeceğine veya gireceği sınava çok iyi hazırlanmasına rağmen kötü geçeceğine inanır.

Kötümser düşünen insanlar, hedeflerine ne kadar yakın olurlarsa olsunlar sonunda başarısız olacaklarına inandıkları için o hedeflerinden vazgeçerler. Kötümserlik zehir saçan bulaşıcı bir hastalık gibidir. Kişi o zehirle yaşayıp hayattan zevk almadığı gibi etrafa da o zehiri saçar.

Kötümserlikteki tehlike, iyi olan her şeyi gözden kaçırmanıza neden olacak kadar güçlü hâle gelebilmesidir. Bu olduğunda, hızla depresyona girebilir ve endişelenebilirsiniz. Dahası, çok fazla karamsarlık, felç edici bir korkuya neden olabilir ve ilerleme yeteneğinizi reddedebilir.

Kötümser düşünen, olaylara kötümser bakan insanlara bir şey anlatamazsınız çünkü olacak bir işte bile negatif enerji vereceği için sizin de umudunuzu kırar ve endişeye, kaygıya ve korkuya kapılmanıza neden olur.

Almak istediğiniz ürünü aylarca takip edersiniz indirime girecek mi, diye. Bütçenize uygun olduğunda tam o ürünü almaya karar verdiğinizde eğer karamsar bir insansanız hep bir endişe ve kaygı ile yaklaşırsınız. “Acaba o ürün satılmadan alabilir miyim, ya başkası alırsa?” gibi kendi kendinize kötümser bir bakış açısı oluşturursunuz. Yaydığınız bu negatif enerjiyle gittiğinizde o ürünü sizden önce başkasının aldığını öğrenirsiniz. Bu sefer de “Bak, ben biliyordum işte alamayacağımı. Bende şans mı var?” diye kendi kendinize söylenirsiniz. Şimdi bu olayda iyimser birisi olsa ne yapardı bir bakalım. Birincisi; endişe, kaygı ve korku yaymadan, o ürünün kendisinin olacağına inanarak gider alışverişe. İkincisi de mağazaya gidip ürünün kalmadığını gördüğünde o anı kendine zehir etmez. “Nasip değilmiş, kısmetimde varsa başka yerde yine bulurum,” der ve sorun yaratmaz.

Diyelim ki bir iş kurmaya çalışıyorsunuz, kötümser bakan insan hemen “Bu devirde iş mi kurulur? Bütün paranı batıracaksın, herkes tek tek batarken sen iş kurmaya kalkıyorsun,” diye sizin bütün enerjinizi emer. Hâlbuki şunu söyleyebilir: “İş kuruyorsun, iyi düşündün mü, iyi araştırdın mı, yapacağın bu iş ile ilgili biraz da olsa tecrübe var mı?” Bu tür olumlu bir yaklaşım ile düşüncelerini söyleyebilir.

Bir örnek daha vereyim: Seyahate çıkacaksınız ve gideceğiniz ülkeler daha az güvenilir. Kötümser bakan kişi, “O ülkede ne işin var, başka yer mi kalmadı gidecek?” diyebilir. Oysa iyimser bir insan, “Değişik bir ülke, coğrafyası bakımından. Ama duyduğum ve seyrettiğim kadarıyla yeterince güvenli değilmiş, ne olur sen gene de dikkat et,” diyecektir.

İyimser; yaşamın daha parlak yanına bakar, kötümser ise hayatın daha karanlık tarafına bakar.

Yazımı Winston Churchill’in iyimser ile kötümser arasındaki farkı anlatan sözü ile noktalıyorum:

“Kötümser, her fırsatta zorluk görür. İyimser, her zorlukta fırsat görür.”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

BARIŞ BENİMLE BAŞLAR

Sevgili okuyucularım, biliyorsunuz önceki aylarda, ayda bir kere de olsa olumlamalar paylaşıyordum. Bu ay da bilinçli ve bilinçdışı anıların, olumsuzlukların temizlenmesi için yapılan ve “ho’oponopono” adı verilen bir arınma çalışmasını paylaşacağım sizlerle. Bu çalışmayı belki birçoğunuz biliyor, yapıyorsunuz ya da sadece biliyor ama yapmıyorsunuz. Bazılarınız, bunu yapsam ne faydası olur, diye içinizden geçirmiş olabilirsiniz. Aslında kendiniz için yapacağınız her çalışmadan, altını çizerek söylüyorum, düzenli disiplinli olarak yapıldıktan sonra mutlaka bir sonuç alınıyor. Sizin ışığınız parladıkça geleceğinizi de aydınlatmaya başlarsınız. Çünkü dış dünyadan beklediklerimiz aslında bizim iç dünyamızın bir yansımasıdır. Ara ara sayfamda bu çalışmalardan örnekler paylaşacağım. Çalışmaya geçmeden önce bununla ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum.

Ho’oponopono yöntemi; karşımızdaki insanın yaşadığı bir sorunu duyduğumuz, öğrendiğimiz anda bizim sorunumuz olarak algılayıp kendi içimizde bundan arınarak karşımızdakini de arındırma yolunu öğretiyor. Sadece insanları değil her şeyi arındırıp temizlemenin yoludur bu. Olumsuz durumlardan kurtulmanın bir yöntemidir.

Ho’oponopono, Havai halkının kullandığı bir kendini arındırma yöntemidir. Bu yöntemi Joe Vitale’in kitabı “Zero Limit” aracılığı ile batı dünyasına tanıtan ve meşhur eden kişi Dr. Ihaleakala Hew Len oldu. Doktorasını Iowa Üniversitesi’nde yapmış olan Dr. Ihaleakala Hew Len, uzun yıllar Havai Devlet Hastanesi’nin suç işleyen akıl hastaları ile ilgilenen adli biriminde uzman psikolog olarak çalışmış. Hastalarıyla elde ettiği mucizevi sonuçlar çok ilgi çekmiş. Kullandığı yöntemler öyle etkiliymiş ki zamanla yatan hastaların tümü taburcu edilmiş, sonunda dört yıl içinde birim kapatılmış. Dr. Len’in kullandığı bu yöntem, 1982 Kasım’ından beri güncelleştirilmiş Ho’oponopono uygulaması yapan Hawaiili şaman Morrnah Nalamaku Simeona sayesinde ortaya çıkmış. Tüm dünyaya bu yöntemin ününü, öğrencisi Dr. Ihaleakala Hew Len ve Joe Vitale getirdi.

Ho’oponopono’nun ana ifadesi şudur: “Barış benimle başlar!”

Bu sevgi ifadesi, gerçek anlamda, ta atalarımızdan gelen, DNA’mızda kayıtlı bilinçli ve bilinçdışı anıların arınması ve sevgiye dönüşmesi için kapıları açar.

Bu ayki arınma çalışmasını üç madde hâlinde paylaşıyorum. Şifa olsun.

1) “Kurban bilincimi yaratan, sürdüren, bundan fayda elde eden, içimde bana, aileme, atalarıma ait her ne varsa, her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum” (Bu güçlü ifade, kendiniz veya başka bir kişi veya durum için hissettiğiniz tüm olumsuzlukları temizler.)

“Özür dilerim” (Bu sayede pişmanlıklarınızı gösterirsiniz.)

“Lütfen beni affet” (Bu ifade, düşüncelerinizdeki olumsuz bir durumun istemeden yaratılması için özür dilemenizdir.)

“Teşekkür ederim” (Bu ifade, herhangi bir durumu, hatta olumsuz olanları kabul ettiğinizi ve size sundukları ders için minnettar olduğunuzu anlamanızı sağlar.)

Niyeti bir kere, sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

2) “Tüm alanlarımda ve tüm sistemimde bulunan para ile ilgili bütün eksilik, yokluk, sınırlılık, kıtlık, güçsüzlük ve çaresizlik duyguları, anıları, verileri ve kodlamaları tüm zamanlarda, tüm boyutlarda, tüm evrenlerde temizlenip, arınıp, sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum” (Bu güçlü ifade, kendiniz veya başka bir kişi veya durum için hissettiğiniz tüm olumsuzlukları temizler.)

“Özür dilerim” (Bu sayede pişmanlıklarınızı gösterirsiniz.)

“Lütfen beni affet” (Bu ifade, düşüncelerinizdeki olumsuz bir durumun istemeden yaratılması için özür dilemenizdir.)

“Teşekkür ederim” (Bu ifade, herhangi bir durumu, hatta olumsuz olanları kabul ettiğinizi ve size sundukları ders için minnettar olduğunuzu anlamanızı sağlar.)

Niyeti bir kere sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

3) “Hızlı kararlar vererek sonradan pişman olacağım şeyler yapmama veya sözler söylememe yol açabilecek, içimde bana, aileme, atalarıma ait her ne varsa, her ne oluyorsa hepsi bütün zamanlarda, bütün boyutlarda, bütün evrenlerde temizlenip, arınıp, şifalanıp sıfır noktasına ulaşana kadar andan ana ho’oponopono” dedikten sonra;

“Seni seviyorum” (Bu güçlü ifade, kendiniz veya başka bir kişi veya durum için hissettiğiniz tüm olumsuzlukları temizler.)

“Özür dilerim” (Bu sayede pişmanlıklarınızı gösterirsiniz.)

“Lütfen beni affet” (Bu ifade, düşüncelerinizdeki olumsuz bir durumun istemeden yaratılması için özür dilemenizdir.)

“Teşekkür ederim” (Bu ifade, herhangi bir durumu, hatta olumsuz olanları kabul ettiğinizi ve size sundukları ders için minnettar olduğunuzu anlamanızı sağlar.)

Niyeti bir kere sonraki dört cümleyi istediğiniz kadar, kendinizi rahatlamış hissedene kadar tekrar edebilirsiniz.

Kaynak: Dr.Ihaleakala Hew Len ve Berna Özcan

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ÇOCUKLUKTA YAŞANANLAR İZ BIRAKIR

Yaşadığım kimi olaylar geçmişe götürüyor beni, bazen bir ortanca bazen bir apartman bahçesinde oynayan çocuklar… Film şeridi gibi geçiyor çocukluğum gözlerimin önünden; mutlu olduğum zamanları ya da bana üzüntü veren olayları hatırlıyorum hüzünle ya da tebessümle. Unutmuyor insan; en çok da çocukken yaşadıklarını. Anılara kaldığımız yerden devam edelim, bakalım sandıktan bu kez ne çıkaracak her gün biraz daha büyüyen çocuk?

Evet, artık mayıs ayı gelmiş, okulların kapmasına çok az zaman kalmıştı. Tabii ki dersleri tamamen boşlamamıştık ama biraz daha az çalışıyorduk. Artan zamanlarda da kardeşimle, kendimizi hemen evimizin yakınındaki çocuk parkına atıyorduk veya apartmanın büyük bahçesinde oynuyorduk. Oyunlarımıza, aynı apartmanda oturduğumuz karşı komşumuzun kızı da katılıyordu. O da kardeşimle aynı yaştaydı. Üçümüz birlikte bahçede oynarken en büyük korkumuz birinci katta, bakkalımızın hemen üstünde oturan komşumuzdu. Onun evinin salon balkonu olmadığı için sürekli pencereden bakardı, bahçede oynayan biz çocukları gözetlerdi. Çocuklara karşı maalesef hoşgörüsü yoktu. Çocuk sesinden rahatsız olurdu ve pencereyi açıp sürekli bağırırdı. Ona göre hiç ses yapmadan oynamamız gerekiyordu. Bir çocuk nasıl ses yapmadan oynar? Kışın kar topu oynarken, yazın top ile veya saklambaç gibi oyunlar oynarken sessiz kalmak mümkün olabilir mi?

Bakarken bizi görürse ya pencereyi açıp bağırıyor ya da camın arkasından kaşlarını çatıp parmağını sallayarak kızıyordu, sanki bir kabahatimiz varmış gibi. Bu davranışı bile tedirgin olmamız için yetiyordu. Ben de kardeşimle arkadaşımı sessizce alıp onun görüş alanında uzaklaştırıyordum. Neyse ki bahçemiz büyüktü de yan tarafına geçip orada oynuyorduk. Fakat oyun için en elverişli alan kızgın komşumuzun gördüğü ön bahçeydi ve o, ön bahçe kendisine aitmiş, kimse orada bir şey yapamazmış gibi davranıyordu. O çatık kaşlı, gülmeyen, asık yüzlü ifadesini hiçbir zaman unutmam.

Bahçemizde ortanca çiçekleri o kadar çoktu ki çocuk olmamıza rağmen bir gün bile o çiçekleri ezmeden, koparmadan oynadık. Çünkü annem bize, bahçemizdeki ya da başkasının bahçesindeki çiçekleri hiçbir zaman koparmayı öğretmişti. Ama komşumuz bizim böyle bir terbiyeyle büyüdüğümüzü bilmiyordu. Bahçedeki çiçeklere ilgi göstersek koparacak mıyız, diye bakışlarıyla kontrol ediyordu. Bir keresinde gülleri kokladığımı görünce hemen pencereyi açıp “O koparılmaz!” dedi. Ben de “Biz hiç çiçek koparmayız. Sadece kokluyorum,” dedim fakat o, her çiçek kokladığımızda pencereyi açmaya devam etti.

Komşumuzun kızı ona “cadı” lakabını takmıştı, “O bir cadı,” diyordu. Kardeşimle ben, öyle bir şey söylemiyorduk. Çünkü ailem bize her zaman büyüklere saygılı davranmak zorunda olduğumuzu söylüyor, “Onlara hitap ettiğinizde isimlerinin sonuna teyze veya amca kelimesini ekleyerek hitap edeceksiniz, büyükleriniz soru sormadıkça cevap vermeyeceksiniz,” diyordu. Bir gün o komşumuz yine pencereye çıkıp bize bağırdığı sırada arkadaşımın kendisine “cadı kadın” dediğini duydu. Sanırım bizi şikâyet etmiş. Annem, kardeşimle ikimize “Siz mi o kelimeyi söylediniz?” diye sordu. Biz de gerçeği anlattık. Annem bize inandı çünkü hem bizim nasihatine uyacağımızı ve kimseye lakap takmayacağımızı hem de ne yaparsak yapalım her zaman dürüstçe söyleyeceğimizi biliyordu.

O olay olunca annemle paylaştım yaşadıklarımızı. Bize çok sert baktığını, gürültü yapmadığımız hâlde kızdığını, apartmanda ondan başka kimsenin bize öyle davranmadığını, bağırmadığını söyledim. “Galiba çocukları sevmiyor,” dedim. Çünkü merdivenleri kullandığımda bazen kapısı açık misafir karşılarken veya apartman görevlisi ile konuşurken rastlıyordum da bana dövecek gibi bakıyordu. Bu bakış beni çok rahatsız ettiğinden ya da kızacağından korktuğumdan merdivenle çıkarken kapıda olduğunu görünce ya içeri girip kapısını kapatmasını bekliyordum ya da hemen gerisin geri inip asansöre biniyordum. Ondan resmen kaçıyordum. Çünkü suçsuz yere kızılmasından hoşlanmıyor öfkeyle söylenen “Bahçede oynamayın!” cümlesini tekrar tekrar duymak istemiyordum. Daha doğrusu o yüzü görmek istemiyordum. Bahçeye her çıkışım korku içinde oluyordu. Birilerinin kızacağı korkusu bilinçaltıma yerleşmeye başlamıştı.

Annemle beraber bir yerden gelirken bu komşuyu görünce annem konuşuyordu, bense hemen yanlarından uzaklaşıyordum. Öfke ile konuşan, kırıcı davranışta bulunan insanlardan her zaman uzaklaşırdım böyle. Bu komşumuzun da bir şey yapmadığımız hâlde bize kızacak gibi bakması hoşuma gitmiyordu. Bir gün anneme, “Bu komşunun çocuğu yok mu? Onun için mi çocukları sevmiyor? Bize hiç sevgi ile yaklaşmadı, hep kızıyor ya da sert bakıyor. Apartmandaki çocuklar onu görünce, ‘kaçın cadı kadın geliyor,’ diye bağırıyorlar. Tabii ki kardeşim ile ben öyle bir şey söylemiyoruz,” dedim. Annem, “Çocuğu var ama sizden yaşça büyük,” deyince çok şaşırdım.

Bazı insanların yüz ifadesi hep serttir veya asık suratlıdır. Tabii ki bu, insanın elinde olmayabilir, nedenini öğrenmek için içindeki duygulara bakmak gerekir. Bazı insanlar gülmez; belki yaşadığı olumsuzluklar, üzüntüler hayata karşı gülmeyi unutturmuştur ona. Bazıları ise doğuştan sert bir ifadeye sahip olabilir. Fakat sert ifade başka sürekli kızmak başkadır. İkincisinde hoşgörü yoktur. Bizim o komşumuz da hoşgörüsüzdü, bir gün olsun bizi gördüğünde güzel bir söz söylemedi ya da başımızı okşamadı, sevgi göstermedi. Üstelik sadece çocuklara değildi bu tavrı. Apartmanda da pek kimseyle görüşmüyordu, diğer komşular birbirine gidip gelirken o katılmıyordu. Apartman kendisine aitmiş gibi davranıyordu. Başka apartmanda oturan komşulara bahçeyi kullandıkları için sert davrandığını, onlarla kavga ettiğini gördüm. Bunu arkadaşıma söyledim, “Yalnızca bize kızmıyor, bak, diğer komşulara da kızıyor. Hiç kimseyle güzel bir konuşması yok,” dedim. Arkadaşım, “Onun adı cadı kadın olduğu için herkese cadı gibi davranıyor,” dedi. Ben de “Bir daha söyleme öyle,” dedim arkadaşıma, annemin büyüklere hitap şeklimizle ilgili nasihatini anlattım.

Şimdi anlıyorum ki insan kendi ile barışık olmadığı zaman her olaya farklı bakıyor ve kavga çıkarmak, kızmak için bir bahane buluyor. İnsan kendi ile barışık değilse bazı şeyleri dışarıya yansıtıyor. Her zaman bir kusur buluyor, ne kadar her şey yolunda gitse de bir bahanesi oluyor kızmak için. Bizim komşumuz da öyleydi. Onun sürekli negatif enerji içinde olduğunun yaşım ilerledikçe farkına vardım. İnsan aslında ne yapıyorsa kendine yapıyor. Biz, o çocukluk dönemi geçtikten sonra onu nasıl hatırlıyoruz? Sürekli kızan, sert bakışlı, hiçbir zaman güzel söz söylemeyen biri olarak. Diğer komşularımızı ise bize sevgi ile yaklaşan, kurabiye verip başımızı okşayıp bizi öpen, güzel davranan insanlar olarak hatırlıyoruz. Bir gün kardeşimle merdivenleri çıkarken çok güzel bir pasta kokusu aldık. Kardeşim, “Ne güzel koku,” dedi. Bir baktık bizim dairenin yanında oturan komşumuzun kapısı açık ve koku oradan geliyor. Meğer komşumuz da konuşmalarımızı duymuş, hemen tabağa o yaptığı pastadan koyup bize verdi. Onu hiç unutmam çünkü bize sevgi ile yaklaşmıştı. Çok mutlu olmuştuk. Böyle insanlardan hiç kaçmıyorduk, bu komşumuz bize misafirliğe geldiği zaman hemen yanına çıkıyorduk.

İnsanı sevdiren her zaman davranışlar ve sözlerdir. Çocuklar tabii ki oynarken ses çıkarır, yaramazlık yapar ama bunu söylemenin de bir üslubu vardır. Apartmanda yaşadığımıza göre herkesin birbirine nezaketle yaklaşması gerekir. Varsa hatalar kavgayla, öfkeyle değil, güzel üslupla dile getirilmelidir. Ayrıca da bahçe gibi yerler ortak alandır, apartman sakinlerinin hepsinin kullanımına açıktır. Bu komşumuz kendi bahçesi gibi davranıyordu. O, bahçeyi kullandığı zaman kimse ses çıkarmıyor fakat annem ya da başka komşular bahçeyi bir ihtiyaçtan dolayı kullandığında “Bahçede bir şey yapılmaz,” diyordu. Şimdi farkına varıyorum ki yaptığı bencillikmiş. Tamam, belki kendine göre haklı sebepleri vardı fakat bunun için öfkelenmesi mi gerekiyordu? Bazı insanlar haklı olmakla öfkeli olmayı karıştırıyor birbirine.

Ne olursa olsun çocuklara her zaman sevgi ile yaklaşılmalıdır. Çünkü çocuklar hiçbir şeyi unutmaz. Bazı insanlar çocuk sevmezler, buna saygı duyuyorum fakat çocuk sevmiyorlar diye hiçbir çocuğa sert davranmaya ve sert söz söylemeye hakları yoktur. Ayrıca kendi çocuklarına iyi davranıp üzülmemesi için elinde geleni yapan ama başkalarının çocuklarını önemsemeyip onların üzülmelerine neden olanların davranışları da son derece yanlıştır. Bu da bencilliğe giriyor çünkü hangi yaşta olursa olsun her çocuk ailesine göre kıymetlidir. Çocuklara sevgi ile davranmak gerekiyor. Sevgisiz yetişen çocuklar ileri yaşlarda sosyal veya özel ilişkilerinde sorunlar yaşıyor.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

EN ÖNEMLİ AN, EN ÖNEMLİ KİŞİ, EN ÖNEMLİ İŞ…

Sevgili okuyucularım, sıra geldi bu ayki bilgelik hikâyemize. Her bilgelik hikâyesi bizler için önemlidir, her bir cümlesi bir şeyler öğretir. Önemli olan sadece okumak değil bu bilge hikâyelerin öğretilerini hayatımızda uygulamaktır. Bazen yazıları okuyup sadece geçiştirme yaparız. Hâlbuki derinlemesine baktığımızda bilgelik konusunda ne kadar eksik olduğumuzun farkına varırız.

Aşağıda paylaşacağım bilgelik yazısı öncesinde birkaç cümle ile kendi duygularımı paylaşmak isterim. Hepimiz biliriz bütün canlılara iyilik yapmanın ne kadar önemli olduğunu fakat iyilik yaparken hiçbir beklentimiz olmamalıdır. Karşınıza bir insan çıkar sizden yardım ister o anda onun gerçekten ihtiyacı var mı yok mu diye araştırıp ona göre yapmazsınız iyiliği. O anda istedi, yaptınız, bitti. Sonra “Yok, yapmasaydım, bak durumu iyiymiş” ya da “Beni kandırdı” gibi sözler söylemezsiniz. Yapacağız iyiliğin ileride size lazım olacağını veya iyilik yaptığınız kişiyi kendinize borçlu bırakmayı düşünerek de yapmazsınız. Dua almak için de yapılmaz iyilik. Hayatımızda bunun gibi çok örnekle karşılaşmışızdır. Çünkü insanın ne zaman, nerede, nasıl olacağını bilinmez. İyilik hesap işi değildir. Plan ve program ile olmaz. Hiç ummadığınız bir kişi günün birinde zor durumda kaldığınızda size yardım eder. Yardımı sadece maddi olarak düşünmeyin öyle bir manevi yardıma ihtiyaç duyarsınız ki o, hiçbir maddiyatın karşılayamayacağı bir yardım olur. En güzel iyilik kalpten yapılan iyiliktir. Aşağıda paylaştığım, yazar Lev Nikolayeviç Tolstoy’un “İnsan Ne ile Yaşar” kitabında yer alan “Üç Soru” isimli hikâyesini keyifle okumanızı dilerim.

Tolstoy’dan Üç Soru…

Bir zamanlar kralın biri, şayet bir işe doğru zamanda başlamayı bilirse, kimin sözüne kulak verip kimden uzak duracağını bilirse ve de hepsinden önemlisi, her zaman yapması gereken en önemli şeyin ne olduğunu bilirse, giriştiği hiçbir işte başarısızlığa uğramayacağını düşünmüş.

Bu düşünceden hareketle bütün krallığına kendisine bir iş için en doğru zamanın ne zaman olduğunu, kendisi için en gerekli insanların kimler olduğunu ve yapılması gereken en önemli şeyin ne olduğunu öğretecek kişiye büyük bir ödül vereceğini duyurmuş.

Bunun üzerine âlimler kralın huzuruna gelmişler. Sorularına verilen bütün cevaplar farklı farklı olduğu için kral, bunların hiçbirine katılmadığını söyleyerek ödülü hiç kimseye vermemiş. Ancak sorularının doğru cevaplarını hâlâ bulmak istediğinden, bu konuda yalnız başına yaşayan, kendisini Yaradan’ı tanımaya adamış, bilgeliğiyle ünlü birisine danışmaya karar vermiş.

Bilge, bir ormanda yaşıyor ve bu ormanın dışına hiç çıkmıyormuş. Kral, üzerine sıradan giysiler giymiş. Bilgenin yaşadığı ormana tek başına gitmiş.

Kral kendisine doğru gelirken bilge adam, kulübesinin önündeki toprağı kazmakla meşgulmüş. Zayıf ve güçsüz görünen bilge, krala selam vererek kazmaya devam etmiş.

Kral, bilge adamın yanına gelerek, şöyle demiş:

“Soracağım şu üç soruyu cevaplamanız için size geldim, bilge kişi. Doğru zamanda doğru şeyi yapmayı nasıl öğrenebilirim? Bana en gerekli olan insanlar kimlerdir ve dolayısıyla kimlerin sözüne daha fazla önem vermeliyim? Hangi şeyler diğerlerinden daha önemlidir ve üzerlerine öncelikle eğilmem gerekir?”

Bilge adam, kralı dinlemiş ama hiçbir şey söylememiş. Kazmaya devam etmiş.

Kral, bilgeye yardım etmek istediğini söyleyerek küreği elinden almış ve iki tarhı belledikten sonra sorularını yinelemiş. Bilge adam krala yine cevap vermemiş.

Kral uzun bir süre daha kazdıktan sonra bilgeye sorularını cevaplamasını istediğini, eğer cevaplamamakta ısrarlıysa oradan ayrılmak istediğini söylemiş.

O sırada yanlarına koşarak birinin geldiğini fark etmişler. Adam, yanlarına iyice yaklaşınca yaralı olduğunu ve kan kaybettiğini görmüşler. Kral hemen elindeki küreği bırakmış, yaralının kanını durdurmak için elinden geleni yapmış. Kral ile bilge adamın yardımlarıyla yaralı adam ölümden kurtulmuş.

Sabah olduğunda yaralı adam kendine gelir gelmez kraldan özür dilemiş. Bu duruma çok şaşıran kral, bu özrün nedenini anlayamamış. Yaralı adam, krala minnettarlığına neden olayı anlatmaya başlamış. Kralı takip ettiğini, bilge adamı görmeye gittiğini bildiğini, dönüşte onu öldürmeyi planladığını anlatmış. Ancak kral, bilgenin yanında uzun süre kazma işiyle meşgul olduğu için ölümden kurtulmuş. Kralın adamlarının ise onu yakalayarak yaraladıklarını öğrenmişler.

Yaralı adam, hayatını kurtaran kraldan kendisini bağışlamasını eğer yaşarsa bundan sonra ona kulluk yapmak istediğini söylemiş.

Kral düşmanıyla böyle kolay yoldan barıştığı ve onu bir dost olarak kazandığı için çok mutlu olmuş. Onu bağışlamış ve kendisiyle alakadar olmaları için hizmetçileriyle doktorlarını görevlendirmiş.

Artık oradan ayrılmak istediğini söyleyerek yaralı adamdan müsaade isteyen kral, son kez sorularına cevap almak için bilge adamın kendisiyle konuşmasını istemiş. Bilge adam, ona cevaplarını aldığını söylemiş.

Kral istediği cevapların ne olduğunu kendisinden dinlemek istediğini söylemiş.

Bilge adam bunun üzerine anlatmaya başlamış:

Dün benim güçsüz oluşuma acımayıp bu tarhları benim için kazmasaydınız ve yolunuza gitseydiniz, o adam sizi vuracaktı.

Dolayısıyla en önemli an o tarhları kazdığınız andı. En önemli kişi ise bendim ve en önemli uğraşınız da bana iyilik etmekti.

Sonra, o adam bize doğru koşarak geldiğinde, en önemli an onunla ilgilendiğiniz andı. Zira siz adamın yarasını sarmasaydınız adam sizinle barışmadan ölecekti. Dolayısıyla sizin için en önemli adam oydu ve onun için yaptıklarınız sizin için en önemli uğraştı.

Şunu sakın unutmayalım: Önemli olan tek bir an vardır, o da şu an içinde bulunduğunuz andır. Çünkü bir tek o zaman elinizden bir şeyler gelebilir. İnsana gerekli olan kişi şu an yanında olan kişidir. Çünkü hiç kimse günün birinde bir başkasına işinin düşüp düşmeyeceğini bilemez. Ve de insan için en önemli uğraşı iyilik yapmaktır. Zira bu, insanın yeryüzüne gönderiliş gayesidir…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

AH ŞU SINAVLARIMIZ

Zamanın nasıl hızlı geçtiğinin farkında olmadan yaşıyoruz. Ancak geri dönüp baktığımızda neler yaptığımızı kavrıyoruz. Bu kişisel muhasebe bizi iki farklı sonuca götürüyor: Ya hiçbir şey yapmamış vaktimi boşa geçirmişim, diye söyleniyoruz ya da bu zamanı çok iyi değerlendirdim, diyoruz. Şimdi biraz geriye gidelim; iki sene öncesine… Herkes kendi düzeninde yaşarken yeryüzündeki bütün insanları olumsuz etkileyen korona virüs salgını ile karşı karşıya kaldık. Salgın çok üzücü olaylara yol açarken, alışıldık ne varsa altüst ederek insanlığı yaşam biçimini değiştirmek zorunda bıraktı.

Bu salgın sürecinde kendi hayatımızda ne gibi değişiklikler yapmak zorunda kaldık? Bu üzücü olay kendimizde hangi farkındalıkla nasıl bir uyanış sağladı? Önce bu soru ile başlayalım. “Bu iki sene boyunca ne yaptın?” sorusunu kendinize dürüstçe sormanızı isterim.

Salgının ilk günlerinde İsviçre’de yaşayan bir arkadaşımla telefonda insanlık üzere sohbet ederken bana şunu söyledi:

“Nurgül, artık korona virüsten dolayı sokağa çıkma yasağı var. İnsanlar vakitlerini evde geçirecekleri için kendi içlerine dönerek olumsuz taraflarını değiştirip dönüştürecekler. Farkındalık gelecek, bir aydınlanma yaşayacaklar.”

Ben tabii ki kendi iç sesimi dinlediğim için bu olaya hemen olumlu bir cevap vermedim, sadece “İnşallah,” demekle yetindim. Sonra arkadaşıma halk arasında sıkça kullanılan “Oynamasını bilmeyen gelin yerim dar demiş” atasözünden yola çıkarak şunu söyledim:

“Eğer insan isterse olumsuz bir olay yaşadığında -buna ders veya sınav da diyebilirsin- ne yapar ne eder farkındalık ile hemen dönüşüm ve değişimine başlar. Kendindeki olumsuzluklar hakkında farkındalığı yoksa o olumsuzlukları değiştirip dönüştürmüyorsa o insana istediğin kadar zaman ver, yine olmaz.”

Bunun üzerine arkadaşım, insanların hep bir koşturmaca içinde yaşadıklarını ve zaman sıkıntısı yüzünden bir şey yapamadığını söyledi. Ben de kendisine bunu salgın bitince değerlendirmeyi önerip “O zaman geldiğinde insanların nasıl bir süreç geçirdiklerini, ruhlarının tekâmül etmesi için çaba sarf edip etmediklerini konuşuruz,” dedim.

Bundan altı ay önce yine aynı arkadaşımla konuşurken bu sefer “Nurgül sen haklıydın,” dedi, “İnsanlar o süreçte bile bir şey yapmamışlar, boş boş oturup salgının bitmesini beklemişler. Sadece salgın bitse de yine kaldığımız yerde devam etsek, seyahat etsek, gezip tozsak, yiyip içsek diye düşünmüşler.”

Korona virüs dünyayı terk ettiğinde elbette özlenen ne varsa yine yapılır ama bunları yapmayı planlarken kendi içinizde ruhunuzun tekâmülünü yaptınız mı? Salgın başlayınca kendimizi dışarıdan korumaya alıp maskemizi taktık, hijyen kurallarına çok dikkat ettik, kimse ile temas etmedik, evlerimize kapandık.

Peki, ya içimiz? Hiç düşündünüz mü, kendinize sordunuz mu; içsel olarak arınma yapıyor muyum, negatifliklerden, korkulardan, egolardan nasıl arınmalıyım? İlahi sistem korona virüs salgını ile ne gösteriyor ne mesajı vermek istiyor, insanlık olarak ne yapmamız gerekiyor, diye kaç kişi kendine dürüstlükle sordu? İnsan her zaman bir kaçış noktası bulur, bunun için bir bahane uydurur. Çünkü o konfor alanından çıkmak istemez, başkalarını suçlar.

Geçen seneydi, bindiğim taksinin sürücüsüyle sohbet ederken “Korona virüsü ortaya yaydılar insanlara kötülük yapmak için, dünyadaki nüfusu azaltmak için” diye şikâyet etti. O, kendi bakış açısında haklı olabilir. Çünkü bu dönem boyunca iş yapamamış para kazanamamış. Ben de sordum, “Korona size ne öğretti? Siz çalışırken yaptığınız hataların farkına vardınız mı?” “Yok,” dedi. Onun amacı salgın bitsin, para kazansın. O parayı kazanırken şükretmiş mi? Hayır… Yok, kısa mesafe yolcu alamam; yok, trafik tıkalı oraya gitmem diyerek yolcu seçen veya gideceği güzergâhı bilmeyen yolcudan daha fazla para kazanmak uğruna yolu uzatmak için elinden geleni yapan taksiciler sonra salgın boyunca bir yolcu kapmak için birbirleri ile yarışmaya başladılar.

Şimdi birçok insan, “Birileri para kazanmak amacıyla yapıyor” veya “Biyolojik savaş bu” iddialarıyla ülkeleri, devlet adamlarını, sağlık sektörünü, ilaç şirketlerini suçluyor. Kimi veya neyi suçlarsa suçlasın hiç fark etmez, herkes bilmeli ki yeryüzünde yaşanan her olumsuz olay hepimizi insanlığa götürmeyi amaçlar, yani birliğe, bütünlüğe ve kolektif bilince. Herkes kendi insanlığında sorumludur.

Şimdi yeniden dürüst olarak kendimize soralım: Bu süreçte kimlere faydamız oldu? Bir dilim ekmeğimizi, olmayanlarla paylaştık mı? Ya da kime manevi olarak destek çıktık? Sadece tanıdıklarımızı değil manevi desteğe ihtiyacı olanları arayıp sorduk mu, yaşlı veya hasta bir komşuya “Bir ihtiyacın var mı? Eczaneye gidemiyorsun, ilacını alıp getireyim mi?” dedik mi iki yıldır? Bunlarla yüzleştik mi, farkındalıkla değiştik mi? Yoksa yine hep bana mı dedik?

Bir örnek daha vereyim. Korona virüs salgını olmadan önce evine kimseyi kabul etmeyenler ya da görüşmek istemeyenler, salgın başlayınca o görüşmedikleri insanlara telefonda “Seni çok özledim, koronadan dolayı göremiyorum,” diyorlar. Oysa bayramlarda bile görüşmüyorlardı hatta görüşmemek için tatile gidiyorlardı. İşte burada insan kendine çok dürüst olmalı! Önceden görüşmek istemediği kişiye neden kendini böyle farklı gösterdiğini, neden böyle samimiyetsiz davrandığını kendine dürüstçe sormalı.

Çoğu insan bu süreçte ne yaptı? Ruhuna değil bir, yarım tuğla bile koymadı. Salgın bitsin seyahatlere gidelim, arkadaşlarla eğlenmeye gidelim, diye düşündü, eskisi gibi rahat ve maskesiz dolaşmayı istedi. Tabii ki bunları istemek doğal hak ama burada doğru olan sadece isteyip beklemek değil. Ruhunun tekâmülünü yaptı mı? Nasıl yapılacak o tekâmül? Hangi dersler alınacak?

Nefesin kıymetini bilmeyene nefesin kıymetini, sağlığın nasıl önemli olduğunu gösterdi Korona virüs. Evine kapanıp sadece kendini düşünen, hiç kimsenin yarasına merhem olmayana bencilliğini dönüştürmesi gerektiğini gösterdi. İnsanları sınıf olarak ayırt edene, küçümseyene içindeki kibiri dönüştürmeye ihtiyacı olduğunu, herkesin bir olduğunu, küçümsediği insanlara muhtaç olmayı gösterdi. Sırf maddiyata önem verip hırslarına yenik düşenler için Korona virüs, bir anda bütün varlığın hiçbir faydası olmadığını her şeyini boş olduğunu anlaman içindir.

Korona virüs salgını insanlara sadece sevgiyi göstermek için bir sınav olarak geldi. Sevgide ne var? En başta paylaşmak! Evine et alıyorsan, o et parasını üç ay et alamayan kişilerle paylaş, sen bir müddet yemesen de olur. Salgın nedeniyle yapamadığın seyahatlerin paralarını olmayan kişilerle paylaş. Ya da ayakkabın varken yenisini düşünmek yerine olmayan kişiye al. Veya evinde dört kazak varsa bir tanesini olmayana ver. Paylaşmak, paylaşmak, paylaşmak…

Kendi mahallemdeki kuaföre gittim geçen hafta. Salgın sürecinde kapalı kaldıkları günlerde kaç müşterisinin bir şey lazım mı diye aradığını sordum. “10-15 kişi,” dedi. Toplam kaç müşterisi olduğunu sordum, iyi bir rakam söyledi. Müşterilerinin toplamının yüzde ikisi ancak aramış düşünün. Bu da paylaşmanın ne kadar az olduğunu gösteriyor. Eğer iyi bir şeyler olsun istiyorsak herkes kendi üzerine düşeni yapmalıdır.

Salgın bitmeden başka bir sınav veya ders diyelim hiç fark etmez; ekonomi sınavı verilmeye başlandı dünyaca. Dersler ve sınavlar derken ne demek istediğimi örnekle anlatayım. Bir insanın bağışıklık sistemi kuvvetli ise grip olduğunda bir iki gün içinde atlatır. Eğer bağışıklık sistemi zayıfsa bir belki de iki hafta kolay kolay atlatamaz. İşte hayatımızdaki sınavlar da böyledir, eğer farkındalık ile ruhumuzu tekâmül ettirirsek değişim ve dönüşüm yaptığımız süreçte olan sınavlar kısa sürer, fazla zarar vermeden gider. Ama insanlık olarak suçlayarak vakit kaybetmek yerine kendimize sormalıyız: Ne yapıyorum, ne yaptım?

Her insanın mutlaka bir olumsuz tarafı ve hataları vardır. İşte olumsuzluklar bizim için bir sınavdır ve onları dönüştürelim diye gelirler. Hayatında hiç şükretmeyen, sürekli şikâyet eden insanlara bu salgın belki şükretmeyi öğretmiştir. Ya da yemek konusunda; ekonomik koşullar nedeniyle yiyecek bulamayan insanları görüp çöpe atılan, israf edilen yiyeceğin kıymeti anlaşılmıştır.

Kimseyi suçlamadan kendi sorumluğumuzu alarak, insanlık olarak üzerimize düşen görevimizi yaparsak sınavları kolaylıkla atlatırız. ”Armut piş ağzıma düş” diye bir deyim vardır, kimse bir şey yapmadan her şey güzel gitsin istiyoruz ama maalesef öyle olmuyor. Bir olumsuzluk yaşanacak ki kendimizi değiştirmek için fırsat doğsun. Her şey güllük gülistanlık giderse nasıl tekâmül yapılacak, nasıl hatalarımızı fark edeceğiz, nasıl kendimizi tanıyacağız?

Yaşadığım her olumsuzlukta kendime sorarım, niçin ben bunu yaşıyorum, hangi olumsuz duygumu ya da hangi korkumu şifalandırmam gerekiyor? Sevgimi ve ışığımı daha mı çok çıkarmam gerekiyor? Salgın başladığında “Ben de bu yeryüzünde yaşadığıma göre bu salgın bana ne öğretiyor? Ne yapmalıyım?” diye kendi sorumluğumu aldım. Eğer suçlayarak geçirirsem hiçbir şey kazanmadığım gibi bir de şikâyet ederek kendime ve etrafıma negatif enerji vermiş olurum.

Sen ve ben kavgasının yararı yok, sadece birlik ve bütünlük var. Bunun yolu da her insanın kendi sevgisini ve ışığını çıkarmasından geçiyor. Hem kendisine hem de yeryüzüne zarar veren egolardan arınıp temel taş olan sevgiye yönelmesi gerekiyor.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

DURU GÖRÜ

Sevgili okuyucularım, geçen ay metafiziksel duyularla ilgili duru bilişi paylaşmıştım. Bu ay duru görü ile bilgileri sizlerle paylaşacağım.

Duru görü doğuştan gelen üçüncü göz olarak adlandırılan epifiz bezinde gerçekleşir. Bazı insanlar doğuştan bu duru görü olduklarını farkında olmazlar zaman içinde bazıları farkına varır bu duru görüyü geliştirebilirler. Bazı insanlar böyle bir yeteneğinin olduğunu farkında bile değildir.  Bazı insanlarda daha az gelişmiştir. Bazılarında daha çok gelişmiştir. Peki duru görü en basit tanımı ile beş duyunun dışında, eşyaları, olayları ve düşünceleri algılama ve görmedir. Duru görü geleceğe dönük planlarında bütünü görebilmektir. Duru göründe gözünüz açıkken de bir nesneye bakarken bir yere bakarken orada eğer duru görünüz varsa orada başka şeyler görürsünüz. Bunu yaşanmış bir örnekle açıklamak isterim. Balkon dolap olan yerde bir poşet var o poşete baktığınızda siz orada alacağınız evi görebilirsiniz. O sırada siz o anda yanlış mı görüyorum dediğinizde başkasına baktırırsınız. O gelir ben öyle bir şey görmüyorum. Sadece poşet görüyorum diyor. Sadece gözler kapalı olarak görünmez. Açık olarak da insanların auralarını görebilirler. Duru görü sahip iseniz bir objeye baktığınızda bir film seyredercesine birtakım şekiller görünsünüz. Renkler, görüntüler, vizyonlar rüyalar ve semboller aracılığıyla sezgisel bilgiler alabilirsiniz. Bu içsel görme olur. Duru görü olumlu ve olumsuz olan olayları gelecek ile görür. (Bir canlının hasta olmasını, ölmesini, doğal afetleri ve kazaları vb.) Rüyalarda alınan mesajlar ya da meditasyon esnasında gelecek ile bir olayı görürsünüz. Kaybolan eşyalarınız bulma konusunda nerede olduğunu duru görü ile görürsünüz nerede olduğunun. Yaşanmış bir örnek kimliği kaybolmuş bir kişi duru görü ile o kimliği hiç aramadan nerede olduğunu görüp eli ile koyduğu gibi bulmuştur. Bu da yaşanmış örnek seyahat için gitmesi gereken yeri dur görü ile görüyor o anda seyahat yapacağı yeri olumsuzluk yaşayacağını o seyahatte vazgeçiyor. Çoğu rüyalarda alırlar. Ya da birisinin olumsuzluk yaşayacağını görürsünüz duru görü ile o kişiye haber verirsiniz. Ya da kaybolan bir kişinin nerede olduğunu görür haber verir. Tabii ki duru göründe olumlu ve olumsuz her şeyi görmektir. Bazıları endişe, kaygı ve korkularından dolayı duru görüyü kapattılar. Görmek istemezler. Diğer bir hususta çakraların açık olması çok önemlidir. Ruhsal görü adı verilen bu yetenek birkaç sene sonrasında yaşanacakları görür. Duru görü görsel olarak alma. Henüz gerçekleşmemiş olayları görme yeteneğidir. Geçmiş olayları ve hatta insanları görme yeteneğidir.

Peki epifiz bezi sayesinde duru görü yeteneğini nasıl geliştirilir? Epifiz bezi beynin iki lobu arasında tam iki gözümüzün arasında denk gelecek bir yerde bulunmaktadır. İçerisinde retina bulunması, ışığa duyarlı olması ve psişik olayları yönetebilmesi nedeniyle 3.göz olarak adlandırılır. Epifiz bezinin tekrar aktif olarak işler hale getirilebilmesi çakraların açılması, hislerin gelişmesi, algı güzünün yükselmesi duru görü yeteneğini geliştirir. Duru görü geliştirme meditasyon yoluyla ile olur. Sık sık meditasyon yapmanız hem çakraları açmanıza hem de duru görüyü gelişmesine vesile oluyor. Yukarıda bahsetmiştim hiçbir korku olmadan bu çalışmaları yapmak. Yalnız şunu belirtmek isterim sizin görmek istediğiniz şekilde görmek değil. Çoğu insan işte ben de kendim için rüyamda bunu gördüm olmadı burada gene bilinçaltı faktörü giriyor. Örneğin ev almak istiyor bilinçaltında bu oluşuyor rüya da bunu görüyor sonra o ev olmuyor. Halbuki kendi için yaratığı hayal ettiği evi görüyor. Duru görü öyle bir şey ki hiç tanımadığınız bir kişinin alacağı evi görürsünüz o anda hiç ilginiz olmayan bir olayı görürsünüz 3 sene sonra o olay olur. (İyi ve kötü) Zorla görecem diye olmaz. Görmek istediğiniz görme duru görü olmaz. Siz bir istediğiniz birisi başa geçmesini istersiniz siz onu görürsünüz ben bunu gördüm dersiniz halbuki siz bunu istiyorsunuz. Ama duru göründe istemediğiniz insanı görürsünüz o mevkiye geleceğini. Burada ince çizgiyi çok iyi ayrıt etmek gerekiyor. Sizin istediğiniz ya da bilinçaltında yaratılan değil. Bu yeteneği gelişmiş kişilere duru görü medyumu adı verilir.

Sizinle bir önceki duru biliş yazımda ilahi rehberlik kitabını önermiştim. Daha ayrıntılı olarak yazdığını şimdi o kitapta duru görü çeşitlerini biraz bilgi olarak sizlerle aşağıda paylaşıyorum.

  • Basit duru görü; Herhangi bir anlam ve mesaj taşımayan bir takım imajların görülmesidir. Çoğunlukla gözler kapalıyken beliren birtakım imajlardan oluşur. Dur görünün ilk aşamasıdır. İnsanların belli bir bölümünde bu yetenek kendiliğinden işler durumdadır. Ve bu oran hiç de küçümsenemeyecek boyutlardadır. Bu seviyede bir duru görüye sahip olan kişiler, gözlerini kapadıklarında istedikleri imajları rahatlıkla görebilirler. Bu imajlar ye kendi isteklerine bağlı olarak görülür ya da birtakım imajlar otomatik olarak gelip geçer.
  • Mekan içinde duru görü; Uzakta meydana gelen olayları ya da yerlerin algılanması ve görülmesidir. Normal olarak görülmesi mümkün olmayan uzaktaki bir yerin veya kapalı, saklı olan şeylerin görülerek tariflerinin yapılabilmesi bu seviyeli bir duru görü yeteneğinde mümkündür.
  • Zaman içinde duru görü; Geçmiş ya da gelecekte bilgi veren kahinlerin kullandıkları yetenektir. Dur görünün en gelişmiş safhasıdır. Duru görünün bu safhasında görülen imajlar geçmiş bir zaman diliminde meydana gelmiş olan bazı olaylarla ilgili olabileceği gelecekte ortaya çıkacak olan bazı olanlarla ilgili de olabilir. Bu derece gelişmiş bir duru görü yeteneğine sahip olan kişilerin sayısı bir hayli çok azdır. Çok ender olarak görülür.
Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com