KENDİ DÜNYANIN IŞIĞI SENSİN!

Sevgili Okuyucularım, geçen ay “Buddha gibi Düşünmek ” kitabından her gün kendimizi nasıl iyileştirebiliriz diye bir bölüm olarak paylaşmıştım. Bugün sizlere aynı kitaptan başka bir bölümü paylaşıyorum.

Şimdi “Kendi Dünyanın Işığı Sensin!” başlığı altında yazıyı sizlerle baş başa bırakıyorum.

“Işığını başkalarıyla paylaştığında, kendi ışığından bir şey kaybetmezsin; aksine ışığın harlanır, büyür ve karanlığı dindirir.” Victor M.Parachin

Bu gezegen, insanların onu iyileştirmesini bekliyor. Daha açık anlatmak gerekirse, bu dünyanın ona umut ve şifa getirmene ihtiyaç var. Buddha’nın çok ünlü bir sözü vardır: ”Tek bir mumun ateşiyle binlerce mum yakılabilir, bu mumu eksiltmez”. Birçok insan bir değişiklik yapma noktasında kendisini çok güçsüz hisseder. Fakat karanlık bir oda düşünün. Tek bir mum yakıldığında, boşluğa ışık girer. Aynı mum, bir başka mum yakmak için kullanılabilir, sonra bir tane daha, ardından bir tane daha…Böylece ışık bütün odayı kaplayacak hale gelir. Eğer sen de tıpkı bir mum gibi, diğer mumları yakmaya devam edersen, karanlık yerini muhteşem bir aydınlığa bırakacaktır.

Gezegenin sana ait küçük bölümünde bir mum ol.

Nerede keder varsa, orada umut mumu ol.

Nerede duyarsızlık varsa, orada sevgi mumu ol.

Nerede kin varsa, orada merhamet mumu ol.

Nerede kötü niyet varsa, orada iyi niyet mumu ol.

Nerede adaletsizlik varsa, orada adalet mumu ol.

Nerde acı varsa, orada ferahlık mumu ol.

Unutma ki, ışığını başkalarıyla paylaştığında kendi ışığından bir şey kaybetmezsin; aksine ışığın harlanır, büyür ve karanlığı dindirir. Kendi dünyanın ışığı sensin!

Her şey gönlünüzce!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

RUHUN TEKÂMÜLÜ

İnsanlar, başka insanları davranışlarına, yaptıkları eylemlere bakarak iyi ve kötü olarak iki sınıfa ayırırlar. Ben insana, iyi ve kötü olarak bakmam. Her insanın kişiliğini ve karakterini, ahlaki değerleri davranışlarına nasıl yansıttığına, ruhunun nasıl tekâmül ettiğine; evrimleştiğine bakarım. Sonra da insanları şöyle sınıflarım:

1) Ruhunu tekâmül ettirmiş.

2) Ruhunu tekâmül ettirmek isteyen.

3) Ruhunu tekâmül ettirmek istemeyen.

Önce tekâmülden ne anlıyoruz, ona bakalım. Bir meyvenin olgunlaşması nasıl ise bir insanın ruhunun olgunlaşması da öyledir ve buna tekâmül denir. Tekâmüle giden yolda ruhun gelişme, ilerleme dönemleri olur.

Yaşam boyunca hem beden hem zihin hem de ruh gelişir, değişir ve dönüşür. Bazı insanlar genç ruh olarak doğar; halk arasında “çocuk ruhlu” diye tabir edilen insanlar böyledir. “Daha çocuk ruhlu o; büyüyecek, gelişecek ve olgunlaşacak.” deriz. Bazı insanlar da yaşlı ruh olarak doğarlar, eylem ve söylemlerinde “bilgelik” vardır. “Yaşı çok genç ama gerçekten çok olgun ve bilge bir insan.” diye söz ettiğimiz insanlar, işte yaşlı ruhlulardır.

“Genç ruh” dediğimiz insanlar, hata yaptıklarında kendilerine ve başkalarına verdikleri zararın farkına varmazlar. Ancak bu insan “ruhunu tekâmül ettirmek isteyen” ise o ruhu olgunlaştırmak, geliştirmek ve ilerlemek ister. Bunu fark etmesi için de önce uyanışa geçmesi gerekir. Uyanışa geçmemiş insan, bazı şeyleri gözüne de soksanız yine uyanmıyorsa işte o, “ruhunu tekâmül ettirmek istemeyen” insandır. Çünkü kendi konfor alanında çıkmak istemez, evrimleşmemiş ruh ile yaşamak ister.

İnsan tekâmül sürecinde, ruhsal uyanış ve aydınlanma yaşar. Aydınlanmış insan etrafına da meşale tutar. Aydınlanmak ve ışık saçmak kolay değildir.

İyi ve kötü insan sınıflamasıyla ilgili bir örnek verdikten sonra nasıl aydınlanacağımız konusuna dönelim.

Alışveriş yaparken girdiğim dükkânların sahipleriyle kalbimin o anda hissettiği şeyi konuşurum. Yine öyle bir gündü. Dükkân sahibi bana istediğim ürünleri veriyordu ama bunu yaparken bir o kadar da isteksiz görünüyordu. Bir şeylerin iyi gitmediğini anladım ve o anda içimden geleni söyledim kendisine: “İnsanları anlamak kolay değil, öyle değil mi?” Karşılık olarak, “Hanımefendi insanlar öylesine kötü oldu ki artık kimseye ‘merhaba’ demek istemiyorum.” dedi. Ben tebessüm ettim. “Kaç senedir esnaflık yapıyorum, eskiden gelen on kişiden bir tanesi için ‘kötü insan’ diyordum. Şimdi on kişi geliyor sadece bir tanesine ‘iyi insan’ diyorum.” dedi ve devam etti, “Her gün bir olumsuzluk yaşatıyorlar insanlar birbirlerine… Söz verdiklerini yapmıyorlar. Geçen hafta siparişini verdiğim mal hâlâ bana ulaşmadı. Her gün soruyorum, bugün, yarın diye oyalıyorlar ama mal bir türlü gelmiyor. Ben de o mal için müşteriye söz verdim, zor durumda kaldım.”

Şimdi bu örnek üzerinden ilerleyelim. Ortada iki durum var. Birincisinde esnafa söz verip yerine getirmeyen toptancı, “Bir aksilik oldu” ya da “Daha acil bekleyen bir yere götürdüm malı” diye savunma yapıyorsa ve karşı tarafa zarar verdiğini düşünmüyorsa, toptancının ruhunun uyanışa geçmediğini söyleyebiliriz. İkinci durumda ise esnaf toptancının gerçek gerekçesini bilmediği hâlde egosuyla karar verip onun kötü olduğunu söylüyor. Diğer bir deyişle hoşgörü göstermeyip toptancıyı yargılıyor. Böylece o da uyanışa geçmemiş oluyor.

Peki, her iki durumda da uyanış nasıl gerçekleşir? Elbette hatasını kabullenerek. Hatayı kabullenme ile uyanış başlar ve doğru davranışa yönelten aydınlanma yoluna girilir. Karanlıktan çıkmaya başlayan ruh ışığın kendisine ve etrafına iyi geldiğini gördükçe ruhundaki daha fazla olumsuzluğu dönüştürmek ister ve ruhunun gelişimine yol açar.

Tekâmül tam da budur: İnsanın egodan kaynaklanan algılardan, yargılarından, koşullanmalardan kurtulma sürecidir. Çünkü insan yaşadığı süreçte atalarından öğrendiği ve bu öğrendiklerine göre yaşadığı deneyimler sonucunda kendine bir kimlik oluşturur, bu kimliğe sıkı sıkıya bağlanır, bırakmak istemez. Başka bir deyişle egolarından, alışkanlıklarından kurtulmak istemez. Sonra yarattığı bu kimlik, duygularını, düşüncelerini ve davranışları oluşturur. Bu yüzden tekâmül dediğimiz süreç insanın ruhunu iyi tanıyıp kendinde oluşturduğu sahte kimliklerden özgürleşmesidir.

Olgunlaşmış, tekâmül etmiş bir ruh kendi kimliği ve benliği ile yaşamaya başlamış, yaşadıklarından ders çıkarmıştır. Her bir ders, ruhun evrimleşmesi için yol gösterir. Ruhu evrimleşen insan artık yaşadığı sürece egolarını konuşturmaz.

Tabii insan ruhunu olgunlaştırmak isterken önündeki her bir kayayı kaldırmak için bazı acılar çeker, öyle kolay değildir o kayaları kaldırmak. Birtakım yollardan geçmek gerekir. Ruhun tekâmül etmesinin en önemli göstergesi sevgidir. Ruh olgunlaştıkça sevgi kademesine geçilir. Bu sevginin içinde sabır, hoşgörü, anlayış, duyarlılık, empati vardır.

Oysa sinsilik, kıskançlık, kibir, cimrilik, alınganlık ve takıntılar birer egodur ve her ego kötüdür. Hayata yeni bir yol açmak için geçmişi affederek takıntılardan kurtulmak gerekir. Hoşgörüyle bakmayı öğrenince yargılama ortadan kalkar ve karanlık bir yan terk edilmiş olur. Mesela ruhunu geliştirmeye gerçekten niyetlenip hatalarıyla yüzleşerek aydınlanma yoluna giren bir arkadaşım “Kendimi tanıdıkça ruhumda kıskançlık olduğunu öğrendim.” dedi bir gün. Hayatımda ilk kez birinin kıskançlığını kabullendiğini görmüş oldum böylece. Aynı zamanda arkadaşımın başkalarına karşı davranışlarında nasıl olumlu bir değişim gösterdiğine de şahit oldum.

Ruh olgunlaştıkça insan artık bilgelik yolunda ilerlemeye başlar. İçindeki ego susar, bilgeliğini dinler. Bilgelik insanı daha çok ışığa çıkarmaya ve aydınlatmaya çalışır.

Nasıl ki olgun meyve yerken tat veriyorsa olgunlaşmış bir ruh da etrafına öyle tat verir. Bu tat; aydınlık, ışık, sevgi, huzur, mutluluktur.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

DOĞAL TAŞLARDAN GELEN ŞİFA – 6

Sevgili okuyucularım, doğal taşlarla ilgili bu ayki yazımda yine ilginizi çekecek bilgiler bulacaksınız.

“Hangi doğal taşı almalıyım ve bu doğal taşlar niçin kullanılır?” diyenler için Hasan Kocabaş’ın 2006’da Mozaik Yayınları’ndan çıkan “Şifalı Taşlarla Sağlıklı Yaşam” adlı kitabı ile www.sertmineral.com sitesinden derlediğim bilgileri paylaşıyorum.

Belki birçoğumuz taşların faydasına inanmayabilir, sırf renkleri ve şekilleri hoş göründüğü için kullanır. Oysa önemli olan her bir taşın nasıl bir özelliğe sahip olduğu bilgisidir. Bu bilgiye sahip değilsek kullandığımız taştan fayda göremeyiz. İçlerinde hiç duymadığımız o kadar taş var ki rengini ve şeklini beğenmediğimiz için kullanmadığımız ama çok faydasını göreceğimiz taşlardır çoğu. O yüzden renkler ve şekiller sizi aldatmasın.

İşlenmemiş, toprağın altında olduğu hâliyle kalmış taşlara doğal taş denir. İşlenmemiş taşlar kendi titreşimleri ile enerji yayar. Doğal taşlar enerjilerini kaybetmez yani bir nevi ölümsüzdür. Çok eski zamanlardan günümüze kadar birçok medeniyet, taşların enerjilerinin şifa kaynağı olduğuna inanmıştır.

Onlarca çeşit doğal taşın farklı özellikleri ve etkileri olduğu söylenir. Bu taşlardan bazıları değerli, bazıları da yarı değerlidir. Binlerce yıllık geçmişe sahip doğal taşlar, eski çağlarda iyileştirici özellikleri sayesinde tedavi amaçlı sıkça kullanılıyordu.

“Doğal taşlar ne işe yarar?” sorusunun yanıtı ise aslında çok kapsamlı. Her doğal taşın farklı bir özelliği ve iyi geldiği konu var. Doğal taşların faydalarına genel olarak değinmek gerekirse, taşıyan kişiye pozitif enerji verdiği, iyileştirici, zihin rahatlatan ve huzur veren bir etkisi olduğu biliniyor. Doğal taşların enerjilerinin direkt olarak bedenimize etki ettiği düşünülür.

Doğal taşları sürekli üstte taşımak ve enerjisinden faydalanmak için takılarda kullanmak sık tercih ediliyor. Bunun dışında avuca sığacak büyüklükteki doğal taş parçalarını da meditasyon yaparken kullanabilirsiniz. Özellikle çakraları açmada çok faydalıdır ve gerçek faydayı elde etmek için de düzenli kullanılması gerekir. Bir kez meditasyonda kullandıktan sonra bir ya da iki ay ara verdiğinizde beklediğiniz sonucu alamazsınız. Bir de kullanılan doğal taşlar taklit değil gerçek olmalı. Küçük bile olsa hakiki olması gerekiyor. Sadece ev dekoru olarak kullanmak da mümkündür fakat en güzeli enerjilerinin bedenimize direkt etki etmesidir. Özellikle meditasyon yaparken mutlaka kullanılmasını tavsiye ederim.

Doğal taşların temizliği ya akan suda ya 12 saat toprağın üstünde bekletilerek ya da dolunay zamanlarında ay ışığına bırakılarak yapılır. Bazı doğal taşlar suda çözündüğü için suya değdirmemeye dikkat etmek gerekiyor. Bazı doğal taşlarda ise kendi kendini temizleme özelliği vardır.

GARNET (LAL TAŞI)

Anahtar kelimeler: Yaratıcılık, çekicilik

Element: Dünya, ateş

Çakra: Kök, solar pleksus

Garnet, binlerce yıllardan beri bilinen bir taştır. Garnet, Latince ‘’ Granatun’’ yani Türkçede ‘’nar’’ anlamına gelen bir kelimeden şekli ve rengi nedeniyle benzetildiği için garnet olarak adlandırılmıştır. Çekoslovakya ‘da tunç çağından beri, Mısır’da 5000 yıldır bilinmektedir. Sümerlerde, İsa dan önce   2100 yılında kullanılmıştır. İsveç’te İsa dan önce 1000 ve 2000 yıllarında kullanılmaktaydı. Eski Yunan ve roma medeniyetlerinde oldukça popüler bir taştı. Aztekler ve Amerikalı yerliler garneti süs eşya yapımında kullanırlardı. Dünyanın önde gelen taş kesim atölyelerinin bulunduğu (bohemia) Çekoslovakya da mücevher yapım endüstrisi kırmızı garnete odaklanmış ve 1500’lü yıllarda günümüze kadar bu çalışmalar günümüze kadar devam etmektedir.
     Garnet, en güçlü enerji sahibi olan ve yenilenmeye açık bir taştır. Çakraları temizler ve yeniden canlandırır. Kişinin iç dünyasını ve enerjisini dengeler. Kişinin ihtiyacına göre sükûnet veya tutku sağlar.

Garnet, bereket ve bolluk getiren bir taştır. Garnet, benimsemediğiniz eski ve size hiçbir yararı olmayan düşüncelerden kurtulmanıza yardımcı olur. Duygusal olarak tabularınızı yıkmanıza, etrafınızda bulunan kişilerin etkisiyle değil kendinizi istediğiniz şekilde ifade edememenize neden olan etkilerin ortadan kaldırılmasına yardımcı olur. Kalbinizin kapılarını açar ve size kendinize güvenmeyi armağan eder.

Omurilik rahatsızlıklarının tedavisinde, hücresel bozukluklarda kanı, kalbi ve ciğerleri temizlemeye ve yeniden canlandırmaya yardımcı olur. Granat taşından faydalanmak için; direkt vücutta ve mümkün olduğu kadar boyun- boğaz kısmına yakın yerlerde taşınmalıdır. Granatı bir bardak su içinde bir gece bırakarak, sabah aç karnına içilen suyu lösemiden korunmak için faydalıdır.

JASPER  

Anahtar kelimeler: Fiziksel güç, canlılık, enerji dengesi

Element: Toprak

Çakra: Kök, göbek çakrası

Jasper yüzyıllardan beri antik çağdan bu yana bütün medeniyetlerde büyük ilgi görmüş ve kullanılmış bir taştır. Yunanca benekli taş anlamına gelen bir kelimeden türetilmiştir. İ.S.  2 ve 3. Yüz yıllarda roma yüzük taşlarında özellikle jasper kullanılmıştır. Antik dönemde yaygın olarak kullanılan jasper İbrani, asur, pers, yunan ve roma yazılı kaynaklarında adı geçen bir taş çeşididir.

Stresli dönemlerde ortama huzur ve bütünlük verir. Tedavi amaçlı kullanımda genel olarak hayatın bütün yönlerini birleştiren bir özelliğe sahiptir. Jasper, insanlara birbirine yardım etmeyi hatırlatır.

Negatif enerjiyi emer ve temizler, çakralar ve aura yı uyumlu bir hale getirir. Ying yang dengesini sağlar. Fiziksel, duygusal ve zihinsel olarak bireyi dengeler. Elektromanyetik ve çevresel kirliliği, radyasyonu temizler. Kişiyi dürüst olması yönünde cesaretlendirir. Zihinsel olarak çabuk düşünmeye, yeteneklerini organize bir şekilde sunmasına yardımcı olur. Kişinin hayal dünyasını harekete geçirir ve hayalleri gerçekleştirme konusunda kişiye cesaret verir.

Jasper, sindirim sistemini destekler. Vücudun mineral ihtiyacını dengeler. Jasper den faydalanmak için, teninizle temas halinde tutun. Jasper’in en çok bilinen 4 çeşidi vardır.

Kırmızı Jasper: Sevgi ve inanç taşıdır. Vücudu toksinlerden temizler. Vücuttaki olumsuz enerji ve kötü düşüncelerin dışarı atılmasını sağlar. Karaciğer, dalak ve mesaneyi kuvvetlendirir. Rüyaların hatırlanmasına yardımcı olur, dolaşım sistemine faydalıdır.

Rainforest Jasper: Kişinin doğa ile iletişim halinde olması, doğanın insanlara sağlamış olduğu pozitifliği ve sağlıktan faydalanmalarını kolaylaştırır. Depresif durumlarda yardımcı olur. Kişiye hayata tutunması için destek sağlar.

Sarı Jasper: Safra kesesi, böbrek ve karaciğer hastalıklarında etkilidir. Menopoz döneminde bayanlara rahatlatıcı yönde faydalı olur. kişiye dayanıklılık verir.

Ocean Jasper: Boğaz çakrasını uyarır. Ruhsal yönden kişiyi rahatlatır. Aurayı ve ying yang enerjiyi dengeler. Astral seyahat esnasında kalp çakrası üzerinde tutulmasıdır.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

RUHUN MUTLULUĞU

Anılarımı yazmaya kaldığım yerde devam ediyorum…

Çocuk büyüdükçe kendisiyle ilgili konularda karar almak, yaşayıp görmek isteği de artmaya başladı. İşte yine sandık başına geçiyor, kilidin içinde anahtarı çevirip bir anıyı daha serbest bırakıyor. O yaz verdiği kararlar ona neler öğretmiş, gelin birlikte bakalım.

Dördüncü sınıfı bitirip de yaz tatiline girdiğimizden ve bayramda denize gittiğimizden bahsetmiştim. O yaz tatilinde benim için önemli bir şey de ilk defa oruç tutmam oldu. Ailede büyükler genellikle oruç tutardı; babam, annem, amcalarım, yengelerim… Biz kardeşlere gelince ablam arada tutardı, ağabeyim ise sağlık sorunları nedeniyle tutmazdı, kardeşim zaten küçüktü. Ben de ilk kez o yaz oruç tutmaya karar verdim.

Orucun nasıl ve ne amaçla tutulduğuna dair bilgileri ailemden öğrenmiştim. Kararımı, bunları bilerek verdim ve anneme oruç tutacağımı söyledim. Annem, günler uzun olduğu için iftarın geç saate olacağını ve bütün gün aç, susuz kalacağımı hatırlatıp “Oyun oynarken veya bana yardım ederken susuzluğa dayanabilir misin?” dedi. Benim çok su içtiğimi, yemekten çok suya düşkün olduğumu biliyordu. “Oyun,” derken de arkadaşlarla futbol ve basketbol maçı yapmamdan söz ediyordu. Maçlardan sonra nasıl da susamış hâlde eve geldiğimi iyi biliyordu. Bu konuda kendime güvendiğim için “Tutarım, gerekirse oynamam.” dedim.

Ramazan’da en çok hoşuma giden şeylerden bir de gece sahura kalkmak oldu. Annem sofrayı hazırlarken ben de yardım ediyordum. Gecenin o saatinde hazırlanmış sofrada annem ve babamla birlikte olmak, arada ablamın da bize katılması benim için bir başka duygu içeriyordu. Sahurun, gecenin belli saatlerinde olduğunu, istediğimiz saatte kalkmadığımızı annem baştan söylemişti. Bir de tabii ki günü daha rahatlıkla geçireceğimiz, bizi uzun süre tok tutacak yiyecekler hazırlıyordu annem. Sahurdan sonra tekrar uyuyabileceğimizi ve sabah erken kalkmanın gerek olmadığını hatırlatmış, “Günler uzun, acıkmamak ve susamamak için daha geç kalkabilirsin.” demişti. Fakat sabah hep erken kalkıyordum. Bu, okulda sabahçı olduğum zamanlardan kalma bir alışkanlıktı.

Oruç tuttuğum ilk günü evde kitap okuyarak ve gelecek yıla hazırlık için test çözerek geçirdim, dışarı çıkıp oyun oynamadım. Kardeşim tek başına gidip oynadı. Birkaç gün böyle geçtikten sonra artık dayanamadım, kardeşimle birlikte dışarı çıkıp arkadaşlarla futbol maçına katıldım. Ben kalede durmak istedim, daha az terleyeceğim için susama olasılığım azalacaktı. Bu bakımdan iyi oluyordu fakat birkaç gün içinde kaledeki hareketsizlik bana sıkıcı gelmeye başladı. Zaten sıkıldığım bir yerde olmak ve bir şey yapmak istemem. Bu yüzden kaleyi bırakıp takımla oyuna dâhil oldum, bayağı koştum. Tabii hava da sıcak… Hiç unutmam, o gün öyle çok susadım ki neredeyse bahçedeki çeşmeyi açıp içecektim. Eve dönünce annem kıpkırmızı suratımı gördü, “Çok mu susadın?” dedi. Öyle bir “Evet,” yanıtı verdim ki annem telaşlandı çünkü acıksam bile “Acıktım,” demeyeceğimi bilirdi. Hemen gidip yüzümü birkaç kere yıkamamı söyledi, “Ağzına su kaçmasın,” diye de tembihledi. Dediğini yaptım ama o suyu içmemek için de kendimi zor tuttum.

Günün kalanında benim için zaman geçmek bilmedi, sürekli saati sorup “Ne zaman oruç açacağız?” diyordum. Nihayet iftar saati geldi. Ezan okunur okunmaz, annemin her zamanki gibi özenle hazırladığı sofrada yine özenle hazırladığı yemekleri yemek yerine durmadan su içtim. Babam, “Bu kadar su içersen başka bir şey yiyemezsin.” dese de gözüm sudan başka bir şeyi görmüyordu, “Hiçbir şey yemek istemiyorum.” dedim. Babam, “Tabii oruçluyken bu kadar hareket edersen böyle olur. Artık seni susatan oyunlar oynamayacaksın.” dedi ve anneme “Neden izin verdin?” diye sitem etti. Annem, tüm ısrarına rağmen kendisini dinlemediğimi, benim karar verip uygulamak istediğimi söyledi. Evet, bu benim kararımdı ama sonucunun böyle olacağını tahmin etmemiştim. Ertesi gün beni susatacak oyunlardan vazgeçtim. Sadece arada kalede durmak şartı ile oyuna katılıyordum. Bu da beni yormuyordu ve susatmıyordu.

Kendi verdiğim kararla yaşadığım olumsuzluğu görmem benim için iyi olmuştu. Oysa annem daha en başında doğrusunu gösterip karşılaşabileceğim olumsuzlukları anlatmıştı. Eğer annemi dinleseydim bunları yaşamayacaktım ama o zaman da istediğim şeyi yapamayacaktım, içimde kalacaktı, mutlu olamayacaktım. Yaşayıp görmek istedim. Kendi mutluluğum için annemi dinlemedim. Mutlu da oldum. Evet, o anda susamak beni fiziksel olarak yormuştu belki ama ruhum mutlu olmuştu. Kendi ruhumun mutluluğu için ailem de olsa başkasının kararıyla hareket etmeyi hiçbir zaman istemedim. İleri yaşlarda ruhun mutluluğunun ne kadar önemli olduğunu daha iyi anladım ve ruhumun mutluluğunun beni ne kadar özgürleştirdiğini de.

Ramazan’da beni mutlu eden şeylerden biri de iftar davetleriydi. Diğer zamanlarda da yemeğe akrabalar, amcalarım gelirdi fakat iftar sofrasında hep birlikte oturmak ve o saati beklemek başka bir mutluluktu. O saate sıcak sıcak yetiştirilen yemekler ve babamın işte gelirken aldığı sıcacık pide başka bir mutluluktu. Ayrıca amcamlarla birlikte orucumuzu açıp yemek boyunca keyifli konuşmalar yapmak o andaki mutluluğumu daha çok artırıyordu.

O yıl oruç tutarken evde daha çok vakit geçirmem aynı zamanda daha çok kanaviçe yapmama neden oldu. Çeşitli modeller işliyordum. Bu da ruhuma çok iyi geliyordu. Kendim istediğim için yapıyordum, annemin zoru ya da söylemesi ile değil. Ne zaman sıkılırsam o zaman işlemeyi bırakıyordum. Ruhumun sevdiği şeyleri yaparken sıkılmıyordum ama benim sevmediğim, başkasının isteği veya zoru ile yapılan işleri bir süre yapıp bırakıyordum. Çünkü mutlu olmuyordum.

Çocuk kendi ruhunun ne ile mutlu olduğunu bilip onu özgürce yapabilmelidir ve aile bunun için onu serbest bırakmalıdır. Ailelerin en büyük hatalarından biri de kendi doğrularını ve kendi yaşadıkları tecrübeleri çocuğa baskıyla dayatmalarıdır. Aslında çocuğu düşünüp ona zarar gelmesin diye, koruma güdüsüyle yapıyorlar bunu fakat çocuk açısından durum hiç de öyle değil. Bir kere çocuk kendi uygulayacağı kararı alamadığı için mutsuz oluyor. İkincisi de sonucu ister olumlu ister olumsuz olsun yaşayacağı bir olayda tecrübe edinememiş oluyor. Kendi kararının veya isteklerinin sonuçlarına katlanmayı öğrenemiyor. İleri yaşlarda ise yapamadığı, içinde ukde kalan şeyler için ailesini suçlamaya başlıyor.

Ailenin baskıcı ve otoriter olması çocuğun özgüven ile büyümemesine neden oluyor. İleri yaşlarda bu özgüven eksikliği yüzünden iş hayatında, sosyal veya özel hayatında alacağı kararları ya da yapmak istediklerini sürekli birilerine danışmak ve onların söylediklerini uygulamak zorunda kalıyor. Sonra da ruhunun mutsuz olduğunun farkına varıyor. Çünkü başkasının ruhunun istediği doğrultuda yaşamış oluyor.

Yetişkin bireylerin özgüvenli olup olmamalarının temelinde nasıl bir çocukluk yaşadıkları yatıyor.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

SEVGİ DOLU YÜREK

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz. Yazılarımda dünyada yaşanan bütün olumsuzlukların kaynağı sevgi eksikliğinden dolayı olduğuna değinmiştim. Aslında insanların iç dünyalarının derinliğine baktığımızda o kadar büyük bir sevgi eksikliği var ki, bu sevgi eksikliği yüzünden birbirlerine ve diğer canlılara zarar verme boyutu her geçen gün artıyor.

Sevgi eksikliği yüzünden artık paylaşmayı unutup, bencilce davranıştan bulunan insanlarla her geçen gün karşılaşmamış olmak mümkün değildir. Paylaşmanın, sevginin güzelliğini hep beraber, can cana yaşamak ve yaşatmaktır.

Ne güzel söylemiş Yunus Emre; ‘Ya bölüşerek tok oluruz ya bölünerek yok oluruz’…

Şimdi sizi hikâyemizle baş başa bırakıyorum.

SEVGİNİN SADECE SÖZÜNÜ EDENLERE…

Bir gün sormuşlar ermişlerden birine: Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır? ‘Bakın gösteriyim’ demiş, ermiş. Önce sevgiyi dilden gönülle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar.

Ermiş sofradakilere,” Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz’ diye şart koymuş. ‘Peki’ deyip içmeye teşebbüs etmişler.

Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan. ‘Şimdi’ demiş ermiş, ‘sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe.’

Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu kez. ‘Buyurun’ denilince, her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içirmiş. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.

‘İşte!’ demiş derviş ve eklemiş: Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve sadece kendini doyurmayı düşünürse, o aç kalacak ve her kim kardeşini düşünür de doyurursa, o da kardeşi tarafından doyurulacaktır şüphesiz… Ve şunu da unutmayın, hayat pazarında, alan değil, veren kazançtadır daima.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

KENDİN OLMA BİRAZ DAHA İYİ OL

Sevgili Okuyucumlarım, “Buddha gibi Düşünmek ” kitabı her gün kendimizi nasıl iyileştirebiliriz anlatıyor. Ben de sizlere arada bu bilgileri sayfamda paylaşıyor olacağım.

Şimdi “Kendin Olma Biraz daha İyi Ol” başlığı altında yazıyı sizlerle baş başa bırakıyorum.

“Kendine nasıl davranıyorsan, diğerlerine de öyle davran. Sushruta

M.Ö.5 yüzyılda yaşamış olan Sushruta, cerrahi ve göz hekimliğinin babası olarak bilinen bir doktordur. Doktor olmak isteyen öğrencilerine şöyle tavsiye vermiştir: “Kendine nasıl davranıyorsan, diğerlerine de öyle davran”. Bu cümle aslında hepimizin günlük hayatına uygulayabileceği bir öğretidir. “Kendine nasıl davranıyorsan, diğerlerine de öyle davran” her gün uyandığımızda kendimize söylediğimiz, gün boyunca tekrar ettiğimiz mantramız olmalı.

Belki de uyandığımızda aklımıza gelen ilk düşünce daha iyi bir insan  olmamız gerektiğidir; bu da tanıdığımız ve tamamıyla yabancı olduğumuz insanlara karşı da iyi olmak anlamına gelir. Bu gezegende ciddi anlamda iyi insan kıtlığı var.

Değişim seninle başlar. Dahası, bunu yapmak ne zor ne de karmaşıktır. Tek ihtiyacın olan şey farkındalık. Benimseyip üzerine koyabileceğin bazı iyi insan özellikleri şöyle özetlenebilir.

Değişim seninle başlar. Dahası, bunu yapmak ne zor ne de karmaşıktır. Tek ihtiyacın olan şey farkındalık. Benimseyip üzerine koyabileceğin bazı iyi insan özellikleri şöyle özetlenebilir:

  • Herkese gülümse. Bunun alışkanlık haline getir.
  • Samimi şekilde iltifat et. Başka bir insanı doğrulamak için karşına çıkan hiçbir fırsatı kaçırma.
  • Nazik ol. Gereğinden fazla nazik ol. (Her zaman gereklidir bu arada)
  • Küfretmeyi bırak. Küfretmek kaba ve gereksizdir.
  • Yardım et. Ardından gelen insan için kapıyı tut, birinin çantasını taşımasına yardım et.
  • İnsanlara isimleriyle seslen. Bu onlara iyi hissettirir.
  • Daha çok para ver. Daha çok bahşişi bırak. Birine sürpriz bir hediye al.
  • Yargılama. Bu hiç hoş değil.

Bu liste aslında başlangıç için çok kısa ve yeterli. Sana nasıl davranılmasını istediğini bir düşün, sonra diğerlerine de aynısını yap. “Kendine nasıl davranıyorsan, diğerlerine de öyle davran”.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

YÜZLEŞEREK ZORU BAŞARMAK

G. Jung şunları söyler: “Herkes bir gölgeye sahiptir, bu gölge, insanın bilinçli yaşamında ne kadar az yer alıyorsa o kadar kara ve yoğun olur. İnsan kendi gölgesiyle yüzleşip hesaplaşmayı öğrenirse dünya için gerçek bir şey yapmış olur, günümüzün devasa, çözülmemiş toplumsal sorunlarının hiç olmazsa küçücük bir parçasını sırtlanmış olur.”

Yüzleşme deyince insanlar hemen kaçar. Çünkü yüzleşmek çok zor kaçmaksa kolaydır. İnsan başkasını çabucak kandırır üstelik kendisini de. İçindeki o karanlık, gölge, korkan tarafla; hatası, zayıflığı, güçsüzlüğüyle yüzleşip ruhunu özgürleştirmek yerine kolay tarafı; kendini savunmayı, haklı olduğuna inanmayı, suçu başkasına atmayı seçer.

Şifa çalışması yaptığım insanları gölgeli taraflarıyla yüzleştirdiğimde çoğu kendini savunma mekanizmasıyla karşılık veriyor. Hemen öfkelerini size yöneltiyor, kendilerini korumak için yanlış davranışlarda bulunuyorlar. Tabii ki çok acı verir insan kendisi ile yüzleşmesi; düşünün, yıllarca kabuk bağlamış bir yara var, kabuğa dokunup yarayı acıtıyorsunuz. Aslında o kabuk tamamen kalkıp yara şifalandığında artık en ufak dokunuşta kanamayacak, tamamen iyileşmiş olacak.

“Neden kaçarlar?” diye sorabilirsiniz. Yanıtı basit. Çünkü insan korkar, daha doğrusu kendi gerçekleriyle karşı karşıya gelmekten çekinir. İçinde o cesareti bulamaz. Oysa kendisiyle yüzleşmeye bir başlasa ruhunun ne kadar özgürleştiğini görecek, bu sefer daha derinlere inerek daha çok hatasını bulup, kabullenip yüzleşmek için elinden geleni yapacak.

Aslında yüzleşmekten kaçtığı şey insanı iyileştirir; mutlu ve iyi olarak hayat sürmesini sağlar. Yüzleşmekten kaçanlar, hayatlarındaki mutsuzluğu örtmek için mutluluğu dış şartlara bağlarlar. Örneğin evi olursa, evlenirse, çocuğu olursa, araba alırsa, seyahate giderse, parası olursa mutlu olacağını düşünür. Mutluluğu mala, mülke, geleceğini maddi garantiye almaya, içki içmeye bağlar.

“İnsanın kendisiyle yüzleşmesi kolay mı?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Tabii ki kolay değildir. İnsan kabullenemez, belki egosu buna izin vermez. Kendi hatalarını görmek zayıflık gibi gelir fakat yüzleşmek zayıflık değil güçlülüktür. İnsan cesaretle kendisiyle yüzleştiğinde bahanelerden sıyrılmış, başkalarını suçlamaktan vazgeçmiş, karanlığını, gölgelerini, korkularını, hatalarını, başarısızlığını, eksiklerini kabul etmiş olur. Artık dersini almış, öz farkındalığı artmış, kendi iç devrimini başlatmıştır. Artık ne kendisine ne de başkasına zarar verir.

Ruhun özgürleşmesi ve değişim için, altını çizerek söylüyorum, mutlaka insanın kendisi ile yüzleşmesi gerekiyor. Yüzleşmeden, ruhun özgürleşmesi, ışığı bulması, aydınlanması, hafiflemesi olanaksızdır.

Bundan on yıl önce bir arkadaşım, sürekli insanları suçluyor, onların hataları yüzünden yaşadığı olumsuzluklardan şikâyet ediyordu. On sene sonra baktım ki aynı arkadaşım aynı şeylerden şikâyetçi. Ona sadece şunu söyledim: “Sen hiç hata yapmamışsın gibi konuşuyorsun, on sene geçmiş ama insanları suçlamaktan kurtulamamışsın. Bu süre içinde kendi hatalarını görmüş ve kabul etmiş olsaydın hâlâ aynı suçlamaları yapmazdın. Artık kendinle yüzleşmekten ve hatalarını örtmek için başkalarına yüklenmekten vazgeçmelisin.”

İnsanlar birbiriyle de yüzleşmekten kaçıyorlar. Aile içinde, sosyal veya özel ilişkilerde zamanında yapılmayan yüzleşmeler öfke, kin, nefret, kıskançlık gibi olumsuz duygulara dönüşüyor. Sonunda da ilişkiler yalana, samimiyetsizliğe teslim oluyor. Dışarıdan baktığınızda herkes birbirini çok seviyor görünüyor ama gerçekte bu yapmacıklı sevgi gösterisiyle sadece kendilerini kandırıyorlar.

Bakıyorsunuz iki kardeş birbirleri ile konuşmuyor. Birine diğerini (veya diğerini birine) savunduğunuzda size de öfkeleniyor. İkisi de yüzleşme yapmadığı için yıllardır birikmiş öfke, nefret ve kin gibi olumsuz duygularla yaşıyor. Böyle insanlar nasıl ışıkta veya sevgide olabilir; ruhun özgürlüğünden, aydınlanmadan bahsedebilir.

Yüzleşme konusunda en çok örneği menfaat üzerine kurulmuş evliliklerde görürüz. Eşlerden biri diğerine sevdiğini söylüyor, oysa onun maddi olanaklarını veya kariyer, mevkii gibi şartlarını severek evleniyor. Sonra bunların mutluluk vermediğini görüyor ama kendisiyle yüzleşemediği için mutsuz, huzursuz yaşıyor. Özsaygısı da kalmıyor. Yıllar ilerledikçe olumsuz duygularını eşine yönlendiriyor. Burada yapılacak tek şey yüzleşmektir. Önce kendi olumsuz duygularıyla yüzleşip hem kendisini hem eşini affetmeli, sonra da eşiyle yüzleşerek evlilik kararında etkili olan nedeni cesaretle söyleyip çözüm için adım atmalıdır.

Benzer şekilde yalnız kalma korkusuyla yüzleşememek yanlış kişiyle mutsuz bir evlilik yaptırır. Kendi güvensizliği ve güçsüzlüğü ile yüzleşemeyen ve başkalarının onayına ihtiyaç duyan insanların çevresindekilerin onaylayacağı evliliklere yönelmeleri de genellikle mutlulukla sonuçlanmaz. Bunu daha çok ünlülerin hayatlarında görmek mümkündür.

İş hayatından da örnek vereyim. Yanlış bir iş ortaklığı yaparak para kaybeden kişi, “Neden ortak oldum?” diye sorarak kendisi ile yüzleştiğinde karşısında para hırsını, egolarını ve korkularını bulacaktır.

Özetle; her alandaki insani ilişkilerde sorunları çözmek için hatalarımız ve kusurlarımızla mutlaka yüzleşmemiz gerek. Bu yolla, konuşarak çözülmemiş olayları, dargınlıkları, kırgınlıkları gerçekleri görerek ve doğruları söyleyerek çözmüş oluruz.

İnsan kendi ile yüzleştiğinde vicdanı rahata kavuşur.

Yüzleşme yapan insanın amacı tabularını yıkıp ruhen gelişmek, olgunlaşmak ve büyümektir.

Kendi farkındalığını bilen ve kendisiyle yüzleşip barışan insan, yolunun kesiştiği hiç kimseyle sorun yaşamaz. Artık bozuk ve yolunda gitmeyen bir işi veya ilişkisi yoktur çünkü yüzleşirken başkasına karşı hatası varsa özür dilemiştir. En önemlisi de hem kendisini hem de başkasını affetmiştir.

Yüzleşen insan içindeki olumsuz düşüncelerden, çözümsüzlüğe yol açan sorunlardan kurtulan insandır.

Yüzleşmek kendini ilmek ilmek dokumaktır, cesaret ister. Yüzleşen insan artık kendi gücünü eline almış, kendi devrimini gerçekleştirip değişime başlamıştır.

Yüzleşmemek aslında karma oluşumuna neden oluyor.

Kendi ile yüzleşmekten korkan insanlara aynanın karşısına geçip şu soruları sormalarını öneriyorum:

Neden kendimle yüzleşmiyorum?

Yaptıklarımın, doğru ve haklı olduğuna inandıklarımın yanlış ve haksız çıkmasından mı korkuyorum?

Neden gerçekleri kabul etmek istemiyorum?

Kendi ile yüzleşmiş bir insan;

Ruhen özgürleşmiştir.

Yüklerinden kurtulmuştur.

Dürüst olmuştur.

Işığı bulmuştur.

Aydınlanmaya başlamıştır.

Karmasını temizlemeye başlamıştır.

Mutluluğa ve huzura kavuşmuştur.

Kendisiyle barışık, sevgi içinde yaşar.

Konfor alanında çıkmış, atması gereken adımı atmıştır.

Bağımlı olarak yaşamaz.

Yüzleşmek fiziksel sağlığı da iyileştirir. Çünkü vücudunda birikerek zehirleyen öfke, kin, nefret duygularından arınmıştır.

En önemlisi bireylerin kendi ile yüzleşmesi toplumsal olumsuzlukları engeller.

En çok sevdiğim kelime “cesaret”. Cesareti olan insan kendi değişimini, dönüşümünü, yüzleşmelerini yapar.

Yüzleşmek çok acı verin ama sonuçları tatlıdır.

Siz siz olun sakın yüzleşmelerden kaçmayın.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

İNSAN OLMAK

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımımda Hint yazar, bilge, düşünür ve filozof Jiddu Krishnamurti’nin “İnsan Olmak” adlı kitabına yer vereceğim.

İnsan olmanın farkına ne zaman varıyoruz?

Ulaş Dilek’in çevrisiyle Omega Yayınlarından 2013 yılında çıkan “İnsan Olmak”ı okumanızı tavsiye ediyorum. Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.

“…

Tümden ret, pozitif düşüncenin temelidir.

Neyin doğru neyin yanlış olduğun anlayabilmek için, size doğruyu ve yanlışı söyleyen ya da keyfi olarak birini iddia eden birine karşı, gerçekte neyin yanlış olduğunu görmeli ve onu bir kenara bırakmalısınız. Başka bir deyişle kişinin doğruyu bulabilmesinin yolu, doğal olarak sadece reddetmekten geçer. Diyelim ki hırs duygusuna sahip olamayacağınızı fark ettiniz. Kendinizi zihnin sükûnetine değil de hırs duygusuna odakladınız ve hırsın, tamahkârlığın ya da kıskançlığın bütünüyle ortadan kaldırılıp kaldırılmayacağını öğrenmek için araştırmaya başladınız. İşte bu noktada zihnin değişmeyen temizlenme yöntemi olarak daimi bir ret süreci karşımıza çıkar.

Eğer adına hayat denen ve tüm inançları içeren bu sıra dışı olayı anlamaya çalışır ve meseleyi hassas bir biçimde değerlendirmek istersem; milliyetçilik, taşracılık ya da bunlara benzer bir başka sınırlı tutumun anlama isteğime karşı yıkıcı olduğunu fark ettiğim takdirde ne olur? Elbette ki milliyetçiliği bir kenarda bırakmam ve Hindu, Müslüman ya da Hıristiyan olmaya da bir son vermem gerekir.

Başta karmaşık gelebilir ama sakince dinlerseniz öyle olmadığını görürsünüz. Gözlemci ve gözlenen vardır ve bunların arasında bir ayrım bulunur. Bu ayrım, aralarında beliren görüntü, sözcük, imge, hafıza ve tüm çatışmanın gerçekleştiği boşluk, egoyu yaratır. ‘Ben’ dediğimiz şey; sözcüklerin, imgelerin ve bin yılların hafızalarımızda biriktirdiklerinin ürünüdür. Dolayısıyla sonuçta şu anda olan ile hiçbir doğrudan temas söz konusu değildir. Şu olanı ister ayıplayın ister makulleştirip kabullenin ve doğrulamak için çaba gösterin, tüm bunlar gerçeği dillendirmekten öteye gitmez. ‘Şu an olan’ ile doğrudan temasımız olmadığından onu kavrayabilmemiz ve dolayısıyla onu çözümlememiz de mümkün olmaz.

Bakın mesela gıpta etmek diye bir şey var. Karşılaştırmalar üzerinden derecesi ölçülen bir gıpta etme hâli ve kişi bu durumu kabullenmek için şartlandırılmıştır. Bazıları parlak, zeki ve başarılıyken bazıları da değildir. Çocukluktan itibaren kişi ölçmek ve karşılaştırmak üzere yetiştirilmiştir. Böylece gıpta etmek doğmuş olur. Ancak kişi gıpta etmeyi kedi benliğinin dışında var olan bir şeymiş gibi gözlemler, oysa gözleyen kişi gıpta etmenin ta kendisidir. Gerçekte gözlemciyle gözlenen arasında hiçbir fark yoktur.

Sonunda gözlemci, gıpta etmek hakkında hiçbir şey yapamayacağını anlar. Bu meseleye ne kadar dikkatli yaklaşırsa yaklaşın, yaptığı yine gıpta etmekten ibarettir zira kendisi aynı zamanda hem sebep hem de sonuçtur. Bu nedenle gıpta etmek, kıskanmak, korku, yalnızlık, ümitsizlik dâhil tüm sorunlarıyla birlikte gündelik hayatımızı meydana getiren ‘şu an olan’, ‘tüm bunlar bende de var’ diyen gözlemciden farklı değildir. Gözlemci kıskançtır, gıpta eder, korkar, yalnızdır ve ümitsizlikle doludur. Bu yüzden ‘şu an olan’ hakkında gözlemcinin onu kabullendiği, onunla ya da onun getirdikleriyle yaşamayı seçtiği anlamına gelmese de -elinden hiçbir şey gelmez.

Gökyüzüne, şu ağaca, ışığın güzelliğine, bulutların ince ve narin kıvrımlarına bakın. Eğer onlara bir imge üretmeden bakabilirseniz, kendi hayatınızı da anlayabilirsiniz. Ancak siz kendinize bir gözlemci, hayatınıza da gözlenen herhangi bir şey olarak bakıyorsunuz fakat gözleyen ve gözlenen arasındaki ayrım burada da karşımıza çıkmaktadır. Bu ayrım, tüm çatışmaların, kavgaların, korkunun, acının ve ümitsizliğin özünü teşkil eder.

…”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

YAZ TATİLİ

Anılarıma kaldığım yerde devam ediyorum.

Her geçen gün büyüyen çocuk henüz korkularla tanışmadığı için o farkındalığı ile tekrar sandığın başına geçiyor, kilidin içinde anahtarı çevirip bir anıyı da serbest bırakıyor.

Karneler alınmış, okullar kapanmıştı. Ağabeyim, kardeşim ve ben, çok iyi karne getirmiştik ailemize. Tabii ki buna en çok sevinen ortanca amcamdı. Daha önceki anılarımda da bahsettiğim ortanca amcam çocuğu olmadığı için bütün ilgi ve dikkatini bize vermişti. Küçüklüğümüzden beri her şeyimize karışırdı. Ne yapmamız gerektiği konusunda babamdan çok amcam yönlendirirdi bizi. Tabii ki ben büyüdükçe bu durumdan rahatsız olmaya başlamıştım. Bu rahatsızlığımdan anneme söz edince “Amcan sizin iyiliğinizi istiyor,” dedi. İyiliğimizi istediğini biliyordum, anneme de bunu söyledim ve “Ama her zaman her şeyin mükemmel olmasını, sürekli derslerde başarılı olmamızı istiyor. Ayrıca hata olunca öfkeleniyor ve sesini yükseltiyor,” dedim. Her derste yüksek notlar alarak amcamı mutlu etmeye çabalıyorduk. Bunun bende büyük bir baskı yarattığını zaman içinde anladım. Anneme her dersi eşit oranda sevmediğimi ve ona göre çalıştığımı anlattım, “Zaten” dedim, “Sorumlu bir çocuk bütün derslerine çalışır, yapması gerekeni yapar.” Sorumluluklarımın farkında olduğumu göstermeye çalışıyordum. Tabii ki annem de biliyordu fakat o da sesiz olduğu için amcama bir şey diyemiyor, sadece idare ediyordu. Üstelik babam da annem gibiydi.

Amcamın o yıllardaki baskıcı tutumu ve hayatımıza müdahale edip yönetmesi yüzünden ruhumun sıkıştığını ve özgür olamadığını ancak ileri yaşlarda fark ettim. Bunu fark ettiğimde de ilk işim oradaki olayı şifalandırıp tekrar özgürleşmek oldu. Bunu zamanı geldiğinde anlatacağım.

Yaz tatili artık başlamıştı. Ağabeyim ve kardeşim, babamın yanına gidip çalışıyorlardı. Ben de evde anneme yardım ediyordum. Arkadaşlarımla buluşuyordum, ayrıca okumam gereken kitapları okuyordum. Her yaz olduğu gibi annem bizi denize götürüyordu. Bir akşam babam tatile gideceğimizi fakat bunun için dini bayramı beklememiz gerektiğini söyledi. Çünkü iş yerini ancak bayramda kapatabileceklerdi ve küçük amcam ile birlikte gidecektik. Sevinçten havalara uçtuk. O dini bayramın gelmesi için gün saymaya başladım. Her gün takvime bakıyordum. Heyecanlıydım çünkü benim için tatil yapmaktan ziyade her zaman olduğu gibi deniz önemliydi.

Tatil günü geldiğinde annem valizleri hazırlamaya başladı. Giyeceğim kıyafetleri kendim seçip anneme verdim. Üniversitede okuyan ablamın da sınavları bitmişti, rahatlıkla bizimle gelebilecekti. Ablamın sınavları önemli olduğu için tatilden ziyade proje çizmeyi tercih ederdi genellikle. Hazırlıklar tamamlanmıştı. Ertesi sabah küçük amcam, yengem, çocukları ve biz ailece o büyük arabamıza binip tatil yapacağımız yere gitmek üzere yola çıktık. Ortanca amcamlar bizimle gelmedi, onlar kendi başlarına kalacaklarını söylemişlerdi. Tabii her zamanki gibi bu durum babamı mutlu etmemişti. Onu amacı hem bayramı hem de tatili bütün aile bir arada geçirmekti. Babam geleneklerine bağlıydı, dini bayramlarda evde olup misafir ağırlamayı, akrabaları ziyaret etmeyi severdi. Bu yüzden tatile gitmek istemezdi. Bu sefer şehir dışına çıkmayı kabul etmesinde biraz da olsa küçük amcamın rolü vardı. Babama kalsa yine “Bayramı evde geçirelim,” derdi.

İstanbul’dan yaklaşık altı saat süren yolculukla amcamın bulduğu otele ulaştık. Otel denizin hemen yanındaydı, çok sevindim görünce. Annem ve yengem otel hakkında konuşuyorlardı, söylediklerinin içinde benim için en önemli olanı denize yakınlığıydı. Çünkü kimseye sormadan hemen odadan çıkıp denize girebilecektim. Onlar yol yorgunluğunu atmak için dinlemek istediler. Bense bir an önce denize girmeye can atıyordum. Kıyafetimi değiştirip denize gitmek istediğimi söyleyince annem, “Niye bu kadar acele ediyorsun ki? Daha yeni geldik, biraz dinlen, bir şeyler ye ondan sonra gidersin,” dedi. Aldığım cevabın memnuniyetsizliği ile “Ben senin gibi değilim, yorulmadım ve acıkmadım. Şu anda canım bunu yapmak istiyor, onun için de gideceğim,” dedim. Sağ olsun, annem beni kırmadı, otel denize ne kadar yakın da olsa beni tek başına bırakamayacağı için kardeşim ve ağabeyimi de alarak bizi denize götürdü. Ablam da sonra geldi.

İstanbul’da denize girdiğimiz yerlerde genellikle fazla dalga olmazdı. İlk defa çok dalgalı bir denizle karşılaşmıştım. İnsanlar o dalgalı denizde yüzmeye çalışıyorlardı. Annem her zamanki gibi “Fazla ileri gitme,” diyordu. Kardeşim benim gibi cesaretli değildi. O genellikle kıyıda yüzer pek ileri gitmez, benim de çok açılmamı istemezdi. Henüz altı yaşındayken adadaki yazlıkta bir kişinin denizde boğulduğunu görmüştü ve o günden sonra da denize karşı bir ürkeklik gelmişti üzerine. Bu yüzden ben hiçbir korku duymadan dalgaların içine girip gözden kaybolunca kardeşim paniğe kapılmış hemen ağabeyime ve ablama seslenmiş. Neyse ki ablam beni dalgaların arasında görüp kardeşimi sakinleştirmiş.

Bu endişeli anların dışında tatilimiz çok güzel geçti. Artık dönüşe geçme zamanı gelmişti. Ben çok mutluydum, hem denizin tadını çıkarmıştım hem de yeni arkadaşlar tanımıştım. Biraz daha kalmak istedim ama kalmadım diye de üzülmedim ve mutsuz olmadım. Çünkü daha yaz tatili devam ediyordu ve İstanbul’da kendim için hazırladığım programlar beni bekliyordu.

Çocuklara yol gösterirken hiçbir zaman baskı uygulamamak gerekiyor. Baskı ile yönlendirilen çocuk kendini özgür hissederek büyümediğini maalesef ileri yaşlarında görüyor. Bir de özgür ruhlu bir çocuk ise buna hiç gelemiyor. Çocuk kendi sorumluğunu almayı öğrenmişse artık o çocuğa yaptığı iş veya yanlış hakkında bir farkındalıkla çözmek yolu göstermek gerekiyor. Her aile çocuğunun başarılı olmasını ister fakat bu konuda çocuğa hiçbir zaman baskı yapılmamalıdır. Üstelik çocuğun başarısı sadece derslerle ölçülmemelidir. Her çocuğun yeteneği farklıdır.

Çocukların küçük yaşta bilinçaltına yerleşen korkular zamanında şifalandırılmazsa geleceğini de etkiler. Özellikle ailelerin farkına vardıkları anda o korkuyu şifalandırmaları gerekiyor. Aksi hâlde o korkuyla büyüyen çocuk ileride daha farklı korkuları da ekleyerek ruhu hapisteymiş gibi yaşıyor ve yapabileceklerini de yapmıyor, yapamıyor.

Çocuk, özgür olarak büyür.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN

DOĞAL TAŞLARDAN GELEN ŞİFA – 5

Sevgili okuyucularım, doğal taşlarla ilgili bu ayki yazımda yine ilginizi çekecek bilgiler bulacaksınız.

“Hangi doğal taşı almalıyım ve bu doğal taşlar niçin kullanılır?” diyenler için Hasan Kocabaş’ın 2006’da Mozaik Yayınları’ndan çıkan “Şifalı Taşlarla Sağlıklı Yaşam” adlı kitabı ile www.sertmineral.com sitesinden derlediğim bilgileri paylaşıyorum.

Belki birçoğumuz taşların faydasına inanmayabilir, sırf renkleri ve şekilleri hoş göründüğü için kullanır. Oysa önemli olan her bir taşın nasıl bir özelliğe sahip olduğu bilgisidir. Bu bilgiye sahip değilsek kullandığımız taştan fayda göremeyiz. İçlerinde hiç duymadığımız o kadar taş var ki rengini ve şeklini beğenmediğimiz için kullanmadığımız ama çok faydasını göreceğimiz taşlardır çoğu. O yüzden renkler ve şekiller sizi aldatmasın.

İşlenmemiş, toprağın altında olduğu hâliyle kalmış taşlara doğal taş denir. İşlenmemiş taşlar kendi titreşimleri ile enerji yayar. Doğal taşlar enerjilerini kaybetmez yani bir nevi ölümsüzdür. Çok eski zamanlardan günümüze kadar birçok medeniyet, taşların enerjilerinin şifa kaynağı olduğuna inanmıştır.

Onlarca çeşit doğal taşın farklı özellikleri ve etkileri olduğu söylenir. Bu taşlardan bazıları değerli, bazıları da yarı değerlidir. Binlerce yıllık geçmişe sahip doğal taşlar, eski çağlarda iyileştirici özellikleri sayesinde tedavi amaçlı sıkça kullanılıyordu.

“Doğal taşlar ne işe yarar?” sorusunun yanıtı ise aslında çok kapsamlı. Her doğal taşın farklı bir özelliği ve iyi geldiği konu var. Doğal taşların faydalarına genel olarak değinmek gerekirse, taşıyan kişiye pozitif enerji verdiği, iyileştirici, zihin rahatlatan ve huzur veren bir etkisi olduğu biliniyor. Doğal taşların enerjilerinin direkt olarak bedenimize etki ettiği düşünülür.

Doğal taşları sürekli üstte taşımak ve enerjisinden faydalanmak için takılarda kullanmak sık tercih ediliyor. Bunun dışında avuca sığacak büyüklükteki doğal taş parçalarını da meditasyon yaparken kullanabilirsiniz. Özellikle çakraları açmada çok faydalıdır ve gerçek faydayı elde etmek için de düzenli kullanılması gerekir. Bir kez meditasyonda kullandıktan sonra bir ya da iki ay ara verdiğinizde beklediğiniz sonucu alamazsınız. Bir de kullanılan doğal taşlar taklit değil gerçek olmalı. Küçük bile olsa hakiki olması gerekiyor. Sadece ev dekoru olarak kullanmak da mümkündür fakat en güzeli enerjilerinin bedenimize direkt etki etmesidir. Özellikle meditasyon yaparken mutlaka kullanılmasını tavsiye ederim.

Doğal taşların temizliği ya akan suda ya 12 saat toprağın üstünde bekletilerek ya da dolunay zamanlarında ay ışığına bırakılarak yapılır. Bazı doğal taşlar suda çözündüğü için suya değdirmemeye dikkat etmek gerekiyor. Bazı doğal taşlarda ise kendi kendini temizleme özelliği vardır.

DUMANLI KUVARS

Anahtar kelimeler: Topraklama, negatif enerjiyi dönüştürmek, radyasyondan korunma

Element: Dünya

Çakra: Kök çarka

Dumanlı kuvars en etkili topraklama taşıdır. Aynı zamanda meditasyon sırasında güçlü titreşimler sağlar. Bu koruyucu taş vücutta bulunan yedi temel çakra ve ekolojik çevre arasında güçlü bir bağlantı kurar. Bu taş stres için güçlü bir panzehirdir. Zor durumda kişiye sakinlik vererek bulunduğu stresli ortamda doğru kararlar almasını sağlar. Ruhsal enerjiyi nazikçe çevrede bulunan negatif titreşimlerden arındırır.

Dumanlı kuvars arkanızda bırakmak istediğiniz sorunlardan nasıl kurtulacağınızı öğretir. Psikolojik olarak dumanlı kuvars korkulardan kurtarmaya, depresyonu hafifletmeye ve duygusal acıyı azaltmaya yardımcı olur. İntihar eğilimini engeller. Suç işleme duygularını indirger, konsantrasyonu güçlendirir. Kişiyi pozitif düşünmeye yönlendirir. İletişim güçlüklerini ortadan kaldırır. Zihni meditasyona hazırlar. Ağrı tedavisinde özellikle baş ağrılarında kullanılır. Üreme sistemine, kas ve sinir sistemlerine ve kalbe faydalıdır. Kramplarda, sırt ağrılarında rahatlamaya yardımcı olur. Sinirleri güçlendirir. Vücut tarafından minerallerin kolayca emilimini sağlar. Radyasyonu engellemede çok etkili bir taştır.

Yastığın altına konularak ve telefon, bilgisayar gibi radyasyon yayan iletişim araçlarının çevresinde bulundurularak kullanılır. Uzun süreli periyotlarla kolye ucu olarak kullanılmalıdır. Stresten kurtulma amacı ile kullanılacak ise dumanlı kuvarsınızı kullanmadan önce bir gece toprakta bekleterek temizlenmesini sağlayın. İki avucunuzun arasına dumanlı kuvarsınızı alın ve birkaç dakika sessiz bir şekilde oturun. Bu şekilde uygulama yapmaya birkaç gün üst üste devam edin. Ağrıyan bölgenin üzerine koyma yolu ile ağrılarınızdan kurtulabilirsiniz. 

DİOPTASE 

Anahtar kelimeler: Affetme, şefkat, refah

Element: Su

Çakra: Kalp çakrası

Dioptase, kalp çakrasını açma özelliği olan en güçlü taştır. Mavi yeşil renginden dolayı aslında bütün çakralara enerji verir. Çakraları olumlu yönde etkiler. Geçmişten ders alarak geçmişini unutmadan günü yaşamaya yardımcı olur.

Sevgi, şefkat ve merhamet gibi duyguları uyandırır, kalp kırıklıklarının tedavisinde etkili olur. Yüksek tansiyon ve migren tedavisinde faydalıdır. Kalp krizini engeller; kalp ve kan dolaşımı sistemini destekler, bitkinliği azaltır. Eskiden yaşanmış duygusal travmalardan kaynaklanan fiziksel rahatsızlıkların tedavisinde kullanılır. Örneğin; kötü bir cinsel deneyim yaşayan bir kadının üreme sisteminde bu nedenle oluşan herhangi bir rahatsızlığın tedavisinde kullanılır.

FLORİT

Anahtar kelimeler: Zihinsel donanım, berraklık, gelişmiş karar verme özelliği

Element: Rüzgâr

Çakra: Tüm çakralar

Florit, içinde yeşil, mor, beyaz, sarı, pembe ve siyah renkleri bir arada bulundurur. Florit, adını İngilizce fluoresence kelimesinden alır. Fluoresence’in kelime anlamı ‘ışık saçma niteliği olan nesne’dir. Florit, görünmeyen ışığı emip, ışık verme yeteneğine sahip bir taştır. Ultraviyole ışınlarının altında veya herhangi bir ışık yansıması ile içinde bulundurduğu bütün renkleri belirgin bir şekilde görmek mümkündür.

Florit, elektrik süpürgesi gibi görev yapar. Beden ve zihindeki karmaşıklığı temizler, negatifliği arındırır. Zihinsel enerjiyi dengeler. Florit, zihinsel ve fiziksel koordinasyonu geliştirir. Sabit fikirlerin çözümlenmesine, dar görüşlü insanların dünyaya geniş bir pencereden bakmasına yardımcı olur. Kişinin objektif ve doğru karar vermesine yardımcı olur. Aynı zamanda tam öğrenme yardımcısıdır. Bilgileri organize edilmiş ve gelişmiş hâlde öğrenmemize, öğrenme sırasında konsantrasyonumuzun düşmemesine ve çabuk düşünmemize yardımcı olur.

Florit genel olarak denge ve koordinasyonu sağlamaya yardımcı olur. Duygu ve düşüncelerin bedenimize etkilerini anlamamızı sağlar. Bu bağlamda dengenin önemini öğretir.

Florit güçlü bir tedavi yardımcısıdır. Direkt cilde temas ettirilerek taşındığında cilt hücrelerinin yenilenmesini sağlar. Boyun bölgesinde taşındığında solunum yolları ve akciğerleri rahatlatır. Diş ve dişeti hastalıklarında iksir olarak içildiğinde (florit taşını 24 saat oda sıcaklığında su içinde bekleterek elde edilir) tedaviyi kolaylaştırdığı gözlenmiştir.

Kemik ve vücut gelişimine faydası olduğundan büyüme çağındaki çocukların bu taşı taşımaları faydalı olur. Ruhsal açıdan florit, yukarıda da bahsettiğimiz gibi denge taşıdır. Kişinin ruhsal açıdan hislerini dengede tutup daha doğru kararlar vermesine yardımcı olur. Sinir sistemini güçlendirir ve öğrenme, kavrama yeteneğini geliştirir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN