İNSANLIK EĞİTİMİ

Sevgili okuyucularım, 3 Ocak 2023 tarihinde “Aldatma Enerjisi” başlığı ile paylaştığım yazımda her insanın evrene bıraktığı aldatma enerjisinin nasıl bir bumargana dönüştüğünden bahsetmiştim.

6 Şubat 2023 tarihinde çok çok üzücü ve ülkemizi her açıdan çok derin etkileyen bir doğal afet olan depremi yaşadık ve çok sayıda ülke bu acıya ortak olarak yardımlaşma başlattı.

Yurt içinde de herkes yardım için harekete geçti. Bununla birlikte birçok insan ilk başta ne yaptı? Hemen bu depremin yol açtığı hasara bakarak suçlamalara ve yargılamaya başladı. Öfke ve nefret duyguları körüklendi. Tabii ki çok büyük üzüntü ve acı var. En önemlisi de binlerce can kaybı var. Bu büyük acı karşısında sakin kalabilmek mümkün olmayabilir.

Hep kendi aramızda konuşuruz, yazarız ve sosyal medya hesabımızda paylaşırız, “Eğitim çok önemli, bilim çok önemli,” diye. Tabii ki bilim önemlidir, eğitim önemlidir. Eğitim konusuna ben şöyle bakıyorum; insani eğitim bir de meslek edinmek için alınan eğitim yani öğretim.

Bana göre en önemli eğitim, insani eğitimdir. İnsani eğitimin içinde dürüstlük, vicdan, merhamet, empati ve tabii ki bunların bütününü kapsayan ahlak vardır. Bu acılı günlerden geçerken de hepimizin şapkamızı önümüze koyup düşünmemiz gereken insani eğitimimizin ne kadar yeterli olduğudur.

İnsani eğitim almış bir insan yaptığı iş ne olursa olsun dürüstlükle ve doğru düzgün yapar. Kendi menfaatini düşünerek başkalarını aldatmaz ve çifte standart uygulamaz.

Dürüstlük insani eğitimin temel taşıdır. Bir insan en başta kendine karşı dürüstse yaşadığı her durumu vicdanıyla değerlendirir ve vicdan varsa zaten işini de dürüstlükle yapar, hiçbir canlıya zarar gelmesini istemez. Böylece bilimin söylediğinin, kanunların emrettiğinin dışına çıkmaz. Maddiyatın insani değerlerin önüne geçtiği yerde ise maalesef insani eğitimden söz edilemez. Çünkü maddiyata odaklanmış insanlar kolaylıkla dürüstlükten vazgeçip kendi menfaatleri için aldatma enerjisi verirler.

İnsanların yaptıklarını denetlemek için zaten kanunlar var. Eğer işini gerektiği gibi yapıyorsa tamam, yapmıyorsa hukuk sistemi cezasını verir. Örneğin işyerinde denetim yapılacağını öğrenen kimi işletme sahipleri hemen telaşa kapılırlar, denetimde bir eksiklik çıkarsa diye. Hâlbuki iş düzgün yapmış ise korkacak, telaş edecek bir şey yoktur. Gönül rahatlığı ile “Gelsin,” derler.

Bir de bireysel olarak içimizdeki denetim mekanizması var ki o da vicdandır. Örneğin evinde bir başkasına yemek veya pasta yapan bir kişi eğer vicdanı varsa malzeme seçiminde dürüst davranır, bayatlamış ya da son kullanma tarihi geçmiş malzemeleri kullanmaz. O kişi bunu yaparken bilim veya kanun emrettiği için mi yapıyor? Hayır. Vicdanı emrettiği için. O yemeği veya pastayı götürdüğü kişi kullandığı sebzenin taze olup olmadığını veya pasta malzemesinin tarihinin geçip geçmediğini biliyor mu ya da biri gelip bunları denetliyor mu? Yiyeceği hazırlayan kişi sadece kendi vicdanı ile baş başa kalıyor. Vicdanı olan bir insan hiçbir canlıya bilerek zarar vermez. Nefsine yenilmez.

Tıpkı bu örnekte olduğu gibi vicdanlı insan günü kurtaracak, fazla para kazanacak diye işini düzgün yapmaktan vazgeçmez. Yasadan önce vicdanının sesini dinler.

İşte bunun ne zaman farkına varıyoruz? Büyük acılar yaşadığımızda. Oysa yukarıda bahsettiğim örnekten hareketle diyebilirim ki gerçekte bir kişiye verdiğiniz zarar ile on kişiye verdiğiniz zarar arasında hiç fark yok. Çünkü bugün bir kişiye zarar verilir, yarın on kişi, öbür gün bakarsınız binlerce kişi olur.

Aslında meselenin özü her insanın kendi insanlık eğitimi yüzleşmesidir. Bu yapıldığı zaman olay çözülecek.

İçinizde vicdan varsa sadece canlılara değil hiçbir şeye zarar vermezsiniz. Evinizin dışındaki herhangi bir mekânda da evinizdeymiş gibi hassasiyetlerinizi sürdürürsünüz. Örneğin otelde kalıyorsunuz ya da iş yerinizdesiniz. Ortam aydınlık olduğu hâlde elektrik gereksiz yere açık ise kapatırsınız veya bir musluk bozulmuş, su boş yere akıyorsa hemen ilgililere haber verirsiniz. “Boş vereyim, benim işim mi?” demezsiniz. İşte insani eğitimin sonuçlarından biridir bu: Duyarlı olmak. Sadece bizi ilgilendiren durumlar karşısında değil her zaman, herkes ve her şey için gerekli duyarlılığı göstermek.

Hep konuştuğumuz konulardan biri de merhamet. Merhametli insan evrendeki yaratılmış hiçbir canlıya zarar vermez, zarar görmelerine neden olacak eylem ve davranışta bulunmaz. Aksine o canlıları zarar görmesin diye korumaya alır, sahiplenir. Zor durumda bir canlı gördüğünde de hemen merhameti ile elinden geldiği kadar yardım eder. Kendini düşünüp “Nasıl olsa ben rahatım, başkası yapsın,” demez, imkânları ölçüsünde yapabileceği ne varsa yapar. Bu noktada yalnızca merhamet değil, vicdan ve duyarlılık da devreye girer.

İnsani eğitimin bir unsuru da empati kurmaktır. Türkçe ifadesiyle “duygudaşlık”, “başkasının yerine kendini koyabilmek”. Başkasının yaşadığı acıları, içinde bulunduğu zor şartları içinde hissetmeyenlerin o acıları anlaması olanaksızdır. İnşaatı yapan müteahhit ve onun denetleyen mühendisler veya imar için imza veren kişiler, bir gün kendilerinin de deprem gerçeğiyle yüzleşip enkaz altında kalma risklerinin bulunduğunu akıllarından çıkarmazlarsa işlerini düzgün yaparlar. Ne sağlam olmayan zeminde yapılaşmaya izin verirler ne de kötü malzeme kullanırlar. Yalnızca deprem değil yangın, sel gibi her türlü afette insan evsiz kalabilir. Bunu unutarak depremzedelerin taşınacağı konutların kiralarını fırsatçılıkla gerçek değerinin üzerinde artıran ev sahiplerinin de empati yoksunu oldukları söylenebilir.

İnsani eğitimin unsurlarından bir veya birkaçı eksik olduğunda ne yazık ki yanlış yollara sapılıyor ve yanlış işler yapılıyor. Bu her sektör için hatta hayatın tüm alanları için geçerli. Örneğin aynı şekilde hastasına bakan doktor o hastanın maddi imkânlarına bakmadan o hastadan para kazanmak için gereksiz tahliller istiyorsa ya da ilaç tedavisiyle sonuç alınabilecekken ameliyat yapıyorsa o doktorun dürüst ve vicdanlı olduğu söylenemez.

Hemen hepimizin yaşadığı bir durumu örnek vereyim. Bir işimizin olması için devlet dairelerine başvururuz. Bir tanıdığınız yoksa işiniz uzar gider. Eğer tanıdığınız varsa işiniz hemen hallolur. İşte çifte standart! Aynı şekilde yaptığınız bir projeye belediye onay vermez, yanlış bulur fakat kendi arkadaşının veya menfaat sağladığı birinin projesini uygular. Oysa dürüstlük şartlara ve kişilere göre esneyebilen bir kavram değildir. Dürüst insan şartlar ne olursa olsun doğru olan ne ise onu yapar.

Daha başka bir örnek ile insani eğitime bakmaya devam edelim. Kendi adına işyeri açan kişinin, daha önce çalışanı olduğu işyerinin müşteri portföyüne ilişkin bilgileri de beraberinde götürmesi ve bunu eski işyerinin adını kullanarak ticari bir kazanca çevirmesi sizce ne kadar dürüst ve etik bir davranıştır? Oysa müşteri o elemana değil o firmanın ismine ve o işi kurana geliyor. Bunun ilgili tanık olduğum bir örneği anlatayım. Sprituel ile uğraşan bir kişinin kendi mekânı var. Yanında maaşlı iki kişi çalışıyor. Gelen danışanlarına artık işi kendisinin yapmadığını, eğitim verdiği çalışanlarının yaptığını söylüyor. Danışanlar tabii ki firmanın güvencesi altında iki kişinden birini seçiyor danışmanlık almak için. Sonra bu iki çalışan işten ayrılıp kendi mekânını açıyor. Yaptıkları ilk iş ayrıldıkları işyerine gelen danışanların her birine mail, telefon ve sms ile ulaşmak oluyor. Amaçları eski patronlarının danışanlarını kendilerine çekmek. Tanık olduğum bu durum karşısında sessiz kalamadım. Neden böyle davrandıklarını sordum. Yanıtları da davranışları gibi dürüstlükten uzaktı: “Bizde kayıtlı olduğu için gelmiştir mesaj.” Kendilerini tanımayan eski patronlarını bilen insanlara da gittiğini söylemekle yetindim. İşte burada da insani eğitim yetersizliğinden söz edebiliriz. Bu kişilerin yaptığı iş ne kadar doğru olabilir ki? Kendi işini kurabilir, saygı duyulacak hatta takdir edilecek bir durumdur bu. Fakat ekmeğini yediği kişinin danışanlarını almaya çalışmanın izah edilir yanı yok.

Her yazımda söylediğim ve belki okumaktan sıkıldığınız bir cümleyi tekrarlayacağım: İnsan önce başkasını suçlamak yerine kendiyle, insanlık eğitimi ile yüzleşmelidir.

Kimse bilimi inkâr edemez. Ama şu ince çizgiyi unutmamak gerekiyor. İnsanlık eğitimi almış bir insan her zaman ahlaklı ve erdemli olarak yaşar. Hangi işi yaparsa yapsın yaşadığı sürece evrendeki hiçbir canlıya manevi ve maddi olarak zarar vermez.

Yol insanlıktan geçer.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

İÇİN MUTLU İSE

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz. Birçok insan mutluluğu hep dış etkenlere bağlar. Kendi içindeki mutluluğu yakalamaya ve ortaya çıkarmaya bir türlü çalışmaz. Mutlu olmak için hep bir isteği olur. İstekleri arttıkça yerine gelmesi güçleşir. Bu döngü böyle devam eder. Dış etkenlerle elde ettiği mutluluğun geçiciliğini göremediği için o etken ortadan kalktığında sarsılır ve daha derin bir mutsuzluk yaşar.

Bir söz vardır: “Öldükten sonra unutulmak istemiyorsan ya okunmaya değecek bir şeyler yaz ya da yazmaya değecek bir şeyler yap…”

Şimdi sizi hikâyemizle baş başa bırakıyorum.

MUTLULUK

Haşmetli bir kral, hayatının mutsuz bir döneminde, maiyeti ile şehirde bir sabah yürüyüşüne çıkar. Sokakları dolaşırken insanlar arasında bir dilenci görür, hâline çok üzülerek yanına yürür.

“Dilenci! Dile benden ne dilersen! Bir kereliğine dileğini yerine getireceğim.”

Oysa dilenci alelade bir dilenci değil, kralın çocukluğunda öğretmenliğini yapan ve bazı gerçekleri söylediği için saraydan atılan akıl hocasıdır. Son bir ders vermek ister kendisini tanıyamayan kralına.

“Majesteleri, affedersiniz, saygısızlık olarak algılamayınız ama büyük konuşuyorsunuz. Sizin de gerçekleştiremeyeceğiniz dilekler, şeyler olabilir.”

Kral, gururuna yediremez ve öfkelenir: “Sen kimsin ki bana bunu söylüyorsun be adam! Ben kudretli bir kralım, her şeyi yapabilirim. Sen dileğini söyle de gör bakalım gerçekleştirebiliyor muyum?”

“Nasıl isterseniz Kralım. O zaman elimde tuttuğum bu çanağı servetle doldurunuz.”

Kral hemen vezirlerine buyurur, vezirler yanlarındaki büyük keselerden çanağa altın dökmeye koyulurlar. Ne var ki çanak altınla doldukça aynı anda boşalır, içine dökülen altınları yok eder. Altınlar, elmaslar, yakutlar ve zümrütler, derken gümüşler ve bakır sikkelerle kral hırsından elindeki bütün hazinesini çanağa döktürmüşse de nafile! Çanak yeni altınlar beklercesine karşısında yine bomboş durur. Kral, sonunda mağlubiyeti kabul ederek “Sen kazandın dilenci. Çanağı dolduramadık. Ama sana bir sorum var, bu çanak neden yapılmış? Yani hammaddesi nedir ki?” der.

Dilenci, sorulmasını beklediği soru karşısında gülümseyerek ve vakur bir biçimde cevap verir:

“Bu çanak, Majesteleri, insanoğlunun istek ve ihtiyaçlarından yapılmıştır. İnsan, hiçbir zaman sahip olduğuyla yetinmez, hedeflediği ve hayal ettiği her şeyi elde ettiği anda, zihni onu unutturur, uzaklaştırır ve yeni istekler ve ihtiyaçlar yaratır kendine. İnsan aklı, mükemmel bir hizmetkâr olsa da berbat bir efendidir. Bu yüzden, zihnine inanarak mutluluğu dışarıdaki isteklerinde arayan insanoğlu asla tam olarak mutlu olamaz. Sizden dileğim, mutluluğu kendi içinizde aramanızdır.”

Mutluluk, uzak bir tepenin üzerindeki mis kokulu gül bahçeleri içinde inşa edilmiş bir sırça köşk değildir. Mutluluk, hayat yolunun atomu olan ve ismine “an” dediğimiz en küçük zaman dilimlerinin, yani gerçekte var olmayan o sırça köşke giden yolun ta kendisidir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

ÇOCUKKEN ÖĞRETİLEN GÜZEL ALIŞKANLIKLAR

Anılarıma kaldığım yerde devam ediyorum.

Her geçen gün hem ruhen hem fiziksel olarak büyüyen çocuk yine elindeki anahtarı ile sandık başına geçip kilidi açıyor ve bir anıyı daha serbest bırakıyor.

Okulun tatile girmesine bir hafta kalmıştı, dördüncü sınıfı bitirip beşinci sınıfa geçecektim. En büyük sevincim ilkokulun bitmesine bir yıl kalmasıydı. Diğer taraftan bir üzüntüm vardı; kardeşim geçirdiği rahatsızlıktan dolayı bir sene okula gidemediği için onun ilkokuldan mezun olmasına daha iki senesi vardı. Ben mezun olunca yalnız başına okula gidip gelecekti. Oysa biz her zaman birlikte gidip geliyorduk. Okul çıkışında yürürken ya da serviste gün içinde yaşadıklarımızı konuşarak eve gidiyorduk. Tabii bu bir alışkanlık hâline gelmişti. Ama güzel bir alışkanlıktı çünkü yaşadıklarımızı birbirimizle paylaşıyorduk.

Bir alışkanlığımız da akşam yemeklerinde ailece sofrada olmaktı. Babam ve annem, tek başımıza olsak bile masada yememizi isterlerdi. Yiyeceği elimize alıp ayakta ya da koltukta oturarak yememize izin vermezlerdi. Bir sofra düzeni olduğunu öğretmişlerdi bize. Bir bisküvi bile olsa annem masada oturup yememizi söylerdi, “Ayakta yediğiniz zaman ister istemez yere kırıntı dökülüyor,” derdi. Ayrıca yiyeceğin önemli ve kutsal olduğunu, eve bereketini getirdiğini de öğretmişlerdi. Tabağımıza konulan yiyecekleri bitirmemize çok önem verirlerdi. Böylece tabağımıza yiyebileceğimiz kadar yemek almamız gerektiğini öğrenmiştik. Bizim evde herhangi bir yemeği beğenmemezlik de yapılmazdı, annem ve babam bunun yemeğe hakaret olduğunu söylemişlerdi. Tabakta yemek bırakarak çöpe gitmesine ve bu şekilde israf edilmesine ikisi de çok karşı çıkıyordu. Annem, eve gelen bir meyve veya sebzenin çürümesine ve çöpe gitmesine hiçbir zaman izin vermezdi. Bu bizde de alışkanlık olarak kaldı.

Babamın işten eve geldiği zaman anneme, “Nasılsın? Günün nasıl geçti?” demesi, evimize telefon bağlandıktan sonra gün içinde iş yerinden birkaç kere annemi arayıp gününün nasıl geçtiğini sorması sevdiğim alışkanlıklardı.

Ailemizdeki en önemli alışkanlıklardan biri de kendimizin dışındaki aile bireylerine gelen mektupları açmamaktı. Ağabeyim ortaokuldaydı, yurt dışında yaşayan bir arkadaşı ile mektuplaşıyordu. O zamanlar mektup arkadaşlığı vardı. Yabancı ülkelerde yaşayan insanlarla mektuplaşılırdı. Ağabeyim, hem İngilizcesini ilerletmek hem de arkadaşlık yapmak için mektup arkadaşı edinmişti kendine. Postacı mektubu getirdiğinde annem doğrudan ağabeyimin çalışma masasının üstüne koyardı. Ben ve kardeşim, kimden geldiğine bile bakmazdık. Çünkü annem ve babam, en yakınımız, kardeşimiz bile olsa hiçbir zaman özel eşyalarına izinsiz bakılamayacağını ve karıştırılamayacağını öğütlemişlerdi.

Evimizdeki güzel bir alışkanlık da çiçeklerdi. Annemin çiçekler konusunda çok ayrı bir merakı vardı, çiçek yetiştirmeyi çok severdi ve özen gösterirdi. Çiçekleriyle konuştuğuna çok şahit oldum. “Onlara sevgimi aktarıyorum konuşarak,” derdi ne yaptığını sorduğumda. Salonun büyük bir kısmı annemin özellikle her renkten menekşeleri ile doluydu, sarmaşık ve kauçuk da vardı. Salonun ortasında bir kolon vardı ve annem o kolana sarmaşık sarmıştı. Kauçuk ise öylesine büyüktü ki bir ağaç gibi görünüyordu. Salonun bir kısmını resmen çiçek bahçesi yapmıştı. Gelen misafirler anneme, “Ne güzel çiçek yetiştiriyorsun. Bizde böyle olmuyor,” diyorlardı, o da yetiştirdiği çiçeklerin bir kökünden mutlaka veriyordu kendilerine. Evde çiçek olmasını babam da severdi, rahatsız olmazdı.

Ben en çok evde kokan çiçek olmasını seviyordum. Ablam üniversitede okuyordu, okuldan gelirken nergis, sümbül, yasemin, frezya gibi güzel kokulu çiçekler alıp getirirdi. İkide bir gidip onları koklamak benim için büyük bir mutluluktu. Tabii ki ablam okuldan dönerken başka şeyler de alıp geliyordu, o anda evin bir ihtiyacı varsa annem söylüyordu. Fakat çiçeği kendi içinden gelip de alması başka bir anlam ifade ediyordu. Bu çiçek alışkanlığı hep devam etti. Böylece daha o yaşlarda evde çiçek olmasının özellikle de güzel kokulu çiçeklerin yaşanan mekâna farklı bir enerji verdiğini ve güzellik kattığını hissetmiş, kavramıştım. Bir çiçek solduğunda ablamın yenisini alıp getireceğini biliyordum. 

İnsan çocukluk zamanında edindiği alışkanlıkların büyüyünce devam ettiğini görüyor. İyi veya kötü fark etmez, alışkanlıklar devam eder. İyi alışkanlıklara sözüm yok ama kötü alışkanlıklardan kurtulmak gerekir. Bazen deriz, “Çocuk aileden ne görürse öyle büyür.” Tabii ki aileden gördüklerini hayatına uygular. Fakat bazen aileden görmez kendini yetiştirir ve aileden aldığı olumsuz bir alışkanlık da varsa değiştirir. İşte bu da çocuğun kendi üzerinde farkındalığı ile başlar. Aslında “Ağaç yaşken eğilir” sözü boşuna söylenmemiş. Çocuğa küçükken olumlu alışkanlık kazandırılırsa büyüdüğünde kendine ve etrafa zarar vermez.

Gün içinde yaşadıklarını paylaşmayan birbirlerine “Günün nasıl geçti?” diye sormayan aileler var. İşte bu iletişim bozukluğudur ve birbirine değer vermemektir. Bu iletişimsizlik giderek paylaşımı azaltıyor maalesef.

Çocuklar alışkanlıklarını unutmazlar.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

KARMA YASASI

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımımda Hint yazar ve Kriya Yoga ustası Paramahamsa Prajnanananda’nın “Karma Yasası” kitabına yer vereceğim.

Kitapla ilgili detaylara geçmeden önce karma konusuna kısaca değinmek istiyorum. Birçok insan karma olayını çok basite indirgiyor. Aslında karma her bireyin geçmişteki atalarına kadar gidiyor. Üstelik karma sadece birey olarak değil, aile, toplum ve ülke olarak etkilerini gösteren bir konudur.

İnsanlar olumsuz bir olay yaşadıkları zaman hemen “Ben bir şey yapmadım ki” derler, aslında atalarında gelen karmaya bakmazlar. Kimi zaman da karma olduğunu öğrendiklerinde onu temizleyerek kendi hayatlarının kalanına etkisini ortadan kaldırmak ve gelecek nesillere karmayı bırakmamak için çaba sarf etmezler. Hemen “Bu benim kaderim ve şansızlığım,” diye kabule geçerler. Tabii ki belli noktalarda kader var ama asıl olan insanın kendi ürettiği tohuma bakmasıdır. Her birey kendi karmasını iyi yönde yaptığı zaman zaten toplum olarak da iyi karma oluşur. Toplum demek ülkenin karması demektir. İnsan ne kadar çok okuyup araştırırsa o kadar bilgi sahibi olur.

Bu nedenle Nur Banu Uğurlu’nun çevrisiyle Müptela Yayınlarından 2021 yılında çıkan “Karma Yasası”nı kesinlikle okumanızı tavsiye ediyorum. Şimdi kitaptan birkaç bölümü sizlerle paylaşıyorum.

“En basit anlamıyla karma, eylem veya görev demektedir. Bir karma gerçekleştiğinde işin içine zekâ ve seçme özgürlüğü dâhildir. Karmayı şu örnekle açıklamak yerinde olur. Geniş bir merada rahatça otlayabilmesi için yüz metre uzunluğunda bir iple direğe bağlı inek en fazla ne kadar uzağa gidebilir? Yüz metre yarıçapı olan bir daire içerisinde hareket edebilir. Peki ya inek ne yapar? Direğin etrafında dönüp durduğu için yüz metre değil, beş metre uzunluğunda bir iple hareket eder. İneğin bu deneyimlediği şey karma yasasıdır. İlkin yüz metre yarıçapında bir dairede hareket etme özgürlüğüne sahipken, ineğin direğin etrafında dolanmasından meydana gelen karma sebebiyle ipin uzunluğu beş metreye düşmüştür. Tıpkı bu ineğin başına gelenler gibi bizim eylemlerimizin de sonuçları olur.”

“Bu dünyaya geldiğimize göre burada nasıl yaşanacağını, günlük hayatta nasıl davranmak gerektiğini ve bağlarımızdan nasıl özgürleşeceğimizi öğrenmeliyiz. Bu kitabın yegâne amacı bunu yapabilmeyi sağlayacak bilgi ve becerileri kazandırmaktır. Bu yolda karmanın gizlerini, neden sonuç ilişkisini, karmanın zincirlerinden özgürleşmenin anahtarını, zevk ve acıdan özgürleşmeyi derinlemesine irdeleyeceğiz.”

“İnsanlar geleceğe yatırım yapmayı, biriktirmeyi sever. Günlük yaşamda günbegün, aydan aya, yıldan yıla karmalar biriktiririz.”

“Tohum ve Meyve

Karma, yani eylem tohumdur ve sonucu da bu eylemin meyvesidir. Kötü karma yaratan insanların sonucu çoğu zaman anında deneyimlemediğini görürüz. Hayır, unutmayın ki hiçbir karma, hiçbir eylem meyve vermeden kalmaz. İyi ya da kötü, yaptığımız her şey er ya da geç meyve verir.”

Her şey gönlünüzce olsun!.
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

DÜNYADA İYİLİĞİN AZALMASINA NEDEN OLANLAR

Sevgili okuyucularım, hislerimi, duyularımı, düşüncelerimi yazıya dökerek sizinle paylaşıyorum. Tabii ki bu yazdıklarıma katılmak zorunda değilsiniz. Farklı bir açıdan bakabilirsiniz. Herkes kendi düşüncesini belirtirse karşılıklı fikir alışverişi ile daha önce göremediğim noktaları görmemi sağlarsınız. Böylece hep birlikte meselelere daha geniş perspektiften bakabiliriz.

Evrene gönderilen her olumlu enerji dünyamıza güzelliklerle döner. İyilik de bu olumlu enerji kaynaklarından biridir. Hepimiz iyiliklerin çoğalmasını isteriz. İyilikle dünyada ışığın ve sevginin artacağını biliriz. Herkes, küçük ya da büyük, maddi veya manevi bir iyilik mutlaka yapmıştır. Esas konu, yapılan iyiliğin kendisinden çok onu yapmaya yönelten niyetle ilgilidir. Formül basit: İyilik eşittir saf niyet. “Saf niyet” derken neyi kastediyorum? İyilik yapacaksan kendi menfaatini düşünme, çıkar bekleme. Maddi ya da manevi ihtiyacı olan birinin sorununu çözmek için başkasının zorlaması olmaksızın, içinizden gelerek ve menfaat beklemeden harekete geçmektir iyilik.  

Bunu aklımızda tutarak devam edelim. İyiliği, koşullu ve koşulsuz diye ikiye ayırabiliriz. Koşulsuz iyilikte maddi ve manevi her türlü yardım vardır. Karşıdan karşıya geçmeye çalışan bir yaşlının zorlandığını gördüğünüzde kendiliğinizden veya onun istemesi üzerine yardım edersiniz. Yolda satış yapan kişiye üşüdüğünü fark ederek sıcak içecek alıp verirsiniz. Yemek yapacak imkânı olmayan komşunuza dışarıdan aldığınız veya evde kendi yaptığınız yemekten verirsiniz. Bir çocuğa ihtiyacı olan kitabı alıp vererek eğitimine katkı sağlarsınız. Maddi gücü olmayan bir hastanın doktor parasını ve ilaç parasını karşılarsınız. Hastaneye giderken çocuğunu bırakacak yeri olmayan birinin çocuğuna kendi işinizi bırakıp bir iki saat göz kulak olursunuz. Sivil yardım kuruluşlarına ihtiyacı olanlara ulaştırılmak üzere bağış yaparsınız.

Koşullu iyilik ise genellikle maddidir. Bir insana acil ihtiyacını karşılaması için borç verirsiniz. Davetli olduğu düğün için giysi almaya gücü yetmeyen birine kendi giysinizi ödünç verirsiniz. Acil işi çıkan birine hızlıca sorununu çözmesi için aracınızı iki saat sonra geri getirmek üzere verirsiniz.

Şimdi başa dönelim ve kendimize şu önemli soruyu soralım: İyilik yaparken karşılık bekliyor muyum? Bu, maddi bir karşılık veya bir övgü, bir takdir, bir teşekkür olabilir. Eğer koşulsuz iyilikse hiçbir beklentiniz olmamalı. Karşıdan karşıya geçmesine yardım ettiğiniz yaşlı, sıcak içecek verdiğiniz satıcı, kitap aldığınız çocuk veya ailesi, yemek götürdüğünüz kişi size teşekkür etmezse buna takılmayın. Teşekkür edilmedi diye başkalarına da aynı iyilikleri yapmaktan vazgeçmeyin. Çünkü siz bunu koşulsuz yapıyorsunuz. Koşullu yardımlarda ise beklenti ödünç verileni geri almaktan ibarettir. Borç verdiğiniz paranın zamanında ve eksiksiz gelmesi, ödünç verdiğiniz giysi, eşya veya arabanın hasarsız geri gelmesi doğal bir beklentidir.

Bu ayrıntıları verdikten sonra konunun özüne gelelim. Dünyada iyilik yapan insanların, iyiliklerin sayısı neden azalıyor? Bunun temel nedeni güvensizlik. Saf niyetle iyilik yaptığınız insanlardan zarar görmeniz sizi temkinli olmaya yönlendirir. İçinize şüphe düşürür ki bu da niyetin saflığını zedeler ve o iyilik, iyilik olmaktan çıkar artık. Konuyu örneklerle detaylandırayım. Yolda yürürken kalkmasına yardım ettiğiniz biri o sırada sizin çantanızı çalmışsa o günden sonra başınıza bir iş gelebileceği korkusuyla düşen insanlara güvensiz yaklaşır yardım etmek istemezsiniz. Ekonomik gücü yetmediği için evinin kirasını bile ödeyemediğini söyleyen birine maddi yardım yaptıktan sonra aslında oturduğu evin ailesine ait olduğunu ve kira ödemediğini öğrendiğinizde “Yanlış kişiye mi yardım ettim?” diye sorarsınız kendinize. Bir ay sonra ödeme sözüyle borç para verdiğiniz biri borcunu dört beş yıl sonra o da sizin geri istemenizle ödemediğinde veya aynı değerde verdiğinde artık kimseye borç vermek istemezsiniz. Çünkü burada mesele paraya tenezzül değil güvene tenezzüldür. Bağış yaptığınız yardım kuruluşlarının toplanan bağışları ihtiyaç sahiplerine ulaştırmadığını öğrendiğinizde bir dahaki sefere “Yardım yapacağım ama acaba doğru yere gidiyor mu?” diye kaygı duyarsınız. Acabalar başladı mı yapılan iyiliklerin içtenliği ortadan kalkar.

İşte örneklerde de gördüğümüz gibi böylesi olumsuz deneyimler dünyadaki iyilikleri azaltıyor. Kurban rolüne bürünerek merhametinizi ve vicdanınızı kullanmaya kalkışan, ruhlarını geliştirmeye açık olmayan böyle insanlara yardım etmek istememeniz doğaldır. Asıl üzücü olan, bu olumsuz davranışta bulunan insanların, gerçekten yardıma ihtiyacı olan kişilerin haklarını yemesidir. Üstelik bu davranışlarıyla kul hakkına girmiş de oluyorlar. Bir anlamda kurunun yanında yaş da yanıyor. Bu yüzden yardım yapmak istemeyen birini gördüğünüzde önyargılı davranıp katı yüreklilikle suçlamayın. Davranışının arkasında olumsuz bir deneyim olabileceğini hatırlayın.

Bir de sayısız olumsuz örnek var diye iyilik yapmaktan lütfen vazgeçmeyin. Çünkü iyilik bittiği zaman dünyada ışık bitiyor. Bütçenizi etkilemeyecek küçük eylemler, örneğin bir ekmek, bir simit almak iyiliktir. Bir kilo meyve veya sebze alıp vermek de iyiliktir. O anda sizden, geri vermek üzere para mı istediler, geri gelmeyebileceğini düşünerek bütçenizi sarsmayacak miktarda, örneğin bin lira isteniyorsa bütçenize göre yüz ya da iki yüz lira verin. Manevi olarak sizden iyilik mi istediler, ruhunuzun, bedeninizin ve zamanınızın elverdiği ölçüde yardımda bulunun.

Yaptığınız iyilikleri yakınlarınız, akrabalarınız ve arkadaşlarınız görmezden mi geldi, hiçe mi saydı, size değersizlik mi yaşattı, bir daha yapmak mı istemiyorsunuz; eğer içinizden gelmiyorsa yapmayın. Zaten içinizden gelmeyen iyilik, iyilik sayılmaz. Onun yerine hiç tanımadığınız insanlara iyilik yaparsınız. O zaman ruhunuz da içiniz de rahat eder. En azından kendinizi suçlamaz ya da kendinize kızmazsınız.

Ama en önemlisini unutmayın! Niyetinizin saflığını. Eğer iyiliği saf niyet ile yapıyorsanız hiç üzülmeyin. Çünkü iyi niyeti ve kötü niyeti kimsenin görmesine, bilmesine gerek yok. Allah bilsin yeter.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

ELEŞTİRİ

Eleştirmek düzeltmekten daha kolay…

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

İnsanların genel davranışı, gördüğü yanlışı düzeltmek yerine eleştirmektir. Bir de hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadıkları konularda başkalarını kolaylıkla eleştirirler. Bunu yaparken emeğe de saygısızlık etmiş olurlar. Genelde emeğin karşılığını vermeyen bu gibi insanlar, kendi içsel yolculuğunu yapmamış ayrıca da farkındalıktan yoksun insanlardır. Kısacası kişisel eğitimleri yoktur.

Sizin yaptığınız işin basit olduğunu söyleyip bir de kibirli bir şekilde dalga geçerler. Ayrıca yükselmenizi engelledikleri gibi sizi de sürekli aşağı çekerler. Sevgi ve saygı eğitiminden de yoksun böyle insanlardan uzaklaşıp ve hiç muhatap olmamak gerekiyor.

Şimdi sizi hikâyemizle baş başa bırakıyorum.

RENKLERİN USTASI

Renklerin ustası olarak anılan büyük bir ressamın öğrencisi eğitimini tamamlamış. Büyük usta öğrencisini uğurlarken yaptığı resmi şehrin en kalabalık meydanına koymasını ve yanına da kırmızı bir kalem bırakmasını, halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı iliştirmesini istemiş.

Öğrenci birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde resmin çarpılar içinde olduğunu görmüş. Üzüntüyle ustasına gitmiş.

Usta ressam, üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş. Öğrenci resmi yeniden yapmış.

Usta, yine resmi şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş fakat bu kez yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde boya ile birkaç fırça koymasını ve yanına da insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmelerini rica eden bir yazı ile bırakmasını önermiş.

Öğrenci denileni yapmış. Birkaç gün sonra bakmış ki resmine hiç dokunulmamış. Sevinçle ustasına koşmuş. Usta ressam şöyle demiş:

“İlkinde insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşılabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladılar.

İkincisinde onlardan yapıcı olmalarını istedin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye cesaret edemedi. Emeğinin karşılığını, ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın.

Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma.”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

ÇOCUK BÜYÜDÜKÇE YAŞANANLARI DAHA İYİ ANLIYOR

Sevgili okuyucularım, anı yazıma kaldığım yerde devam ediyorum. Evet, ilkokul dördüncü sınıfı bitirmek üzere olan çocuk bir kez daha sandığın başına geçti. Elindeki anahtarla kilidi çevirip kapağı açtı ve bir anıyı daha o andaki duygularıyla anlatmaya başladı.

Yaz tatiline sayılı günler kalmıştı. Önümüzde koca bir yaz vardı ve sonra ilkokul beşinci sınıfa geçecektim. Beşinci sınıf ortaokula bir adım daha yaklaşmak demekti. Bunu düşünmek beni çok heyecanlandırıyordu çünkü hem büyüdüğüm anlamına geliyordu hem de pek hoşlanmadığım öğretmenimden ayrılacağım.

Sınıfta arkadaşlar arasında yaz tatilinde kimin, ne yapacağı konuşuluyordu. Bana sorduklarında “Daha belli değil,” dedim, “babamın işinden dolayı tatil programımızı önceden yapamıyoruz. Zaman içinde belli olur.” Arkadaşlarım gidecekleri yerleri sayıp duruyorlardı. Benimse en çok istediğim denize gitmekti, denizi çok seviyordum. Fakat annem yazlık istemediği için babam, “Anneniz sizi günü birlik denize götürsün,” diyordu. Adalara gidiyorduk.

Karne almaya az kalınca ödevler azalmış, kardeşimle ikimizin birlikte geçirecek vaktimiz çoğalmıştı. Fakat annem kendisine ev işlerinde yardım etmemi artık daha çok istemeye başlamıştı. Ablam, tabii ki bu konulara uzaktı. Çünkü onun üniversitede yetiştirmesi gereken projesi ve sınavları vardı. Annemin benden yardım istemesine hiç itiraz etmedim. Çünkü hem ev işlerinden ve özellikle de mutfakta annemle birlikte bir şeyler yapmaktan zevk almaya başlamıştım hem de vaktimi artık beni tatmin etmeyen oyunlarla harcamak istemiyordum. Bu yüzden dışarıdan çok evin içinde vakit geçirmeye başlamıştım. Bol bol resim yapmak, kitap okumak, televizyonda çocuk programları seyretmek benim için en büyük mutluluktu. Ayrıca arkadaşlarımın evimize gelmesi ve onlarla vaktimi güzel geçirmek de beni mutlu ediyordu.

En sevdiğim şeylerden biri de hafta sonları kiraz bahçemize gitmek, doğayla iç içe olmak, kiraz toplamaktı. Tabii kiraz bahçesine bütün aile giderdik. Amcalarım ve yengelerimle birlikte. Bazen babama, “Sadece biz gitsek,” diyordum. Çünkü amcalarım olduğu zaman daha farklı oluyordu, onlar sürekli huzursuzluk yaratıyorlardı. Her zamanki gibi kiraz bahçesinde de iş konuştukları için ortamda gerginlik olmaya başlıyordu. Babam sessiz olduğundan onunla sorunları yoktu ama birbirleriyle haklılık yarışına girdikleri için karşılıklı kırıcı üslupla konuştukları olurdu ve sürekli küserlerdi. Bazen küçük amcam sırf ortanca amcama küstüğü için kiraz bahçesine gelmezdi. Babamda bundan çok rahatsız olurdu, ailede kimsenin küs kalmasını istemezdi. Böyle küslük olduğunda babam akşam işten gelince annemi yanına alıp iki kardeşini barıştırmaya giderdi. Annem ve babam, önce ortanca sonra da küçük amcamın evine gider, konuşurlardı. Zaten ikisi de aynı katta, yan yana dairelerde oturuyordu. Annem bazen babama, “Karışma, kendileri halletsin,” diyordu. Çünkü küçük amcam babama karşı kırıcı konuşurdu. Ortaca amcamı önceki anılarımda anlatmıştım; o her şeyin mükemmel olmasını istediği için her zaman öfkeliydi ve kırıcı konuşurdu. Oysa küçük amcam öyle değildi, sessiz görünürdü ama konuştuğu zaman kırıcı olurdur. Mesela sessiz kalarak bize karışmıyor gibi gösterirdi kendini ama kendi menfaati söz konusu olunca ortaca amcama söyler o da gelir bize iletirdi.

Bir hafta sonu yine kiraz bahçesine gitmiştik. Akrabalardan ve tanıdıklardan da gelenler olmuştu. Küçük amcam sürekli kendinden söz ediyor, iş konusunda ne kadar iyi olduğunu, hep kendisinin akıl verdiğini anlatıyordu. Ortanca amcam buna sinirlendi, “Biz de iş yapıyoruz,” dedi. Çünkü üç kardeş ortak çalışıyorlardı. Babam ise tartışma olmasın diye hiç ses çıkarmadı. Küçük amcam kendi başarısını anlatsa da gelen konuklar ve akrabalar aslında ailemizi, işi babamın kurduğunu bildikleri için hiç seslerini çıkarmadılar. Küçük amcam böyleydi işte, sürekli kendini över ve istekleri yerine gelmezse küserdi. Babam da kardeşler arasında küslük olmasın diye onun istekleri yerine getirmeye çalışırdı.

Babam, kardeşleri gibi değildi, her zaman mütevazıydı. Başkalarına kendini anlatmazdı. Sadece işine odaklanmıştı ve en iyisini yapmaya çalışırdı. Övünmediği gibi kimseden de takdir ya da övgü beklemezdi. Çalışmayı çok severdi. Aynı şekilde bizi de başarılı olduğumuz konularda kimseye övmezdi. Annem de öyle; sadece sorduklarında olanı söylerdi. Tabii başarılı olduğumuzda ikisi de “Aferin,” der, duygularını paylaşırlardı ama sadece bizimle; başkalarına karşı değil. Küçük amcam ise hep “Benim çocuklarım bu okullarda okuyacak, böyle başarılı olacak,” diye konuşurdu.

Bu gerginliklerin dışında kiraz bahçesinde piknik yapmanın pek çok güzel yanı vardı. Onlardan biri de gelen misafirlerle birlikte mangal yapmaktı. Fakat biz çocuklar oyuna öyle bir dalardık ki döndüğümüzde yiyeceklerin bazılarının kalmadığı olurdu. İşte amcalarımın tartıştığı o gün de bize köfte kalmamıştı. Üzüldüm. Çünkü ekmek arası köfte en çok sevdiğim yiyeceklerden biriydi. Annem evde yaptığında hep hoşuma giderdi. Bazen de sebzeli yemek yaparken kavurduğu kıymadan ekmeğin arasına koyup verirdi, onu da çok severdim. Kardeşimle birlikte oyundan dönünce köfte kalmadığını görüp hayal kırıklığına uğradık. Anneme sorduk, “Kalmadı, başka yiyecekler var,” dedi. “Bizi neden çağırmadınız, neden bize köfte ayırmadınız?” dedim. Annem, herkese eşit dağıtılınca kalacağını düşündüğü için ayırmamış ama sofradakiler kendi haklarından daha fazlasını aldıkları için kalmamış. “Bir de” dedi annem, “Servisi ben yapmadım, yengeniz yaptı. Ben yapsam size birer tane de olsa ayırırdım.” Üzülmüştüm. Öyle ki, anneme “Pikniğe tekrar geldiğimizde bize de ayırın, yemek yiyeceğiniz zaman çağırın,” dedim.

Tabii o zaman çocuk olduğun için bazı şeyleri fark edemiyorsun ama büyüyünce anlıyorsun her şeyi. İnsanların yiyeceklerde bile bencil davrandığını, başkalarının hakkına saygı duymadığını, “Çocuklar köfte yemese diğer yiyecekleri yer,” düşüncesinin çocuğa değer vermemek olduğunu… Herkes hakkından fazlasını yediği gibi “Yemeyen kaldı mı?” demeyi hiç kimse aklına getirmemişti. İnsan yaşı ilerledikçe bencilliğin farkına varıyor. Bencil insanlar önce kendilerini düşünürler. Başkalarına ne olduğunu umursamazlar. Menfaatleri doğrultusunda başkalarının haklarını da alırlar.

Bazı insanlar ve aileler, kendilerini, çocuklarını sürekli överler. Yaptıklarıyla övünür, yapmadıklarını yapmış gibi göstermeye bayılırlar. Ya mal mülkleriyle ya okudukları okullarla ya iş hayatlarıyla ya eşleriyle ya da çocuklarıyla övünürler. Aslında bu, kendini yetersiz hissetmekten, öz güven eksikliğinden kaynaklanır. Çocukluk döneminde yeteri kadar sevgi görmedikleri ve içlerinde o sevgiyi bulamadıkları için bu dış etkenlere bağlı olarak övünüp mutlu olurlar. Tabii ki yeri geldiğinde takdir edilir, sorulduğunda söylenir ama sürekli anlatmak bir rahatsızlıktır. Oysa öz güveni olan insan mütevazı olur. Yapmadıklarını yapmış gibi göstermez, böbürlenmez.

Hep söylediğim gibi: Çocuk her zaman gerçekleri görür.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

DOĞAL TAŞLARDAN GELEN ŞİFA – 4

Sevgili okuyucularım, doğal taşlarla ilgili bu ayki yazımda yine ilginizi çekecek bilgiler bulacaksınız.

“Hangi doğal taşı almalıyım ve bu doğal taşlar niçin kullanılır?” diyenler için Hasan Kocabaş’ın 2006’da Mozaik Yayınları’ından çıkan “Şifalı Taşlarla Sağlıklı Yaşam” adlı kitabı ile www.sertmineral.com sitesinden derlediğim bilgileri paylaşıyorum.

Belki birçoğumuz taşların faydasına inanmayabilir, sırf renkleri ve şekilleri hoş göründüğü için kullanır. Oysa önemli olan her bir taşın nasıl bir özelliğe sahip olduğu bilgisidir. Bu bilgiye sahip değilsek kullandığımız taştan fayda göremeyiz. İçlerinde hiç duymadığımız o kadar taş var ki rengini ve şeklini beğenmediğimiz için kullanmadığımız ama çok faydasını göreceğimiz taşlardır çoğu. O yüzden renkler ve şekiller sizi aldatmasın.

İşlenmemiş, toprağın altında olduğu hâliyle kalmış taşlara doğal taş denir. İşlenmemiş taşlar kendi titreşimleri ile enerji yayar. Doğal taşlar enerjilerini kaybetmez yani bir nevi ölümsüzdür. Çok eski zamanlardan günümüze kadar birçok medeniyet, taşların enerjilerinin şifa kaynağı olduğuna inanmıştır.

Onlarca çeşit doğal taşın farklı özellikleri ve etkileri olduğu söylenir. Bu taşlardan bazıları değerli, bazıları da yarı değerlidir. Binlerce yıllık geçmişe sahip doğal taşlar, eski çağlarda iyileştirici özellikleri sayesinde tedavi amaçlı sıkça kullanılıyordu.

“Doğal taşlar ne işe yarar?” sorusunun yanıtı ise aslında çok kapsamlı. Her doğal taşın farklı bir özelliği ve iyi geldiği konu var. Doğal taşların faydalarına genel olarak değinmek gerekirse, taşıyan kişiye pozitif enerji verdiği, iyileştirici, zihin rahatlatan ve huzur veren bir etkisi olduğu biliniyor. Doğal taşların enerjilerinin direkt olarak bedenimize etki ettiği düşünülür.

Doğal taşları sürekli üstte taşımak ve enerjisinden faydalanmak için takılarda kullanmak sık tercih ediliyor. Bunun dışında avuca sığacak büyüklükteki doğal taş parçalarını da meditasyon yaparken kullanabilirsiniz. Özellikle çakraları açmada çok faydalıdır ve gerçek faydayı elde etmek için de düzenli kullanılması gerekir. Bir kez meditasyonda kullandıktan sonra bir ya da iki ay ara verdiğinizde beklediğiniz sonucu alamazsınız. Bir de kullanılan doğal taşlar taklit değil gerçek olmalı. Küçük bile olsa hakiki olması gerekiyor. Sadece ev dekoru olarak kullanmak da mümkündür fakat en güzeli enerjilerinin bedenimize direkt etki etmesidir. Özellikle meditasyon yaparken mutlaka kullanılmasını tavsiye ederim.

Doğal taşların temizliği ya akan suda ya 12 saat toprağın üstünde bekletilerek ya da dolunay zamanlarında ay ışığına bırakılarak yapılır. Bazı doğal taşlar suda çözündüğü için suya değdirmemeye dikkat etmek gerekiyor. Bazı doğal taşlarda ise kendi kendini temizleme özelliği vardır.

APATİT

Anahtar kelimeler: Fiziksel aktivasyon, belgelere erişebilme

Element: Rüzgâr

Çakra: Alın çakrası

Apatit ilham veren bir taştır. Bilinç ve madde arasında ilişki kurar. Kişinin insancıl yönlerini artırır. Apatit, geçmişle gelecek arasında bağlantı kurar. Fiziksel yetenekleri geliştirir, kendimizi ifade etmemizi, meditasyon yaparken derinlere dalmamızı, iletişim kanallarımızı ve iletişim yeteneğimizi geliştirmemize yardımcı olur. Motivasyonumuzu yükseltir, enerji kaynaklarımızı yapılandırır. Sosyal yönümüzü ve dışa dönüklüğümüzü artırır. Çevremizdeki kişilerden alacağımız negatifliği bertaraf etmemizi sağlar. Hiperaktif ve otistik çocukların eğitiminde yardımcı olur.

Yaratıcılığı ve entelektüel zekâyı uyarır. Zihnin karışıklığını temizler. Bilgilere erişmek ve toplumun ortak huzuru için kullanılır. Apatit, bilgi ve gerçeği ortama yayar, üzüntü, ilgisizlik, öfkeyi ortamdan uzaklaştırır.

Apatit, kemiklerdeki rahatsızlıkları iyileştirmek ve hücre oluşumunu desteklemek için kullanılır. Kemiklerde kalsiyum emilimi, kıkırdak, kemik, diş, eklem iltihapları ve raşitizm hastalığının tedavisinde kullanılır. Ruhsal fiziksel, duygusal ve mantık yönünden çakralarımızı dengeler. Yaşanan eski bir olayın kişinin üzerinde bıraktığı olumsuz etkileri azaltmakta yardımcıdır. Açlık hissini azaltır. Açık mavi apatit, kekemelik tedavisinde kullanılır. Yüksek tansiyonu düzenler.

ARAGONİT

Anahtar Kelimeler:  Enerji alanlarının dengelenmesi, duygusal iyileşme, yenilenmiş güç ve güven

Element: Toprak

Çakra: Tüm çakralar

Duygusal vücudun dengede kalmasını ve iyileşmesini sağlar. Geçmişte yaşadığımız olaylardan aldığımız duygusal yaraların iyileşmesini sağlar. Aragonit, farkında olmadan kendinizi germenizi engeller ve stresinizi boşaltmanızı kolaylaştırır. Aragonit ile meditasyon yapmak geçmiş yaşamınızla ilgili deneyimlerinizi ve unutmuş olduğunuz olayları anımsamanızı sağlar.

Aragonit taşıyan kişi kendini duygusal açıdan çok güçlü hisseder, çünkü duygularındaki dengesizliği gidermiş ve kendini güçlendirmiştir. Vücuttaki bütün enerji merkezlerini ve auranın her seviyesini temizler, arındırır ve dengeler. Kişinin içinde barındırdığı olumlu enerjiyi kelimelerle, sanatla, müzikle veya diğer tüm iletişim kanalları ile etrafa yaymasını destekler. Kemik rahatsızlıklarında, kalsiyum emilimi ve disklerin elastikiyetinin korunmasında faydalıdır. Gece uyurken yaşadığınız kas gerilmelerini önler. Kırıkların kısa sürede iyileşmesini kolaylaştırır. Özellikle bağışıklık sisteminin güçlenmesi için kullanılır. Dayanıklılık gücünün artmasını sağlar.

Mavi Aragonit

Anahtar Kelimeler: Sezgi, iletişim, meditasyon, duygusal algıyı güçlendirme

Element: Su ve rüzgâr

Çakra: Boğaz, kalp ve alın

Larimar ve aquamarin gibi mavi aragonit de duyguların yatıştırılması ve iletişim yeteneğinin güçlenmesine yardımcı olur. Düşünce, iletişim, yaratıcılık ve hislerin uyumlu bir şekilde çalışmasını sağlar. Boğaz çakrasında etkili olması nedeni ile konuşmayı ve etkili iletişim kurmayı, kendini ifade edebilmeyi sağlar. Boğaz ağrılarına ve ses tellerine iyi gelir. Ciğerleri güçlendirir, solunum yolu rahatsızlıklarında etkilidir.

Aragonit taşının en önemli faydalarından biri, kemik hastalıklarında çok etkili bir taş olmasıdır. Romatizma ve eklem ağrılarına çok iyi gelir. Kırılan kemiklerin iyileşme süresini kısaltan aragonit taşı, kas ve sinir spazmlarında etkilidir.

Ateş düşürücü özelliği vardır.

Vücuttaki iltihabı azaltır.

Sinirliliği ve gerilimi azaltır.

Saç dökülmelerine karşı tedavi edici etkiye sahiptir.

Yorgunluk hissini ortadan kaldırarak, enerji verir.

Soğuk algınlığına karşı iyileştirici özelliğe sahiptir.

Kalsiyum dengesini korur.

Bağışıklık sistemini de kuvvetlendiren aragonit taşı, hastalıklara karşı vücudu daha dirençli hale getirir.

Cildin kendini yenilemesine yardımcı olurken, cilt kırışıklıklarına karşı faydalıdır.

Yara ve yanıkların daha hızlı iyileşmesini sağlar.

Özellikle antibiyotik ve diğer ilaçların vücutta oluşturabileceği yan etkileri ve alerjik reaksiyonları en aza indirmeye yardımcı olur.

Aragonit taşı, diyet yapan kişilere tokluk hissi vererek, kilo vermelerine yardımcı olur.

İçinde barındırdığı kalsiyum ve karbonat bileşimleri nedeniyle, taşı vücudunda taşıyanlara huzur ve mutluluk hissi verir.

Bilgisayar, cep telefonu vb. radyasyon yayan araçlara karşı az da olsa belli bir oranda koruma sağlar.

İlaç tedavisine ek olarak, sürekli vücutta taşındığı takdirde ağrı ve sızıların azalmasına yardımcı olur.

Aragonit taşının, sevgide, parada ve zamanda bolluk sağladığına inanılır.

AY TAŞI 

Anahtar kelimeler: Gizem, kendini keşfetme, sezgi, anlayış, rüyalar        

Element: Rüzgâr

Çakra: Alın, Taç çakra

Hindistan’da eskiden düğünlerde gelinlere uğurlu geldiğine inanıldığı için ay taşı takıldığı söylenmektedir. Hindistan’da kutsal sayılan bir taştır. Yeni başlangıçların taşı olduğuna inanılır. Adından da anlaşıldığı gibi ayın hareketleri ile ilişkili olduğu ve bu yüzden sezgisel gücü artırdığı bilinir. Kadınların adet dönemlerinin düzenlenmesini sağlar. Kramplara, bacak ve sırt ağrılarına iyi gelir. Hormon dengesini düzenler. Böbrek problemlerinde de kullanılır. Tokluk hissi verdiğinden kilo kontrolüne yardımcı olur. Ay taşı, aşırı stres altında olduğunuz durumlarda sizi dengeler, diğer insanları kırmanızı engeller ve onlara karşı daha duyarlı olmanıza yardımcı olur. Eşlerin arasındaki sevginin güçlenmesine yardımcı olur. Yıldızı düşük olanların kullanması önerilir. Nazara iyi gelir. Rüyaların sabah uyanınca daha net hatırlanmasını sağlar.

Gri Ay taşı: Yeni ay taşı da denir. Yeni ayın gizemini ve güçlü, taze enerjisini taşır.

Şeftali Ay taşı: Sevgi enerjisi ile kalbi destekler ve düşünceleri uyarır.

Beyaz Ay taşı: Dolunayın enerjisini yansıtır. Kişinin duygu ve sezgilerini artırır. Kundalini enerjiyi aktive eder ve iç gözü açar.

Gökkuşağı Ay taşı: Nazardan korur.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

ALDATMA ENERJİSİ İLE KENDİNİZE NE ÇEKERSİNİZ?

Sevgili okuyucularım, dürüstlük hakkında üçü geçen yıl (4 Ocak, 12 Nisan, 19 Temmuz), biri de 2021’de (7 Aralık) olmak üzere dört yazı kaleme alarak konuyu enine boyuna irdelemiştim. 2023 yılını bu ilk yazısında ise aldatma enerjisinin hayatımızı nasıl etkilediğine dikkat çekmek istiyorum. Tabii ki her yazıda olduğu gibi hepimizin zaman zaman karşılaştığı örneklerden yola çıkarak.

Bazen farkında olarak bazen de farkında olmadan karşımızdaki insanlara aldatma enerjisi veririz. Davranışlarla olduğu kadar sözlerle de aldatma enerjisi yayılır. İnsanlar genellikle günü kurtarmak için bunu yaparlar ama aldattıklarını sanırken kendileri aldanırlar. O enerji aslında kendi hayatlarını öyle büyük boyutta bir olumsuzlukla etkiler ki farkında olabilseler hemen değişmek ve bu enerjiden kurtulmak isterler.

Genellikle insanlar kendilerini savunurken ya korkularından ya çaresizlikten yalana başvurduklarını söylerler. Ama bir yalan ikinci yalanı doğurur ve üçüncüyü; derken güvensizlik başlar. Bunu fark edersiniz ve bunu yapan insana karşı sınırlarınızı çizmeye başlarsınız çünkü artık ondan zarar gelmeye başlamıştır, duygularınıza zarar vermiştir.

Bazen insanlara, karşı tarafa neden gerçeği söylemediklerini ve aldatma enerjisi verdiklerini sorarım. “Kırılmasın diye,” derler. Hâlbuki farkında olmadan evreni kırıyor. Aslında evrene bunu gibi ne kadar çok aldatma enerjisi verilirse evrende o kadar çok aldatma olayı yaşanır.

Yeryüzündeki tüm insanlar yaşadıkları ülkelerin dürüstlük ve sevgiyle yönetilmesi ortak paydasında birleşirler. Bunu isterken kimse kendi dürüstlüğüne ve içinde sevgi olup olmadığına bakmaz, direkt evrenden bekler. Ama evrene vermediğiniz şeyi ondan bekleyemezsiniz. Önce siz vereceksiniz ki evren de size versin. Siz evrene aldatma enerjisi veriyorsanız o size dürüst ve sevgi dolu bir ortamı nasıl versin ki? Bazıları “Ne olacak, bir tek benimle mi düzelecek her şey?” diye soruyor. “Evet,” diyorum, “Bir tek seninle. İnsanların her biri tek tek seninle aynı düşüncede oldukça evrene ne kadar çok aldatma enerjisi yayıldığını düşün.”

Ekonominin kötüleşmesinden, fiyat artışlarından, önünü görememekten yakınıyor herkes. Ama kimse bu tablonun ortaya çıkmasında kendisinin ne kadar payı olduğuna bakmıyor. Oysa maliyet artışlarını bahane ederek satılan ürünün fiyatını gerçek değerinin çok üzerinde artırmak fırsatçılık ve aynı zamanda aldatmaktır. (gizli hırsızlık) Tarihi geçmiş bir gıda ürününü veya çürümeye yüz tutmuş sebzeyi taze diyerek satmak bir aldatmadır. Mülk sahiplerinin kiracılarını yasal sınırın üzerinde artışa zorlaması hem fırsatçılıktır hem açgözlülüktür hem de aldatma enerjisi yaymaktır. Ekmeğin fiyatını artırmamak için gramajını düşürmek aldatma enerjisi yayan bir gizli hırsızlık biçimidir. Dolayısıyla tek tek bireysel davranışlara baktığımızda parayla aldatma enerjisi yaratıldığını net olarak görebiliyoruz. O hâlde bugün yaşanan olumsuz ekonomik koşulların kolektif olarak yayılan aldatma enerjisinden kaynaklandığını söyleyebiliriz.

Benzer şekilde toplumsal yozlaşmanın, etik değerlerin yok oluşunun, şiddet olaylarındaki artışın temelinde de bu yaratılan kolektif aldatma enerjisi var. Çağrıldığı yere gitmemek için hasta olduğunu söylemek, işe gitmek istemediği için hasta olduğunu söylemek, arkadaşlarla buluşup eşe mesaiye kaldığını söylemek, söz verip yerine getirmemek… Bunların hepsi aldatma enerjisi yayan davranışlardır ve kişinin kendi hayatına yansıması olumsuz olur. Dediğim gibi çoğunun da gerekçesi karşıdaki insanı kırmamak, ayıp etmemektir. Oysa kırıcı olan gerçeği söylememektir.

Tabii burada üslup önemlidir, hakaret etmeden söylemek gerekir. Çoğu insan kendi ile bu konuda yüzleşmediği için siz yüzleştirdiğiniz zaman kırıcı olduğunuzu söylerler. Ben bunun örneklerini çok yaşadım. İnsanları farkındalığa kavuşmaları, uyanışa geçmeleri, aydınlanmaları için kendileri ile yüzleştirdiğimde o güne kadar şahsıma olumlu sözler söyleyenler bir anda olumsuz sözler söylemeye başlamış oluyorlar. Ama ben onlara karşılık vermem, kendi yaraları ile yüzleştikleri için ister istemez tepki vermelerini normal bulurum. Çünkü yüzleşmek acı verir. Yüzleşme ile ilgili yazımı vakti geldiğinde sizlerle paylaşacağım sevgili okuyucularım.

Gelelim aldatma enerjisine dair yaşadığım örneklere. Bir ortamda tanıştığım birisi yaşadığı bazı olumsuzluklar nedeniyle benden şifa, rehberlik konusunda yardım istemişti. Ben de olumsuzluktan kurtulmak için kendisinin değişmesi gerektiğini söylemiştim. Aradan iki ay geçtikten bir mesaj gönderdi. Uzun zamandır görüşemediğimizden, beni özlediğinden söz ettikten sonra bir işinin çözümü için yardım istiyordu. İşinin çözümü için yardımcı olmaya çalışacağımı söyledikten sonra şöyle dedim:

“Eğer bu ihtiyacınız olmasaydı bana mesaj yazacak mıydınız? Burada kendinize dürüst olmanız gerekiyor. Çünkü size iki ay önce değişmeniz gerektiğini söylememin bir nedeni de kendinizle dürüstlük konusunda yüzleşmenizi sağlamaktı. Şimdi sizin bir işinizin çözümü için yardım istemenizle uzun zamandır görüşemediğimiz için özlediğinizi söylemeniz arasında çok fark var. Birisinde ihtiyaçtan dolayı yardım istiyorsunuz, diğerinde karşınızdaki kişiye gerçekte olmayan duygularınızı varmış gibi yansıtıyorsunuz. O zaman aldatma enerjisi yaymış oluyorsunuz. İşte size karşı yapılmasına kızdığınız şey de bu; yaydığınız aldatma enerjisi. Ama ben şaşırmam çünkü insanların yüzde 90-95’i böyle. Kendi işleri olduğu zaman ortaya çıkarlar. Onun için hayatta bu kadar olumsuzluk var.”

Gerçeği söylemek yerine kelime oyunlarına başvuranlar yalnızca günü kurtarırlar. Sonra da olumsuz bir şey yaşayınca başkalarını suçlarlar. Örneğin tatile giderken bunu çok yaparlar. Sırf bütçelerini düşünerek ya da yalnız kalmamak için anlaşamadıkları insanlarla tatile gitmeye çalışarak aldatma enerjisi yayalar. Doğruyu söyleseler evren ihtiyaç duyduklarını zaten kendiliğinden verecek ama onlar maalesef kelime oyunlarına başvurmayı seçerler.

Diğer taraftan, spritiuel ile uğraşan ama kendi içindekilerini şifalandırmadan başkaları için eğitim ve kurslar düzenleyenler var. Örneğin “Bağımlıklarınızdan kurtulmanız, korkularınızla yüzleşmeniz gerekli,” diyorlar, “Çakralarınızı açacağım, ışığınız, enerjiniz yükselecek, arınacaksınız” gibi vaatlerde bulunuyorlar. Ama bakıyorsunuz daha kendileri bağımlıklarından, korkularından, endişelerinden, kaygılarından kurtulmamışlar, egolarından arınamamış, çarklarını açıp o ışığı çıkaramamışlar. İşte bu da bir aldatma enerjisi (yalan enerjisi) oluyor.

Bir başka örneği de trekking düzenleyen turlar ve seyahat acentalarından vereyim. Bir bakıyorsunuz bazıları daha çok kazanmak için diğer şirketlere göre daha fazla para ve kapasitesinden fazla müşteri alıyor. Tabii ki kâr amaçlı alacaklar ama nasıl olsa geliyorlar, diye çok kazanmak hırsıyla aldığı para başka şekilde mutlaka çıkıyor. Çünkü evrene aldatma enerjisi gönderiyor. O aldatma enerjisinin kendisine döndüğünün, topluma döndüğünün bilincinde olsa zaten teşebbüs bile etmez ama menfaat olduğu sürece dürüstlük ve gerçeklik beklemeyin.

Verilen söze sadık kalmamak ya da neden sadık kalmadığınızı dürüstçe açıklamamak da aldatma enerjisi yaratır. Çünkü ümit vermiş sonra da ümidi boşa çıkarmış olursunuz ki bu da güveni ortadan kaldırır. Özellikle büyüklerin çocuklara karşı sıkça yaptığı bir yanlıştır bu. “Çocuktur, nasıl olsa anlamaz,” diyerek ağlıyorsa susması ya da ders çalışması için anı kurtarmaya yönelik söz vermeler yanlışı yanlışla kapatmaktan başka bir şey değildir. Kötü niyetle yapılmamıştır belki ama sonucu aldatma enerjisi yaymaktır.

Kısacası insanların çoğu kendi menfaatini korumak ve günü kurtarmak için dürüstlükten uzaklaştıkça dünyada olumsuzlukların yaşanması kaçınılmazdır. Bu yüzden herkes önce büyük küçük fark etmeksizin nelerle aldatma enerjisi yarattığına bakmalı. İster korkudan ister çaresizlikten ister karşı tarafı kırmamak için ister menfaat için evrene aldatma enerjisi göndermek kendimize yaptığımız en büyük kötülüktür. Aynı zamanda karma oluşur. Yaşadığımız her olumsuzlukta lütfen kendimizin ne kadar payı olduğuna bakalım. Unutmayın! Evren hiçbir zaman yanlış yapmaz.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

OLUMLAMA – 2

Sevgili okuyucularım, bu ay sizlerle kişisel gelişim, enerjiler ve kuantum zihin uzmanı Berna Özcan Demir’in olumlamalarını paylaşacağım.

Her birinizde yüksek fayda oluşturacağına inandığım bugünün olumlamalarıyla sizleri baş başa bırakıyorum.

“Hayatımda alma ve vermenin dengesini kurmaya niyet ediyorum. İyi ve güzel şeyleri hak ediyorum ve bana gelen tüm harika hediyeleri sevgiyle kabul ediyorum. İstemek ve almak benim için güvenlidir. Sahip olduğum değerli şeyleri başkalarıyla paylaşarak öz benliğimi onurlandırıyor ve hayatımda olumlu bir akış başlatıyorum. Vermek benim için güvenli ve keyiflidir. Sevgiyle aldığım ve verdiğim her şeyin hayatımdaki bereketi artırdığına inanıyorum. Bugün hayatımda alma ve vermenin dengesi bütünüyle kurulduğu için şükrediyorum.

Hayatımdaki her şeyin sorumluluğunu kabul ediyorum. Tüm başarılarım için kendimi kutluyor ve tüm sorunlarımı benim oluşturduğumu kabul ediyorum. Bu sorunlara ben izin verdim ve şimdi başlattığım gibi hepsini sonlandırabileceğimi inanıyorum. Hayatımı yönetebilecek kadar güçlüyüm ve şimdi gücümü en doğru şekilde kullanmayı seçiyorum.

Bilinçaltımdaki tüm inançlarımın benim refah içinde yaşamamı, zenginleşmemi ve harika bir hayat sürdürmemi destekleyen inançlar olmasını seçiyorum. Şimdi sağlığın, mutluluğun, zenginliğin ve harika deneyimlerin yaşam yolumda olduğuna tüm kalbimle inanmaya niyet ediyorum.

Kendimi olduğum gibi sevmemi engelleyen tüm olumsuz inançlarımın, kısıtlı bakış açılarımın, geçmişten gelen tüm olumsuz şartlanmalarımın, olumsuz kodlamalarımın ve olumsuz duygularımın nazikçe temizlenip, arınıp, şifalanmasını seçiyorum.

Farkında olarak veya olmayarak sağlığımı, parasal durumumu, ilişkilerimi ve çalışmalarımı olumsuz etkileyecek düşünceler ürettiysem, sözler söylediysem bunların hepsini şimdi bütünüyle iptal ediyorum. Bu sözlerin yerini ışık ve sevginin almasını seçiyorum.”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN