FARKLI BAKIŞ AÇILARI

Anıların duygu dolu dünyasındaki yolculuğuma iki hafta aradan sonra kaldığım yerden devam ediyorum. Her geçe gün büyüyen çocuk, kişilere ve olaylara artık daha farklı düşünceler, farklı duygularla yaklaşmaya başlamıştır. Sandık aynı yerde duruyor. Elinde sımsıkı tutuğu anahtar ile sandığı açıp sırası gelen anıyı salıveriyor.

Yarıyıl tatilinin bitişiyle ilkokul beşinci sınıftaki son dönemim başlamıştı. Tekrar okulla ve arkadaşlarımla buluşmuştum. Kar lapa lapa yağmaya devam ediyordu. Halamlar gitmiş, hayatımızın günlük akışına geri dönmüştük. Biz okula gidip geliyor, kar topu oynuyor, ders çalışıyorduk, annem de her zamanki gibi ev işlerinden artan zamanlarında bize çeşit çeşit kazaklar ve hırkalar örüyordu.

Annemle çarşıya gider kazak ve hırka öreceği yünleri birlikte alırdık. Ben renkli kazakları ve çizgili modelleri severdim. Özellikle sarı, turuncu ve mavi çok sevdiğim renklerdi. Annem örerken ne zaman bitecek, diye hevesle izler, ölçmek için üstüme tuttuğu zaman modeline de merakla bakardım. Öyle gösterişli modelleri beğenmezdim. Renkli fakat sade olması benim için yeterliydi. Annemin aldığı Burda dergisinin çocuk kısmındaki elbise ve kazak modellerine bakıp beğendiklerimi ona gösterirdim.

Dışarıdan da kıyafet alırdık fakat onlar daha çok annemin yapamadığı şeyler olurdu. İhtiyacımız olan ne ise onu alırdı annem ve “Şunu da al, bunu da al,” diye bir ısrarım olmazdı. Sadece annemin beğendiği değil kendi sevdiğim renk ve modeli söylerdim. Çünkü beğendiğim kıyafeti sürekli giymek isterdim. Sadece beğenmekle kalmaz severdim de. Duygusal bir bağ kurardım kıyafetlerimle.

Bu arada annemin örgü örüşünü yalnızca yeni bir kazağım veya hırkam olacağı heyecanıyla değil nasıl ördüğünü öğrenmek için de izlerdim. Bu ilgimi fark edince boş zamanlarımda bana da öğretmeye başladı. Ablam da biliyordu, o da boş zamanında kendisi için örüyordu. Hatta gidip kendi istediği yünü alıyordu. Ablam kıyafete önem verirdi. İster mağazadan alınan olsun ister annemin ördükleri; hepsini özenle, titizlikle kullanırdı.

Bazen ablamla gidiyordum alışverişe fakat o çok yere baktığı için ben pek mutlu olmuyordum. Mağaza dolaşmaktan sıkılıyordum. Bir mağazaya girdiğinde “Alacak mısın?” veya mağazadan çıktığında “Başka bir şey alacak mısın?” diye soruyordum. Bu soruları duyunca sıkıldığımı anlıyordu. Ablamla bu konuda anlaşamıyorduk. O gezmeyi sevdiği için almasa bile mağazaları dolaşmayı, bakmayı seviyordu. “Hangi mağazada ne olduğu fikrine sahip oluyorum,” diyordu. Hâlâ da öyledir. Bense alacağımı bulmuşsam başka mağazalara bakmazdım. Bana, boşuna zaman kaybı gibi geliyordu. Bugün de bu düşüncedeyim, ihtiyacım yoksa mağaza dolaşmak bana göre boşuna harcanmış zamandır. Bu yüzden ne gereksiz yere çarşı, pazar dolaşır ne de sorarım. Ancak çok ilgimi çekerse sorarım.

Aynı şekilde annemle pazara gittiğimizde tezgâh tezgâh dolaşmasını pek istemezdim. Bir tezgâhtaki ürünler alacağı ihtiyaçları karşılıyorsa oradan alıp eve dönmek isterdim. Tabii annem öyle yapmazdı. Tezgâhlara bakıp kendine göre uygun olan yerlerden alırdı. Ben anneme taşımada yardım ederdim.

Apartmanımız altında bakkal vardı. Ben o bakkaldan ne alacağımı bildiğim için hemen girip o ürünü alır başka şeylere bakıp oyalanmazdım.

O günlerde televizyonda spor seyretmekten başka bir de konuşma yapan siyasetçileri dinlemeye, seyretmeye başladım. Böylece bir anda spor ile birlikte siyaset de ilgi alanım oldu. Babam seyrederken onunla birlikte seyrediyordum. Bizim evde siyaset pek konuşulmazdı fakat amcamlar gelince konuşuluyordu. O konuşmalarda gördüğüm babamın eleştirse bile düşüncelerini sakince söylediği, amcalarımınsa kızgınlıkla dile getirdiğiydi. Babam hararetli tartışmayı sevmezdi.

Mesela ortanca amcam kayınbiraderi ile aynı siyasi görüşe sahip değildi. Ne zaman bir araya gelseler siyaset yüzünden tartışıyorlardı. Bu tartışma küslüğe kadar gidiyordu. Babam bu durumdan çok rahatsız oluyordu. Babama göre takım ve siyaset yüzünden tartışmak ve küsmek çok gereksizdi. Ortanca amcam ise hem bu konularda tartışmayı sever hem de sesini yükseltirdi.

Artık olaylar ve insanlarla ilgili gözlemlerimden belli sonuçlar çıkarabilecek yaştaydım. Amcamın hep kendi söylediklerini doğru karşı tarafın söylediklerini yanlış kabul ederek sürekli bir savunma hâlinde olduğunu görebiliyordum. Tabii ileri yaşlarda amcamın bu tutumunun sabit fikirlilik ve inat ile açıklanabileceğini kavradım. Ama bu, amcamın karakteriydi. Ayrıca sesini yükseltmesinden rahatsız oluyordum, bana kavga ediyor gibi geliyordu.

Babam hiçbir zaman siyaset ve maç yüzünden kimseyle tartışmamıştır. Düşüncelerini hep sakince söylerdi. Öyle karşı tarafa öfkelenmez ve kırmazdı. Bize de hep “Siyaset yüzünde başkalarını kırmayın, herkesin düşüncesine saygılı olun,”diye öğüt verirdi. Amcalarım ise takım için bile tartışırdı. İkisi de farklı takım tutukları için oluyordu bu. Özellikle ortanca amcam kendi fikrini kabul ettirene kadar tartışırdı. Onun öfkesinden rahatsız olduğum gibi tartışmalarından da rahatsız olmaya başlamıştım. Çünkü sesini yükseltmesinde kendi doğrularını kabul ettirme isteği kadar kızgınlık da vardı. Yengemin her defasında “Sakin ol,” diyerek onu yatıştırmaya çalıştığını da fark ediyordum.

Bugün geriye baktığımda o yaşanmışlıklardan ulaştığım çıkarımlardan biri öfkeli insanların tartışmalarının da öfkeyle ve yüksek sesle olduğudur.  Biri de kullandıkları kelimelerin bile farklılaşıp olumsuzlaştığıdır. Tabii ki insan düşüncelerini ve duygularını tartışır. Herkesin bakış açısı farklı olabilir. Bu, hiç kimseye bir başkasına saygısız davranışta bulunma, küçük düşürücü, argo, kalp kırıcı kelimeler kullanma hakkı vermez. Başkalarının görüşlerine de saygı duyulmalı, düşüncelerde haklı bile olunsa karşı tarafı incitmeden, daha nazik kelimelerle ve üslupla dile getirilmelidir. Ayrıca siyaset ve tutulan takım için küsmek yanlıştır. 

Bir başka çıkarımım da çocukken edinilen alışkanlıkların büyüyünce devam ettiğidir. Benim gereksiz mağaza dolaşmaktan şimdi de hoşlanmamam gibi. İnsan çocukken isteklerinde kararlı olursa bu büyünce de sürer ve hayatıyla ilgili kararları her zaman kendisi verir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KENDİNİ KEŞFET

Sevgili okuyucularım 8 Kasım 2022 tarihinde “Bilgi Bir Deryadır Kendini Tanırsın” başlıklı yazımda, kendini tanımak konusunda zamanı gelince yazacağımı belirtmiştim. Şimdi bu yazıyı yazma zamanı geldi.

Kendinize ve sonra etrafınıza şu soruyu sorun: “Kendini tanıyor musun?” Kendiniz dâhil herkesten alacağınız cevap “Evet!” olacaktır. Çünkü o kadar kolayı ki evet kelimesinin ağzından çıkması. Aslına bakarsanız, kimse kendini tanımak için uğraşmak istemiyor, kendi içsel yolculuğunu yapmıyor. Bu zor geliyor, hep kolaya kaçmak varken bu yolculuğa çıkmaya üşeniyor, zahmetli buluyor. Sonra da yaşadığı olumsuzluklar yüzünden sürekli başkalarını suçlayarak hayattan zevk almadan, tadına varamadan yaşamaya devam ediyor.

Oysa insan kendi hikâyesini ve kendi şarkısını ancak kendini tanırsa yazabilir. Kendini tanımanın sağlayacağı varoluş ve özgürlük ise içsel yolculuk ile başlar. Tıpkı bir şarkıyı dinlediğimizde hangi duygumuza dokunduğunu bildiğimiz gibi kendimizi tanımak da kendimiz için nasıl bir şarkı yazdığımızı belirler. Mutlu bir şarkı mı hüzünlü bir şarkı mı?

“Kendinden kendine sefer eyle.” Hz.Mevlâna’nın çok güzel sözlerinden biridir. Bu biliş kendini keşfetmek, kendini aramak, kendini tanımaktır. İnsan doğduğu andan itibaren hayatının en büyük sorumluklarından biri kendini bilmek ve tanımaktır. Bunun içinde yapılması gereken öncelikli iş “Ben kimim?” sorusunu sormaktır. İnsan kendine bir kez bu soruyu sordu mu içsel yolculuğunun ilk adımını atmıştır bile ve o yolculuk başladığında gözü hiçbir şeyi görmez. Ne etrafındakileri suçlayacak zamanı kalır ne de yaptıklarıyla ilgilenecek. Fakat pratikte olan ise insanın kendini tanımadan etrafındaki insanları tanımaya çalışmasıdır. Platon, bu kendini bilmek ile ilgili olarak üçlü ruh yapısıyla ilişkilendirdiği dört erdemden söz eder. Bunlar, adalet, cesaret, ölçülülük ve bilgeliktir. Bu dört erdemi biliş yolculuğunun sonunda ulaşılan nokta mutluluk ve huzurdur. Bununla birlikte bolluk ve berekete ulaşılır.

Yazımın başında “Kendini tanıyor musun?” sorusuna istisnasız herkesin “Evet.” yanıtını vereceğini belirtmiştim. Şimdi sormaya devam edeyim. “Kendini nasıl anlatırsın?” Güçlü yönlerini, zayıf yanlarını, egolarını, zaaflarını, bağımlılıklarını, korkularını, kaygılarını, endişelerini vb. bilmeden “Ben dürüst, sevgi dolu, temiz kalpli, kimseye kötülük düşünmeyen biriyim,” diye başlayan cümleler kuran o kadar çok insan çıkar ki. Hâlbuki çoğu etrafa karşı kendini öyle göstermek ya da öyle olmak isteyendir. İşte kendini bunun gibi kalıplara, şekillere sokmak öylesine alışkanlık hâline geliyor ki insan özünden ne kadar uzaklaşarak yaşadığının farkına bile varmıyor. Zaten özünden uzaklaşanın da kendini tanımasına imkân yoktur.

Aynaya baktığınızda kendinizi nasıl görüyorsunuz? Nasıl görmek istersiniz? Bu sorulara cevap verdiğinizde, verebildiğinizde kendinizi tanımak, keşfetmek için ilk adımı attınız demektir. İnsanın kendini tanıması ve keşfetmesi, ne ile mutlu olacağı ve hayatı nasıl daha iyi şartlarda yaşayacağı konusunda da rehberlik edecektir.

Sokrates “Kendini tanımak demek hayran hayran kendini seyretmek demek değildir. Onu arayıp bulmak demektir. Bu nedenle insanın hem ne olduğunu hem de ne olması gerektiğini araştırmasıdır; nasıl düşüneceğini, nasıl yaşayacağını, nasıl mutlu olacağını kendine sormasıdır.” der. Bu reçeteyi uygulamanın birincil koşulu ise konfor alanından çıkıp karanlık olan tarafımızla yüzleşmektir ki bunun için de en başta cesaret gerekir.

Örneklerle devam edelim. İnsanların kendi tanıma konusunda en büyük sorun yaşadıkları alan ilişiklerdir; bu ister özel olsun ister sosyal ister aile, fark etmez. Kendini tanımamak insanı egosuna ve zaaflarına yenik düşürerek yanlış kararlar almasına ve mutsuz bir hayat sürmesine neden olur. Bu daha çok evliliklerde yaşanıyor. Sonra arkadaşlık ve iş ilişkilerinde.

Adam veya kadın daha kendini tanımadan evleniyor. Önce eşi iyi geliyor, “Mutluyum, seviyorum.” diyor. Kendini tanımadan, kendini sevip sevmediğini bilmeden karşı tarafı seviyor. Daha kendini sevmiyor ki karşı tarafı nasıl sevsin? Sadece sevdiğini sanıyor. Evlendikten ya da ilişkiye başladıktan sonra da işte “Beni sevmiyor” ya da “Bana değer vermiyor.” demeye başlıyor. Aslında kendisini sevmeyen, değer vermeyen karşısındaki değil yine bizzat kendisi. Bu sefer ne oluyor? “Beni sevmedi” ya da “Bana değer vermedi” diye karşısındakini suçluyor. Öfke ve kızgınlık göstermeye başlıyor, ilişki çıkmaza giriyor. Aslında kendini tanımış olsa, kendini bu yönde eğitmiş olsa, bilgeliğe gitse, içsel yolculuğunu yapmış olsa zaten o sevgi gelecek ve diyecek ki “Ben kendime değer vermiyorum karşıdan bekliyorum” ya da “Ben kendimi sevmiyorum karşıdan bekliyorum.” Böylece üzüntü yerini mutluluğa bırakacak.

Bu yanlış kararların temelinde yalnız kalma korkusu ve bağımlıklar var. Genellikle insan her ikisinin de kendisinde bunların bulunduğunun farkında olmadan bir ilişkiye başlıyor ve sonra da yaşadığı olumsuzlukların suçunu karşı tarafa yüklüyor. Aslında kendisi bu ilişkiden ne bekliyor, niçin bu ilişkiyi tercih etti? Önce kendine bu soruları sorması gerekiyor.

Evlilik, arkadaşlık, sosyal veya özel fark etmez, bu sorular sorulmadığı için sorunlar her defasında tekrar ediyor. Arkadaşlıkta örneğin, insan yalnız kalmasın diye ya da tatile yalnız gitmesin diye birilerini hayatına alıyor. Çünkü insanların en büyük korkularından biri yalnızlık korkusudur. Yine aynı şekilde kaybetme korkusuyla ilişkilerinde bağımlılık geliştiriyor. Bu özgüvensizlikle mutsuzluğuna rağmen bir şekilde o kangrene dönüşmüş ilişkiye devam ediyor. Oysa kendini tanıyıp karanlık yanıyla yüzleşse tam ne istediği ortaya çıkacak.

Bazen bu iş alanında da olur. Bazen çok cazip bir iş veya ortaklık teklif edilir. Kendinizi tanımıyorsanız sırf şartlar iyi diye kabul edersiniz. Ama kendinizi iyi tanıyorsanız bu işi neden kabul edip etmeyeceğinizi tartarsınız. Para mı cazip geldi? Kendi başınıza yapamayacağınızı mı düşündünüz? İşsiz kalacaksınız diye mi? Daha iyi şartlarda iş bulamayacağınızdan mı korktunuz? İşte bunları önceden bilip kendi içsel yolculuğunuzu yapmışsanız olumsuzluk yaşama olasılığınız azalır ve nasıl bir iş istediğinizi bilerek emin adımlar atarsınız.

Aslında kendinizi tanıdıkça başkalarının sizi üzmesine izin vermezsiniz. Çünkü kendini bilmek ve tanımak, kendinin ve ihtiyaçlarını farkında olmaktır. “Beni nasıl biliyorsun?” ya da “Sence ben nasılım?” İnsan kendini tanıdığı zaman bunları sormaz.

Kendini tanıma sürecinde kişi kendisiyle yani iç dünyası ile iletişime geçer. Kendini tanıyanlar, kendi iç dünyasıyla beraber dış dünyasındaki yaşantıların farkında olanlardır. Bu kişiler “çevresindeki kişilerin kendisini nasıl etkilediğinin farkında olduğu kadar, kendisinin çevresindekileri nasıl etkilediğini bilir.”

Kendini yönetebilme becerisi, dolayısıyla kendini gerçekleştirmenin önemli adımlarından biri olarak kabul edilebilir. Doğan Cüceloğlu, insanlarla iletişim kurarken karşılıklı konuşmalar içinde birbirlerini doğru anlayıp anlamadıklarını öğrenmek için o kişilerin kendilerini ne kadar doğru ifade edebildiklerini belirlemek gerektiğini vurgulamıştır.

İnsan kendini tanıdığında başına gelen olaylarda başkalarına yönelttiği suçlamalar ortadan kalkar. Hem yeteneklerini tanır hem korkularıyla , gölgeleriyle, karanlığıyla yüzleşir. Böylece nasıl biri olduğunu çıplak hâliyle tanıdığı zaman emin adımlarla ilerler, çok daha kolay, başarılı ve mutlu bir hayat yaşar. Kimlerle arkadaşlık yapacağını, nasıl bir eş seçeceğini, kiminle ortaklık yapacağını bilir. Kendini tanıyan insan başkaları için yaşamaz veya ‘başkaları ne der’ diye yaşamaz. Örneğin tatile gidecekse veya seyahat edecekse hangi tatil veya seyahatin kendisini mutlu edeceğini, ruhuna iyi geleceğini bilir. Başkası için ya da gitmiş olmak için gitmez.

Ayrıca insan kendini keşfettiği zaman içindeki yeteneklerini daha net görür. Hangi alanda ne yapacağına kolay karar verir. Belki çok iyi yemek yapabilecek ya da iyi bir kitap yazabilecek yeteneğe sahiptir ve bunu ancak kendisini keşfettiği zaman fark edebilir.

Kendini tanımadan, kendini sevmeden, kendine değer vermeden bir başkasından bunu beklemek yanlıştır. “Kendimi seviyorum.” demekle de olmuyor maalesef.

Kendini tanımak emek ister, sabır ister.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

HASTALIĞA KARŞI SESSİZ KALMAK

Anılara üç hafta aradan sonra kaldığım yerde devam ediyorum. Her anı yazımda belirttiğim gibi geçmişe gitmek ve o günleri yazmak beni mutlu ediyor. Bazı insanlar başkalarının ruhlarını ve mutluluğunu her zaman kendinden önce düşünür hayatını da ona göre yaşar veya ona göre yazılar yazar. Oysa insan önce kendisi için yapmalı her ne yapıyorsa. Anılarımı yazmaktan mutlu oluyorum. Çünkü çocukluk dönemimdeki duygular yeniden canlanıyor ve her defasında farklı sezişler uyandırıyor bende yaşananların izleri. Sandık orada duruyor işte ve açılma vaktinin geldiğini çok iyi biliyor. O zaman açalım ve bize sunduğu anıya kulak verelim.

İlkokul beşinci sınıfa devam ederken ister istemez bulaşıcı hastalıklarla da boğuştum. Tabii okulda bir kişi hasta olduğunda diğerlerinin yakalanmaması mümkün olmuyor. Ben de kaçamadım. Suçiçeği, kızıl ve kızamığı önceki yıllarda geçirmiştim. Bu sefer kabakulağa yakalandım. Fakat bu bulaşıcı hastalığı aldığımın farkında olmadan okula gidip geliyordum. Sadece hâlsizlik ve yorgunluk hissediyordum, özellikle beden eğitimi dersinde ve atletizm yarışmalarına hazırlık antrenmanlarında. Tabii vücudumun herhangi bir yerinde başka bir şey hissetmediğim için bu bana normal geliyordu. Ayrıca da öyle bir yerim ağrıdığı veya hasta olduğum zaman aileme söylemezdim. Ancak hastalık annemin fark edeceği şiddete ulaştığı ve gerçekten artık yatacak durumda olduğum zaman söylerdim. Kolay kolay hastalanmazdım fakat hastalandığımda da biraz ağır geçirirdim. Annem bunu bildiği için “Hastayım,” dediğimde durumun gerçekten çok ciddi olduğunu hemen anlardı.

Beden eğitimi dersinden sonra sınıfa gelmiştim. Derse devam ediyorduk. Kendimi çok yorgun hissettiğim için dersi gereken ilgi ve dikkatle takip edemiyordum. Aynı zamanda başım ağrıyordu. Öğretmen de beni iyi görmemiş olacak ki “Neyin var?” diye sordu. İlk defa “Başım ağrıyor,” dedim. Öğretmenim yanıma geldi, ateşime baktı ve “Ateşin var. Eve gitmen gerek,” dedi. Öğlene kadar bekleyebileceğimi söyledim. Zaten son bir ders kalmıştı. Teneffüse çıkmadım oturduğum sıradan da hiç kalkmadım, kalkamadım.  Çok iyi anlaştığım arkadaşım Sefa da çıkmayıp yanımda oturdu. Beni yalnız bırakmadı.

O gün okul bitip de eve döndüğümde annem beni görür görmez anladı. “Ne oldu, hasta mısın?” diye sordu. Anlattım olan biteni. Ateşimi ölçtü. Yüksek çıkınca “Hemen doktora götürmemiz gerekiyor,” dedi. Çok hastalanmadıkça doktora giden biri olmadım ne çocukluğumda ne yetişkinliğimde. Annem babama telefon edip durumu anlattı. Ortanca amcam geldi. Devamlı gittiğimiz daha ablamın bebekliğinden beri bizleri tanıyan doktora götürdüler beni. Doktor muayene ettikten sonra kabakulak olduğumu, iki hafta okula gidemeyeceğimi söyledi. Bunu duymak beni üzdü. Hem derslerden geri kalacaktım hem de atletizm antrenmanlarından. Gerçi okul açıldığında bu sene atletizm yarışları için o kadar da istekli olmadığımı hissetmiştim ama anlamlandıramamıştım.

Evde olduğum o iki haftayı yatmadan, kelimenin tam anlamıyla ayakta geçirdim. Bu arada yemekten içmekten iyice uzaklaştım, zaten iştahlı bir çocuk olmadığım için annemi biraz uğraştırdım istemeden de olsa. İki hafta boyunca kardeşim sınıf öğretmenimden ödevleri alıp getiriyordu, evde çalışıyordum. Annem biraz dinlememi istiyordu ama ben onu pek dinlemiyordum. Çünkü kendimi iyi hissediyordum. Bu arada ağabeyim ve kardeşim kabakulak olmadıkları için hastalık onlara bulaşmasın diye mümkün olduğu kadar uzak duruyordum. Çünkü kızamık ve suçiçeği olduğumda hemen iki gün sonra kardeşime de bulaşmıştı. Neyse ki bu sefer öyle olmadı.

İki hafta sonra okula tekrar dönmek benim için çok büyük bir sevinçti. Çünkü özlediğim arkadaşlarım vardı. Onlarla beraber olmak, dersi sınıfta öğrenmek hep bana daha iyi geliyordu. Tabii beden eğitimi dersini de özlemiştim.

Artık ilk dönemin karne alma zamanı geldi. Önümüzde on beş günlük tatil vardı. Bu süreyi yıl sonunda gireceğim sınavlara hazırlanmak için bol bol test çözüp gezerek geçirmeyi planlamıştım. Planımın ikinci kısmını tam olarak gerçekleştirdiğimi söyleyemem. Çünkü Almanya’dan halam ve kuzenlerim gelmişti, ev kalabalıktı. Bu yüzden annem bizi yeteri kadar dışarı çıkarıp gezdiremedi. Halamlar bizde kaldığı için akşamları iki amcam da aileleriyle birlikte geliyordu. Hep beraber yemek yiyorduk. Bir arada olmak tabii güzeldi fakat annem sürekli yemek yapıyor, dışarıda alışverişe koşturuyor ve ev temizliyordu. Dolayısıyla bu on beş günlük tatilde bize yeteri kadar vakit ayıramamıştı. Halam amcamlarda kalmıyordu, amcamlar da halamı kendilerinde kalmaya çağırmadıkları gibi hep bize geliyorlardı. Zaten babam da bu durumdan çok mutluydu. Babamın yüzüne bakınca bütün ailenin toplanmasından duyduğu mutluluk hemen anlaşılıyordu. Halamın bizde kaldığı iki hafta boyunca hiç iş yapmadığını fark ettim. Gündüz çocuklarını alıp dışarı gidiyordu. Evde kaldıklarındaysa anneme yardım etmiyorlardı. Anneme ben yardım ediyordum ve okuldan döndüğünde ablam da yardım ediyordu.

O günlerin içimde bıraktığı izlere bakıyorum şimdi. Babamın ve tabii ki annemin de başkaları üzülmesin, ayıp olmasın diye sessizliği tercih ederek manevi haklarını koruyamadıklarını görüyorum. Amcalarım, halamı evlerinde ağırlamak konusunda babam kadar özveride bulunmamışlardı, babam da ortanca amcamın evi daha elverişli olmasına rağmen bir şey söylememişti. Annemin ne kadar yorulduğunu ve bizimle bu on beş günlük tatilde vakit geçiremediğini gördüğü hâlde bu konuda amcamlara tek kelime dahi etmemişti. Kardeşlerine çok düşkündü çünkü. Onları kırmamak, kaybetmemek için yapmayacağı yoktu. Buna ailesinden fedakârlık etmek de dâhildi ve büyüdükçe bu fedakârlığı daha açık olarak görmeye başlamıştım. Sessizliği tercih edişinin nedeni bu kaybetme korkusuydu işte. Dediğim gibi annemin de babamdan farkı yoktu sessizlik konusunda. Onca yorgunluğa katlanıyordu da ayıp olmasın diye bir şey demiyordu. Halamın senede yalnızca iki kez geliyor olması da sessiz kalmalarında etkiliydi. Ama amcalarım hep kendilerini düşündükleri için hâllerinden memnunlardı. Aslında her zaman bir arada olmalarına karşın ailede yardımlaşma olmadığını görüyordum.

Derler ya “Kardeş kardeşe benzemez.” Öyleydi işte babam ve kardeşleri. Biz kardeşler arasında ise tabii ki böyle şeyler yoktu. Paylaşım konusunda dört kardeş birbirimize benzerdik. Ama hastalanma konusuna gelince ben daha dayanıklıydım. Kolay kolay hasta olmaz, olduğumda söylemez, söylesem de hiç şikâyet etmezdim. Hastaysam eğer hiç sesimi çıkarmadan yatardım. Annem onu yormadığım için bir yandan sevinirdi bir yandan da çok hasta olmadıkça yatmadığımı, bir yerim ağrısa bile söylemediğimi bildiği için endişelenirdi. Öyleydim, çocukluğumdan beri şikâyeti sevmezdim. Aileme naz yapmazdım. Hâlâ da öyleyim.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KORKUSUZCA YAŞAYABİLMEK

Sevgili okuyucularım, bu ayki kitap paylaşımım ismi “Korkusuzca Yaşabilmek”

Bu kitabın yazarı olan; Guy Finley, Amerikalı bir kendi kendine yardım yazarı, filozof, ruhani öğretmen ve eski profesyonel söz yazarı ve müzisyendir. Bu kitabında ise insanların özgür olma istediğinden vazgeçmemelerini ve her zaman daha fazla korkusuzca ışığı kullanabilirler olduğunu anlatıyor.

Şimdi kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum.

“…

Yaşamı aydınlatan ışığa hoş geldin demek. Kalbin gerçek derinliği ve genişliği; yalnızca taşıyabildiğiyle değil, akışa teslim olmak için ne kadar istekli olduğuyla da ölçülür.

Biz insanlara, her şeyi mümkün kılan güce sahip benliklerimizdeki sonsuz Işık’ın varlığından daha parlak bir hediye, daha büyük bir potansiyel verilmemiştir. Bu ışığın kutsal karakteri, bizlerin, kendimiz için bilinçsizce yarattığımız korkula bir yana, hiçbir korkunun tutsağı olarak yaratılmadığımızı bilir.

Her zaman sessizce varlığını koruyan bu Işık; tıpkı bir lambanın aydınlığı nasıl onun ışığında emniyetle yürüyen bir kişinin önünde ise her defasında bizim önümüzde gider. Bu küçük mecaz pek çok şeyin açıklanmasına yardımcı olur. Sözgelimi, eğer bu Işık – varlığı işlerin yolunda gitmesini sağlayan ebedi güç – zaten içimizdeyse neden pek çok sorunla karşılaştığımız sorulabilir. Tama içimizde yer alan böyle bir cesaret kaynağı varken neden korkularımız onları aşabilme yeteneğimize baskın geliyor?

Eğer gece lambayı yanımıza almayı unutursak, o lambanın ışığının ne faydası olabilir? Diğer bir ifadeyle, yaşam yolunda Işık olmadan yürümenin muhtemelen tökezleyeceğimiz ve “bir çukura düşeceğimiz” anlamına geldiğini hatırlayamazsak, o Işık’ın içimizdeki korkusuz doğasının ne faydası olabilir?

Bu yeni farkındalığın Işık’ı içimizde aydınlandıkça, tüm yaşamımız boyunca aradığımız ve uğruna savaştığımız şeylerin ta kendisi oluruz: şefkat, bilgelik, iyilik, cesaret ve sevgi.

Işık’ın ebedi varlığını kavrayışımız onun korkusuzluğuna bağlanabilmemizdir ve böylece kendimize hükmetme olanağına kavuşuruz; Işık’ın yaşamına girdikçe yalnızca doğru, aydınlık ve ebedi olanı görmeyiz, tek ve gerçek benlik’imizle aynı olmanın o güzel niteliklerini de fark etmeye başlarız.

…”

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

EN BÜYÜK BAŞARI İNSAN OLMAKTIR.

Toplumda, başarı kavramı nasıl algılanıyor? Başarı kelimesine hangi anlamlar yükleniyor? Sevgili okuyucularım, size göre başarı nedir, hangi koşulların başarı sayılacağını düşünüyorsunuz? Şimdi sizinle bu konu hakkındaki düşüncelerimi, görüşlerimi ve hissettiklerimi paylaşacağım.

Çoğu insan “başarı” deyince hemen somut olarak yapılanlara bakar. Onlar için başarı gözle görülüp elle tutulabilen, ölçülebilen, sayılabilen diğer bir deyişle niceliksel bir kavramdır. İyi bir okulda okumak, iyi bir işte çalışmak, kariyer edinmek, iyi bir iş kurmak, işleri büyütmek, mal mülk edinmek, çok para kazanmak, ünlü olmak ve aklınıza gelebilecek daha pek çok şey başarı kabul edilir. Kuşkusuz hak ederek, dürüstçe ve adaletle elde edilmişse bunlar birer başarıdır, kabul ediyorum ama gerçekçi değildir.

Bana göre hayattaki asıl başarı tamamen insan olmaktır. Tabii ki herkes kendini insan sanıyor. Benim vurgulamak istediğim, insan olarak doğup insan olarak yaşamak ve ölmektir.

Kırgız asıllı yazar Cengiz Aytmatov’un anıt mezarında şöyle yazıyor:

“Bir insan için en zor şey, her gün insan kalabilmektir.”

Evet, gerçekten öyledir. Doğduğumuzda yaşayacağımız ülkeyi, aileyi seçemiyoruz. Bir birey olarak dünyaya geldiğimizde ilk olarak aileden ve sonra çevremizden gördüklerimizle alışkanlıklar geliştiririz. Asıl olan edindiğimiz bu alışkanlıkların ne kadarının kendi benliğimize ait olduğunu bilerek, kendimizi tanıyarak eksikliklerimizi görüp fark etmek ve gerekiyorsa bunları dönüştürmektir.

Peki, insanlık, deyince ne anlıyoruz? Bana göre insanlık, kalbi büyük olmak, bütün canlılara karşı gerçek sevgi ile bakmaktır. Bu sevginin içinde neler mi var? Dürüstlük, saygı, değer, güven, cömertlik, yardımseverlik, vefa, fedakârlık, hoşgörü, vicdan, merhamet, adalet, ahlak, erdem…  Liste böylece uzar gider.

İnsanoğlu ruhunu tekâmül ettirmek yerine dünyevi başarıların peşinde koşup hem kendi için hem de çevresi için başarı elde etmek ister. Bunun için didinir durur. Oysa yaşam boyunca insan olmak için verilen emek çok daha zordur.

Çünkü “İnsanım,” demekle insan olunmuyor maalesef. İnsan olmak için kendine, yeryüzünde nasıl bir ruh ile yaşadığına dönüp bakmak, ruhunun nasıl bir ışık yaydığını fark etmek gerek. İnsan olmak o ruhtaki sevgi ve ışık içermeyen davranışları, düşünceleri değiştirmek demek. Her gün kendini törpüleyip evrimleşmek demek. Yoksa oturduğun yerde “Ben insanım,” demekle olmuyor.

Seyahatlerimden birinde sohbetlerine katıldığım iki insanın konuşması ilginç geldi. Biri diğerine şunu söylüyordu: “O insan tanıdığım kadarıyla başarılı bir insandır.” Bunu duyunca hemen söz isteyip sordum, “Çok başarılı diyorsunuz. Size göre başarı nedir? Rica etsem açıklar mısınız?” Yanıt tahmin edeceğiniz gibi “İyi bir işte çalışıyor, iyi para kazanıyor, bu para ile araba almış,” oldu. İşte, insanlar hep aynı zihniyette olduğu için başarı da bu saydıklarına bağlı oluyor.

Bununla ilgili yine yaşadığım örneği anlatayım. Çok iyi bir okulda öğrenim görmüş iyi bir işi olan bir insan. Biraz daha tanıma fırsatım olunca ahlaklı ve erdemli davranışta bulunmadığını gördüm. Ürününü satarken hep fırsatçılık yapıyordu. Hem değerinden fazla fiyat veriyordu hem de ürünün kalitesi söylediği gibi değildi. İşte burada bahsettiğim başarıyı görmek mümkün değil. Hâlbuki bu ve bunun gibi kişileri bilmeyenler, iyi öğretim görmüş olmayı, iyi okulları bitirmeyi başarı olarak kabul ediyorlar. Çünkü insanlar etiketleri sevdikleri için gösteriş sevdikleri için başarıyı da bunların üstüne kuruyorlar.

Bir gün bir arkadaşım bana, “Bak şu tiyatro sanatçısı sahnede çok başarılı ve ayrıca da beş dil biliyor,” diye anlatıyordu. “Tamam, mesleğinde başarılı olabilir. Emek vermiş ona itiraz etmem saygı gösteririm. Ama etrafındaki insanlara davranışlarına baktığımda bencilliği ve kibri hemen anlaşılıyor,” dedim. Çünkü ben buna bakarım. Beş yabancı dil biliyorsa kendinedir. Etrafına ruhundaki olumsuzluklarla zarar veriyorsa egolarından ışık olamıyorsa ben ona başarı demem.

Aynı şekilde herkesin çok akıllı, çok başarılı bulduğu bir doktor gerçekten bilgi bakımından başarılı olabilir, mesleğini çok iyi yapabilir ama maddi durumu iyi olmayan hastalara bakmaktan kaçınırsa ben ona da başarılı demem.

Mühendisler, mimarlar mesleklerini çok iyi yapabilirler, başarılı olabilirler fakat çalıştıkları projelerde kendi menfaatleri doğrultusunda farklı uygulamalara gittiklerinde insanlık olarak maalesef başarılı olamazlar.

İnsanlar sadece mesleğinde başarılı olmak, para kazanmakta başarılı olmak, geleceğini garantiye almakta başarılı olmak için öyle bir koşturmaca içine giriyorlar ki ruhtaki tekâmül başarısı kimsenin aklına gelmiyor, gelse bile bunun için çabalamak istemiyor. Kaç insan bu koşturmaca sonrasında oturup, kendi ruhuna bakıp “Ben eskiden böyleydim, şimdi kendimdeki şu olumsuzluğu insanlık yönünde değiştirdim,” diyebiliyor? Kaç insan ruhunu egolardan arındırıp tam insanlık yaşayabiliyor ve dünyaya verebiliyor? Zaten en zorudur ruhu tekâmül ettirmek. Ruh tekâmül ettikçe hangi şartlarda olursa olsun tam bir insan olarak yaşamak kendiliğinden varılacak bir hedef olacaktır.

Evlilikle ilgili kararlarda da çok sık rastlanır bu başarı meselesine. “Bak, o erkek veya kadın çok başarılı mesleğinde, çok iyi para kazanıyor,” derler. İlk önce bunlara bakıp “Aman kaçırma!” derler de nedense o kişinin insanlık olarak ruhunun nasıl olduğuna bakmak kimsenin aklına gelmez.

Bundan yirmi sene önce bir arkadaşım tatile gidecekti. Birlikte gitmemizi istedi. Bir de ortak bir arkadaşı çağırdı fakat ben çağırdığı kişi ile ruh olarak anlaşamadığımı kendimce biliyordum. O yüzden “Ben gelmeyeceğim,” dedim. “Neden? Ama o çok bilgili, tanımış ailenin çocuğu, şirketleri yönetiyor, başarılı,” dedi arkadaşım. “Onlar beni ilgilendirmez,” diye yanıt verdim. Çünkü gerçekten onun ruhu benimle anlaşmıyordu. İnsan kendi ruhunu tanıdığı zaman ne isteyeceğini biliyor. Onun başarısı o ortamda beni mutlu etmezdi, o yüzden gitmedim.

Ruhta sevgi olmadığı zaman insancıl kalmak zordur.

Ruhun tekâmülü sevgi ile başlar. Dünyada insancıl yaşamak için her gün kendini eğitip, geliştirip evrimleştireceksin. Çünkü insan olmak için çok büyük emek vermek ve insanlığı sürdürmek için de her daim ruhun sevgi içinde olması gerekir.

İnsan insanın kalbidir ve insanın erdemidir insanı büyüten.

İnsanlık dünyanın en büyük hediyesidir.

Her şey gönlünce olsun!
Sevgi ve ışıkla!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

CÖMERTLİK SULTANI…

 

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

Şimdi sizi hikâyemizle baş başa bırakıyorum.

Zamanın Yemen hükümdarı, oldukça cömert biridir. İhsanları her yere yayılmasına rağmen, Hatimi Tai’nin cömertliğinden bahsedilmesine tahammül edemez.

Günün birinde sarayında herkese büyük bir ziyafet verir. Zengin fakir herkes yer. Halkın, (Hükümdarın ziyafeti ne kadar muhteşem oldu, neredeyse Hatime yaklaştı) dediğini duyunca, Hatim sağ kaldıkça, cömertlikte birinci olmasına imkan olmadığını anlar, onu öldürtmeye karar verir. Çok güçlü bir genç bulup eline bin altın verir. İşi bitirince de, bin altın daha vereceğini söyler. Genç, sora sora Tay kabilesine kadar gelir. Güler yüzlü, kendisi gibi yiğit bir gençle karşılaşır. Bu sevimli genç:

– Hoş geldin yiğidim. Çok yorgun olduğun anlaşılıyor.

Buyur bu gece misafirim ol!” diyerek evine götürür. Gece, misafirine çok ikram ve ihsanda bulunur. Sabah olunca, misafir gitmek isteyince, birkaç gün daha kalmasını ısrar eder. Misafir der ki:

– Çok önemli bir işim var. Bir an önce gitmem gerekir. İyilik ve hizmet etmekten zevk duyduğu anlaşılan ev sahibi der ki:

– İşin nedir, sana acaba bir yardımım dokunabilir mi?

– Ey asil kişi, sen çok cömertsin, iyilik seversin, senden sır çıkmayacağı belli. Hatim isimli birini arıyorum. Acaba tanıyor musun?

– Hatim ile ne işin var? Misafir, niçin geldiğini anlatıp der ki:

– Bu işte bana yardımcı olman mümkün mü?

– Elbette mümkündür. Yalnız bu iş pek kolay olmaz. Dediklerime uyarsan tereyağından kıl çekmiş gibi zahmetsiz olur.

– Ne yapmam gerekir?

– Hatim de senin gibi yiğit biridir. Belki öldüremezsin. Ben sana onun yerini tarif edeyim. Ancak öldüremez de iş meydana çıkarsa, yerini söylediğim için beni öldürebilir. Bu bakımdan benim ellerimi, ayaklarımı bağla. Zorla söylettiğin anlaşılsın. Misafir, ev sahibinin elini, kolunu, ayaklarını iyice bağladıktan sonra sorar:

– Hatim nerede? – Hatim denilen kimse benim. Madem benim başım senin işine yarayacak, ne diye onu vermeyeyim? Misafirin arzusunu yerine getirmek, gönlünü etmek benim en büyük arzumdur. Hemen öldür, kimse duymadan buradan git! Genç, neye uğradığını şaşırır. Hemen Hatimin ayaklarına kapanıp der ki:

– Sana gül yaprağı ile dahi vuran haindir. N’olur beni bağışla!..

Genç, helalleşip oradan ayrılıp hükümdarın huzuruna çıkar. Olanları anlatır. Hükümdar da, iyiliksever, cömert olduğu için hatasını anlayıp (Taşıma su ile değirmen dönmez. Cömertlik mal ile değilmiş. Hatimin cömertliği yaratılışından, fıtratından, güzel huyundan ileri geliyormuş. Sen verilen görevi fazlasıyla yerine getirdin) diyerek söz verdiği altınları hediye eder…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ÇOCUĞUN GÖZLEMLERİ

Çocuk sandığın başına yeniden geçti, bu sefer elinde anahtar yoktu. Neredeydi anahtar?  Kayıp mı etmişti yoksa sandığın içinden çıkacaklara dair kaygısı olduğundan bile isteye mi anahtarın yerini unutmuştu? Gözlerini kapatıp, sessizce bir süre sandığın başında oturdu, ardından dudağının kenarında bir gülümseme belirdi. Yavaşça montunun sağ cebini yokladı, anahtar oradaydı. Oysa sandığın başına gelirken tüm ceplerini kontrol etmiş, bulamamıştı. Nasıl olduysa şimdi oradaydı. Anladı ki sandığı yeniden açma anı tam da o andı. Elini cebine usulca soktu, büyük bir öz güvenle anahtarı çıkardı, kilide yerleştirdi ve sandık açıldı…

Sınava, atletizm seçmelerine, müfettiştin gelişine hazırlıktı derken günler hızla geçiyordu. Artık kışın ortasına gelmiştik. Bütün çocuklar dört gözle kar yağmasını bekliyor, kar topu oynamak için sabırsızlanıyordu. Benim de en sevdiğim şeydi bu. Çok kar yağdığında apartmanın kocaman bahçesinde arkadaşlarımla kardan adam yapmaya, kızakla yokuş aşağı kaymaya bayılıyordum. Karlı günlerde servise binmeden önce kardeşim mutlaka kar topu yapıp atardı.

Bu arada okul servisi ilk bizi aldığı için genellikle beş dakika kadar erken geliyordu. Bunu bildiğim için servis gelir gelmez hemen inmek istiyordum. Bazen kardeşime, “Bekletmeyelim! Kahvaltını daha hızlı yap, biraz daha erken kalkabilirsin.” diyordum. Hâlbuki servis vaktinden önce geliyordu, bizim onu bekletmemiz söz konusu değildi ama ben rahatsız oluyordum. Çünkü bekletmemeyi ailemden öğrenmiştim. Babam, hiçbir zaman hiç kimseyi bekletmemeyi çok küçük yaşlarımızdan itibaren aşılamıştı bize. Yolculukta olsun birisi ile buluşacağımızda olsun babam hep “Erken gidin,” derdi. En önemlisi onun bize örnek olmasıydı; özellikle seyahat ederken hareket saatinden çok önce giderdi, biriyle görüşecekse erkenden hazırlanır, vaktinden önce gider, bekleyecekse de kendisi beklerdi, başkalarını bekletmezdi. İnsanlara o denli saygısı vardı; kim olurlarsa olsunlar. İşte biz bunu görüp de farklı davranamazdık. Bu yüzden ne bekletmeyi severim ne de beklemeyi.

Servis bizden sonra sırayla diğer arkadaşlarımızı alıyordu. Bazıları uykuda kalıp servisi bekletiyordu. Servis şoförü Sabri amca her defasında, “Sizi bir daha beklemeyeceğim, geç kalırsanız kendiniz gidersiniz okula,” diyordu ama arkadaşların umurunda olmuyordu. Daha servise biner binmez birbirleriyle oynamaya, şakalaşmaya başladıkları için duymuyorlardı bile onun söylediklerini. Özellikle karlı günlerde dışarıdan getirdikleri karları servisin içinde birbirlerine atıyorlardı. Bunu gören Sabri amca o kadar çok kızıyordu ki “Hepinizi indireceğim şimdi, her tarafı suda bıraktınız, nasıl o ıslak koltukta oturacaksınız?” diyordu. Bu arada ne kadar uslu da olsa kardeşim bile onlara katılmaya başlamıştı. “Okulda teneffüste oynarsın, öğleden sonra eve dönünce bahçede oynarız,” diyerek ona engel olmaya çalışıyordum fakat yine de arkadaşlarına uyuyordu. Tabii bunu yapan erkek öğrencilerdi. İş öyle bir hâle geldi ki Sabri amca karlı günlerde her servise binişte elleri kontrol etmeye başladı, ‘kar var mı yok mu?’ diye.

Kar bütün çocukların beklediğine değecek kadar çok yağdı o yıl. Yürürken neredeyse dize kadar kara gömülüyorduk. Ama hiç şikâyetçi değildim aksine çok hoşuma gidiyordu. Öğlen okul çıkışında servise binmeyip kardeşimle birlikte eve karda yürüyerek gitmek istiyordum. Bir sabah servisten inerken, bu isteğimi Sabri amcaya söyleyip “Çıkışta bizi bekleme,” dedim. Kabul etmedi, “Hayır. Ancak annen söylerse bunu yapabilirim. Çıkışta serviste olun,” dedi. Eve dönünce anneme söyledim bu isteğimi. Kabul etmedi. “Olmaz çünkü iki ana cadde geçeceksiniz,” dedi. Ben tabii ki ailemden izinsiz bir şey yapmazdım. Çünkü zor durumda bırakmak istemezdim. O yüzden ısrar etmedim.

Bu arada bizim evde futbol fazla konuşulmazdı. Babam düşkün değildi. İki amcam çok düşkündü. Bir araya toplanıldığı zaman futbol konusunu konuşur üstelik de tartışırlardı. Çünkü ikisi de farklı takımı tutuyordu. Ortanca amcam Fenerbahçeli, küçük amcam Galatasaraylıydı. Bizim ailede de ablam Galatasaraylı, ağabeyim ve kardeşim Fenerbahçelidir. Babam ve annem ise takım tutmuş olmak için Fenerbahçelidir. Bense futbolu daha küçük yaştan beri severdim. Zaten sporu seviyordum. Ama ailemin tuttuğu takımlardan farklı takım tutmaya başlamıştım. Beşiktaşlıydım. Kardeşim, “Neden bunu tutuyorsun?” dediğinde “Bana farklı geldi,” demiştim. O anda içimden Beşiktaş’ı tutmak gelmişti ve bir neden olmadan tutuyordum. Okuldaki ve mahalledeki arkadaşlarımın çoğu da ya Fenerbahçeliydi ya da Galatasaraylı. Beni de sürekli bu iki takımdan birini tutmaya ikna etmek için uğraşıyorlardı. Ben anı fikirde değildim, hiçbirinin etkisinde kalmadan bir takımın taraftarı olmak istediğim için Beşiktaş takımını tutup “Vazgeçmem!” dedim.

Ağabeyim maça gitmeyi çok severdi. Bir gün ortanca amcamla maça gittiler. Ağabeyimin tuttuğu takım galip gelmiş. Eve döndüğünde nasıl sevinçliydi anlatamam; bağırmaktan sesi çıkmıyordu, tamamen kısılmıştı. Onu öyle görünce ben de istedim maça gitmeyi. Televizyonda sürekli futbol maçı seyrediyordum fakat maça gitmenin başka bir keyif olduğunu o gün ağabeyimde gördüm. “Bir daha gidersen beni de götür,” dedim ağabeyime. “Tabii ki” dedi.

Bu arada babam bazı pazar günleri eve iş getirirdi. Özellikle de otomotiv parçalarının sayımı yapılacaksa. Tatil gününde çalışırdı ve ağabeyim de ona yardım ederdi. Sonraları babam bana da öğretmeye başladı. Ben televizyon seyrederken özellikle futbol maçlarını, hemen gelip iş gösterir seyretmemi istemezdi. Benim artık büyüdüğümü, ilkokul beşinci sınıfta olduğuma göre öğrenecek kapasitem olduğunu görüyordu, hesaplamaların nasıl yapıldığını gösteriyordu. Aslında babamın bana güvenmesi, bir şeyler öğretmesi hoşuma gidiyordu ama futbol maçı varsa televizyonda, işte o zaman pek hoşuma gitmiyordu.

O dönemde bir şey dikkatimi çekmeye başladı. Sadece babam eve iş getiriyordu, üçü birlikte çalıştıkları hâlde amcalarım hiç iş getirmiyordu. Onlar pazar günleri çalışmıyorlardı. Çocuk aklımla dikkatimi çeken yalnızca buydu sonra fark ettim iş sorumluğunu tamamen babamın aldığını. Tatil gününde kendisinden ve ailesinden fedakârlık yaptığını gördüm. Amcalarımın dinlenmelerini ve gezmelerini istemişti. Belki haklıydı kendi açısından çünkü işin bitmesi gerekiyordu ve ağabeyleri olarak bunu kendisinin üstlenmesi gerektiğini düşünüyordu. Tek başına o kadar iş sorumluluğu yüklenince bazen yorulduğu da oluyordu. Amcalarım bunu gördükleri hâlde “Biz de yardım ederiz,” bile demiyorlardı. Oysa yapılması gereken paylaşımdı. Sadece maddi değil manevi paylaşım yapılmalıydı. En önemlisi buydu ama yapmıyorlardı. Tabii bunları ileri yaşlarda çok net olarak fark edebildim. Aynı işte çalışıp şirkete ortak oldukları hâlde kendilerini düşünmüşler, kısacası bencil davranmışlardı.

Çocukken aileden gördüğümüz alışkanlıklar hayatımız boyunca devam eder. Bende kalan alışkanlıklardan biri de bekletmemek ve bekletilmemek. Çünkü zorunlu durumlar dışında bekletmek alışkanlığa dönüşürse karşı tarafa saygısızlık olarak görülür.

Çocukken kazanılan iyi alışkanlıklar devam ettiğinde güzeldir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

KİME GÖRE İYİ/KÖTÜ?

İnsanlar birbirleri hakkında “Şu iyi”, “Bu kötü” diye değerlendirme yaparlar. Fakat bu öznel bir değerlendirmedir; kişiden kişiye değişir. Çünkü herkesin doğrusu kendine göredir, başkasının doğrusunun size yanlış gelmesi o insanı yanlış veya kötü yapmaz. Çünkü iyi ve kötü yargısını belirleyen egoya ve korkulara dayalı değerlendirmelerdir. Çoğunlukla da menfaat gözetilerek yapılan değerlendirmelerdir bunlar. Dolayısıyla bir insan hakkında “iyi” veya “kötü” dediklerinde akla gelmesi gereken iki soru vardır bana göre: Kime göre iyi/kötü? Neye göre iyi/kötü?

Ama hemen baştan söyleyeyim, bazen öyle durumlar vardır ki yorumsuzdur. Geçtiğimiz günlerde Fransa’da yaşanan sekizi çocuk olmak üzere dokuz kişinin bıçakla yaralanması olayındaki gibi zanlının nasıl bir insan olduğu konusunda yapılacak yorum elbette olamaz. Hukuk sistemi zaten yasalar ölçüsünde suçunun cezasını verecektir. Bizim ise o insan hakkında düşünmemiz gereken tek şey ruhunun gelişmemiş (karanlıkta) olduğudur çünkü nasıl bir olduğuna dair yargıyı ancak Allah bilir. Dolayısıyla yazının bundan sonraki bölümünü, böylesi ruhu gelişmemiş insanları bahis konusu etmediğimi bilerek okumanızı isterim.

Bu küçük hatırlatmanın ardından kaldığımız yerden devam edelim. Ne demiştik? Genellikle menfaate göre iyilik ve kötülük değerlendirmesi yapılır. Bir insana o anda iyi geliyorsanız iyi insan olduğunuzu söyler, iyi gelmezseniz “Kötü,” der. Bu konuda yaşadığım ile ilgili çok örnek verebilirim size. Bir insana yardım ettiğim, ihtiyaçlarını gördüğüm zaman beni iyi insan olarak değerlendiriyor. Ama ona değil ihtiyaç duyan başkasına yardım edersem beni kötü olarak bilecek. Yardım ettiğim diğer insan iyi olarak bilecek. Size yardım etmemiş ya da isteklerinize “Hayır,” demiş veya kendi menfaati için sizi üzmüş birini kötü veya hiçbir yaraya merhem olmuyor, diye hemen etiketlersiniz. Oysa bu sizin fikrinizdir. Başkasına göre iyi bir insan olabilir.

Yeni tanıştıkları insanlarla oradan buradan konuşurken ortak tanıdıkları çıktığında karşılıklı yorum yaparlar. Biri “Bana büyük iyilik yaptı,” der, diğeri “Öyle mi? Oysa beni çok üzdü, olumsuz şeyler yaşattı,” diye yanıt verir. İkisi de kendilerine yapılan davranışa göre karar veriyor. Sizce bunları dinleyen üçüncü kişi sözü edilen ve hiç tanımadığı insan hakkında neye göre karar verir? Ancak ve ancak o insanla karşılıklı bir şey yaşadığında edineceği izlenime göre karar verebilir.

Diyelim ki sizden birisi borç para istiyor ona istediği borç parayı veriyorsunuz. Herkese sizin için iyi insan diye söz ediyor. Bir başkası da borç para istiyor ama siz ondan bu paranın dönmeyeceğini veya sizi sürekli suiistimal edeceğini bildiğiniz için vermiyorsunuz. Vermediğiniz kişi sizi kötü olarak biliyor ve herkese öyle anlatıyor. Şimdi kime göre iyisiniz kime göre kötüsünüz? Onun için Allah’a inancı olan niyeti Allah’ın bildiğini ve yargılamayı onun yapacağını bilir. İlahi adalete güvenir ve kendisi bir yargıda bulunmaz.

Örneğin bir kişiyle yemeğe ya da tatile gidersiniz. Tekrar gidip girmeyeceğinizi ise o kişinin size davranışı belirler. Diyelim ki buna göre başka birine “Ben onunla bir daha bir yere gitmem,” dediğinizde “Yok, ben onunla gittim hiçbir sorun yaşamadım mutlaka sen de bir şey vardır,” diyorsa hatanın nerede olduğunu durup düşünmelisiniz. Belki gerçekten hata sizdedir. Belki de o insan kişilere, olaylara göre ki ben buna menfaat diyorum, davranışlarının yönünü belirliyordur. Yani sizden menfaati olmadığı için iyi davranmamıştır.

Yine aynı şekilde size bir şey ısmarlamaz, evine gidersiniz siz ağırlamaz ama kendi menfaati için başka birini evinde ağırlar, ikram yapar. Size yaptığı cimriliği ona yapmaz. Adamına göre davranış derim ben buna; kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez misali.

İyi insan evrensel olarak bakar bütün canlılara menfaat düşünmeden elinden geldikçe yardım eder. Zamanı gelince menfaat konusunda yazım olacak. Unutmayın ki sadece insanlar kendi menfaatlerine göre iyi ve kötü insan olarak değerlendirme yaparlar.

Yaşadığım bir örnekten söz edeyim. Bundan yedi sene önce bir arkadaşım, iş ortağı ile ilgili bir sorunu vardı. İş ortağı avukatı hakkında benden rehberlik almak istedi. İş ortağı avukatının tam bir profesyonel olarak işi yaptığını söyledim aldığım rehberliğe göre. Zaman içinde işleyiş de profesyonellik içinde yürüdü. Tabii arkadaşım kendi menfaatine ters düştüğü için avukatı kötü diye suçlamaya başladı. Hayır, avukat kötü değildi. Kanunlar çerçevesinde ve müvekkilinin talepleri doğrultusunda işinin gereğini yerine getiriyordu.

Bir başka örnek bir danışanımla ilgili. Her türlü sorununu çözmesine yardımcı olduğum için bir başka arkadaşına benim çok iyi olduğumu ona mutlaka yardım edebileceğimi söylemiş. Bana yönlendirdi. İşim gereği kendi gerçekleriyle yüzleştirme yapınca birden kızmaya başladı ve arkadaşının anlattığı kadar iyi bir insan olmadığımı söyledi. Çünkü gerçekleri değil menfaatine uygun cümleler duymak istiyordu.

Yine bir arkadaşımdan örnek vereyim. Ev almıştı fakat içinde kiracı oturuyordu. Kiracı söylediği zamanda evi boşaltmamış bunu da kanunda belirtilen sebeplere dayandırmıştı. Arkadaşım kiracının kötü bir insan olduğunu söylüyordu. Oysa kiracı sadece yasal hakkını kullanıyordu. Üstelik kiracının etrafındaki insanlar da onun iyi bir insan olduğunu söylüyorlardı. Şimdi bu kiracı hakkında ne düşünmeliyiz? Kime göre iyi ve kime göre kötü?

Sevgili okuyucularım, kimin iyi ve kimin kötü olduğuna karar vermeden önce bir kere o insanla bire bir yaşamak gerekir. Ayrıca, bunun altını çizerek söylüyorum, insanlar kendi menfaatleri doğrultusunda kendilerine o anda iyi gelen insanlara iyi derler.

Bunu iş yerinde de çok yaşarız. Patron iyi zam yapmışsa ya da ikramiye vermişse iyidir. Patron için de fikrini destekleyen veya işini sırf para kazanmak için profesyonelce yapan kişi iyidir.

Şu bir gerçek ki tüm canlılara sevgisini dürüst ve samimiyetle veren insan iyidir. Size bir eleştiri yapan ya da istediğiniz yardımı yapmayan veya “Hayır,” diyen insanları hemen kötü olarak değerlendirmeyin. Lütfen değerlendirirken objektif olarak bakıp değerlendirirseniz o zaman daha adaletli olmuş olur.

Bundan üç sene önceydi. Akademisyen bir arkadaşım grip olmuş, işe gidemeyecek durumdaydı. İş yerinden bunun için doktor raporu istemişler. Ben de kendisine çalıştığım şirketin doktorundan yardım isteyebileceğimizi söyledim. Doktorumuz bana, yasal olarak prosedürün nasıl işlediğini anlattı. Ben de arkadaşıma ilettim söylediklerini. Arkadaşım hemen yargılama yaparak doktoru kötü insan kategorisine koydu. Oysa doktor o kanunu uygulamasa, alması gereken ücreti istemese, kendisinin istediği gibi yapmış olsaydı arkadaşım doktoru iyi insan kategorisine koyacaktı.

Bir örnek daha vereyim. İşinde hata yapmamak, kendi hatalarının sorumluluğunu almamak için işini başka birine devreden kişiyi ele alalım. Patronun gözünde başka görünmek istiyor. Hata yapıp işsiz kalmaktan korktuğu için başka birine yıkıyor işini. Özel hayatında ve sosyal alanda çok iyi. Şimdi karar aşamasında bu insan neye göre iyi veya kötü? Korkular ve ego işin içine girince iyi ve kötü olarak bakıyorlar aslında yok. Çünkü insan kendi gücünü eline alırsa korkularından ve egolarında arınacağı için herkese adaletli olur. İyi ve kötü kavramı ortadan kalkar.

Aynı şekilde bir ön yargıda bulunmak iyi ve kötü insan olarak değerlendirmeye yol açar. Örneğin birisi çocuk esirgeme kurumunda bir çocuğu yetiştirmiş ve gidip orada çocuklara hizmet veriyor ama bunu kimseye söylemiyor. Bu insan günün birinde bir başkasına yaptığı işten dolayı teşekkür etmiyor. O kişi teşekkür etmediği için hemen eleştiriye başlıyor ve son derece yıkıcı bir eleştirir yapıyor.

Şimdi bu örnek üzerine düşünün ve bir insana iyi ve kötü demeden önce siz insanlara ne ile yaklaşıyorsunuz bunu kendinize sorun lütfen.

İnsanları tam olarak bilmeden ön yargılarla iyi ve kötü diye değerlendirerek, itiraf atarak kendinize karma oluşturursunuz.

Size üzücü bir olay yaşatmış olan kişi belki de bir başkasının hayatını kurtarmıştır, bilemezsiniz. İnsan kendi tanıdıkça kendi içindeki olumsuzlukların değişimini yaptıkça zaten iyi ve kötü ile uğraşamaz. Ayrıca bir başkasının iyi ve kötü demesiyle de iyi ve kötü olunmuyor.

İnsanın kendini bilmesi çok önemlidir. Kendinize öz sevginiz, öz şefkatiniz, öz saygınız olursa zaten kimsenin onayına ihtiyaç duymazsınız. Herkese güzellikler içinde davranırsınız.

Ayrıca da Allah’a inancınız varsa zaten kimseye kendinizi iyi ve kötü insan olarak anlatmanıza, kanıtlamanıza gerek yok. Hiçbir şekilde açıklamaya ihtiyaç duymazsınız. Bir insanın içinde gerçek sevgi varsa zaten her canlıya düzgün davranışta bulunur.

Ayrıca da eğer kalp gözü ile bakarsanız, zihni ve mantığı devreye sokmasanız, insanın konuşmadan, yaşamadan ruhunu görürseniz ona göre kendiniz bir değerlendirme yaparsanız.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

ÜÇ SUAL VE BİR CEVAP…

Sevgili okuyucularım, bu ayki bilge hikâyemiz ile beraberiz.

Şimdi sizi hikâyemizle baş başa bırakıyorum.

Mevlânâ’ya felsefecilerden bir grup gelerek bazı sorular sormak istediklerini söylediler. Mevlânâ’da onları hocası Şems-i Tebrîzî’ye havale eder. Bunun üzerine onun yanına giderler. Şems-i Tebrîzî mescidde, talebelerine, bir kerpiçle teyemmümün nasıl yapılacağını gösteriyordu.

Gelen felsefeciler üç sual sormak istediklerini belirttiler. Şems-i Tebrîzî, “Sorun” dedi. Felsefecilerden biri sormaya başladı.

“Allah var dersiniz; ama görünmez. Göster de inanalım.”

Şems-i Tebrîzî, “Öbür sorunu da sor” der.

O, “Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonrada ateşle ona azap edilecek dersiniz. Hiç ateş ateşe azap eder mi?” dedi.

Şems-i Tebrîzî; “Peki öbürünü de sor” der.

O, “Ahiret’te herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezasını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları, canları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın” der.

Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, elindeki kuru kerpici adamın başına vurur. Soru sormaya gelen felsefeci, derhal zamanın kadısına gidip, davacı olur. Ve “Ben, soru sordum, o başıma kerpiç vurdu.” diye şikayet eder.

Şems-i Tebrîzî, “Ben de sadece cevap verdim” der.

Kadı bu işin açıklamasını ister.

Şems-i Tebrîzî şöyle anlatır: “Efendim! Bana “Allah-u Teâlâ’yı göster de inanayım” dedi. Şimdi bu felsefeci, başına vurduğum kerpicin başında ağrı yaptığını söylüyor, başının ağrısını göstersin de görelim.

Yine bana, şeytana ateşle nasıl azap edileceğini sordu. Ben buna toprak parçasıyla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Hâlbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı. Toprak toprağa nasıl acı verir?

Yine bana, “Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz.” dedi. Benim canım, onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyada küçük bir mesele için hak aranırsa, o sonsuz olan ahiret hayatında niçin hak aranmasın?”

Felsefeci bu güzel cevaplar karşısında hayret etti, mahcup oldu söz söyleyemez hale düştü. Kadıya dönüp, ben sorduğum soruların cevaplarını şimdi anladım dedi…

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com

GERÇEK ARKADAŞ SEÇİMİ

Anılar duyguları yeniden canlandırır. Her defasında farklı sezişler uyandırır yaşananların izleri. Döngü böylece devam eder gider… Sandık orada duruyor ve açılma vaktinin geldiğini çok iyi biliyor. O zaman açalım ve bize sunduğu anıya kulak verelim:

İnsan kendini tanıdığı zaman hayatına kimleri arkadaş olarak alacağını çok iyi bilir. Ben de ilkokul beşinci sınıfta arkadaşlık seçimi konusunda artık daha net karar verebilecek duruma gelmiştim. Öncesinde de elbette seçiciydim ama özellikle öğretmenimle yaşadığım olaydan sonra emin oldum. Çünkü benim için arkadaşlıkta en önemlisi üzgün anlarında yanında olup teselli etmek, destek olmaktır. Mesela aile içinde yanlış giden bir şeyler olduğunda ve bana bir söz söylendiğinde erkek kardeşim hemen gelip korur, bana laf söyletmezdi. Okulda ve mahallede arkadaşlarım vardı fakat bunların içinde birkaçı özeldi. Onlardan biri de Sefa’ydı. İşte öğretmenimle yaşadığımız olayda bunu anlamıştım. Daha önce de ortak yönlerimizin olduğunu fark ettiğim Sefa, o gün de üzüntüme ortak olmuştu.

Okulda bir yandan dersler bir yandan atletizm antrenmanları devam ediyordu. Fakat bu yıl o kadar istekli değildim. Beden eğitimi öğretmenim de durumu fark etmişti. Yarışmalara katılmak istiyorsam daha sıkı antrenman yapmam gerektiğini söyledi. O anda içimde bir şey hissettim. Yarışmalara katılmayacağım, katılsam bile başarısız olacağım hissiydi bu. Öğretmenime, “Katılmak bana göre değil.” dedim.

O günlerde öğretmenimiz okula müfettiş geleceğini duyurdu. Derslere girip bizlere sorular soracağını söyledi. Tabii “müfettiş” demek bizim için çok önemliydi, her sorduğu soruya doğru cevap vermek zorunda hissediyordum kendimi. Öğretmen müfettişi bizlere öyle bir anlat ki o andan itibaren hepimizin konuştuğu tek konu, derslerimize iyi çalışıp doğru cevap vermek oldu. Bu heyecan içinde arkadaşım Sefa ile teneffüslerde birbirimize derslerle ilgili sorular sorup kendimizi sınamaya başladık. Sınıf arkadaşımız Zeynep de bize katılmak isteyince kabul ettik ve üçümüz birlikte çalışmaya başladık.

Böylece günler ilerlerken üçümüz çok iyi arkadaş olduk. Artık ders dışında da paylaşımlarımız oluyordu, birbirimize hafta sonunu nasıl geçirdiğimizi, okul dışındaki hayatımızda neler yaptığımızı anlatıyorduk. O yıl okulda her öğrencinin beslemesini evden kendisinin getirmesi uygulaması başlamıştı. Biz üç arkadaş evden getirdiğimiz yiyecekleri birbirimizle paylaşıyorduk. Katinden bir şey alıyorsak üçümüz için de alıyorduk. Hafta sonları eğer çocuk tiyatrolarına, sinemaya veya geziye gideceksek birlikte gitmeye karar veriyorduk. Ailelerimize bu isteğimizi iletiyorduk.

Tabii ben çok mutluydum. Nasıl bir arkadaş seçeceğime kalbimin sesine göre karar vermiştim ve yanılmamıştım. Çünkü bu iki arkadaşımda gördüğüm en önemli şey paylaşmaktı. Hem yiyeceklerimizi hem sevincimizi hem üzüntümüzü paylaşıyorduk. Mesela okulun yakınındaki futbol sahasına atletizm antrenmanlarına gittiğimizde bu iki arkadaşım da geliyor, tezahüratlarıyla bana destek veriyordu. Bizim arkadaşlığımızda sevgi olduğunu görmüştüm. Okula giderken mutlu şekilde gidiyor, eve mutlu şekilde dönüyordum. Çünkü bu iki arkadaşımı görmek ve onlarla vakit geçirmek beni mutlu ediyordu. Bir tek sınıf öğretmenimden memnun değildim.

Nihayet müfettişin geleceği gün gelip çattı. Sınıftaki herkes heyecan içindeydi, ben de tabii. Hatta heyecanımı evde ailemle de paylaşmıştım. Müfettiş sınıfa girdi, ayağa kalkıp kendisini selamladıktan sonra yerimize oturduk ve ‘Acaba kimi tahtaya kaldırıp soru soracak?’ diye merakla bekledik. Aramızdan arkadaşları seçerek sorular sormaya başladı. Derken Sefa’yı tahtaya kaldırdı. Sefa o kadar heyecanlandı ki müfettiş ismini sorduğunda bile hemen cevap veremedi. Müfettiş anladı ve “Hiç heyecanlanma, beni bir sınıf öğretmeni olarak bil.” dedi. Bunun üzerine Sefa rahatladı ve soruların hepsine doğru cevap verdi. Hem müfettişten hem de öğretmenimizden aferin aldı. Müfettiş bana soru sormadı. Teneffüste Zeynep ve ben verdiği doğru cevaplar için Sefa’yı kutladık. Zeynep, Sefa’nın tahtaya kalkışını taklit edip gülüyordu ama Sefa buna alınmıyordu. Ben daha farklı baktığım için, “Zeynep, müfettiş seni kaldırsa acaba sen nasıl yürürdün o tahtaya?” diyordum. Zeynep, “Tabii ki ben de böyle yürürdüm.” diyordu.

Her geçen gün birbirimizi daha iyi anlıyorduk arkadaş olarak. Teneffüste bize katılmak isteyen diğer arkadaşlar olduğunda onları da kabul ediyorduk. Fakat o arkadaşlarda gördüğümüz daha çok uyumsuzluk olduğu için daha çok üçümüz bir araya geliyorduk. Arkadaşlığın önemini okul yıllarında anlamıştım. Fakat daha önce de söylediğim gibi herkesle arkadaşlık yapmazdım, bu konuda çok seçiciydim. Ruhuma uygun olan kişileri seçiyordum.

Hafta sonları sinemaya, çocuk tiyatrosuna gittiğimizden söz ettim az önce. Bizim evde bu konuları ortanca amcam organize ediyordu. Ağabeyim, kardeşim ve benim velimiz olduğu okuldaki durumumuzla zaten ilgileniyordu. Bir tek üniversitede okuduğu için ablama velilik yapmıyordu ama derslerinin nasıl olduğunu sormayı da ihmal etmiyordu. Tabii amcam sadece derslerimizle ilgilenmekle kalmıyor, genel kültür açısından ilerlememiz için de elinde geleni yapıyordu. Çocuk tiyatrolarına, sinemalarına götürüyordu bizi. Hafta sonu okulun müze gezileri olduğunda tabii ki ailem gönderiyordu. Amcam da bu konuda çok destek veriyordu. Ayrıca yengemle ikisi ablamı alıp konserlere götürüyordu. Bizim öğretici şeyler izlememizi istiyordu. Televizyonda ve radyoda neleri izlediğimizi ve dinlediğimizi soruyordu. Amcamın bunu bize aşılaması ileri yaşlarda sanata ilgimizin olmasını sağladı. Tiyatroya, sinemaya, konserlere gitmek müzeleri gezmek hep ilgimizi çekti. Derler ya, ‘Ağaç yaşken eğilir.’ Gerçekten öyle. Çocuk önce aileden ve sonra okuldan, çevresinden gördükleriyle ve nihayetinde kendini geliştirerek ilerler.  Bu nedenle özellikle ailenin önemi çok büyüktür.

Çocukken ne istediğini bilen çocuk ileri yaşlarda da ne istediğini biliyor. Eğer bir çocuk aksi ise uyumlu değilse kendini bir şekilde gösteriyor. Okulda hırçın, kıskanç, tembel ve paylaşmayı bilmeyen çocuk ileri yaşlarda da aynı davranışları sergiliyor. Ne zaman ki kendisinin farkına varıyor o zaman bu olumsuzlukları değiştiriyor. Tabii farkına varabilirse.

Çocuk ne istediğini bilir.

Her şey gönlünüzce olsun!
Sevgi ve ışıkla kalın!..
Nurgül AYABAKAN
nurgul.ayabakan@gmail.com