Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi “Korkusuzca Yaşabilmek”
Bu kitabın yazarı olan; Guy Finley, Amerikalı bir kendi kendine yardım yazarı, filozof, ruhani öğretmen ve eski profesyonel söz yazarı ve müzisyendir. Bu kitabında ise insanların özgür olma istediğinden vazgeçmemelerini ve her zaman daha fazla korkusuzca ışığı kullanabilirler olduğunu anlatıyor.
Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.
“…
Yaşamı aydınlatan ışığa hoş geldin demek. Kalbin gerçek derinliği ve genişliği; yalnızca taşıyabildiğiyle değil, akışa teslim olmak için ne kadar istekli olduğuyla da ölçülür.
Biz insanlara, her şeyi mümkün kılan güce sahip benliklerimizdeki sonsuz Işık’ın varlığından daha parlak bir hediye, daha büyük bir potansiyel verilmemiştir. Bu ışığın kutsal karakteri, bizlerin, kendimiz için bilinçsizce yarattığımız korkula bir yana, hiçbir korkunun tutsağı olarak yaratılmadığımızı bilir.
Her zaman sessizce varlığını koruyan bu Işık; tıpkı bir lambanın aydınlığı nasıl onun ışığında emniyetle yürüyen bir kişinin önünde ise her defasında bizim önümüzde gider. Bu küçük mecaz pek çok şeyin açıklanmasına yardımcı olur. Sözgelimi, eğer bu Işık – varlığı işlerin yolunda gitmesini sağlayan ebedi güç – zaten içimizdeyse neden pek çok sorunla karşılaştığımız sorulabilir. Tama içimizde yer alan böyle bir cesaret kaynağı varken neden korkularımız onları aşabilme yeteneğimize baskın geliyor?
Eğer gece lambayı yanımıza almayı unutursak, o lambanın ışığının ne faydası olabilir? Diğer bir ifadeyle, yaşam yolunda Işık olmadan yürümenin muhtemelen tökezleyeceğimiz ve “bir çukura düşeceğimiz” anlamına geldiğini hatırlayamazsak, o Işık’ın içimizdeki korkusuz doğasının ne faydası olabilir?
Bu yeni farkındalığın Işık’ı içimizde aydınlandıkça, tüm yaşamımız boyunca aradığımız ve uğruna savaştığımız şeylerin ta kendisi oluruz: şefkat, bilgelik, iyilik, cesaret ve sevgi.
Işık’ın ebedi varlığını kavrayışımız onun korkusuzluğuna bağlanabilmemizdir ve böylece kendimize hükmetme olanağına kavuşuruz; Işık’ın yaşamına girdikçe yalnızca doğru, aydınlık ve ebedi olanı görmeyiz, tek ve gerçek benlik’imizle aynı olmanın o güzel niteliklerini de fark etmeye başlarız.
Toplumda, başarı kavramı nasıl algılanıyor? Başarı kelimesine hangi anlamlar yükleniyor? Sevgili okuyucularım, size göre başarı nedir, hangi koşulların başarı sayılacağını düşünüyorsunuz? Şimdi sizinle bu konu hakkındaki düşüncelerimi, görüşlerimi ve hissettiklerimi paylaşacağım.
Çoğu insan “başarı” deyince hemen somut olarak yapılanlara bakar. Onlar için başarı gözle görülüp elle tutulabilen, ölçülebilen, sayılabilen diğer bir deyişle niceliksel bir kavramdır. İyi bir okulda okumak, iyi bir işte çalışmak, kariyer edinmek, iyi bir iş kurmak, işleri büyütmek, mal mülk edinmek, çok para kazanmak, ünlü olmak ve aklınıza gelebilecek daha pek çok şey başarı kabul edilir. Kuşkusuz hak ederek, dürüstçe ve adaletle elde edilmişse bunlar birer başarıdır, kabul ediyorum ama gerçekçi değildir.
Bana göre hayattaki asıl başarı tamamen insan olmaktır. Tabii ki herkes kendini insan sanıyor. Benim vurgulamak istediğim, insan olarak doğup insan olarak yaşamak ve ölmektir.
Kırgız asıllı yazar Cengiz Aytmatov’un anıt mezarında şöyle yazıyor:
“Bir insan için en zor şey, her gün insan kalabilmektir.”
Evet, gerçekten öyledir. Doğduğumuzda yaşayacağımız ülkeyi, aileyi seçemiyoruz. Bir birey olarak dünyaya geldiğimizde ilk olarak aileden ve sonra çevremizden gördüklerimizle alışkanlıklar geliştiririz. Asıl olan edindiğimiz bu alışkanlıkların ne kadarının kendi benliğimize ait olduğunu bilerek, kendimizi tanıyarak eksikliklerimizi görüp fark etmek ve gerekiyorsa bunları dönüştürmektir.
Peki, insanlık, deyince ne anlıyoruz? Bana göre insanlık, kalbi büyük olmak, bütün canlılara karşı gerçek sevgi ile bakmaktır. Bu sevginin içinde neler mi var? Dürüstlük, saygı, değer, güven, cömertlik, yardımseverlik, vefa, fedakârlık, hoşgörü, vicdan, merhamet, adalet, ahlak, erdem… Liste böylece uzar gider.
İnsanoğlu ruhunu tekâmül ettirmek yerine dünyevi başarıların peşinde koşup hem kendi için hem de çevresi için başarı elde etmek ister. Bunun için didinir durur. Oysa yaşam boyunca insan olmak için verilen emek çok daha zordur.
Çünkü “İnsanım,” demekle insan olunmuyor maalesef. İnsan olmak için kendine, yeryüzünde nasıl bir ruh ile yaşadığına dönüp bakmak, ruhunun nasıl bir ışık yaydığını fark etmek gerek. İnsan olmak o ruhtaki sevgi ve ışık içermeyen davranışları, düşünceleri değiştirmek demek. Her gün kendini törpüleyip evrimleşmek demek. Yoksa oturduğun yerde “Ben insanım,” demekle olmuyor.
Seyahatlerimden birinde sohbetlerine katıldığım iki insanın konuşması ilginç geldi. Biri diğerine şunu söylüyordu: “O insan tanıdığım kadarıyla başarılı bir insandır.” Bunu duyunca hemen söz isteyip sordum, “Çok başarılı diyorsunuz. Size göre başarı nedir? Rica etsem açıklar mısınız?” Yanıt tahmin edeceğiniz gibi “İyi bir işte çalışıyor, iyi para kazanıyor, bu para ile araba almış,” oldu. İşte, insanlar hep aynı zihniyette olduğu için başarı da bu saydıklarına bağlı oluyor.
Bununla ilgili yine yaşadığım örneği anlatayım. Çok iyi bir okulda öğrenim görmüş iyi bir işi olan bir insan. Biraz daha tanıma fırsatım olunca ahlaklı ve erdemli davranışta bulunmadığını gördüm. Ürününü satarken hep fırsatçılık yapıyordu. Hem değerinden fazla fiyat veriyordu hem de ürünün kalitesi söylediği gibi değildi. İşte burada bahsettiğim başarıyı görmek mümkün değil. Hâlbuki bu ve bunun gibi kişileri bilmeyenler, iyi öğretim görmüş olmayı, iyi okulları bitirmeyi başarı olarak kabul ediyorlar. Çünkü insanlar etiketleri sevdikleri için gösteriş sevdikleri için başarıyı da bunların üstüne kuruyorlar.
Bir gün bir arkadaşım bana, “Bak şu tiyatro sanatçısı sahnede çok başarılı ve ayrıca da beş dil biliyor,” diye anlatıyordu. “Tamam, mesleğinde başarılı olabilir. Emek vermiş ona itiraz etmem saygı gösteririm. Ama etrafındaki insanlara davranışlarına baktığımda bencilliği ve kibri hemen anlaşılıyor,” dedim. Çünkü ben buna bakarım. Beş yabancı dil biliyorsa kendinedir. Etrafına ruhundaki olumsuzluklarla zarar veriyorsa egolarından ışık olamıyorsa ben ona başarı demem.
Aynı şekilde herkesin çok akıllı, çok başarılı bulduğu bir doktor gerçekten bilgi bakımından başarılı olabilir, mesleğini çok iyi yapabilir ama maddi durumu iyi olmayan hastalara bakmaktan kaçınırsa ben ona da başarılı demem.
Mühendisler, mimarlar mesleklerini çok iyi yapabilirler, başarılı olabilirler fakat çalıştıkları projelerde kendi menfaatleri doğrultusunda farklı uygulamalara gittiklerinde insanlık olarak maalesef başarılı olamazlar.
İnsanlar sadece mesleğinde başarılı olmak, para kazanmakta başarılı olmak, geleceğini garantiye almakta başarılı olmak için öyle bir koşturmaca içine giriyorlar ki ruhtaki tekâmül başarısı kimsenin aklına gelmiyor, gelse bile bunun için çabalamak istemiyor. Kaç insan bu koşturmaca sonrasında oturup, kendi ruhuna bakıp “Ben eskiden böyleydim, şimdi kendimdeki şu olumsuzluğu insanlık yönünde değiştirdim,” diyebiliyor? Kaç insan ruhunu egolardan arındırıp tam insanlık yaşayabiliyor ve dünyaya verebiliyor? Zaten en zorudur ruhu tekâmül ettirmek. Ruh tekâmül ettikçe hangi şartlarda olursa olsun tam bir insan olarak yaşamak kendiliğinden varılacak bir hedef olacaktır.
Evlilikle ilgili kararlarda da çok sık rastlanır bu başarı meselesine. “Bak, o erkek veya kadın çok başarılı mesleğinde, çok iyi para kazanıyor,” derler. İlk önce bunlara bakıp “Aman kaçırma!” derler de nedense o kişinin insanlık olarak ruhunun nasıl olduğuna bakmak kimsenin aklına gelmez.
Bundan yirmi sene önce bir arkadaşım tatile gidecekti. Birlikte gitmemizi istedi. Bir de ortak bir arkadaşı çağırdı fakat ben çağırdığı kişi ile ruh olarak anlaşamadığımı kendimce biliyordum. O yüzden “Ben gelmeyeceğim,” dedim. “Neden? Ama o çok bilgili, tanımış ailenin çocuğu, şirketleri yönetiyor, başarılı,” dedi arkadaşım. “Onlar beni ilgilendirmez,” diye yanıt verdim. Çünkü gerçekten onun ruhu benimle anlaşmıyordu. İnsan kendi ruhunu tanıdığı zaman ne isteyeceğini biliyor. Onun başarısı o ortamda beni mutlu etmezdi, o yüzden gitmedim.
Ruhta sevgi olmadığı zaman insancıl kalmak zordur.
Ruhun tekâmülü sevgi ile başlar. Dünyada insancıl yaşamak için her gün kendini eğitip, geliştirip evrimleştireceksin. Çünkü insan olmak için çok büyük emek vermek ve insanlığı sürdürmek için de her daim ruhun sevgi içinde olması gerekir.
İnsan insanın kalbidir ve insanın erdemidir insanı büyüten.
Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.
Şimdi sizi hikâyemizle baş başa bırakıyorum.
Zamanın Yemen hükümdarı, oldukça cömert biridir. İhsanları her yere yayılmasına rağmen, Hatimi Tai’nin cömertliğinden bahsedilmesine tahammül edemez.
Günün birinde sarayında herkese büyük bir ziyafet verir. Zengin fakir herkes yer. Halkın, (Hükümdarın ziyafeti ne kadar muhteşem oldu, neredeyse Hatime yaklaştı) dediğini duyunca, Hatim sağ kaldıkça, cömertlikte birinci olmasına imkan olmadığını anlar, onu öldürtmeye karar verir. Çok güçlü bir genç bulup eline bin altın verir. İşi bitirince de, bin altın daha vereceğini söyler. Genç, sora sora Tay kabilesine kadar gelir. Güler yüzlü, kendisi gibi yiğit bir gençle karşılaşır. Bu sevimli genç:
– Hoş geldin yiğidim. Çok yorgun olduğun anlaşılıyor.
Buyur bu gece misafirim ol!” diyerek evine götürür. Gece, misafirine çok ikram ve ihsanda bulunur. Sabah olunca, misafir gitmek isteyince, birkaç gün daha kalmasını ısrar eder. Misafir der ki:
– Çok önemli bir işim var. Bir an önce gitmem gerekir. İyilik ve hizmet etmekten zevk duyduğu anlaşılan ev sahibi der ki:
– İşin nedir, sana acaba bir yardımım dokunabilir mi?
– Ey asil kişi, sen çok cömertsin, iyilik seversin, senden sır çıkmayacağı belli. Hatim isimli birini arıyorum. Acaba tanıyor musun?
– Hatim ile ne işin var? Misafir, niçin geldiğini anlatıp der ki:
– Bu işte bana yardımcı olman mümkün mü?
– Elbette mümkündür. Yalnız bu iş pek kolay olmaz. Dediklerime uyarsan tereyağından kıl çekmiş gibi zahmetsiz olur.
– Ne yapmam gerekir?
– Hatim de senin gibi yiğit biridir. Belki öldüremezsin. Ben sana onun yerini tarif edeyim. Ancak öldüremez de iş meydana çıkarsa, yerini söylediğim için beni öldürebilir. Bu bakımdan benim ellerimi, ayaklarımı bağla. Zorla söylettiğin anlaşılsın. Misafir, ev sahibinin elini, kolunu, ayaklarını iyice bağladıktan sonra sorar:
– Hatim nerede? – Hatim denilen kimse benim. Madem benim başım senin işine yarayacak, ne diye onu vermeyeyim? Misafirin arzusunu yerine getirmek, gönlünü etmek benim en büyük arzumdur. Hemen öldür, kimse duymadan buradan git! Genç, neye uğradığını şaşırır. Hemen Hatimin ayaklarına kapanıp der ki:
– Sana gül yaprağı ile dahi vuran haindir. N’olur beni bağışla!..
Genç, helalleşip oradan ayrılıp hükümdarın huzuruna çıkar. Olanları anlatır. Hükümdar da, iyiliksever, cömert olduğu için hatasını anlayıp (Taşıma su ile değirmen dönmez. Cömertlik mal ile değilmiş. Hatimin cömertliği yaratılışından, fıtratından, güzel huyundan ileri geliyormuş. Sen verilen görevi fazlasıyla yerine getirdin) diyerek söz verdiği altınları hediye eder…
Çocuk sandığın başına yeniden geçti, bu sefer elinde anahtar yoktu. Neredeydi anahtar? Kayıp mı etmişti yoksa sandığın içinden çıkacaklara dair kaygısı olduğundan bile isteye mi anahtarın yerini unutmuştu? Gözlerini kapatıp, sessizce bir süre sandığın başında oturdu, ardından dudağının kenarında bir gülümseme belirdi. Yavaşça montunun sağ cebini yokladı, anahtar oradaydı. Oysa sandığın başına gelirken tüm ceplerini kontrol etmiş, bulamamıştı. Nasıl olduysa şimdi oradaydı. Anladı ki sandığı yeniden açma anı tam da o andı. Elini cebine usulca soktu, büyük bir öz güvenle anahtarı çıkardı, kilide yerleştirdi ve sandık açıldı…
Sınava, atletizm seçmelerine, müfettiştin gelişine hazırlıktı derken günler hızla geçiyordu. Artık kışın ortasına gelmiştik. Bütün çocuklar dört gözle kar yağmasını bekliyor, kar topu oynamak için sabırsızlanıyordu. Benim de en sevdiğim şeydi bu. Çok kar yağdığında apartmanın kocaman bahçesinde arkadaşlarımla kardan adam yapmaya, kızakla yokuş aşağı kaymaya bayılıyordum. Karlı günlerde servise binmeden önce kardeşim mutlaka kar topu yapıp atardı.
Bu arada okul servisi ilk bizi aldığı için genellikle beş dakika kadar erken geliyordu. Bunu bildiğim için servis gelir gelmez hemen inmek istiyordum. Bazen kardeşime, “Bekletmeyelim! Kahvaltını daha hızlı yap, biraz daha erken kalkabilirsin.” diyordum. Hâlbuki servis vaktinden önce geliyordu, bizim onu bekletmemiz söz konusu değildi ama ben rahatsız oluyordum. Çünkü bekletmemeyi ailemden öğrenmiştim. Babam, hiçbir zaman hiç kimseyi bekletmemeyi çok küçük yaşlarımızdan itibaren aşılamıştı bize. Yolculukta olsun birisi ile buluşacağımızda olsun babam hep “Erken gidin,” derdi. En önemlisi onun bize örnek olmasıydı; özellikle seyahat ederken hareket saatinden çok önce giderdi, biriyle görüşecekse erkenden hazırlanır, vaktinden önce gider, bekleyecekse de kendisi beklerdi, başkalarını bekletmezdi. İnsanlara o denli saygısı vardı; kim olurlarsa olsunlar. İşte biz bunu görüp de farklı davranamazdık. Bu yüzden ne bekletmeyi severim ne de beklemeyi.
Servis bizden sonra sırayla diğer arkadaşlarımızı alıyordu. Bazıları uykuda kalıp servisi bekletiyordu. Servis şoförü Sabri amca her defasında, “Sizi bir daha beklemeyeceğim, geç kalırsanız kendiniz gidersiniz okula,” diyordu ama arkadaşların umurunda olmuyordu. Daha servise biner binmez birbirleriyle oynamaya, şakalaşmaya başladıkları için duymuyorlardı bile onun söylediklerini. Özellikle karlı günlerde dışarıdan getirdikleri karları servisin içinde birbirlerine atıyorlardı. Bunu gören Sabri amca o kadar çok kızıyordu ki “Hepinizi indireceğim şimdi, her tarafı suda bıraktınız, nasıl o ıslak koltukta oturacaksınız?” diyordu. Bu arada ne kadar uslu da olsa kardeşim bile onlara katılmaya başlamıştı. “Okulda teneffüste oynarsın, öğleden sonra eve dönünce bahçede oynarız,” diyerek ona engel olmaya çalışıyordum fakat yine de arkadaşlarına uyuyordu. Tabii bunu yapan erkek öğrencilerdi. İş öyle bir hâle geldi ki Sabri amca karlı günlerde her servise binişte elleri kontrol etmeye başladı, ‘kar var mı yok mu?’ diye.
Kar bütün çocukların beklediğine değecek kadar çok yağdı o yıl. Yürürken neredeyse dize kadar kara gömülüyorduk. Ama hiç şikâyetçi değildim aksine çok hoşuma gidiyordu. Öğlen okul çıkışında servise binmeyip kardeşimle birlikte eve karda yürüyerek gitmek istiyordum. Bir sabah servisten inerken, bu isteğimi Sabri amcaya söyleyip “Çıkışta bizi bekleme,” dedim. Kabul etmedi, “Hayır. Ancak annen söylerse bunu yapabilirim. Çıkışta serviste olun,” dedi. Eve dönünce anneme söyledim bu isteğimi. Kabul etmedi. “Olmaz çünkü iki ana cadde geçeceksiniz,” dedi. Ben tabii ki ailemden izinsiz bir şey yapmazdım. Çünkü zor durumda bırakmak istemezdim. O yüzden ısrar etmedim.
Bu arada bizim evde futbol fazla konuşulmazdı. Babam düşkün değildi. İki amcam çok düşkündü. Bir araya toplanıldığı zaman futbol konusunu konuşur üstelik de tartışırlardı. Çünkü ikisi de farklı takımı tutuyordu. Ortanca amcam Fenerbahçeli, küçük amcam Galatasaraylıydı. Bizim ailede de ablam Galatasaraylı, ağabeyim ve kardeşim Fenerbahçelidir. Babam ve annem ise takım tutmuş olmak için Fenerbahçelidir. Bense futbolu daha küçük yaştan beri severdim. Zaten sporu seviyordum. Ama ailemin tuttuğu takımlardan farklı takım tutmaya başlamıştım. Beşiktaşlıydım. Kardeşim, “Neden bunu tutuyorsun?” dediğinde “Bana farklı geldi,” demiştim. O anda içimden Beşiktaş’ı tutmak gelmişti ve bir neden olmadan tutuyordum. Okuldaki ve mahalledeki arkadaşlarımın çoğu da ya Fenerbahçeliydi ya da Galatasaraylı. Beni de sürekli bu iki takımdan birini tutmaya ikna etmek için uğraşıyorlardı. Ben anı fikirde değildim, hiçbirinin etkisinde kalmadan bir takımın taraftarı olmak istediğim için Beşiktaş takımını tutup “Vazgeçmem!” dedim.
Ağabeyim maça gitmeyi çok severdi. Bir gün ortanca amcamla maça gittiler. Ağabeyimin tuttuğu takım galip gelmiş. Eve döndüğünde nasıl sevinçliydi anlatamam; bağırmaktan sesi çıkmıyordu, tamamen kısılmıştı. Onu öyle görünce ben de istedim maça gitmeyi. Televizyonda sürekli futbol maçı seyrediyordum fakat maça gitmenin başka bir keyif olduğunu o gün ağabeyimde gördüm. “Bir daha gidersen beni de götür,” dedim ağabeyime. “Tabii ki” dedi.
Bu arada babam bazı pazar günleri eve iş getirirdi. Özellikle de otomotiv parçalarının sayımı yapılacaksa. Tatil gününde çalışırdı ve ağabeyim de ona yardım ederdi. Sonraları babam bana da öğretmeye başladı. Ben televizyon seyrederken özellikle futbol maçlarını, hemen gelip iş gösterir seyretmemi istemezdi. Benim artık büyüdüğümü, ilkokul beşinci sınıfta olduğuma göre öğrenecek kapasitem olduğunu görüyordu, hesaplamaların nasıl yapıldığını gösteriyordu. Aslında babamın bana güvenmesi, bir şeyler öğretmesi hoşuma gidiyordu ama futbol maçı varsa televizyonda, işte o zaman pek hoşuma gitmiyordu.
O dönemde bir şey dikkatimi çekmeye başladı. Sadece babam eve iş getiriyordu, üçü birlikte çalıştıkları hâlde amcalarım hiç iş getirmiyordu. Onlar pazar günleri çalışmıyorlardı. Çocuk aklımla dikkatimi çeken yalnızca buydu sonra fark ettim iş sorumluğunu tamamen babamın aldığını. Tatil gününde kendisinden ve ailesinden fedakârlık yaptığını gördüm. Amcalarımın dinlenmelerini ve gezmelerini istemişti. Belki haklıydı kendi açısından çünkü işin bitmesi gerekiyordu ve ağabeyleri olarak bunu kendisinin üstlenmesi gerektiğini düşünüyordu. Tek başına o kadar iş sorumluluğu yüklenince bazen yorulduğu da oluyordu. Amcalarım bunu gördükleri hâlde “Biz de yardım ederiz,” bile demiyorlardı. Oysa yapılması gereken paylaşımdı. Sadece maddi değil manevi paylaşım yapılmalıydı. En önemlisi buydu ama yapmıyorlardı. Tabii bunları ileri yaşlarda çok net olarak fark edebildim. Aynı işte çalışıp şirkete ortak oldukları hâlde kendilerini düşünmüşler, kısacası bencil davranmışlardı.
Çocukken aileden gördüğümüz alışkanlıklar hayatımız boyunca devam eder. Bende kalan alışkanlıklardan biri de bekletmemek ve bekletilmemek. Çünkü zorunlu durumlar dışında bekletmek alışkanlığa dönüşürse karşı tarafa saygısızlık olarak görülür.
Çocukken kazanılan iyi alışkanlıklar devam ettiğinde güzeldir.
İnsanlar birbirleri hakkında “Şu iyi”, “Bu kötü” diye değerlendirme yaparlar. Fakat bu öznel bir değerlendirmedir; kişiden kişiye değişir. Çünkü herkesin doğrusu kendine göredir, başkasının doğrusunun size yanlış gelmesi o insanı yanlış veya kötü yapmaz. Çünkü iyi ve kötü yargısını belirleyen egoya ve korkulara dayalı değerlendirmelerdir. Çoğunlukla da menfaat gözetilerek yapılan değerlendirmelerdir bunlar. Dolayısıyla bir insan hakkında “iyi” veya “kötü” dediklerinde akla gelmesi gereken iki soru vardır bana göre: Kime göre iyi/kötü? Neye göre iyi/kötü?
Ama hemen baştan söyleyeyim, bazen öyle durumlar vardır ki yorumsuzdur. Geçtiğimiz günlerde Fransa’da yaşanan sekizi çocuk olmak üzere dokuz kişinin bıçakla yaralanması olayındaki gibi zanlının nasıl bir insan olduğu konusunda yapılacak yorum elbette olamaz. Hukuk sistemi zaten yasalar ölçüsünde suçunun cezasını verecektir. Bizim ise o insan hakkında düşünmemiz gereken tek şey ruhunun gelişmemiş (karanlıkta) olduğudur çünkü nasıl bir olduğuna dair yargıyı ancak Allah bilir. Dolayısıyla yazının bundan sonraki bölümünü, böylesi ruhu gelişmemiş insanları bahis konusu etmediğimi bilerek okumanızı isterim.
Bu küçük hatırlatmanın ardından kaldığımız yerden devam edelim. Ne demiştik? Genellikle menfaate göre iyilik ve kötülük değerlendirmesi yapılır. Bir insana o anda iyi geliyorsanız iyi insan olduğunuzu söyler, iyi gelmezseniz “Kötü,” der. Bu konuda yaşadığım ile ilgili çok örnek verebilirim size. Bir insana yardım ettiğim, ihtiyaçlarını gördüğüm zaman beni iyi insan olarak değerlendiriyor. Ama ona değil ihtiyaç duyan başkasına yardım edersem beni kötü olarak bilecek. Yardım ettiğim diğer insan iyi olarak bilecek. Size yardım etmemiş ya da isteklerinize “Hayır,” demiş veya kendi menfaati için sizi üzmüş birini kötü veya hiçbir yaraya merhem olmuyor, diye hemen etiketlersiniz. Oysa bu sizin fikrinizdir. Başkasına göre iyi bir insan olabilir.
Yeni tanıştıkları insanlarla oradan buradan konuşurken ortak tanıdıkları çıktığında karşılıklı yorum yaparlar. Biri “Bana büyük iyilik yaptı,” der, diğeri “Öyle mi? Oysa beni çok üzdü, olumsuz şeyler yaşattı,” diye yanıt verir. İkisi de kendilerine yapılan davranışa göre karar veriyor. Sizce bunları dinleyen üçüncü kişi sözü edilen ve hiç tanımadığı insan hakkında neye göre karar verir? Ancak ve ancak o insanla karşılıklı bir şey yaşadığında edineceği izlenime göre karar verebilir.
Diyelim ki sizden birisi borç para istiyor ona istediği borç parayı veriyorsunuz. Herkese sizin için iyi insan diye söz ediyor. Bir başkası da borç para istiyor ama siz ondan bu paranın dönmeyeceğini veya sizi sürekli suiistimal edeceğini bildiğiniz için vermiyorsunuz. Vermediğiniz kişi sizi kötü olarak biliyor ve herkese öyle anlatıyor. Şimdi kime göre iyisiniz kime göre kötüsünüz? Onun için Allah’a inancı olan niyeti Allah’ın bildiğini ve yargılamayı onun yapacağını bilir. İlahi adalete güvenir ve kendisi bir yargıda bulunmaz.
Örneğin bir kişiyle yemeğe ya da tatile gidersiniz. Tekrar gidip girmeyeceğinizi ise o kişinin size davranışı belirler. Diyelim ki buna göre başka birine “Ben onunla bir daha bir yere gitmem,” dediğinizde “Yok, ben onunla gittim hiçbir sorun yaşamadım mutlaka sen de bir şey vardır,” diyorsa hatanın nerede olduğunu durup düşünmelisiniz. Belki gerçekten hata sizdedir. Belki de o insan kişilere, olaylara göre ki ben buna menfaat diyorum, davranışlarının yönünü belirliyordur. Yani sizden menfaati olmadığı için iyi davranmamıştır.
Yine aynı şekilde size bir şey ısmarlamaz, evine gidersiniz siz ağırlamaz ama kendi menfaati için başka birini evinde ağırlar, ikram yapar. Size yaptığı cimriliği ona yapmaz. Adamına göre davranış derim ben buna; kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez misali.
İyi insan evrensel olarak bakar bütün canlılara menfaat düşünmeden elinden geldikçe yardım eder. Zamanı gelince menfaat konusunda yazım olacak. Unutmayın ki sadece insanlar kendi menfaatlerine göre iyi ve kötü insan olarak değerlendirme yaparlar.
Yaşadığım bir örnekten söz edeyim. Bundan yedi sene önce bir arkadaşım, iş ortağı ile ilgili bir sorunu vardı. İş ortağı avukatı hakkında benden rehberlik almak istedi. İş ortağı avukatının tam bir profesyonel olarak işi yaptığını söyledim aldığım rehberliğe göre. Zaman içinde işleyiş de profesyonellik içinde yürüdü. Tabii arkadaşım kendi menfaatine ters düştüğü için avukatı kötü diye suçlamaya başladı. Hayır, avukat kötü değildi. Kanunlar çerçevesinde ve müvekkilinin talepleri doğrultusunda işinin gereğini yerine getiriyordu.
Bir başka örnek bir danışanımla ilgili. Her türlü sorununu çözmesine yardımcı olduğum için bir başka arkadaşına benim çok iyi olduğumu ona mutlaka yardım edebileceğimi söylemiş. Bana yönlendirdi. İşim gereği kendi gerçekleriyle yüzleştirme yapınca birden kızmaya başladı ve arkadaşının anlattığı kadar iyi bir insan olmadığımı söyledi. Çünkü gerçekleri değil menfaatine uygun cümleler duymak istiyordu.
Yine bir arkadaşımdan örnek vereyim. Ev almıştı fakat içinde kiracı oturuyordu. Kiracı söylediği zamanda evi boşaltmamış bunu da kanunda belirtilen sebeplere dayandırmıştı. Arkadaşım kiracının kötü bir insan olduğunu söylüyordu. Oysa kiracı sadece yasal hakkını kullanıyordu. Üstelik kiracının etrafındaki insanlar da onun iyi bir insan olduğunu söylüyorlardı. Şimdi bu kiracı hakkında ne düşünmeliyiz? Kime göre iyi ve kime göre kötü?
Sevgili okuyucularım, kimin iyi ve kimin kötü olduğuna karar vermeden önce bir kere o insanla bire bir yaşamak gerekir. Ayrıca, bunun altını çizerek söylüyorum, insanlar kendi menfaatleri doğrultusunda kendilerine o anda iyi gelen insanlara iyi derler.
Bunu iş yerinde de çok yaşarız. Patron iyi zam yapmışsa ya da ikramiye vermişse iyidir. Patron için de fikrini destekleyen veya işini sırf para kazanmak için profesyonelce yapan kişi iyidir.
Şu bir gerçek ki tüm canlılara sevgisini dürüst ve samimiyetle veren insan iyidir. Size bir eleştiri yapan ya da istediğiniz yardımı yapmayan veya “Hayır,” diyen insanları hemen kötü olarak değerlendirmeyin. Lütfen değerlendirirken objektif olarak bakıp değerlendirirseniz o zaman daha adaletli olmuş olur.
Bundan üç sene önceydi. Akademisyen bir arkadaşım grip olmuş, işe gidemeyecek durumdaydı. İş yerinden bunun için doktor raporu istemişler. Ben de kendisine çalıştığım şirketin doktorundan yardım isteyebileceğimizi söyledim. Doktorumuz bana, yasal olarak prosedürün nasıl işlediğini anlattı. Ben de arkadaşıma ilettim söylediklerini. Arkadaşım hemen yargılama yaparak doktoru kötü insan kategorisine koydu. Oysa doktor o kanunu uygulamasa, alması gereken ücreti istemese, kendisinin istediği gibi yapmış olsaydı arkadaşım doktoru iyi insan kategorisine koyacaktı.
Bir örnek daha vereyim. İşinde hata yapmamak, kendi hatalarının sorumluluğunu almamak için işini başka birine devreden kişiyi ele alalım. Patronun gözünde başka görünmek istiyor. Hata yapıp işsiz kalmaktan korktuğu için başka birine yıkıyor işini. Özel hayatında ve sosyal alanda çok iyi. Şimdi karar aşamasında bu insan neye göre iyi veya kötü? Korkular ve ego işin içine girince iyi ve kötü olarak bakıyorlar aslında yok. Çünkü insan kendi gücünü eline alırsa korkularından ve egolarında arınacağı için herkese adaletli olur. İyi ve kötü kavramı ortadan kalkar.
Aynı şekilde bir ön yargıda bulunmak iyi ve kötü insan olarak değerlendirmeye yol açar. Örneğin birisi çocuk esirgeme kurumunda bir çocuğu yetiştirmiş ve gidip orada çocuklara hizmet veriyor ama bunu kimseye söylemiyor. Bu insan günün birinde bir başkasına yaptığı işten dolayı teşekkür etmiyor. O kişi teşekkür etmediği için hemen eleştiriye başlıyor ve son derece yıkıcı bir eleştirir yapıyor.
Şimdi bu örnek üzerine düşünün ve bir insana iyi ve kötü demeden önce siz insanlara ne ile yaklaşıyorsunuz bunu kendinize sorun lütfen.
İnsanları tam olarak bilmeden ön yargılarla iyi ve kötü diye değerlendirerek, itiraf atarak kendinize karma oluşturursunuz.
Size üzücü bir olay yaşatmış olan kişi belki de bir başkasının hayatını kurtarmıştır, bilemezsiniz. İnsan kendi tanıdıkça kendi içindeki olumsuzlukların değişimini yaptıkça zaten iyi ve kötü ile uğraşamaz. Ayrıca bir başkasının iyi ve kötü demesiyle de iyi ve kötü olunmuyor.
İnsanın kendini bilmesi çok önemlidir. Kendinize öz sevginiz, öz şefkatiniz, öz saygınız olursa zaten kimsenin onayına ihtiyaç duymazsınız. Herkese güzellikler içinde davranırsınız.
Ayrıca da Allah’a inancınız varsa zaten kimseye kendinizi iyi ve kötü insan olarak anlatmanıza, kanıtlamanıza gerek yok. Hiçbir şekilde açıklamaya ihtiyaç duymazsınız. Bir insanın içinde gerçek sevgi varsa zaten her canlıya düzgün davranışta bulunur.
Ayrıca da eğer kalp gözü ile bakarsanız, zihni ve mantığı devreye sokmasanız, insanın konuşmadan, yaşamadan ruhunu görürseniz ona göre kendiniz bir değerlendirme yaparsanız.
Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.
Şimdi sizi hikâyemizle baş başa bırakıyorum.
Mevlânâ’ya felsefecilerden bir grup gelerek bazı sorular sormak istediklerini söylediler. Mevlânâ’da onları hocası Şems-i Tebrîzî’ye havale eder. Bunun üzerine onun yanına giderler. Şems-i Tebrîzî mescidde, talebelerine, bir kerpiçle teyemmümün nasıl yapılacağını gösteriyordu.
Gelen felsefeciler üç sual sormak istediklerini belirttiler. Şems-i Tebrîzî, “Sorun” dedi. Felsefecilerden biri sormaya başladı.
“Allah var dersiniz; ama görünmez. Göster de inanalım.”
Şems-i Tebrîzî, “Öbür sorunu da sor” der.
O, “Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonrada ateşle ona azap edilecek dersiniz. Hiç ateş ateşe azap eder mi?” dedi.
Şems-i Tebrîzî; “Peki öbürünü de sor” der.
O, “Ahiret’te herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezasını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları, canları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın” der.
Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, elindeki kuru kerpici adamın başına vurur. Soru sormaya gelen felsefeci, derhal zamanın kadısına gidip, davacı olur. Ve “Ben, soru sordum, o başıma kerpiç vurdu.” diye şikayet eder.
Şems-i Tebrîzî, “Ben de sadece cevap verdim” der.
Kadı bu işin açıklamasını ister.
Şems-i Tebrîzî şöyle anlatır: “Efendim! Bana “Allah-u Teâlâ’yı göster de inanayım” dedi. Şimdi bu felsefeci, başına vurduğum kerpicin başında ağrı yaptığını söylüyor, başının ağrısını göstersin de görelim.
Yine bana, şeytana ateşle nasıl azap edileceğini sordu. Ben buna toprak parçasıyla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Hâlbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı. Toprak toprağa nasıl acı verir?
Yine bana, “Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz.” dedi. Benim canım, onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyada küçük bir mesele için hak aranırsa, o sonsuz olan ahiret hayatında niçin hak aranmasın?”
Felsefeci bu güzel cevaplar karşısında hayret etti, mahcup oldu söz söyleyemez hale düştü. Kadıya dönüp, ben sorduğum soruların cevaplarını şimdi anladım dedi…
Anılar duyguları yeniden canlandırır. Her defasında farklı sezişler uyandırır yaşananların izleri. Döngü böylece devam eder gider… Sandık orada duruyor ve açılma vaktinin geldiğini çok iyi biliyor. O zaman açalım ve bize sunduğu anıya kulak verelim:
İnsan kendini tanıdığı zaman hayatına kimleri arkadaş olarak alacağını çok iyi bilir. Ben de ilkokul beşinci sınıfta arkadaşlık seçimi konusunda artık daha net karar verebilecek duruma gelmiştim. Öncesinde de elbette seçiciydim ama özellikle öğretmenimle yaşadığım olaydan sonra emin oldum. Çünkü benim için arkadaşlıkta en önemlisi üzgün anlarında yanında olup teselli etmek, destek olmaktır. Mesela aile içinde yanlış giden bir şeyler olduğunda ve bana bir söz söylendiğinde erkek kardeşim hemen gelip korur, bana laf söyletmezdi. Okulda ve mahallede arkadaşlarım vardı fakat bunların içinde birkaçı özeldi. Onlardan biri de Sefa’ydı. İşte öğretmenimle yaşadığımız olayda bunu anlamıştım. Daha önce de ortak yönlerimizin olduğunu fark ettiğim Sefa, o gün de üzüntüme ortak olmuştu.
Okulda bir yandan dersler bir yandan atletizm antrenmanları devam ediyordu. Fakat bu yıl o kadar istekli değildim. Beden eğitimi öğretmenim de durumu fark etmişti. Yarışmalara katılmak istiyorsam daha sıkı antrenman yapmam gerektiğini söyledi. O anda içimde bir şey hissettim. Yarışmalara katılmayacağım, katılsam bile başarısız olacağım hissiydi bu. Öğretmenime, “Katılmak bana göre değil.” dedim.
O günlerde öğretmenimiz okula müfettiş geleceğini duyurdu. Derslere girip bizlere sorular soracağını söyledi. Tabii “müfettiş” demek bizim için çok önemliydi, her sorduğu soruya doğru cevap vermek zorunda hissediyordum kendimi. Öğretmen müfettişi bizlere öyle bir anlat ki o andan itibaren hepimizin konuştuğu tek konu, derslerimize iyi çalışıp doğru cevap vermek oldu. Bu heyecan içinde arkadaşım Sefa ile teneffüslerde birbirimize derslerle ilgili sorular sorup kendimizi sınamaya başladık. Sınıf arkadaşımız Zeynep de bize katılmak isteyince kabul ettik ve üçümüz birlikte çalışmaya başladık.
Böylece günler ilerlerken üçümüz çok iyi arkadaş olduk. Artık ders dışında da paylaşımlarımız oluyordu, birbirimize hafta sonunu nasıl geçirdiğimizi, okul dışındaki hayatımızda neler yaptığımızı anlatıyorduk. O yıl okulda her öğrencinin beslemesini evden kendisinin getirmesi uygulaması başlamıştı. Biz üç arkadaş evden getirdiğimiz yiyecekleri birbirimizle paylaşıyorduk. Katinden bir şey alıyorsak üçümüz için de alıyorduk. Hafta sonları eğer çocuk tiyatrolarına, sinemaya veya geziye gideceksek birlikte gitmeye karar veriyorduk. Ailelerimize bu isteğimizi iletiyorduk.
Tabii ben çok mutluydum. Nasıl bir arkadaş seçeceğime kalbimin sesine göre karar vermiştim ve yanılmamıştım. Çünkü bu iki arkadaşımda gördüğüm en önemli şey paylaşmaktı. Hem yiyeceklerimizi hem sevincimizi hem üzüntümüzü paylaşıyorduk. Mesela okulun yakınındaki futbol sahasına atletizm antrenmanlarına gittiğimizde bu iki arkadaşım da geliyor, tezahüratlarıyla bana destek veriyordu. Bizim arkadaşlığımızda sevgi olduğunu görmüştüm. Okula giderken mutlu şekilde gidiyor, eve mutlu şekilde dönüyordum. Çünkü bu iki arkadaşımı görmek ve onlarla vakit geçirmek beni mutlu ediyordu. Bir tek sınıf öğretmenimden memnun değildim.
Nihayet müfettişin geleceği gün gelip çattı. Sınıftaki herkes heyecan içindeydi, ben de tabii. Hatta heyecanımı evde ailemle de paylaşmıştım. Müfettiş sınıfa girdi, ayağa kalkıp kendisini selamladıktan sonra yerimize oturduk ve ‘Acaba kimi tahtaya kaldırıp soru soracak?’ diye merakla bekledik. Aramızdan arkadaşları seçerek sorular sormaya başladı. Derken Sefa’yı tahtaya kaldırdı. Sefa o kadar heyecanlandı ki müfettiş ismini sorduğunda bile hemen cevap veremedi. Müfettiş anladı ve “Hiç heyecanlanma, beni bir sınıf öğretmeni olarak bil.” dedi. Bunun üzerine Sefa rahatladı ve soruların hepsine doğru cevap verdi. Hem müfettişten hem de öğretmenimizden aferin aldı. Müfettiş bana soru sormadı. Teneffüste Zeynep ve ben verdiği doğru cevaplar için Sefa’yı kutladık. Zeynep, Sefa’nın tahtaya kalkışını taklit edip gülüyordu ama Sefa buna alınmıyordu. Ben daha farklı baktığım için, “Zeynep, müfettiş seni kaldırsa acaba sen nasıl yürürdün o tahtaya?” diyordum. Zeynep, “Tabii ki ben de böyle yürürdüm.” diyordu.
Her geçen gün birbirimizi daha iyi anlıyorduk arkadaş olarak. Teneffüste bize katılmak isteyen diğer arkadaşlar olduğunda onları da kabul ediyorduk. Fakat o arkadaşlarda gördüğümüz daha çok uyumsuzluk olduğu için daha çok üçümüz bir araya geliyorduk. Arkadaşlığın önemini okul yıllarında anlamıştım. Fakat daha önce de söylediğim gibi herkesle arkadaşlık yapmazdım, bu konuda çok seçiciydim. Ruhuma uygun olan kişileri seçiyordum.
Hafta sonları sinemaya, çocuk tiyatrosuna gittiğimizden söz ettim az önce. Bizim evde bu konuları ortanca amcam organize ediyordu. Ağabeyim, kardeşim ve benim velimiz olduğu okuldaki durumumuzla zaten ilgileniyordu. Bir tek üniversitede okuduğu için ablama velilik yapmıyordu ama derslerinin nasıl olduğunu sormayı da ihmal etmiyordu. Tabii amcam sadece derslerimizle ilgilenmekle kalmıyor, genel kültür açısından ilerlememiz için de elinde geleni yapıyordu. Çocuk tiyatrolarına, sinemalarına götürüyordu bizi. Hafta sonu okulun müze gezileri olduğunda tabii ki ailem gönderiyordu. Amcam da bu konuda çok destek veriyordu. Ayrıca yengemle ikisi ablamı alıp konserlere götürüyordu. Bizim öğretici şeyler izlememizi istiyordu. Televizyonda ve radyoda neleri izlediğimizi ve dinlediğimizi soruyordu. Amcamın bunu bize aşılaması ileri yaşlarda sanata ilgimizin olmasını sağladı. Tiyatroya, sinemaya, konserlere gitmek müzeleri gezmek hep ilgimizi çekti. Derler ya, ‘Ağaç yaşken eğilir.’ Gerçekten öyle. Çocuk önce aileden ve sonra okuldan, çevresinden gördükleriyle ve nihayetinde kendini geliştirerek ilerler. Bu nedenle özellikle ailenin önemi çok büyüktür.
Çocukken ne istediğini bilen çocuk ileri yaşlarda da ne istediğini biliyor. Eğer bir çocuk aksi ise uyumlu değilse kendini bir şekilde gösteriyor. Okulda hırçın, kıskanç, tembel ve paylaşmayı bilmeyen çocuk ileri yaşlarda da aynı davranışları sergiliyor. Ne zaman ki kendisinin farkına varıyor o zaman bu olumsuzlukları değiştiriyor. Tabii farkına varabilirse.
Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi “Öz Şefkatli Farkındalık”
Bu kitabın iki yazarından bir tanesi; Klinik Psikolog Dr. Christopher Germer Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde psikiyatri alanında öğretim üyesidir. Psikoterapi temelli farkındalık ve şefkat konularında, dünyanın dört bir tarafında seminerlere katılıp eğitimler vermektedir. Psikoterapi ve Meditasyon Enstitüsü ile Şefkat ve Farkındalık Merkezi’nin kurucularındandır.
İkinci yazarı ise; Doç. Dr. Kristin Neff, Texas Üniversitesi’nde Eğitim Psikolojisi bölümünde ders vermesinin yanı sıra, öz şefkat araştırmaları alanında Dr. Christopher Germer ile birlikte iki öncüden biridir. Üniversite mezuniyetinin ardından Budizme ilgi duymuş ve öz şefkati bir branş olarak kabul ettirecek akademik çalışmalar yapmıştır.
Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.
“…
Öz şefkat uygulaması tipik olarak üç aşamadan meydana gelir:
Çaba gösterme
Hayal kırıklığı
Radikal kabul
Kendimize karşı nazik davranmaya başladığımız ilk zamanlarda, tıpkı yaşamımızın diğer alanlarında olduğu gibi bu süreci de doğru bir şekilde sürdürme için mücadele veririz. Ve öz şefkati gerçekten deneyimlediğimizde epey rahatlamış hissedebilir ve uygulamayı daha da hevesli bir şekilde sürdürebiliriz. Öz şefkat uygulamasının bu ilk aşaması, herhangi bir aşk ilişkisinin ilk aşamalarına benzer, tıpkı bir hayranlık gibidir.
Bir zorluk yaşadığımızda, daha iyi hissetmek için değil, kötü hissettiğimiz için kendimize şefkat gösteririz.
Bir başka ifadeyle, bir mücadele anında, acıdan kurtulmak için öz şefkat uygulaması yapmayız. Zaman zaman insan olmak bize zor gelir, öz şefkat uygulaması yapmamızın nedeni budur. Radikal kabul, 48 saattir grip olan bir çocuğu rahat ettirmeye çalışan bir ebeveyne benzer. Ebeveyn, çocukla gribinin bir an önce geçmesi için ilgilenmez – grip, zamanı geldiğinde geçecektir. Fakat çocuğun ateşi olduğu ve kendisini kötü hissettiği için, ebeveyn iyileşme süreci gerçekleşirken acıya doğal bir tepki olarak çocuğu rahatlatır.
Kendimizi rahatlatmaya çalıştığımızda da durum böyledir. Doğamız gereği kusurları olan, hatalar yapmaya ve mücadele etmeye yatkın insanlar olduğumuzu bütünüyle kabul ettiğimizde, kalplerimiz doğal olarak yumuşamaya başlar. Acıyı yine de duyumsarız, ancak aynı zamanda sevginin acıyı tuttuğunu hissederiz ve bu bizim için durumu biraz daha katlanılır kılar. U tepkinin “radikal” olmasının nedeni, bunun genellikle acımıza yaklaşım biçimimize ters düşüyor olmasıdır. Değişim de eşit ölçüde radikal olabilir.
İnsanlar gelişim kelimesini duyar duymaz, genellikle “ne kadar gelişim, o kadar iyi,” diye düşünürler. Başka bir deyişle, insanlar kendilerini radikal kabul evresinde olmadıkları için yargılayabilirler. Öz şefkatin bir varış yeri değil, bir varoluş biçimi olduğunu anlamak önemlidir. Her ne kadar radikal kabul anlarımız olsa da, çaba gösterdiğimiz hayal kırıklığına uğradığımız birçok anımız da olacak. Tüm bunlar, olun önemli olduğunuza ilişkili olumlu ya da olumsuz herhangi bir yargınız varsa, öz değerlendirme alışkanlığını bırakmayı ve sadece sevecen bir kalple, sizin için o anda doğru olana kendinizi açmayı deneyin.
Başkalarına gösterdiğimiz empatiyi sürdürmemiz, kendimize şefkat göstermemizle başlar.
Sevgili okuyucularım, 11 Kasım 2022 tarihinde “Size Lezzet Veren Özdür” başlığı altında bir bilgelik hikâyesi paylaşmıştım. O yazımda, “Dış görünüşü ile özü başka olup bizi yanılgıya düşürenlerle ilgili daha detaylı bir yazıyı ilerleyen zamanda yazacağım.” demiştim. İşte şimdi zamanı geldi.
“Nice insanlar gördüm üzerinde elbise yok, nice elbiseler gördüm içinde insan yok.” Hz. Mevlâna’nın beğendiğim sözlerinden bir tanesi de budur.
Dışa, görünüşe, kabuğa önem verenler içtekini göremez, özü bilemezler. Ancak tam tersi, öze önem verenler, dışı da görür ve anlarlar. İçin ve dışın durumunu, uyumunu bilirler. Nasıl ki bir meyve dıştan güzel göründüğü hâlde kimi zaman içi geçmiş veya ham çıkabiliyorsa insanlar da kimi zaman meyveler gibi bizi yanıltabilir.
Aslında hiçbir şey göründüğü gibi değil ve bu hayattaki en büyük yanılgılardan biri insanları giyim kuşamlarına, mevki ve makamlarına göre değerlendirerek iyi veya kötü, pozitif veya negatif olduklarını sanmaktır.
Bir bakıyorsunuz, üstünde çok şık bir kıyafet var, son derece bakımlı bir insan. ‘Ne kadar zarif’ diye geçiriyorsunuz içinizden fakat o insanla biraz konuştuğunuzda, bir şeyler yaşadığınızda görüyorsunuz ki içi bambaşka. Davranışlarına ve ağzından çıkan sözlere inanamıyorsunuz. “Görünüşüne bak, davranışına bak, hiç böyle beklemiyordum.” diye kendi kendinize söylenmeye başlıyorsunuz. Bir de onun çıkarlarına dokunmuş iseniz o üstündeki elbiseye göre davranışı hiç ama hiç beklemeyin.
Mevkisi iyi, yaptığı işte başarılı insanlar arasında da onlara rastlamak mümkündür. Konuştuğunuzda gayet pozitif yaklaşım sergilerler, naziktirler fakat uymaları gereken kuralları, kanunları ve sorumluluklarını hatırlattığınızda işlerine gelmediği için başka bir yüzleri ortaya çıkar ve siz hiç beklemediğiniz davranışları görürsünüz onlardan. O yüzden henüz hiçbir iletişiminiz olmadan insanların dış görünüşü, insanlığı ve görgüsü konusunda karar vermekte acele etmeyin derim.
Bunu sadece insanlar hakkında değil mekânlar ve eşyalar hakkında da söylemek mümkündür. Vitrinde ışıl ışıl parlayan çok şık bir ayakkabı giydiğinizde beş dakikada ayağınızdan atmak isteyeceğiniz kadar rahatsızlık verici olabilir. Gittiğiniz bir restoran dışarıdan baktığınızda iştahınızı kabartacak kadar güzel görünebilir ama verdikleri hizmet ve yediğiniz yiyeceklerin lezzeti hiç de beklediğiniz gibi olmayabilir. Aynı şekilde uygun fiyatlı bir otele gidersiniz. Bir yandan da ‘Bu kadar uygun fiyat verdiğine göre mutlaka eksi bir şeyler vardır’ diye düşünürken çok memnun kalırsınız.
Geçenlerde bir olay yaşadım. Tur şirketlerinden birkaçına turlarıyla ilgili soru sordum. Hemen hepsinden gayet medeni yanıtlar almama karşın içlerinden dış görünüşüyle pozitif imaj çizen, müşterilerine sıcak yaklaşan, ‘iyi ve nazik bir insan’ hissi uyandıran birinin tavrı farklı oldu ve bu tavır beni şaşırtmadı. Düzenlediği turla ilgili bir soru sordum ve aldığım yanıt, “Bu sorunuzun altında art niyet var.” oldu. Ben de kendisine, “Hep dürüstlükten bahsediyorsunuz ama kanunu uygulamıyorsunuz.” diyerek uymaları gereken kuralları hatırlattım. Sürekli nezaketten bahseden bu insanın yaptığı işteki başarısına karşın kendisine gerçekleri söyleyince ne kadar kabalaşabileceğini, işine gelmeyen durumlarda karşı tarafa tepki vereceğini zaten baştan hissediyordum. Bu olayda da içinin dış görünüşünden ne kadar farklı olduğunu, verdiği cevap ve gönderdiği karikatürle kanıtlamış oldu. Beni yanıltmamıştı.
İşte böyle karakterini şık giyimi ve güler yüzüyle maskeleyenler toplumda hemen kabul görürken üstünde eski üstelik modası geçmiş bir kıyafet olan, yüzü gülmeyen insana da kimse yaklaşmaz, konuşmaz. İçindeki insanlığı bilmeden dış görünüşüyle karar verirler. Oysa insanların değeri giyim kuşamları ile anlaşılmaz. Onların cevherleri kalpleridir. Kimileri yokluk içindedir, üstlerinde kötü elbiseler olsa bile davranışları ile kendilerine hayran bırakırlar. Önemli olan görünüş değil diğer insanlara karşı nasıl davrandığımızdır.
İnsanlar birbirlerini yalnızca kılık kıyafetleriyle değil, konuşmaları, eğitimleri, mevkileriyle de yanıltırlar kimi zaman. Bakarsınız, konuşması gayet medeni, iyi eğitim almış; bu insanın ahlaklı ve erdemli davranışta bulunacağını düşünürsünüz. Gelin görün ki bu insanla iletişiminiz ilerledikçe düşüncelerinizin aksi ile karşılaşabilirsiniz.
Toplum içinde davranışlarıyla saygınlık uyandırır, eşine davranışlarına bakıp ne kadar görgülü ve kibar olduğunu düşünürsünüz sonra dışarıda gözünün içine baktığı eşine evde şiddet uyguladığını öğrenirsiniz. Neredeyse hiç eğitimi olmayan, üstü başı perişan bir insan için ise “Kendine bakmayan insan eşine ve çocuğuna nasıl sahip çıksın.” der ve yine yanılırsınız. Evinizde bir eşya kaybolduğunda evinize gelen komşunuz tarafında yapıldığını bilmesiniz de temizliğe gelen yardımcınızdan şüphelenirsiniz. Niye? Çünkü komşunuz gayet medenidir!
Böylece yaşayarak, görerek öğrenirsiniz ve dıştakinin sizi etkilemesi bir zaman sonra önemini kaybeder. Değerli olanın her zaman insanın içindeki güzellik olduğunun farkına varırsınız.
Eğer sezgilerinizi kullanır ve kalp gözü ile bakarsanız dıştaki elbiselere kanmazsınız. İçte olanı röntgen cihazıyla bakmış gibi görürsünüz. Gelişmiş insan zaten içindekileri saklamaz, içi ve dışı aynı olur. Yine Hz. Mevlânâ’nın söylediği gibi “Ya olduğunun gibi görün ya da göründüğün gibi ol.”
Bu, gelişmiş insan konusunu biraz açmak isterim. Bana göre gelişmiş insan son derece dürüst olan insandır. Öz saygısı ve vicdanı olan kişidir. Öz saygı, kişinin kimliğine ilişkin bir yetkinlik ve yeterlilik hâlidir. Kendini bilir, niteliklerinin farkındadır, yoksunluk ve eksiklik duygusunun, zayıflığın başkalarıyla ilişkilerde doğurduğu davranış sapmaları onda yoktur. Kendini bilen kişi aynı zamanda karşısındakinin kişiliğini de tekemmül etmiş bir bütünlük olarak görür ve tıpkı kendisine duyduğu gibi karşısındakine de saygı duyar. Gelişmiş insan, elbette bir yanıyla iyi bir eğitimle bağlantılıdır. İyi eğitim mutlaka iyi okullar anlamına gelmez, çok yönlü ilişkilerin, merakların, okumaların, araştırmaların insana kazandırdığı toplam bir kültür olarak bunu düşünmek gerekir. Çünkü gelişerek ruhunu geliştiriyor. Ruhu gelişmiş bir insan farklı gösterir mi kendini?
Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.
Bu hikâye o kadar güzel toplumun içinde insanları anlatmış ki, söylenecek söz yok diyorum.
Şimdi sizi hikâyemizle baş başa bırakıyorum.
“Kibrit kutusundaki kibritler, toplumun içinde yaşayan insanlar gibidir. Kibrit kutusu dünya, içerisindeki çöpler insan misalidir. Estetikten uzak anlamına gelen “kibrit kutusu gibi evler” sözünü de hepimiz duymuşuzdur.
Kutunun vazifesi muhafaza etmektir. Kutu zarar gördüğü sürece çöpleri de zarar görür. Tıpkı insanın kendi dünyasını yaktığı gibi.
Kutu nem kaptığı sürece içerisindeki kibrit çöplerinin de vazifesini yapmasını engelleyecektir. Tıpkı insanın ahlaktan, adaletten uzaklaşması gibi. Adaletten ve ahlaktan uzaklaşan insan asli görevini de yapamayacaktır. Çünkü artık kirlenmiştir. Özünden uzaklaşmış, özünü kaybetmiştir.
Hepsi birbirinin aynısı gibi görünseler de her biri farklıdır. İnsanın yaşamı gibi her bir kibrit önce yanar ve sonunda kül olup sönüverir ama etkileri farklı farklı olur. Kimi kibrit çöpü bir amaca hizmet etmek için yanar, kimi amaçsız tüketir ömrünü. Kimi yanarak zarar verir çevresine, kimisi de aydınlatmak adına ateşlemeyi yapar…
Kimisi de bir çocuğun elinde oyuncak olur öylesine yakılır gider bir oyun havası içerisinde… En güzel ben yaktım yarışması da işin cabasıdır. Ama sonuçta kibrit çöpünün yanıp gitmek vardır kaderinde.
– Bazıları öyle incedir ki her an kırılacak, yanmaz diye düşünürsünüz ama en iyi de onlar yanar. Narindirler. Etrafına zarar vermeden sadece kendisine düşen görevi yapmaktadır. Yanmak…
– Bazıları öyle kalındır ki yanınca hiç sönmeyecek diye düşünürsünüz ama alev bile almadan ucundaki kimyasal madde bir anda yanıp sönüverir. Tam görevini yerine getirmeyen konuşmaktan başka bir şey bilmeyen insanlar gibidir. Bağırıp çağırırlar ama sonuçta elde kalan hiçbir şey yoktur. Faydasız ilim gibi, gösterişli insanlar gibi.
– Kimileri düzgün değildir ama yine de eksiksiz görevini yerine getirir. Onun için şeklin, gösterişin önemi yoktur. O işini yapmaya odaklanmıştır. Görevini yapar ve biter. Reklam peşinde olmayan insanlar gibidir.
– İlk yanan kibrit çöpleri hep en üstekilerdir. Kutunun içerisinde elinize ilk onlar gelir. Dolayısıyla da ilk onlar yanar. İlk yanmalar kutunun içerisindeki çöplerin yanması hakkında bilgi verecektir bizlere. İyi yanarsa diğer çöpler de iyidir. Yok, iyi yanmamışsa ya nemlenmiştir ya da üzerindeki kimyasal maddesi kaliteli değildir.
Tıpkı kıyafetine göre muamele görüp sonradan hal hareketlerine göre değerlendirilen insan misalidir bu çöpler.
– Binlerce kibrit çöpü bir ağaçtan çıkar da, bir kibrit çöpü yeter koca bir ormanı yakmaya… Yapmak zordu ama yıkmak çok kolaydır. Kibrit kutusunu ve o çöpleri yapmak için emek gerekir ama bir çöp etrafına zarar vermek için yeterli bile olacaktır. Bir kasanın içerisindeki bir çürük elma misali.
– Islanmış bir kutuda yanabilecek kuru bir kibrit kalmamıştır artık… İnsan içinde yaşadığı toplumdan ayrı düşünülemez, ister istemez etkilenir. İnsanın kalitesinin en yakınındaki beş kişini ortalaması gibidir bu durum. Nemli iseniz faydasız bir çöpten ibaretsinizdir.
– Bazı kibrit çöpleri kutuda aykırı bir şekilde diğer yöne bakar ve kutu açıldığında ilk önce onlar fark edilir ve ilk önce onlar yanar.
– Bazı kibrit çöpleri birbirine yapışıktır. Biri yanınca diğeri de yanar. Arkadaştan öte dost misali. Önce kendisini heba etmenin yarışı içerisindedir ve bundan hiçbir beklentisi de yoktur. Yanacaksak hep birlikte yanmalıyız demenin ötesinde ben yoksam hiç kimse yoktur anlayışının sonucudur yaptığı.
– Bazı kibrit çöpleri de kendisiyle birlikte kutuyu da yakan kibrit çöpleridir. İçinde bulundukları toplumu da beraberinde yakarlar.
– Bazı kibrit çöplerinin ucunda yanıcı kimyasal maddesi yoktur. Çöp olmaktan öteye geçemez. Kutu içinde amaçsızca işe yaramadan öylece durur. Toplumun içerisinde amaçsız ve işe yaramadan yaşar giderler.
Ne bilgisi olan ne de ahlaki bir tutum içerisinde olmayan insan misalidir
Hayat akarken, kibrit çöpü karar vermez nasıl ve neden yanacağına, insan bulunduğu toplumda kendiyolunu çizebilir kader izin verdiği ölçüde…”