RUHUN MUTLULUĞU

Anılarımı yazmaya kaldığım yerde devam ediyorum…

Çocuk büyüdükçe kendisiyle ilgili konularda karar almak, yaşayıp görmek isteği de artmaya başladı. İşte yine sandık başına geçiyor, kilidin içinde anahtarı çevirip bir anıyı daha serbest bırakıyor. O yaz verdiği kararlar ona neler öğretmiş, gelin birlikte bakalım.

Dördüncü sınıfı bitirip de yaz tatiline girdiğimizden ve bayramda denize gittiğimizden bahsetmiştim. O yaz tatilinde benim için önemli bir şey de ilk defa oruç tutmam oldu. Ailede büyükler genellikle oruç tutardı; babam, annem, amcalarım, yengelerim… Biz kardeşlere gelince ablam arada tutardı, ağabeyim ise sağlık sorunları nedeniyle tutmazdı, kardeşim zaten küçüktü. Ben de ilk kez o yaz oruç tutmaya karar verdim.

Orucun nasıl ve ne amaçla tutulduğuna dair bilgileri ailemden öğrenmiştim. Kararımı, bunları bilerek verdim ve anneme oruç tutacağımı söyledim. Annem, günler uzun olduğu için iftarın geç saate olacağını ve bütün gün aç, susuz kalacağımı hatırlatıp “Oyun oynarken veya bana yardım ederken susuzluğa dayanabilir misin?” dedi. Benim çok su içtiğimi, yemekten çok suya düşkün olduğumu biliyordu. “Oyun,” derken de arkadaşlarla futbol ve basketbol maçı yapmamdan söz ediyordu. Maçlardan sonra nasıl da susamış hâlde eve geldiğimi iyi biliyordu. Bu konuda kendime güvendiğim için “Tutarım, gerekirse oynamam.” dedim.

Ramazan’da en çok hoşuma giden şeylerden bir de gece sahura kalkmak oldu. Annem sofrayı hazırlarken ben de yardım ediyordum. Gecenin o saatinde hazırlanmış sofrada annem ve babamla birlikte olmak, arada ablamın da bize katılması benim için bir başka duygu içeriyordu. Sahurun, gecenin belli saatlerinde olduğunu, istediğimiz saatte kalkmadığımızı annem baştan söylemişti. Bir de tabii ki günü daha rahatlıkla geçireceğimiz, bizi uzun süre tok tutacak yiyecekler hazırlıyordu annem. Sahurdan sonra tekrar uyuyabileceğimizi ve sabah erken kalkmanın gerek olmadığını hatırlatmış, “Günler uzun, acıkmamak ve susamamak için daha geç kalkabilirsin.” demişti. Fakat sabah hep erken kalkıyordum. Bu, okulda sabahçı olduğum zamanlardan kalma bir alışkanlıktı.

Oruç tuttuğum ilk günü evde kitap okuyarak ve gelecek yıla hazırlık için test çözerek geçirdim, dışarı çıkıp oyun oynamadım. Kardeşim tek başına gidip oynadı. Birkaç gün böyle geçtikten sonra artık dayanamadım, kardeşimle birlikte dışarı çıkıp arkadaşlarla futbol maçına katıldım. Ben kalede durmak istedim, daha az terleyeceğim için susama olasılığım azalacaktı. Bu bakımdan iyi oluyordu fakat birkaç gün içinde kaledeki hareketsizlik bana sıkıcı gelmeye başladı. Zaten sıkıldığım bir yerde olmak ve bir şey yapmak istemem. Bu yüzden kaleyi bırakıp takımla oyuna dâhil oldum, bayağı koştum. Tabii hava da sıcak… Hiç unutmam, o gün öyle çok susadım ki neredeyse bahçedeki çeşmeyi açıp içecektim. Eve dönünce annem kıpkırmızı suratımı gördü, “Çok mu susadın?” dedi. Öyle bir “Evet,” yanıtı verdim ki annem telaşlandı çünkü acıksam bile “Acıktım,” demeyeceğimi bilirdi. Hemen gidip yüzümü birkaç kere yıkamamı söyledi, “Ağzına su kaçmasın,” diye de tembihledi. Dediğini yaptım ama o suyu içmemek için de kendimi zor tuttum.

Günün kalanında benim için zaman geçmek bilmedi, sürekli saati sorup “Ne zaman oruç açacağız?” diyordum. Nihayet iftar saati geldi. Ezan okunur okunmaz, annemin her zamanki gibi özenle hazırladığı sofrada yine özenle hazırladığı yemekleri yemek yerine durmadan su içtim. Babam, “Bu kadar su içersen başka bir şey yiyemezsin.” dese de gözüm sudan başka bir şeyi görmüyordu, “Hiçbir şey yemek istemiyorum.” dedim. Babam, “Tabii oruçluyken bu kadar hareket edersen böyle olur. Artık seni susatan oyunlar oynamayacaksın.” dedi ve anneme “Neden izin verdin?” diye sitem etti. Annem, tüm ısrarına rağmen kendisini dinlemediğimi, benim karar verip uygulamak istediğimi söyledi. Evet, bu benim kararımdı ama sonucunun böyle olacağını tahmin etmemiştim. Ertesi gün beni susatacak oyunlardan vazgeçtim. Sadece arada kalede durmak şartı ile oyuna katılıyordum. Bu da beni yormuyordu ve susatmıyordu.

Kendi verdiğim kararla yaşadığım olumsuzluğu görmem benim için iyi olmuştu. Oysa annem daha en başında doğrusunu gösterip karşılaşabileceğim olumsuzlukları anlatmıştı. Eğer annemi dinleseydim bunları yaşamayacaktım ama o zaman da istediğim şeyi yapamayacaktım, içimde kalacaktı, mutlu olamayacaktım. Yaşayıp görmek istedim. Kendi mutluluğum için annemi dinlemedim. Mutlu da oldum. Evet, o anda susamak beni fiziksel olarak yormuştu belki ama ruhum mutlu olmuştu. Kendi ruhumun mutluluğu için ailem de olsa başkasının kararıyla hareket etmeyi hiçbir zaman istemedim. İleri yaşlarda ruhun mutluluğunun ne kadar önemli olduğunu daha iyi anladım ve ruhumun mutluluğunun beni ne kadar özgürleştirdiğini de.

Ramazan’da beni mutlu eden şeylerden biri de iftar davetleriydi. Diğer zamanlarda da yemeğe akrabalar, amcalarım gelirdi fakat iftar sofrasında hep birlikte oturmak ve o saati beklemek başka bir mutluluktu. O saate sıcak sıcak yetiştirilen yemekler ve babamın işte gelirken aldığı sıcacık pide başka bir mutluluktu. Ayrıca amcamlarla birlikte orucumuzu açıp yemek boyunca keyifli konuşmalar yapmak o andaki mutluluğumu daha çok artırıyordu.

O yıl oruç tutarken evde daha çok vakit geçirmem aynı zamanda daha çok kanaviçe yapmama neden oldu. Çeşitli modeller işliyordum. Bu da ruhuma çok iyi geliyordu. Kendim istediğim için yapıyordum, annemin zoru ya da söylemesi ile değil. Ne zaman sıkılırsam o zaman işlemeyi bırakıyordum. Ruhumun sevdiği şeyleri yaparken sıkılmıyordum ama benim sevmediğim, başkasının isteği veya zoru ile yapılan işleri bir süre yapıp bırakıyordum. Çünkü mutlu olmuyordum.

Çocuk kendi ruhunun ne ile mutlu olduğunu bilip onu özgürce yapabilmelidir ve aile bunun için onu serbest bırakmalıdır. Ailelerin en büyük hatalarından biri de kendi doğrularını ve kendi yaşadıkları tecrübeleri çocuğa baskıyla dayatmalarıdır. Aslında çocuğu düşünüp ona zarar gelmesin diye, koruma güdüsüyle yapıyorlar bunu fakat çocuk açısından durum hiç de öyle değil. Bir kere çocuk kendi uygulayacağı kararı alamadığı için mutsuz oluyor. İkincisi de sonucu ister olumlu ister olumsuz olsun yaşayacağı bir olayda tecrübe edinememiş oluyor. Kendi kararının veya isteklerinin sonuçlarına katlanmayı öğrenemiyor. İleri yaşlarda ise yapamadığı, içinde ukde kalan şeyler için ailesini suçlamaya başlıyor.

Ailenin baskıcı ve otoriter olması çocuğun özgüven ile büyümemesine neden oluyor. İleri yaşlarda bu özgüven eksikliği yüzünden iş hayatında, sosyal veya özel hayatında alacağı kararları ya da yapmak istediklerini sürekli birilerine danışmak ve onların söylediklerini uygulamak zorunda kalıyor. Sonra da ruhunun mutsuz olduğunun farkına varıyor. Çünkü başkasının ruhunun istediği doğrultuda yaşamış oluyor.

Yetişkin bireylerin özgüvenli olup olmamalarının temelinde nasıl bir çocukluk yaşadıkları yatıyor.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

SEVGİ DOLU YÜREK

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz. Yazılarımda dünyada yaşanan bütün olumsuzlukların kaynağı sevgi eksikliğinden dolayı olduğuna değinmiştim. Aslında insanların iç dünyalarının derinliğine baktığımızda o kadar büyük bir sevgi eksikliği var ki, bu sevgi eksikliği yüzünden birbirlerine ve diğer canlılara zarar verme boyutu her geçen gün artıyor.

Sevgi eksikliği yüzünden artık paylaşmayı unutup, bencilce davranıştan bulunan insanlarla her geçen gün karşılaşmamış olmak mümkün değildir. Paylaşmanın, sevginin güzelliğini hep beraber, can cana yaşamak ve yaşatmaktır.

Ne güzel söylemiş Yunus Emre; ‘Ya bölüşerek tok oluruz ya bölünerek yok oluruz’…

Şimdi sizi hikâyemizle baş başa bırakıyorum.

SEVGİNİN SADECE SÖZÜNÜ EDENLERE…

Bir gün sormuşlar ermişlerden birine: Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır? ‘Bakın gösteriyim’ demiş, ermiş. Önce sevgiyi dilden gönülle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar.

Ermiş sofradakilere,” Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz’ diye şart koymuş. ‘Peki’ deyip içmeye teşebbüs etmişler.

Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan. ‘Şimdi’ demiş ermiş, ‘sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe.’

Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu kez. ‘Buyurun’ denilince, her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içirmiş. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.

‘İşte!’ demiş derviş ve eklemiş: Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve sadece kendini doyurmayı düşünürse, o aç kalacak ve her kim kardeşini düşünür de doyurursa, o da kardeşi tarafından doyurulacaktır şüphesiz… Ve şunu da unutmayın, hayat pazarında, alan değil, veren kazançtadır daima.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

KENDİN OLMA BİRAZ DAHA İYİ OL

Sevgili Okuyucumlarım, “Buddha gibi Düşünmek ” kitabı her gün kendimizi nasıl iyileştirebiliriz anlatıyor. Ben de sizlere arada bu bilgileri sayfamda paylaşıyor olacağım.

Şimdi “Kendin Olma Biraz daha İyi Ol” başlığı altında yazıyı sizlerle baş başa bırakıyorum.

“Kendine nasıl davranıyorsan, diğerlerine de öyle davran. Sushruta

M.Ö.5 yüzyılda yaşamış olan Sushruta, cerrahi ve göz hekimliğinin babası olarak bilinen bir doktordur. Doktor olmak isteyen öğrencilerine şöyle tavsiye vermiştir: “Kendine nasıl davranıyorsan, diğerlerine de öyle davran”. Bu cümle aslında hepimizin günlük hayatına uygulayabileceği bir öğretidir. “Kendine nasıl davranıyorsan, diğerlerine de öyle davran” her gün uyandığımızda kendimize söylediğimiz, gün boyunca tekrar ettiğimiz mantramız olmalı.

Belki de uyandığımızda aklımıza gelen ilk düşünce daha iyi bir insan  olmamız gerektiğidir; bu da tanıdığımız ve tamamıyla yabancı olduğumuz insanlara karşı da iyi olmak anlamına gelir. Bu gezegende ciddi anlamda iyi insan kıtlığı var.

Değişim seninle başlar. Dahası, bunu yapmak ne zor ne de karmaşıktır. Tek ihtiyacın olan şey farkındalık. Benimseyip üzerine koyabileceğin bazı iyi insan özellikleri şöyle özetlenebilir.

Değişim seninle başlar. Dahası, bunu yapmak ne zor ne de karmaşıktır. Tek ihtiyacın olan şey farkındalık. Benimseyip üzerine koyabileceğin bazı iyi insan özellikleri şöyle özetlenebilir:

  • Herkese gülümse. Bunun alışkanlık haline getir.
  • Samimi şekilde iltifat et. Başka bir insanı doğrulamak için karşına çıkan hiçbir fırsatı kaçırma.
  • Nazik ol. Gereğinden fazla nazik ol. (Her zaman gereklidir bu arada)
  • Küfretmeyi bırak. Küfretmek kaba ve gereksizdir.
  • Yardım et. Ardından gelen insan için kapıyı tut, birinin çantasını taşımasına yardım et.
  • İnsanlara isimleriyle seslen. Bu onlara iyi hissettirir.
  • Daha çok para ver. Daha çok bahşişi bırak. Birine sürpriz bir hediye al.
  • Yargılama. Bu hiç hoş değil.

Bu liste aslında başlangıç için çok kısa ve yeterli. Sana nasıl davranılmasını istediğini bir düşün, sonra diğerlerine de aynısını yap. “Kendine nasıl davranıyorsan, diğerlerine de öyle davran”.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

YÜZLEŞEREK ZORU BAŞARMAK

G. Jung şunları söyler: “Herkes bir gölgeye sahiptir, bu gölge, insanın bilinçli yaşamında ne kadar az yer alıyorsa o kadar kara ve yoğun olur. İnsan kendi gölgesiyle yüzleşip hesaplaşmayı öğrenirse dünya için gerçek bir şey yapmış olur, günümüzün devasa, çözülmemiş toplumsal sorunlarının hiç olmazsa küçücük bir parçasını sırtlanmış olur.”

Yüzleşme deyince insanlar hemen kaçar. Çünkü yüzleşmek çok zor kaçmaksa kolaydır. İnsan başkasını çabucak kandırır üstelik kendisini de. İçindeki o karanlık, gölge, korkan tarafla; hatası, zayıflığı, güçsüzlüğüyle yüzleşip ruhunu özgürleştirmek yerine kolay tarafı; kendini savunmayı, haklı olduğuna inanmayı, suçu başkasına atmayı seçer.

Şifa çalışması yaptığım insanları gölgeli taraflarıyla yüzleştirdiğimde çoğu kendini savunma mekanizmasıyla karşılık veriyor. Hemen öfkelerini size yöneltiyor, kendilerini korumak için yanlış davranışlarda bulunuyorlar. Tabii ki çok acı verir insan kendisi ile yüzleşmesi; düşünün, yıllarca kabuk bağlamış bir yara var, kabuğa dokunup yarayı acıtıyorsunuz. Aslında o kabuk tamamen kalkıp yara şifalandığında artık en ufak dokunuşta kanamayacak, tamamen iyileşmiş olacak.

“Neden kaçarlar?” diye sorabilirsiniz. Yanıtı basit. Çünkü insan korkar, daha doğrusu kendi gerçekleriyle karşı karşıya gelmekten çekinir. İçinde o cesareti bulamaz. Oysa kendisiyle yüzleşmeye bir başlasa ruhunun ne kadar özgürleştiğini görecek, bu sefer daha derinlere inerek daha çok hatasını bulup, kabullenip yüzleşmek için elinden geleni yapacak.

Aslında yüzleşmekten kaçtığı şey insanı iyileştirir; mutlu ve iyi olarak hayat sürmesini sağlar. Yüzleşmekten kaçanlar, hayatlarındaki mutsuzluğu örtmek için mutluluğu dış şartlara bağlarlar. Örneğin evi olursa, evlenirse, çocuğu olursa, araba alırsa, seyahate giderse, parası olursa mutlu olacağını düşünür. Mutluluğu mala, mülke, geleceğini maddi garantiye almaya, içki içmeye bağlar.

“İnsanın kendisiyle yüzleşmesi kolay mı?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Tabii ki kolay değildir. İnsan kabullenemez, belki egosu buna izin vermez. Kendi hatalarını görmek zayıflık gibi gelir fakat yüzleşmek zayıflık değil güçlülüktür. İnsan cesaretle kendisiyle yüzleştiğinde bahanelerden sıyrılmış, başkalarını suçlamaktan vazgeçmiş, karanlığını, gölgelerini, korkularını, hatalarını, başarısızlığını, eksiklerini kabul etmiş olur. Artık dersini almış, öz farkındalığı artmış, kendi iç devrimini başlatmıştır. Artık ne kendisine ne de başkasına zarar verir.

Ruhun özgürleşmesi ve değişim için, altını çizerek söylüyorum, mutlaka insanın kendisi ile yüzleşmesi gerekiyor. Yüzleşmeden, ruhun özgürleşmesi, ışığı bulması, aydınlanması, hafiflemesi olanaksızdır.

Bundan on yıl önce bir arkadaşım, sürekli insanları suçluyor, onların hataları yüzünden yaşadığı olumsuzluklardan şikâyet ediyordu. On sene sonra baktım ki aynı arkadaşım aynı şeylerden şikâyetçi. Ona sadece şunu söyledim: “Sen hiç hata yapmamışsın gibi konuşuyorsun, on sene geçmiş ama insanları suçlamaktan kurtulamamışsın. Bu süre içinde kendi hatalarını görmüş ve kabul etmiş olsaydın hâlâ aynı suçlamaları yapmazdın. Artık kendinle yüzleşmekten ve hatalarını örtmek için başkalarına yüklenmekten vazgeçmelisin.”

İnsanlar birbiriyle de yüzleşmekten kaçıyorlar. Aile içinde, sosyal veya özel ilişkilerde zamanında yapılmayan yüzleşmeler öfke, kin, nefret, kıskançlık gibi olumsuz duygulara dönüşüyor. Sonunda da ilişkiler yalana, samimiyetsizliğe teslim oluyor. Dışarıdan baktığınızda herkes birbirini çok seviyor görünüyor ama gerçekte bu yapmacıklı sevgi gösterisiyle sadece kendilerini kandırıyorlar.

Bakıyorsunuz iki kardeş birbirleri ile konuşmuyor. Birine diğerini (veya diğerini birine) savunduğunuzda size de öfkeleniyor. İkisi de yüzleşme yapmadığı için yıllardır birikmiş öfke, nefret ve kin gibi olumsuz duygularla yaşıyor. Böyle insanlar nasıl ışıkta veya sevgide olabilir; ruhun özgürlüğünden, aydınlanmadan bahsedebilir.

Yüzleşme konusunda en çok örneği menfaat üzerine kurulmuş evliliklerde görürüz. Eşlerden biri diğerine sevdiğini söylüyor, oysa onun maddi olanaklarını veya kariyer, mevkii gibi şartlarını severek evleniyor. Sonra bunların mutluluk vermediğini görüyor ama kendisiyle yüzleşemediği için mutsuz, huzursuz yaşıyor. Özsaygısı da kalmıyor. Yıllar ilerledikçe olumsuz duygularını eşine yönlendiriyor. Burada yapılacak tek şey yüzleşmektir. Önce kendi olumsuz duygularıyla yüzleşip hem kendisini hem eşini affetmeli, sonra da eşiyle yüzleşerek evlilik kararında etkili olan nedeni cesaretle söyleyip çözüm için adım atmalıdır.

Benzer şekilde yalnız kalma korkusuyla yüzleşememek yanlış kişiyle mutsuz bir evlilik yaptırır. Kendi güvensizliği ve güçsüzlüğü ile yüzleşemeyen ve başkalarının onayına ihtiyaç duyan insanların çevresindekilerin onaylayacağı evliliklere yönelmeleri de genellikle mutlulukla sonuçlanmaz. Bunu daha çok ünlülerin hayatlarında görmek mümkündür.

İş hayatından da örnek vereyim. Yanlış bir iş ortaklığı yaparak para kaybeden kişi, “Neden ortak oldum?” diye sorarak kendisi ile yüzleştiğinde karşısında para hırsını, egolarını ve korkularını bulacaktır.

Özetle; her alandaki insani ilişkilerde sorunları çözmek için hatalarımız ve kusurlarımızla mutlaka yüzleşmemiz gerek. Bu yolla, konuşarak çözülmemiş olayları, dargınlıkları, kırgınlıkları gerçekleri görerek ve doğruları söyleyerek çözmüş oluruz.

İnsan kendi ile yüzleştiğinde vicdanı rahata kavuşur.

Yüzleşme yapan insanın amacı tabularını yıkıp ruhen gelişmek, olgunlaşmak ve büyümektir.

Kendi farkındalığını bilen ve kendisiyle yüzleşip barışan insan, yolunun kesiştiği hiç kimseyle sorun yaşamaz. Artık bozuk ve yolunda gitmeyen bir işi veya ilişkisi yoktur çünkü yüzleşirken başkasına karşı hatası varsa özür dilemiştir. En önemlisi de hem kendisini hem de başkasını affetmiştir.

Yüzleşen insan içindeki olumsuz düşüncelerden, çözümsüzlüğe yol açan sorunlardan kurtulan insandır.

Yüzleşmek kendini ilmek ilmek dokumaktır, cesaret ister. Yüzleşen insan artık kendi gücünü eline almış, kendi devrimini gerçekleştirip değişime başlamıştır.

Yüzleşmemek aslında karma oluşumuna neden oluyor.

Kendi ile yüzleşmekten korkan insanlara aynanın karşısına geçip şu soruları sormalarını öneriyorum:

Neden kendimle yüzleşmiyorum?

Yaptıklarımın, doğru ve haklı olduğuna inandıklarımın yanlış ve haksız çıkmasından mı korkuyorum?

Neden gerçekleri kabul etmek istemiyorum?

Kendi ile yüzleşmiş bir insan;

Ruhen özgürleşmiştir.

Yüklerinden kurtulmuştur.

Dürüst olmuştur.

Işığı bulmuştur.

Aydınlanmaya başlamıştır.

Karmasını temizlemeye başlamıştır.

Mutluluğa ve huzura kavuşmuştur.

Kendisiyle barışık, sevgi içinde yaşar.

Konfor alanında çıkmış, atması gereken adımı atmıştır.

Bağımlı olarak yaşamaz.

Yüzleşmek fiziksel sağlığı da iyileştirir. Çünkü vücudunda birikerek zehirleyen öfke, kin, nefret duygularından arınmıştır.

En önemlisi bireylerin kendi ile yüzleşmesi toplumsal olumsuzlukları engeller.

En çok sevdiğim kelime “cesaret”. Cesareti olan insan kendi değişimini, dönüşümünü, yüzleşmelerini yapar.

Yüzleşmek çok acı verin ama sonuçları tatlıdır.

Siz siz olun sakın yüzleşmelerden kaçmayın.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

İNSAN OLMAK

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımımda Hint yazar, bilge, düşünür ve filozof Jiddu Krishnamurti’nin “İnsan Olmak” adlı kitabına yer vereceğim.

İnsan olmanın farkına ne zaman varıyoruz?

Ulaş Dilek’in çevrisiyle Omega Yayınlarından 2013 yılında çıkan “İnsan Olmak”ı okumanızı tavsiye ediyorum. Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.

“…

Tümden ret, pozitif düşüncenin temelidir.

Neyin doğru neyin yanlış olduğun anlayabilmek için, size doğruyu ve yanlışı söyleyen ya da keyfi olarak birini iddia eden birine karşı, gerçekte neyin yanlış olduğunu görmeli ve onu bir kenara bırakmalısınız. Başka bir deyişle kişinin doğruyu bulabilmesinin yolu, doğal olarak sadece reddetmekten geçer. Diyelim ki hırs duygusuna sahip olamayacağınızı fark ettiniz. Kendinizi zihnin sükûnetine değil de hırs duygusuna odakladınız ve hırsın, tamahkârlığın ya da kıskançlığın bütünüyle ortadan kaldırılıp kaldırılmayacağını öğrenmek için araştırmaya başladınız. İşte bu noktada zihnin değişmeyen temizlenme yöntemi olarak daimi bir ret süreci karşımıza çıkar.

Eğer adına hayat denen ve tüm inançları içeren bu sıra dışı olayı anlamaya çalışır ve meseleyi hassas bir biçimde değerlendirmek istersem; milliyetçilik, taşracılık ya da bunlara benzer bir başka sınırlı tutumun anlama isteğime karşı yıkıcı olduğunu fark ettiğim takdirde ne olur? Elbette ki milliyetçiliği bir kenarda bırakmam ve Hindu, Müslüman ya da Hıristiyan olmaya da bir son vermem gerekir.

Başta karmaşık gelebilir ama sakince dinlerseniz öyle olmadığını görürsünüz. Gözlemci ve gözlenen vardır ve bunların arasında bir ayrım bulunur. Bu ayrım, aralarında beliren görüntü, sözcük, imge, hafıza ve tüm çatışmanın gerçekleştiği boşluk, egoyu yaratır. ‘Ben’ dediğimiz şey; sözcüklerin, imgelerin ve bin yılların hafızalarımızda biriktirdiklerinin ürünüdür. Dolayısıyla sonuçta şu anda olan ile hiçbir doğrudan temas söz konusu değildir. Şu olanı ister ayıplayın ister makulleştirip kabullenin ve doğrulamak için çaba gösterin, tüm bunlar gerçeği dillendirmekten öteye gitmez. ‘Şu an olan’ ile doğrudan temasımız olmadığından onu kavrayabilmemiz ve dolayısıyla onu çözümlememiz de mümkün olmaz.

Bakın mesela gıpta etmek diye bir şey var. Karşılaştırmalar üzerinden derecesi ölçülen bir gıpta etme hâli ve kişi bu durumu kabullenmek için şartlandırılmıştır. Bazıları parlak, zeki ve başarılıyken bazıları da değildir. Çocukluktan itibaren kişi ölçmek ve karşılaştırmak üzere yetiştirilmiştir. Böylece gıpta etmek doğmuş olur. Ancak kişi gıpta etmeyi kedi benliğinin dışında var olan bir şeymiş gibi gözlemler, oysa gözleyen kişi gıpta etmenin ta kendisidir. Gerçekte gözlemciyle gözlenen arasında hiçbir fark yoktur.

Sonunda gözlemci, gıpta etmek hakkında hiçbir şey yapamayacağını anlar. Bu meseleye ne kadar dikkatli yaklaşırsa yaklaşın, yaptığı yine gıpta etmekten ibarettir zira kendisi aynı zamanda hem sebep hem de sonuçtur. Bu nedenle gıpta etmek, kıskanmak, korku, yalnızlık, ümitsizlik dâhil tüm sorunlarıyla birlikte gündelik hayatımızı meydana getiren ‘şu an olan’, ‘tüm bunlar bende de var’ diyen gözlemciden farklı değildir. Gözlemci kıskançtır, gıpta eder, korkar, yalnızdır ve ümitsizlikle doludur. Bu yüzden ‘şu an olan’ hakkında gözlemcinin onu kabullendiği, onunla ya da onun getirdikleriyle yaşamayı seçtiği anlamına gelmese de -elinden hiçbir şey gelmez.

Gökyüzüne, şu ağaca, ışığın güzelliğine, bulutların ince ve narin kıvrımlarına bakın. Eğer onlara bir imge üretmeden bakabilirseniz, kendi hayatınızı da anlayabilirsiniz. Ancak siz kendinize bir gözlemci, hayatınıza da gözlenen herhangi bir şey olarak bakıyorsunuz fakat gözleyen ve gözlenen arasındaki ayrım burada da karşımıza çıkmaktadır. Bu ayrım, tüm çatışmaların, kavgaların, korkunun, acının ve ümitsizliğin özünü teşkil eder.

…”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

YAZ TATİLİ

Anılarıma kaldığım yerde devam ediyorum.

Her geçen gün büyüyen çocuk henüz korkularla tanışmadığı için o farkındalığı ile tekrar sandığın başına geçiyor, kilidin içinde anahtarı çevirip bir anıyı da serbest bırakıyor.

Karneler alınmış, okullar kapanmıştı. Ağabeyim, kardeşim ve ben, çok iyi karne getirmiştik ailemize. Tabii ki buna en çok sevinen ortanca amcamdı. Daha önceki anılarımda da bahsettiğim ortanca amcam çocuğu olmadığı için bütün ilgi ve dikkatini bize vermişti. Küçüklüğümüzden beri her şeyimize karışırdı. Ne yapmamız gerektiği konusunda babamdan çok amcam yönlendirirdi bizi. Tabii ki ben büyüdükçe bu durumdan rahatsız olmaya başlamıştım. Bu rahatsızlığımdan anneme söz edince “Amcan sizin iyiliğinizi istiyor,” dedi. İyiliğimizi istediğini biliyordum, anneme de bunu söyledim ve “Ama her zaman her şeyin mükemmel olmasını, sürekli derslerde başarılı olmamızı istiyor. Ayrıca hata olunca öfkeleniyor ve sesini yükseltiyor,” dedim. Her derste yüksek notlar alarak amcamı mutlu etmeye çabalıyorduk. Bunun bende büyük bir baskı yarattığını zaman içinde anladım. Anneme her dersi eşit oranda sevmediğimi ve ona göre çalıştığımı anlattım, “Zaten” dedim, “Sorumlu bir çocuk bütün derslerine çalışır, yapması gerekeni yapar.” Sorumluluklarımın farkında olduğumu göstermeye çalışıyordum. Tabii ki annem de biliyordu fakat o da sesiz olduğu için amcama bir şey diyemiyor, sadece idare ediyordu. Üstelik babam da annem gibiydi.

Amcamın o yıllardaki baskıcı tutumu ve hayatımıza müdahale edip yönetmesi yüzünden ruhumun sıkıştığını ve özgür olamadığını ancak ileri yaşlarda fark ettim. Bunu fark ettiğimde de ilk işim oradaki olayı şifalandırıp tekrar özgürleşmek oldu. Bunu zamanı geldiğinde anlatacağım.

Yaz tatili artık başlamıştı. Ağabeyim ve kardeşim, babamın yanına gidip çalışıyorlardı. Ben de evde anneme yardım ediyordum. Arkadaşlarımla buluşuyordum, ayrıca okumam gereken kitapları okuyordum. Her yaz olduğu gibi annem bizi denize götürüyordu. Bir akşam babam tatile gideceğimizi fakat bunun için dini bayramı beklememiz gerektiğini söyledi. Çünkü iş yerini ancak bayramda kapatabileceklerdi ve küçük amcam ile birlikte gidecektik. Sevinçten havalara uçtuk. O dini bayramın gelmesi için gün saymaya başladım. Her gün takvime bakıyordum. Heyecanlıydım çünkü benim için tatil yapmaktan ziyade her zaman olduğu gibi deniz önemliydi.

Tatil günü geldiğinde annem valizleri hazırlamaya başladı. Giyeceğim kıyafetleri kendim seçip anneme verdim. Üniversitede okuyan ablamın da sınavları bitmişti, rahatlıkla bizimle gelebilecekti. Ablamın sınavları önemli olduğu için tatilden ziyade proje çizmeyi tercih ederdi genellikle. Hazırlıklar tamamlanmıştı. Ertesi sabah küçük amcam, yengem, çocukları ve biz ailece o büyük arabamıza binip tatil yapacağımız yere gitmek üzere yola çıktık. Ortanca amcamlar bizimle gelmedi, onlar kendi başlarına kalacaklarını söylemişlerdi. Tabii her zamanki gibi bu durum babamı mutlu etmemişti. Onu amacı hem bayramı hem de tatili bütün aile bir arada geçirmekti. Babam geleneklerine bağlıydı, dini bayramlarda evde olup misafir ağırlamayı, akrabaları ziyaret etmeyi severdi. Bu yüzden tatile gitmek istemezdi. Bu sefer şehir dışına çıkmayı kabul etmesinde biraz da olsa küçük amcamın rolü vardı. Babama kalsa yine “Bayramı evde geçirelim,” derdi.

İstanbul’dan yaklaşık altı saat süren yolculukla amcamın bulduğu otele ulaştık. Otel denizin hemen yanındaydı, çok sevindim görünce. Annem ve yengem otel hakkında konuşuyorlardı, söylediklerinin içinde benim için en önemli olanı denize yakınlığıydı. Çünkü kimseye sormadan hemen odadan çıkıp denize girebilecektim. Onlar yol yorgunluğunu atmak için dinlemek istediler. Bense bir an önce denize girmeye can atıyordum. Kıyafetimi değiştirip denize gitmek istediğimi söyleyince annem, “Niye bu kadar acele ediyorsun ki? Daha yeni geldik, biraz dinlen, bir şeyler ye ondan sonra gidersin,” dedi. Aldığım cevabın memnuniyetsizliği ile “Ben senin gibi değilim, yorulmadım ve acıkmadım. Şu anda canım bunu yapmak istiyor, onun için de gideceğim,” dedim. Sağ olsun, annem beni kırmadı, otel denize ne kadar yakın da olsa beni tek başına bırakamayacağı için kardeşim ve ağabeyimi de alarak bizi denize götürdü. Ablam da sonra geldi.

İstanbul’da denize girdiğimiz yerlerde genellikle fazla dalga olmazdı. İlk defa çok dalgalı bir denizle karşılaşmıştım. İnsanlar o dalgalı denizde yüzmeye çalışıyorlardı. Annem her zamanki gibi “Fazla ileri gitme,” diyordu. Kardeşim benim gibi cesaretli değildi. O genellikle kıyıda yüzer pek ileri gitmez, benim de çok açılmamı istemezdi. Henüz altı yaşındayken adadaki yazlıkta bir kişinin denizde boğulduğunu görmüştü ve o günden sonra da denize karşı bir ürkeklik gelmişti üzerine. Bu yüzden ben hiçbir korku duymadan dalgaların içine girip gözden kaybolunca kardeşim paniğe kapılmış hemen ağabeyime ve ablama seslenmiş. Neyse ki ablam beni dalgaların arasında görüp kardeşimi sakinleştirmiş.

Bu endişeli anların dışında tatilimiz çok güzel geçti. Artık dönüşe geçme zamanı gelmişti. Ben çok mutluydum, hem denizin tadını çıkarmıştım hem de yeni arkadaşlar tanımıştım. Biraz daha kalmak istedim ama kalmadım diye de üzülmedim ve mutsuz olmadım. Çünkü daha yaz tatili devam ediyordu ve İstanbul’da kendim için hazırladığım programlar beni bekliyordu.

Çocuklara yol gösterirken hiçbir zaman baskı uygulamamak gerekiyor. Baskı ile yönlendirilen çocuk kendini özgür hissederek büyümediğini maalesef ileri yaşlarında görüyor. Bir de özgür ruhlu bir çocuk ise buna hiç gelemiyor. Çocuk kendi sorumluğunu almayı öğrenmişse artık o çocuğa yaptığı iş veya yanlış hakkında bir farkındalıkla çözmek yolu göstermek gerekiyor. Her aile çocuğunun başarılı olmasını ister fakat bu konuda çocuğa hiçbir zaman baskı yapılmamalıdır. Üstelik çocuğun başarısı sadece derslerle ölçülmemelidir. Her çocuğun yeteneği farklıdır.

Çocukların küçük yaşta bilinçaltına yerleşen korkular zamanında şifalandırılmazsa geleceğini de etkiler. Özellikle ailelerin farkına vardıkları anda o korkuyu şifalandırmaları gerekiyor. Aksi hâlde o korkuyla büyüyen çocuk ileride daha farklı korkuları da ekleyerek ruhu hapisteymiş gibi yaşıyor ve yapabileceklerini de yapmıyor, yapamıyor.

Çocuk, özgür olarak büyür.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

DOĞAL TAŞLARDAN GELEN ŞİFA – 5

Sevgili okuyucularım, doğal taşlarla ilgili bu ayki yazımda yine ilginizi çekecek bilgiler bulacaksınız.

“Hangi doğal taşı almalıyım ve bu doğal taşlar niçin kullanılır?” diyenler için Hasan Kocabaş’ın 2006’da Mozaik Yayınları’ndan çıkan “Şifalı Taşlarla Sağlıklı Yaşam” adlı kitabı ile www.sertmineral.com sitesinden derlediğim bilgileri paylaşıyorum.

Belki birçoğumuz taşların faydasına inanmayabilir, sırf renkleri ve şekilleri hoş göründüğü için kullanır. Oysa önemli olan her bir taşın nasıl bir özelliğe sahip olduğu bilgisidir. Bu bilgiye sahip değilsek kullandığımız taştan fayda göremeyiz. İçlerinde hiç duymadığımız o kadar taş var ki rengini ve şeklini beğenmediğimiz için kullanmadığımız ama çok faydasını göreceğimiz taşlardır çoğu. O yüzden renkler ve şekiller sizi aldatmasın.

İşlenmemiş, toprağın altında olduğu hâliyle kalmış taşlara doğal taş denir. İşlenmemiş taşlar kendi titreşimleri ile enerji yayar. Doğal taşlar enerjilerini kaybetmez yani bir nevi ölümsüzdür. Çok eski zamanlardan günümüze kadar birçok medeniyet, taşların enerjilerinin şifa kaynağı olduğuna inanmıştır.

Onlarca çeşit doğal taşın farklı özellikleri ve etkileri olduğu söylenir. Bu taşlardan bazıları değerli, bazıları da yarı değerlidir. Binlerce yıllık geçmişe sahip doğal taşlar, eski çağlarda iyileştirici özellikleri sayesinde tedavi amaçlı sıkça kullanılıyordu.

“Doğal taşlar ne işe yarar?” sorusunun yanıtı ise aslında çok kapsamlı. Her doğal taşın farklı bir özelliği ve iyi geldiği konu var. Doğal taşların faydalarına genel olarak değinmek gerekirse, taşıyan kişiye pozitif enerji verdiği, iyileştirici, zihin rahatlatan ve huzur veren bir etkisi olduğu biliniyor. Doğal taşların enerjilerinin direkt olarak bedenimize etki ettiği düşünülür.

Doğal taşları sürekli üstte taşımak ve enerjisinden faydalanmak için takılarda kullanmak sık tercih ediliyor. Bunun dışında avuca sığacak büyüklükteki doğal taş parçalarını da meditasyon yaparken kullanabilirsiniz. Özellikle çakraları açmada çok faydalıdır ve gerçek faydayı elde etmek için de düzenli kullanılması gerekir. Bir kez meditasyonda kullandıktan sonra bir ya da iki ay ara verdiğinizde beklediğiniz sonucu alamazsınız. Bir de kullanılan doğal taşlar taklit değil gerçek olmalı. Küçük bile olsa hakiki olması gerekiyor. Sadece ev dekoru olarak kullanmak da mümkündür fakat en güzeli enerjilerinin bedenimize direkt etki etmesidir. Özellikle meditasyon yaparken mutlaka kullanılmasını tavsiye ederim.

Doğal taşların temizliği ya akan suda ya 12 saat toprağın üstünde bekletilerek ya da dolunay zamanlarında ay ışığına bırakılarak yapılır. Bazı doğal taşlar suda çözündüğü için suya değdirmemeye dikkat etmek gerekiyor. Bazı doğal taşlarda ise kendi kendini temizleme özelliği vardır.

DUMANLI KUVARS

Anahtar kelimeler: Topraklama, negatif enerjiyi dönüştürmek, radyasyondan korunma

Element: Dünya

Çakra: Kök çarka

Dumanlı kuvars en etkili topraklama taşıdır. Aynı zamanda meditasyon sırasında güçlü titreşimler sağlar. Bu koruyucu taş vücutta bulunan yedi temel çakra ve ekolojik çevre arasında güçlü bir bağlantı kurar. Bu taş stres için güçlü bir panzehirdir. Zor durumda kişiye sakinlik vererek bulunduğu stresli ortamda doğru kararlar almasını sağlar. Ruhsal enerjiyi nazikçe çevrede bulunan negatif titreşimlerden arındırır.

Dumanlı kuvars arkanızda bırakmak istediğiniz sorunlardan nasıl kurtulacağınızı öğretir. Psikolojik olarak dumanlı kuvars korkulardan kurtarmaya, depresyonu hafifletmeye ve duygusal acıyı azaltmaya yardımcı olur. İntihar eğilimini engeller. Suç işleme duygularını indirger, konsantrasyonu güçlendirir. Kişiyi pozitif düşünmeye yönlendirir. İletişim güçlüklerini ortadan kaldırır. Zihni meditasyona hazırlar. Ağrı tedavisinde özellikle baş ağrılarında kullanılır. Üreme sistemine, kas ve sinir sistemlerine ve kalbe faydalıdır. Kramplarda, sırt ağrılarında rahatlamaya yardımcı olur. Sinirleri güçlendirir. Vücut tarafından minerallerin kolayca emilimini sağlar. Radyasyonu engellemede çok etkili bir taştır.

Yastığın altına konularak ve telefon, bilgisayar gibi radyasyon yayan iletişim araçlarının çevresinde bulundurularak kullanılır. Uzun süreli periyotlarla kolye ucu olarak kullanılmalıdır. Stresten kurtulma amacı ile kullanılacak ise dumanlı kuvarsınızı kullanmadan önce bir gece toprakta bekleterek temizlenmesini sağlayın. İki avucunuzun arasına dumanlı kuvarsınızı alın ve birkaç dakika sessiz bir şekilde oturun. Bu şekilde uygulama yapmaya birkaç gün üst üste devam edin. Ağrıyan bölgenin üzerine koyma yolu ile ağrılarınızdan kurtulabilirsiniz. 

DİOPTASE 

Anahtar kelimeler: Affetme, şefkat, refah

Element: Su

Çakra: Kalp çakrası

Dioptase, kalp çakrasını açma özelliği olan en güçlü taştır. Mavi yeşil renginden dolayı aslında bütün çakralara enerji verir. Çakraları olumlu yönde etkiler. Geçmişten ders alarak geçmişini unutmadan günü yaşamaya yardımcı olur.

Sevgi, şefkat ve merhamet gibi duyguları uyandırır, kalp kırıklıklarının tedavisinde etkili olur. Yüksek tansiyon ve migren tedavisinde faydalıdır. Kalp krizini engeller; kalp ve kan dolaşımı sistemini destekler, bitkinliği azaltır. Eskiden yaşanmış duygusal travmalardan kaynaklanan fiziksel rahatsızlıkların tedavisinde kullanılır. Örneğin; kötü bir cinsel deneyim yaşayan bir kadının üreme sisteminde bu nedenle oluşan herhangi bir rahatsızlığın tedavisinde kullanılır.

FLORİT

Anahtar kelimeler: Zihinsel donanım, berraklık, gelişmiş karar verme özelliği

Element: Rüzgâr

Çakra: Tüm çakralar

Florit, içinde yeşil, mor, beyaz, sarı, pembe ve siyah renkleri bir arada bulundurur. Florit, adını İngilizce fluoresence kelimesinden alır. Fluoresence’in kelime anlamı ‘ışık saçma niteliği olan nesne’dir. Florit, görünmeyen ışığı emip, ışık verme yeteneğine sahip bir taştır. Ultraviyole ışınlarının altında veya herhangi bir ışık yansıması ile içinde bulundurduğu bütün renkleri belirgin bir şekilde görmek mümkündür.

Florit, elektrik süpürgesi gibi görev yapar. Beden ve zihindeki karmaşıklığı temizler, negatifliği arındırır. Zihinsel enerjiyi dengeler. Florit, zihinsel ve fiziksel koordinasyonu geliştirir. Sabit fikirlerin çözümlenmesine, dar görüşlü insanların dünyaya geniş bir pencereden bakmasına yardımcı olur. Kişinin objektif ve doğru karar vermesine yardımcı olur. Aynı zamanda tam öğrenme yardımcısıdır. Bilgileri organize edilmiş ve gelişmiş hâlde öğrenmemize, öğrenme sırasında konsantrasyonumuzun düşmemesine ve çabuk düşünmemize yardımcı olur.

Florit genel olarak denge ve koordinasyonu sağlamaya yardımcı olur. Duygu ve düşüncelerin bedenimize etkilerini anlamamızı sağlar. Bu bağlamda dengenin önemini öğretir.

Florit güçlü bir tedavi yardımcısıdır. Direkt cilde temas ettirilerek taşındığında cilt hücrelerinin yenilenmesini sağlar. Boyun bölgesinde taşındığında solunum yolları ve akciğerleri rahatlatır. Diş ve dişeti hastalıklarında iksir olarak içildiğinde (florit taşını 24 saat oda sıcaklığında su içinde bekleterek elde edilir) tedaviyi kolaylaştırdığı gözlenmiştir.

Kemik ve vücut gelişimine faydası olduğundan büyüme çağındaki çocukların bu taşı taşımaları faydalı olur. Ruhsal açıdan florit, yukarıda da bahsettiğimiz gibi denge taşıdır. Kişinin ruhsal açıdan hislerini dengede tutup daha doğru kararlar vermesine yardımcı olur. Sinir sistemini güçlendirir ve öğrenme, kavrama yeteneğini geliştirir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

İNSANLIK EĞİTİMİ

Sevgili okuyucularım, 3 Ocak 2023 tarihinde “Aldatma Enerjisi” başlığı ile paylaştığım yazımda her insanın evrene bıraktığı aldatma enerjisinin nasıl bir bumargana dönüştüğünden bahsetmiştim.

6 Şubat 2023 tarihinde çok çok üzücü ve ülkemizi her açıdan çok derin etkileyen bir doğal afet olan depremi yaşadık ve çok sayıda ülke bu acıya ortak olarak yardımlaşma başlattı.

Yurt içinde de herkes yardım için harekete geçti. Bununla birlikte birçok insan ilk başta ne yaptı? Hemen bu depremin yol açtığı hasara bakarak suçlamalara ve yargılamaya başladı. Öfke ve nefret duyguları körüklendi. Tabii ki çok büyük üzüntü ve acı var. En önemlisi de binlerce can kaybı var. Bu büyük acı karşısında sakin kalabilmek mümkün olmayabilir.

Hep kendi aramızda konuşuruz, yazarız ve sosyal medya hesabımızda paylaşırız, “Eğitim çok önemli, bilim çok önemli,” diye. Tabii ki bilim önemlidir, eğitim önemlidir. Eğitim konusuna ben şöyle bakıyorum; insani eğitim bir de meslek edinmek için alınan eğitim yani öğretim.

Bana göre en önemli eğitim, insani eğitimdir. İnsani eğitimin içinde dürüstlük, vicdan, merhamet, empati ve tabii ki bunların bütününü kapsayan ahlak vardır. Bu acılı günlerden geçerken de hepimizin şapkamızı önümüze koyup düşünmemiz gereken insani eğitimimizin ne kadar yeterli olduğudur.

İnsani eğitim almış bir insan yaptığı iş ne olursa olsun dürüstlükle ve doğru düzgün yapar. Kendi menfaatini düşünerek başkalarını aldatmaz ve çifte standart uygulamaz.

Dürüstlük insani eğitimin temel taşıdır. Bir insan en başta kendine karşı dürüstse yaşadığı her durumu vicdanıyla değerlendirir ve vicdan varsa zaten işini de dürüstlükle yapar, hiçbir canlıya zarar gelmesini istemez. Böylece bilimin söylediğinin, kanunların emrettiğinin dışına çıkmaz. Maddiyatın insani değerlerin önüne geçtiği yerde ise maalesef insani eğitimden söz edilemez. Çünkü maddiyata odaklanmış insanlar kolaylıkla dürüstlükten vazgeçip kendi menfaatleri için aldatma enerjisi verirler.

İnsanların yaptıklarını denetlemek için zaten kanunlar var. Eğer işini gerektiği gibi yapıyorsa tamam, yapmıyorsa hukuk sistemi cezasını verir. Örneğin işyerinde denetim yapılacağını öğrenen kimi işletme sahipleri hemen telaşa kapılırlar, denetimde bir eksiklik çıkarsa diye. Hâlbuki iş düzgün yapmış ise korkacak, telaş edecek bir şey yoktur. Gönül rahatlığı ile “Gelsin,” derler.

Bir de bireysel olarak içimizdeki denetim mekanizması var ki o da vicdandır. Örneğin evinde bir başkasına yemek veya pasta yapan bir kişi eğer vicdanı varsa malzeme seçiminde dürüst davranır, bayatlamış ya da son kullanma tarihi geçmiş malzemeleri kullanmaz. O kişi bunu yaparken bilim veya kanun emrettiği için mi yapıyor? Hayır. Vicdanı emrettiği için. O yemeği veya pastayı götürdüğü kişi kullandığı sebzenin taze olup olmadığını veya pasta malzemesinin tarihinin geçip geçmediğini biliyor mu ya da biri gelip bunları denetliyor mu? Yiyeceği hazırlayan kişi sadece kendi vicdanı ile baş başa kalıyor. Vicdanı olan bir insan hiçbir canlıya bilerek zarar vermez. Nefsine yenilmez.

Tıpkı bu örnekte olduğu gibi vicdanlı insan günü kurtaracak, fazla para kazanacak diye işini düzgün yapmaktan vazgeçmez. Yasadan önce vicdanının sesini dinler.

İşte bunun ne zaman farkına varıyoruz? Büyük acılar yaşadığımızda. Oysa yukarıda bahsettiğim örnekten hareketle diyebilirim ki gerçekte bir kişiye verdiğiniz zarar ile on kişiye verdiğiniz zarar arasında hiç fark yok. Çünkü bugün bir kişiye zarar verilir, yarın on kişi, öbür gün bakarsınız binlerce kişi olur.

Aslında meselenin özü her insanın kendi insanlık eğitimi yüzleşmesidir. Bu yapıldığı zaman olay çözülecek.

İçinizde vicdan varsa sadece canlılara değil hiçbir şeye zarar vermezsiniz. Evinizin dışındaki herhangi bir mekânda da evinizdeymiş gibi hassasiyetlerinizi sürdürürsünüz. Örneğin otelde kalıyorsunuz ya da iş yerinizdesiniz. Ortam aydınlık olduğu hâlde elektrik gereksiz yere açık ise kapatırsınız veya bir musluk bozulmuş, su boş yere akıyorsa hemen ilgililere haber verirsiniz. “Boş vereyim, benim işim mi?” demezsiniz. İşte insani eğitimin sonuçlarından biridir bu: Duyarlı olmak. Sadece bizi ilgilendiren durumlar karşısında değil her zaman, herkes ve her şey için gerekli duyarlılığı göstermek.

Hep konuştuğumuz konulardan biri de merhamet. Merhametli insan evrendeki yaratılmış hiçbir canlıya zarar vermez, zarar görmelerine neden olacak eylem ve davranışta bulunmaz. Aksine o canlıları zarar görmesin diye korumaya alır, sahiplenir. Zor durumda bir canlı gördüğünde de hemen merhameti ile elinden geldiği kadar yardım eder. Kendini düşünüp “Nasıl olsa ben rahatım, başkası yapsın,” demez, imkânları ölçüsünde yapabileceği ne varsa yapar. Bu noktada yalnızca merhamet değil, vicdan ve duyarlılık da devreye girer.

İnsani eğitimin bir unsuru da empati kurmaktır. Türkçe ifadesiyle “duygudaşlık”, “başkasının yerine kendini koyabilmek”. Başkasının yaşadığı acıları, içinde bulunduğu zor şartları içinde hissetmeyenlerin o acıları anlaması olanaksızdır. İnşaatı yapan müteahhit ve onun denetleyen mühendisler veya imar için imza veren kişiler, bir gün kendilerinin de deprem gerçeğiyle yüzleşip enkaz altında kalma risklerinin bulunduğunu akıllarından çıkarmazlarsa işlerini düzgün yaparlar. Ne sağlam olmayan zeminde yapılaşmaya izin verirler ne de kötü malzeme kullanırlar. Yalnızca deprem değil yangın, sel gibi her türlü afette insan evsiz kalabilir. Bunu unutarak depremzedelerin taşınacağı konutların kiralarını fırsatçılıkla gerçek değerinin üzerinde artıran ev sahiplerinin de empati yoksunu oldukları söylenebilir.

İnsani eğitimin unsurlarından bir veya birkaçı eksik olduğunda ne yazık ki yanlış yollara sapılıyor ve yanlış işler yapılıyor. Bu her sektör için hatta hayatın tüm alanları için geçerli. Örneğin aynı şekilde hastasına bakan doktor o hastanın maddi imkânlarına bakmadan o hastadan para kazanmak için gereksiz tahliller istiyorsa ya da ilaç tedavisiyle sonuç alınabilecekken ameliyat yapıyorsa o doktorun dürüst ve vicdanlı olduğu söylenemez.

Hemen hepimizin yaşadığı bir durumu örnek vereyim. Bir işimizin olması için devlet dairelerine başvururuz. Bir tanıdığınız yoksa işiniz uzar gider. Eğer tanıdığınız varsa işiniz hemen hallolur. İşte çifte standart! Aynı şekilde yaptığınız bir projeye belediye onay vermez, yanlış bulur fakat kendi arkadaşının veya menfaat sağladığı birinin projesini uygular. Oysa dürüstlük şartlara ve kişilere göre esneyebilen bir kavram değildir. Dürüst insan şartlar ne olursa olsun doğru olan ne ise onu yapar.

Daha başka bir örnek ile insani eğitime bakmaya devam edelim. Kendi adına işyeri açan kişinin, daha önce çalışanı olduğu işyerinin müşteri portföyüne ilişkin bilgileri de beraberinde götürmesi ve bunu eski işyerinin adını kullanarak ticari bir kazanca çevirmesi sizce ne kadar dürüst ve etik bir davranıştır? Oysa müşteri o elemana değil o firmanın ismine ve o işi kurana geliyor. Bunun ilgili tanık olduğum bir örneği anlatayım. Sprituel ile uğraşan bir kişinin kendi mekânı var. Yanında maaşlı iki kişi çalışıyor. Gelen danışanlarına artık işi kendisinin yapmadığını, eğitim verdiği çalışanlarının yaptığını söylüyor. Danışanlar tabii ki firmanın güvencesi altında iki kişinden birini seçiyor danışmanlık almak için. Sonra bu iki çalışan işten ayrılıp kendi mekânını açıyor. Yaptıkları ilk iş ayrıldıkları işyerine gelen danışanların her birine mail, telefon ve sms ile ulaşmak oluyor. Amaçları eski patronlarının danışanlarını kendilerine çekmek. Tanık olduğum bu durum karşısında sessiz kalamadım. Neden böyle davrandıklarını sordum. Yanıtları da davranışları gibi dürüstlükten uzaktı: “Bizde kayıtlı olduğu için gelmiştir mesaj.” Kendilerini tanımayan eski patronlarını bilen insanlara da gittiğini söylemekle yetindim. İşte burada da insani eğitim yetersizliğinden söz edebiliriz. Bu kişilerin yaptığı iş ne kadar doğru olabilir ki? Kendi işini kurabilir, saygı duyulacak hatta takdir edilecek bir durumdur bu. Fakat ekmeğini yediği kişinin danışanlarını almaya çalışmanın izah edilir yanı yok.

Her yazımda söylediğim ve belki okumaktan sıkıldığınız bir cümleyi tekrarlayacağım: İnsan önce başkasını suçlamak yerine kendiyle, insanlık eğitimi ile yüzleşmelidir.

Kimse bilimi inkâr edemez. Ama şu ince çizgiyi unutmamak gerekiyor. İnsanlık eğitimi almış bir insan her zaman ahlaklı ve erdemli olarak yaşar. Hangi işi yaparsa yapsın yaşadığı sürece evrendeki hiçbir canlıya manevi ve maddi olarak zarar vermez.

Yol insanlıktan geçer.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

İÇİN MUTLU İSE

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz. Birçok insan mutluluğu hep dış etkenlere bağlar. Kendi içindeki mutluluğu yakalamaya ve ortaya çıkarmaya bir türlü çalışmaz. Mutlu olmak için hep bir isteği olur. İstekleri arttıkça yerine gelmesi güçleşir. Bu döngü böyle devam eder. Dış etkenlerle elde ettiği mutluluğun geçiciliğini göremediği için o etken ortadan kalktığında sarsılır ve daha derin bir mutsuzluk yaşar.

Bir söz vardır: “Öldükten sonra unutulmak istemiyorsan ya okunmaya değecek bir şeyler yaz ya da yazmaya değecek bir şeyler yap…”

Şimdi sizi hikâyemizle baş başa bırakıyorum.

MUTLULUK

Haşmetli bir kral, hayatının mutsuz bir döneminde, maiyeti ile şehirde bir sabah yürüyüşüne çıkar. Sokakları dolaşırken insanlar arasında bir dilenci görür, hâline çok üzülerek yanına yürür.

“Dilenci! Dile benden ne dilersen! Bir kereliğine dileğini yerine getireceğim.”

Oysa dilenci alelade bir dilenci değil, kralın çocukluğunda öğretmenliğini yapan ve bazı gerçekleri söylediği için saraydan atılan akıl hocasıdır. Son bir ders vermek ister kendisini tanıyamayan kralına.

“Majesteleri, affedersiniz, saygısızlık olarak algılamayınız ama büyük konuşuyorsunuz. Sizin de gerçekleştiremeyeceğiniz dilekler, şeyler olabilir.”

Kral, gururuna yediremez ve öfkelenir: “Sen kimsin ki bana bunu söylüyorsun be adam! Ben kudretli bir kralım, her şeyi yapabilirim. Sen dileğini söyle de gör bakalım gerçekleştirebiliyor muyum?”

“Nasıl isterseniz Kralım. O zaman elimde tuttuğum bu çanağı servetle doldurunuz.”

Kral hemen vezirlerine buyurur, vezirler yanlarındaki büyük keselerden çanağa altın dökmeye koyulurlar. Ne var ki çanak altınla doldukça aynı anda boşalır, içine dökülen altınları yok eder. Altınlar, elmaslar, yakutlar ve zümrütler, derken gümüşler ve bakır sikkelerle kral hırsından elindeki bütün hazinesini çanağa döktürmüşse de nafile! Çanak yeni altınlar beklercesine karşısında yine bomboş durur. Kral, sonunda mağlubiyeti kabul ederek “Sen kazandın dilenci. Çanağı dolduramadık. Ama sana bir sorum var, bu çanak neden yapılmış? Yani hammaddesi nedir ki?” der.

Dilenci, sorulmasını beklediği soru karşısında gülümseyerek ve vakur bir biçimde cevap verir:

“Bu çanak, Majesteleri, insanoğlunun istek ve ihtiyaçlarından yapılmıştır. İnsan, hiçbir zaman sahip olduğuyla yetinmez, hedeflediği ve hayal ettiği her şeyi elde ettiği anda, zihni onu unutturur, uzaklaştırır ve yeni istekler ve ihtiyaçlar yaratır kendine. İnsan aklı, mükemmel bir hizmetkâr olsa da berbat bir efendidir. Bu yüzden, zihnine inanarak mutluluğu dışarıdaki isteklerinde arayan insanoğlu asla tam olarak mutlu olamaz. Sizden dileğim, mutluluğu kendi içinizde aramanızdır.”

Mutluluk, uzak bir tepenin üzerindeki mis kokulu gül bahçeleri içinde inşa edilmiş bir sırça köşk değildir. Mutluluk, hayat yolunun atomu olan ve ismine “an” dediğimiz en küçük zaman dilimlerinin, yani gerçekte var olmayan o sırça köşke giden yolun ta kendisidir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

ÇOCUKKEN ÖĞRETİLEN GÜZEL ALIŞKANLIKLAR

Anılarıma kaldığım yerde devam ediyorum.

Her geçen gün hem ruhen hem fiziksel olarak büyüyen çocuk yine elindeki anahtarı ile sandık başına geçip kilidi açıyor ve bir anıyı daha serbest bırakıyor.

Okulun tatile girmesine bir hafta kalmıştı, dördüncü sınıfı bitirip beşinci sınıfa geçecektim. En büyük sevincim ilkokulun bitmesine bir yıl kalmasıydı. Diğer taraftan bir üzüntüm vardı; kardeşim geçirdiği rahatsızlıktan dolayı bir sene okula gidemediği için onun ilkokuldan mezun olmasına daha iki senesi vardı. Ben mezun olunca yalnız başına okula gidip gelecekti. Oysa biz her zaman birlikte gidip geliyorduk. Okul çıkışında yürürken ya da serviste gün içinde yaşadıklarımızı konuşarak eve gidiyorduk. Tabii bu bir alışkanlık hâline gelmişti. Ama güzel bir alışkanlıktı çünkü yaşadıklarımızı birbirimizle paylaşıyorduk.

Bir alışkanlığımız da akşam yemeklerinde ailece sofrada olmaktı. Babam ve annem, tek başımıza olsak bile masada yememizi isterlerdi. Yiyeceği elimize alıp ayakta ya da koltukta oturarak yememize izin vermezlerdi. Bir sofra düzeni olduğunu öğretmişlerdi bize. Bir bisküvi bile olsa annem masada oturup yememizi söylerdi, “Ayakta yediğiniz zaman ister istemez yere kırıntı dökülüyor,” derdi. Ayrıca yiyeceğin önemli ve kutsal olduğunu, eve bereketini getirdiğini de öğretmişlerdi. Tabağımıza konulan yiyecekleri bitirmemize çok önem verirlerdi. Böylece tabağımıza yiyebileceğimiz kadar yemek almamız gerektiğini öğrenmiştik. Bizim evde herhangi bir yemeği beğenmemezlik de yapılmazdı, annem ve babam bunun yemeğe hakaret olduğunu söylemişlerdi. Tabakta yemek bırakarak çöpe gitmesine ve bu şekilde israf edilmesine ikisi de çok karşı çıkıyordu. Annem, eve gelen bir meyve veya sebzenin çürümesine ve çöpe gitmesine hiçbir zaman izin vermezdi. Bu bizde de alışkanlık olarak kaldı.

Babamın işten eve geldiği zaman anneme, “Nasılsın? Günün nasıl geçti?” demesi, evimize telefon bağlandıktan sonra gün içinde iş yerinden birkaç kere annemi arayıp gününün nasıl geçtiğini sorması sevdiğim alışkanlıklardı.

Ailemizdeki en önemli alışkanlıklardan biri de kendimizin dışındaki aile bireylerine gelen mektupları açmamaktı. Ağabeyim ortaokuldaydı, yurt dışında yaşayan bir arkadaşı ile mektuplaşıyordu. O zamanlar mektup arkadaşlığı vardı. Yabancı ülkelerde yaşayan insanlarla mektuplaşılırdı. Ağabeyim, hem İngilizcesini ilerletmek hem de arkadaşlık yapmak için mektup arkadaşı edinmişti kendine. Postacı mektubu getirdiğinde annem doğrudan ağabeyimin çalışma masasının üstüne koyardı. Ben ve kardeşim, kimden geldiğine bile bakmazdık. Çünkü annem ve babam, en yakınımız, kardeşimiz bile olsa hiçbir zaman özel eşyalarına izinsiz bakılamayacağını ve karıştırılamayacağını öğütlemişlerdi.

Evimizdeki güzel bir alışkanlık da çiçeklerdi. Annemin çiçekler konusunda çok ayrı bir merakı vardı, çiçek yetiştirmeyi çok severdi ve özen gösterirdi. Çiçekleriyle konuştuğuna çok şahit oldum. “Onlara sevgimi aktarıyorum konuşarak,” derdi ne yaptığını sorduğumda. Salonun büyük bir kısmı annemin özellikle her renkten menekşeleri ile doluydu, sarmaşık ve kauçuk da vardı. Salonun ortasında bir kolon vardı ve annem o kolana sarmaşık sarmıştı. Kauçuk ise öylesine büyüktü ki bir ağaç gibi görünüyordu. Salonun bir kısmını resmen çiçek bahçesi yapmıştı. Gelen misafirler anneme, “Ne güzel çiçek yetiştiriyorsun. Bizde böyle olmuyor,” diyorlardı, o da yetiştirdiği çiçeklerin bir kökünden mutlaka veriyordu kendilerine. Evde çiçek olmasını babam da severdi, rahatsız olmazdı.

Ben en çok evde kokan çiçek olmasını seviyordum. Ablam üniversitede okuyordu, okuldan gelirken nergis, sümbül, yasemin, frezya gibi güzel kokulu çiçekler alıp getirirdi. İkide bir gidip onları koklamak benim için büyük bir mutluluktu. Tabii ki ablam okuldan dönerken başka şeyler de alıp geliyordu, o anda evin bir ihtiyacı varsa annem söylüyordu. Fakat çiçeği kendi içinden gelip de alması başka bir anlam ifade ediyordu. Bu çiçek alışkanlığı hep devam etti. Böylece daha o yaşlarda evde çiçek olmasının özellikle de güzel kokulu çiçeklerin yaşanan mekâna farklı bir enerji verdiğini ve güzellik kattığını hissetmiş, kavramıştım. Bir çiçek solduğunda ablamın yenisini alıp getireceğini biliyordum. 

İnsan çocukluk zamanında edindiği alışkanlıkların büyüyünce devam ettiğini görüyor. İyi veya kötü fark etmez, alışkanlıklar devam eder. İyi alışkanlıklara sözüm yok ama kötü alışkanlıklardan kurtulmak gerekir. Bazen deriz, “Çocuk aileden ne görürse öyle büyür.” Tabii ki aileden gördüklerini hayatına uygular. Fakat bazen aileden görmez kendini yetiştirir ve aileden aldığı olumsuz bir alışkanlık da varsa değiştirir. İşte bu da çocuğun kendi üzerinde farkındalığı ile başlar. Aslında “Ağaç yaşken eğilir” sözü boşuna söylenmemiş. Çocuğa küçükken olumlu alışkanlık kazandırılırsa büyüdüğünde kendine ve etrafa zarar vermez.

Gün içinde yaşadıklarını paylaşmayan birbirlerine “Günün nasıl geçti?” diye sormayan aileler var. İşte bu iletişim bozukluğudur ve birbirine değer vermemektir. Bu iletişimsizlik giderek paylaşımı azaltıyor maalesef.

Çocuklar alışkanlıklarını unutmazlar.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN